Sebe Suresi(32. Sohbet) 50. Ayet / yazılı metin

Sebe Suresi 50. Ayet

قُلْ إِن ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي وَإِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ

Kul in dalaltu fe innemâ edıllu alâ nefsî, ve in ihtedeytu fe bimâ yûhî ileyye rabbî, innehu semîun karîb(karîbun).

1. kul : de
2. in : eğer
3. dalaltu : dalâlette olursam
4. fe : o zaman, o taktirde
5. innemâ : ancak, sadece
6. edıllu : sapmış olurum
7. alâ : üzerine
8. nefsî : kendi nefsim
9. ve in : ve eğer
10 ihtedeytu : hidayete erdirildim
11 fe : o zaman, o taktirde
12 bimâ : sebebiyle
13 yûhî : vahyedillir
14 ileyye : bana
15 rabbî : benim Rabbim
16 inne-hu : muhakkak o
17 semîun : en iyi işitendir
18 karîbun : en yakın olandır

De ki: “Eğer dalâlette olursam, o zaman sadece kendi nefsim üzerine (sebebiyle) olurum. Eğer hidayete erdirilirsem, o taktirde bu Rabbimin bana vahyi sebebiyledir. Muhakkak ki O; en iyi işiten ve en yakın olandır.”

 

Sebe Suresine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Geçen hafta ve geçen seneki son sohbette hak geldi batıl zail oldu ayetinin değişik açıklamaları ile hak sistemi açıklamaya çalışmıştık. BUGÜNKÜ AYETE GEÇMEDEN EVVEL GEÇEN HAFTAKİ HAK KONUSU ÜZERİNDE BİRAZ DAHA DURMAK İSTİYORUM.

Hak geniş bir kavram, örtücü genişleyen bir kavram.Hakkın birçok açıklaması var .Geçen hafta sadece Hakkın “sistem ” üzerine izahatına çalışmıştık. . Sistem olarak hakkı izah etmeye çalışmıştık. Bir iki cümle ile orayı geçiştireceğim. Çünkü 50. ayet ile bağlantısı var.

Şimdi hak kelimesinin kökeni Arapçada bir şeyin bir şeyle uyumlu olması demektir. Misal olarak kapının menteşesinin yuvasına uygun olmasına hak oldu deniyor. Tevafuk etti, uyum sağladı, buna uygun oldu manasında. Şimdi Arapçada bir kelimenin derinlerindeki manası ile ıstılahati, kullanımsal, terimsel manasının muhakkak bir alakası vardır. Buradaki alaka nerede? Bir şeyin bir şeye uygun olması ne demek? En genelinden en yukarısından düşündüğümüzde, Allahû Teâlâ’nın yarattığı  sistemin, o sistemi yaratma muradı ilahisine uygun olması anlamına gelir. Yani Allahû Teâlâ bir şeyi murad ediyor. Biz onu hadisi kutsiden biliyoruz ki; “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim, mahlûku yarattım”. Murad bu. Buna uygun bir sitem yaratılacak. Yani kâinatın her aşamasının işleyen bir sistemi olacak. Bu da en baştaki murada uygun olacak.İşte bu işleyen sitemin adı hak. Yani her şeyin fıtrata uygun olarak yaratılması gerekiyor. Hz. İbrahim in dediği “fâtırıs semâvâti vel ard(فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ)”.” Her şeyi fıtrat üzerine yaratan rabb” İşte bu.   Fıtrat ne oluyor? Yaratılış muradı. Yani ayeti kerimede ne deniyor?

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

(وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ) (Zariyat 56.)

İşte bu yaradılış sitemindeki – özellikle cinlerin ve insanların – yaratılış sistemi fıtrat. Amaca uygun. Kulluk etme amacına uygun. Bunu bütün  komple sistem olarak düşünün. Arz ve semavat olarak düşünün, bu işleyen sistemin ismi de hak. Bir şeyin doğru geçerli olabilmesi için, yani günümüz ifadesi ile hak olabilmesi için bu hak sistemle örtüşmesi gerekiyor.

Mâliki yevmid dîn (مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ)  “din günü” derken.; bugünün ‘kişinin dini’ ile ‘Allah’ın dininin’ nekadar örüştüğünün görüleceği, analiz edileceği, hesabının edileceği gün demiştik ya , yaşarken de ‘kişilerin doğrularına’ doğru denebilmesi için Allah’ın bu hak sitemi ile örtüşmesi gerekiyor. <ş

Bu hak sistemin varlık sebebi de mülkiyete dayanıyor. Ne demek bu?

Bir kişi mülke sahip ise hakka da sahip demektir. Mesela kullanım hakkı diyoruz. Bir şeyin mülkiyeti. Yani asıl malik olan Allah’tır. Bu da onun sistemidir. Allah’ın da bu hak sitemi üzerinde hakkı vardır. Tüm mahlûkatı üzerinde hakkı vardır. Bu öyle bir hak sistem ki insanlarda hatta hayvanlarda hatta eşyalarda bile bu hakkın tecellisini görüyoruz ki şöyle annelik hakkı, babalık hakkı mesela. Yani bulunduğu Allah’ın verdiği pozisyona ve mülkiyete göre. Mülkiyet sadece mal sahibi olmak demek değildir, yönetim sahibi olmak demektir aynı zamanda. Melik oradan gelir. Çocukları üzerinde hakkı vardır demektir. Bırakın onu bir şeye sahip olmakla beraber de hak sahibi olunur. Davranışsal olarak bile hak var ki hakkını helal et denilen mesele o. Neyin hakkı bu? Mülkiyet hakkı hem davranışsal hem de mülkiyet hakkı olarak. Dolayısıyla o kadar geniş bir yayılım alanı bulmuş. İşte bu hak sisteme göre de sizin düşüncelerinizle elde ettiğiniz şeyler, sizin istihkakınız oluyor. Bunun sonucunda alacağınız ceza ve ödül de sizin müstahakınız oluyor.

Allahû Teâlâ’nın el-Âlim esması her şeyde ilk günden itibaren tecelli eder. Hak sistemi de bir formüle dayanarak halk edildi. İşte buna uygun davranılması da Allah’ın hakkı. İşte biz bu sistem üzerine yaşıyoruz ve de ona göre nasıl davranışlarda bulunacağımızı da öbür tarafta göreceğiz. İşte 50. ayet de bunun devamı olarak gelmiş.

Gul (قُلْ)- de ki

in (اِنْ)- şayet

daleltu(ضَلَلْتُ) – eğer dalalete düşersem ya da saparsam

feinnemâ edıllu alâ nefsî (فَاِنَّمَا اَضِلُّ عَلٰى نَفْسٖى) – bu ancak kendimin nefsi üzerine sapıtmış olmamdandır.

Yani kendi namıma, kendi nefsim adına sapmış olurum.

Devamında ise;

ve inihtedeytu (وَاِنِ اهْتَدَيْتُ)– eğer ben de hidayet üzerine olursam

febimâ yûhî ileyye rabbî (فَبِمَا يُوحٖى اِلَیَّ رَبّٖى)– bu da benim ancak bana rabbimin vahyi sayesindedir

innehû semîun garîb (اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)– o semidir, gariptir(yakındır)

Neden bu ayet yukarıdaki hak ile ilgili ayetin arkasına gelmiş. Çünkü hakkı Allahû Teâlâ sıratı müstakim ile ilişkilendiriyor. Hani Fatiha Suresindeki sıratı müstakimdeki gibi, ayağa kaldıran yol. Dosdoğru yol manasındaki. Hicr suresinde idi galiba, bana getiren yol benim üzerime olan yol. İşte de ki: Eğer ben saparsam… Bu sapmak neyden sapmak? Hidayetten sapmak. Fatiha suresinin son kısmını işlerken şöyle demiştik. Aslında iki tane yol yok. Bir tane doğru var. Öbürü yol bile değil. Eğer bedel olarak alırsam. İki tane yol var. Ya şu yol. Ya da şu yol. Birincisi Allahû Teâlâ’nın sıratı müstakim yolu. İkincisi ise diğerleri. Diğerleri de ikiye ayrılmış durumda. mağdûbi aleyhim(مَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ) kendilerine gazap etmiş olanlar ve bir de sapanlar. Bence bu bile değil.

Arazi düşünün bir demiryolu var ortadan geçen bir de arazi var. Arazi yol mudur? Değildir. Bunu işte yukarıdaki 49.ayette görmüştük. Cael hakku – hak geldi. Hak sistem geldi. ve mâ yubdiul bâtılu ve mâ yuîd- diğerleri ise sistem bile değil diyor Rabbim. Çünkü sistem olabilmesi için bir şeyi başlatması lazım ve de onu tekrar edip geri döndürebilmesi lazım. E diyor batıl bunu yapamaz ki. Yani sistem bile değil demek istiyor.

Sırat olarak değerlendirirsek bir tane yol var. Diğerleri yol bile değil. İnceliği görüyor musunuz? O zaman sanki şöyle olurdu. Şöyle bir yanlış anlayışla endeksleyerek söyleyeyim. Bir ara kendi aramızda konuşurken şöyle demiştik: Acaba kafalarda yanlış mı düşünüyorlar? Sanki şeytan Allah’ın düşmanıymış gibi bir algı var. Böyle bir şey yok ama ifade ederken buna benzer şeyler var. Sanki şeytan Allah’ın düşmanı. Hayır şeytan insanın, Müslümanın düşmanı. Allah’ın bir muhatabı onunla olmaz. Şirk olur çünkü. Ancak şöyle olur. Bir rahmani var bir de şeytani var. Ama bu hiçbir zaman Allah’ın muhatabı olan bir düşmanlık değil bizim muhatabımız olan bir düşmanlık. Dolayısıyla bir tek Allah’ın sıratı var. Bir de diğer arazi var. Yol bile değil o. İşte buradaki daleltü dediğindeki sapmak bu. Yani sıratı müstakimin içerisindesin, tren değil de otoban olarak misal verelim. Ve o yolda araba kullanıyorsun. Senin o yoldan çıkacak şekilde sağa ya da sola direksiyonu kırman dalalet oluyor. O yol sağdaki ve soldaki çizgiler doğrultusunda gittiğinde ki bu hak yol yani şeriat. Sistemin ismini şeriat olarak adlandırırsak o yolun çevresinde gitmek, düzgün gitmek oluyor. Bunun dışındaki her şey dalalet. Doğru yoldan sapmak dalalet. Allah’ın verdiği doğrular var, onun dışındaki her şey dalalet. Yoksa dalalet bir sistemin ismi değil. Eğer in daleltü- ben saparsam feinnemâ edıllu alâ nefsî – nefsimin üzerine sapmış olurum. Ayeti kerimede şöyle geçiyor. Nisa 79’da:

Mâ esâbeke min hasenetin feminallâh, ve mâ esâbeke min seyyietin femin nefsik

(مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ)

Sana ne isabet ederse iyilikten, o ancak Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse kendindendir ya da kendi nefsindendir. Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse nefsindendir. Bakın bu Allah’a karşı olan bilinçli ya da bilinçsiz ithamlardan kendinizi korur. Allaha hiçbir zarar gelmez de kendinizi ithamlardan korur. Kader inancının temel ayetlerinden biri budur. Bu ne manaya geliyor? Ancak ben kendi namıma sapmış olurum denilen kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Şu var. Allah saptırmaz. Kişi kendi sapar. Meallere dikkat ederseniz Allah’ın saptırdığı der. Allah saptırmaz. Allah kullarına karşı rahmet sahibidir. Bütün iyilik ve güzellikleri halk eder. Sana iyi ne isabet ederse Allah’tandır ama kötü olarak sana ne isabet ederse bu senin nefsindendir. Allah saptırmaz. Allah rahmandır. Kişi kendi sapar.

Maide de buna benzer bir ayet var. Maide 105. Ayet:

Yâ eyyuhellezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yedurrukum men dalle izehtedeytum

(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ)

Yâ eyyuhellezîne âmenû(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا) – ey iman edenler.

aleykum enfusekum (عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ) – siz kendinize bakın, kendinizle ilgilenin, nefisinizle ilgilenin, nefsinize bakın manası da var. Bir de sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu var.

lâ yedurrukum (لَا يَضُرُّكُمْ) – size zarar veremezler. Kim?

men dalle (مَنْ ضَلَّ) – dalalette olalar size zarar veremezler

izehtedeytum (اِذَا اهْتَدَيْتُمْ) – siz hidayette olduğunuz sürece.

Ey iman edenler size dalalette olanlar zarar veremezler. E vermiyorlar mı bugün? Veriyorlar. Bir sürü zarar veriyorlar. Ama Allah veremez diyor. Haşa yalan mı söylüyor? Zarar veremez diyor ama zarar veriyorlar. Ama şartını koymuş rabbim orada. Biz şöyle olduğumuz müddetçe şartlar orda ehtedeytu – hidayet üzere olduğunuz sürece. Demek ki biz hidayet üzerine olmadığımız her an dalalette olanların zarar vermesi ile karşı karşıyayız. Kabahat bizde. Yani nefsimizde. Peki, ne yapacağız? Formülü orada var. aleykum enfusekum – sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu vardır kenziniz ile ilgilenin.

Şam ya da Bağdat taraflarına zalim bir hükümdar geliyor. Asıyor, kesiyor birçok kişiyi. Bana bir alim çağırın diyor. Âlim geliyor. Hiçbir âlim gitmek istemiyor oraya. Neden? Gittiğinde asacak kesecek. Sonunda bir âlim tamam diyor ben giderim diyor. Ama zayıf ve çelimsiz biriymiş. Giderim ama bir şartla; bana bir deve, bir tane keçi, bir tane de horoz vereceksiniz. Temin edip veriyorlar. O zalim kral bir bakıyor karşısında zayıf, çelimsiz, sakalsız birisi. Seni mi gönderdiler diyor. Pek beğenmiyor. Diyor ki eğer iri cüsseli birini arıyorsan deve getirdim dışarda. Eğer sakallı birini arıyorsan keçi getirdim diyor. Eğer diyor gür sesli birini arıyorsan horoz getirdim sana diyor. Onun büyüklüğünü anlıyor ve soruyor. Peki, sizi büyük bir İslam topluluğu idiniz neden ben buraya geldim de sizleri yenebiliyorum diyor. Efendim diyor biz İslamiyet’i doğru anlayamadık. Allah belirli bir şey ikram ettikten sonra biz kendi nefsimizin derdine, rahatına düştük. Bu ilmi faaliyetleri, kendimizle ilgili ve başkasıyla ilgili cihadı terk ettik. Allah da sizi musallat etti diyor. Peki diyor bundan kurtuluş nedir. Eğer biz kendi kendimize düzelirsek senin gücün ne ki bize yetecek? Silinip gidersin.

Yani aslında bu ayeti söylüyor. Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzere olduğunuz sürece hiçbir kimse(dalalette olanlar) size zarar veremez. Şimdi bugün İslam âleminin geldiği durumu düşünün. Bunun sebebini biz İsrail’de, Amerika’da, Rusya’da arıyoruz ama Allahû Teâlâ gerçek sebebini gösteriyor. Kendinize bakın diyor. İşte burada diyor ki ayette: bunu da resulüne diyor: Eğer ben dalalete saparsam ben kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Orada da iki tane ala var. Ala nefsi diyor ala harfi ceri var edatı var. Bakın Maide 105deki ayete bakarsak da burada ne diyor. aleykum enfusekum. İlkinde ala en –nefislerinizin üzerinde vardır burada da aleykum enfusekum – nefsimin üzerinedir diyor. Ala nefsi meallerde atlanmış. Ama burada ala harfi cerini Rabbim boşu boşuna kullanmamış. Diğer ayetlere baktığımızda ala ile irtibat kurulabiliyor. Aleykum enfusekum –sizin üzerinize vardır. Ne vardır? Sorumluluk vardır. İşte burada da nefsin üzerine. Bakın maalesef meallerde nefis kelimesi sadece şahıs olarak kullanılmış. Ben bunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım nedeni de şuymuş: nefis hem kişi hem şahsiyet, öz ben anlamına gelir. Hem de kişinin nefsi kötülüğü emreden nefsi emaresinden deki nefistir demi bu. Fakat meallerde ikiye ayırmışlar. Şöyle:

Maalesef biz İslam’ı hep bir zannediyoruz da değil. Aynı şey Kuran’la ilgilenen âlimler arasında da olmuş maalesef. Âlimler ikiye ayrılmışlar. Kelamcılar ve tasavvufçular diye. Tasavvufçu tefsircilerinkine diğerleri itibar etmemiş. Kelamcıların tefsirine diğerleri itibar etmemiş. Bunun en fazla ayrımlarından biri bu nefis kelimesi. Şimdi nefis terbiyesi var tasavvufta. Dolaysıyla tasavvufçular haklı olarak nefis kelimesinin geçtiği yerlerde terbiye edilmesi gereken Allah’ın sistemi içerisinee koymuş olduğu nefsi almışlar çünkü faydalanması gerekiyor. Diğer grup da sırf onlardan olmamak onlara muhalefet için nefis kelimesin öz şahıs, benlik, karakter, kişi anlamında almışlar. Fakat bu bir yerde büyük bir hata vermiş. Musa Aleyhisselamla ilgili bir hikâye var. Kavmi ile Kızıldeniz’i geçerken deniz yarıldıktan sonra firavunun zulmünden kurtuluyor. Bir alana geliyorlar. Rahat ve güvenli bir alan. Siz burada kalın diyor. Ben rabbimle konuşmaya gideceğim diyor. Belli bir müddet sonra geri geliyor. Tevrat’ın yazılı levhaları, on emir ile geliyor. Geldiğinde bakıyor ki Samiri denen bir kişinin etkisi ile altından bir buzağı heykeli yapılmış ve insanlar o buzağı heykeline tapıyorlar. Neler atlatmışlar? neler olmuş? Bunun üzerine olan sahneler var. Ora ile ilgili bir ayet var. Ayette diyor ki: Nefislerinizi öldürün. Şimdi burada duruyorlar kelamcılar, tasavvufi açıklamaya karşı olanlar. Burada tasavvufi nefis olduğunu kabul etseler onlara karşı ödün vermiş olacaklar. Burada kişi anlamında. Şimdi kişi anlamında olunca birbirilerinizi öldürün manasına geliyor. E şimdi öbür türlü olsa da olmayacak. Hemen İsrailiyat, hemen Tevrat’ın açıklamalarında ne var karıştırılmaya gidiliyor. Bakıyorlar ki bir hikâye var Tevrat’ın nüshalarında. Tahrif edilmiş Tevrat’ı izah ederken kullandıkları hikâyelerde şöyle bir bölüm var. Allahû Teâlâ güya onları ceza olarak karanlıkta hepsinin eline bir bıçak veriyor ve rastgele sallıyorlar. Ve bu sayede bir rivayete göre 3000 kişinin öldüğü söyleniyor. Ve bunu maalesef tefsir kitaplarına geçirmişler. Böyle saçma bir şey tefsir kitaplarına geçmiş neden çünkü temelinde, niyette hata var. İlla nefis demeyecek ya ona illa tasavvufçuların kullandığı şekilde kullanmayacak ya. Kişi diyecek, kişi deyince delil bulacak maalesef delalette olanların delilleri bulunuyor ve geçiştiriliyor. İşte o yüzden arkadaşlar bir gruba ait olmamak gerekiyor. Hani hanif konusunda işlemiştik Rum suresi 32. Ayetinde: Onlar dinlerini fırka fırka ettiler, parçalara ayırdılar, şialara böldüler, her hizip kendindeki ile ferahlanmaktadır.

Biz zannediyoruz ki bu ayet Yahudilere inmiş. Ve onun bir öncesinde ise müşriklere ikaz var. Yani tefsirci bile olsan o ayetin şeyinden çıkmıyorsun eğer illa bir grubun savunuculuğunu yaparsan böyle saçma sonuçlara da gidebiliyor. İşte burada ala nefsi dediği yer bütün meallerin çoğunda kendi namıma sapmış olurum diyor. Doğru. Hem nefsi kişi, benlik olarak alacağız. Hem de Allahû Teâlâ’nın bizim sitemimizin içerisine koyduğu nefis olarak alacağız. Birini diğerine tercih etmeyeceğiz. Kuran-ı kerim öyle mucizevi bir kitap ki her daldan, her alandan, hem dikey hem yatay boyuttan izahatı var ki her şeyi kapsamış bir kitap. O yüzden burada kendi namıma sapmış olurumda da bir mana var. Ama kendi nefsim adına da sapmış olurum anlamı var.

İsmaik Hakı Bursevi’nin Ruhul Beyan tefsirini okumanızı şiddetle tavsiye ederim. İsmail Hakkı Bursevi Peygamber efendimiz(sav) i rüyasında görüyor. Peygamber efendimiz:

-Ümmetim için bir tefsir yaz, diyor.

Ve yıllarca Bursa Ulu Camiinden vaazlar veriyor ama önceden hazırladığı tefsir üzerine vaazlar. Ve bu vaazlar kitap haline getirilerek basılıyor. Erkam Yayınlarından çıkan tefsiri hala piyasada mevcuttur.

Orada bu ayetle ilgili şöyle bir ifade var: Bir başkası bir insanı saptıramaz. Kişi sapar.

Bu ayete özgü bir ifade. Bir kişi başka birini saptıramaz. Kişi sapar. Zaten Kuranın genelinde de bununla ilgili ayetler var. İşte “sizi taptıklarınızı gösterin diyor. Onları gösteriyor rabbim. Bizim onların üzerinde bir hâkimiyetimiz yoktur ki diyor. Onlar gerçekte bize de tapmıyorlardı diyor. Yani başkası değil kişi kendi kendine sapıyor. Bırakın Allah saptırmaz kişi sapar meselesini, bu ayete göre kişi bir başka şahıs insan bile saptırmıyor. Şeytan dahi saptırmıyor. Allah saptırıyor zannediliyor haşa. Ve altında şeytan saptırır zannediliyor. Hayır.

Allahû Teâla Hicr Suresinde ne diyor: Bak o şeytanın iddiası. Şeytanın iddiası Hicr suresindeki özellikle. Ben hepsini saptıracağım senin muhlis kulların hariç. Biz yiyoruz bunu. Bakın Kurandaki her ifade Allah’ın ifadesi değildir. Gale denilen şeyler iki nokta üst üstedir. Yani şeytanın ifadesi de var. Dikkatli olmamız gerekiyor. Ne diyor ben hepsini saptıracağım senin ihlaslı kulların müstesna diyor. Allahû Teâlâ diyor ki hayır. Senin onların üzerinde bir sultan yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu ne demek burada? Şeytan saptıramaz. İnsan sapar. Allahû Teâlâ orada bizim savunmamızı yapıyor. Birçok meal ve tefsirlerde bu ayet farklı yorumlanmış. Sanki şeytan saptırıyor da insan sapıyor gibi.

Bugün bir arkadaş uyardı bizi mealler konusunda. O dedi: Yemeyin dedi. O şeytanın iddiası. Ben saptırırım diyor. Muhlis kulların farklı. Allahû Teâlâ da bizim savunmamızı yapıyor. İddianın reddiyesi var orda. Senin hiçbir sultan, hükmün yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu bile değil.

Ruhul Beyanda kişi bile bir kimseyi saptıramaz diyor. Kişi kendi sapar. Bakın Hz. Âdem’in Allah’ın affına mazhar olmasının sebebi suçu kendi nefsinin üzerine almasıdır. Ben nefsime zulmettim diyor. Hata bakımından Kuranda benzer kelimeler geçiyor. Şeytan ile Hz. Âdemin yaptığı hata aynı kategoride değerlendiriliyor. Asa diyor isyan etti. Farkı nedir? Hz. Âdemin kurtulmasının sebebi ben nefsime zulmettim diyerek tövbe etmesi. Eğer tövbe etmese idi geriye dönüş imkânı bile olmayacaktı. Yeryüzüne indirilecekti şeytan ile aynı konumda belli bir müddet yaşayacaktı sonrasını bilmiyoruz. O yüzden arkadaşlar aleykum enfusekum diyor ya maide 105’te. Kişi bütün hayırların bütün iyi şeylerin Allahtan olduğunu, başına isabet eden kötü şeylerin de kendi nefsinin üzerinde olduğunu bilirse, bu Nisa 79 idi. Maide 105’e göre. Hiçbir zararın olamayacağını, dalalette olanların zarar veremeyeceğini, ancak hidayette olduğu sürece bunun geçerli olduğunu, hidayette olmama durumumun bu zararı oluşturduğunu ve hidayette olmama durumunun sebebini de aleykum enfusekum e bağlarsak da siz kendi nefsinizle ilgilenin, kendi nefsinizi düzeltin ile alakalı olduğunu bilirse sadece kendi ile ilgilenmesi yeter. Kişi suçu kendi nefsinde arayacak. Bu nedenle tasavvuf, maneviyat hep bu nefis terbiyesi üzerinde durmuş.

ve inihtedeytu – eğer ben hidayet üzerinde isem. Bu iftial babı denilen bir bab. Mutavaat deniliyor buna dönüşlülük manası veriyor. Örneğin ben camı kırdım, cam kırıldı. İşte bu kırılma olayına dönüşlülük diyoruz. Bunun Arapça ifadesine mutavaat deniyor. Burada da hidayet kökü var. Ama başına t harfi gelerek ihtedeytü iftial babı olmuş. Şu manaya geliyor. Hidayete iletilmek durumu. İl eki ile bu dönüşlülük oluyor. Hidayete, doğru yola iletmek dersek de dönüşlülük ile beraber iletilmek oluyor. Yani ben hidayete iletilmek pozisyonunda olduğum sürece. Yani ihtedeyt durumu olduğunda ne oluyor? Kişi Allah’ın hidayeti üzerine onun gereklerini yaparak yaşamak durumunda oluyor. İhdeyetu de o fiili kendinize alıyorsunuz. Allah hidayet ediyor ama siz o durum içerisinde kalmaya gayret ediyorsunuz. Bu Allah’ın belirli bir pozisyonda kalmanın sağlanması bile yani şartlar bile bakın ne ile ilgiliymiş?

febimâ yûhî ileyye rabbî – Benim bana ettiği vahiy sayesindedir.

Hani diyordu ya Nisa 79’da. Senin başına gelen şeyler ancak Allah iledir var ya burada da Peygamber Efendimizin ağzından. Çünkü gul emrinin birinci muhatabı kim? Resulullah(sav) Efendimiz. Bir de bizim de muhattaplığımız var. Ama burada bize rabbimiz vahyediyor mu? Direkt olarak etmiyor. Biz nebi, resul değiliz. Etmiyor ama biz ayeti kendi üzerimize alırsak nasıl vahyedilmesi sayesinde biz hidayet üzerinde olma durumu üzerinde bulunuyoruz cevabına gelince de şunları söyleyebiliriz:

Birincisi biz tabiiyet açısında Kurana ve Resulüne bağlıyız. Peygamber Efendimize indirilen kuran ve onun söyledikleri ile de biz yolumuzu bulmuyor muyuz? Yani hidayet üzerine bulunma durumunda olmuyor muyuz? Kitaba uyduğumuzda yani Allahu Tealanın kitabına uyduğumuzda vahiy üzerine olmuş oluyoruz. Bize vahiy indirilmesine gerek yok. Zaten indirilmiş bir vahiy üzerine kelam haline getirilmiş bir şey.

İkincisi de Necm suresi olması lazım: Battığı zaman yıldıza and olsun ki arkadaşınız Muhammet sapmadı ve azmadı o arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir. Yani Peygamber Efendimizin ağzında çıkanlara ne deniyor? Hadis deniyor. Yaptıklarına sünnet deniyor. Konuştuklarına, bahsettiklerine hadis; hal, hareket ve davranışlarına sünnet deniyor. Bakın bizim öyle aleni bir insanın yapmış olduğu davranışlar olarak gördüğümüz şeyler de söyledikleri de aslında kendisine vahyedilen vahiymiş. Bakın birebir vahiy değil. Birebir vahiy Kuranı Kerimdir. Ama Allahtan gelen bir iletişim olduğunu düşünün. Kalbine inen bir vahiy. O vahiy sayesinde hareketlerini ve konuşmalarını düzenliyor demektir. Bakın şu konuda yanlış yapılıyor.

Rahmetli Hasan Hoca ile konuşmuştuk. Vahyi= İlahi kitap gibi algılanıyor. Eğer öyle olsa idi bakın kaç tane bildiğimiz kitap var dört tane: Tevrat Zebur İncil Kuranı Kerim. Bir de bazı sahifeler var. Bunlar sadece vahiy olsa idi, kitap indirilmeyen peygamberler ile Allahû Teâlâ hiç mi vahiy yoluyla iletişim kurmuyordu. Yani Zekeriya As ile diğer peygamberlerle hiç mi iletişim kurmuyordu. Vahiy değil mi idi o iletişimin ismi. E sadece kitapta olanlar vahiy ise onları nereye sokacağız biz. Dolayısıyla vahiy Allahû Teâlâ’nın kulu ile olan iletişimidir. O iletişim de Peygamber efendimiz(sav)de vardı. Ve bütün söz ver davranışları da vahiy kanalı ileydi. Bakın vahiy ile ilgili bir ayet var. Allah bir insana ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izni ile ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz o yücedir. Hüküm ve hikmet sahibidir(Şura,51)

Yani kulları ile bir vahiy konusunda iletişimin olabileceğinin bile bir işareti bu. Ki biz biliyoruz ki vahiy sadece nebilere inmiyor. Kuranda geçen ifadesi ile bal arısına bile vahyettik diyor. Hz İsa’nın havarilerine vahyettik deniyor. Meryeme vahyettik. Hz Musa’nın annesine vahyettik deniliyor. Yani sadece vahiy resullerle olan bir iletişim değildir. Allahû Teâlâ’nın kullarıyla hatta arılarla iletişimine vahiy denir. Bunun da küçük versiyonuna ilham denir. Şems suresi 6.ayette şöyle geçiyor:

Feelhemehâ fucûrahâ ve tagvâhâ

(فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا)

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene hamdolsun ki. Bu insana, ilham edene diyor yani bize. Bırakın şimdiyi yaratılış sistemimizde Allahû Teâlâ ilham etmiş bize. Aslında bize değil. Nefse ilham etmiş. Neyi ilham etmiş? Bir takvayı, iki fücru. Doğruyu ve yanlışın ne olduğunu bizim nefsimize ilham etmiş. İşte diyor ya burada hani ben eğer ihtedeytu hidayet üzerinde olursam bu bana Rabbimin vahyi üzerinedir. İşte Şems suresindeki ayet vesilesi ile bizim nefsimize de daha evvel ilham edilmiş olduğunu ve bu sayede de bizim hidayet üzerine olduğumuzun bir göstergesi arkadaşlar. Bakın bunun ne faydası var?

Ayeti Resulden aldık kendimize getirdik. Eğer sadece Resul üzerine Peygamber(sav) üzerine kalsa ne olur? Onun doğru yolda kalması vahiy üzerinedir anlamına gelir. Biz o zaman ayvayı yedik manasına gelir. Çünkü bize vahyedilmiyor ona vahyediliyor ona de emri var o da diyor ki benim hidayet üzerine olmam anacak Rabbimin bana vahyi üzerinedir. Bakın O bile diyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber bile diyor ki hatta de emri var. Ben saparsam dalalette olursam, Resulullah’ın bu fiille ifade edilmesi ne kadar ilginç. Resulullah’ tan bahsediyoruz. Benim nefsim üzerinedir de deniyor. Hidayet üzerine bulunmam da ancak Allah’ın vahyi üzerindedir. Yani o vahiy olmazsa ben duramam diyor. Şimdi biz bu ayeti sadece Resulullah’a götürürsek sanki bizim üzerimizde değilmiş gibi oluyor. Hayır, Allahû Teâlâ diyor ki bizim en başta şems suresinde bahsettiğimiz gibi yaratılışın başında sizlerin nefisleri içine, sisteminize hidayet unsurlarını yükledim. Öyle kaçamazsınız. Sana neyin doğru neyin yanlış ayırt edeceğin sistemi sana yükledim. Bu vicdan olarak da ifade ediliyor. Kurtaramazsın diyor artı sana vahiyle inmiş kitabı gönderdim diyor artı konuşmasının vahyi dışında hiçbir şey olmayan resulün sünnetleri sana bildirildi. Ve hadisleri bildirildi. Sen o yüzden kaçamazsın diyor. O yüzden senin hidayet üzerine olma durumunu Allah’tan bil. Dalalette olma durumunu da sakın ne başka arkadaşından ne insandan ne şeytandan ne de haşa Allah’tan değil kendi nefsinden bil. Ve bu yukarıdaki hak sistem üzerine söyleniyor arkadaşlar. Hak ve batılı ayrımını yaptı. Allahû Teâlâ da hak sistem üzerine olmanın ne olduğunu burada ifade ediyor. Ve nasıl davranman gerektiğini söylüyor.

İnnehû (اِنَّهُ) – şüphesiz O

Semîun(سَمٖيعٌ) – semidir, işitendir

Garîb(قَرٖيبٌ) – gariptir, yakındır

Eğer garib i burda karibi yakınlık sahibidir yakındır’ı sıfat olarak da söylersek o yakın olan işitendir. Sıfatın bütün özelliklerine uyuyor. Yakın olan. Şimdi burada in diyor ya. Gul dedikten sonra iki tane in cümleciği var. Birincisi in daleltu – eğer ben dalalette olursam şöyle şöyle. İkincisi ben hidayet üzerine olursam şöyle şöyle. Şimdi ayeti Resulden çıkaralım. İnsan olarak düşünelim. Bütün insanlığın sistemi olarak ele alırsak şayet edatı ve şart edatı ile beraber iki yol gösteriyor Allahû Teâlâ. Bir dalalet yolu bir de hidayet yolu. Ayetin sonundaki semîun garîb ikisine de gidiyor. İki şartlı yola da gidiyor. A şıkkı sen dalalette olursan da Allah işitendir, yakındır. Sen hidayet üzerine de olursan işiten ve yakındır. Farkı nedir? Nasıl tesir eder? Yani dalalette olana semiğ karib nasıl tecelli eder? Hidayette olana nasıl tecelli eder? Bakara 284’ü biz çok kullanıyoruz. Maalesef bu ayete nesih ayeti demişler. İnsanlığın en büyük trafik kazalarından biri. O kadar çok ıskalanmış ki. Eğer o nesih ayeti olarak şey yapmasaydı inanın çok fark ederdi. Maalesef. Amener Resulü’den hemen önceki ayet.

Ayette diyor ki: Lillâhi mâ fis semâvâti ve mâ fil ard. Hepsi Allah’ındır. Eğer siz nefsinizde olan şeyi açıklasanız da ve ya onu gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. O dilediği kimseyi bağışlar ve dilediği kimseye azap eder. Her şeye kadirdir. Bunu son 3-4 yıl içerisinde o kadar çok tekrar ettik ki muhakkak zihinlerde yer etmiştir. Yani diyor ki Allahû Teâlâ. Bırakın sadece yaptığınızı, ben sizin nefsinizdeki benlikleri ile de muhasebe edeceğim ama eğer onu kefere edersem, üzerini örtersem yırttınız. Eğer bu oraya bir şekilde gelirse çok zor işiniz manasında bir ayet. Şimdi dalalette olan bir kimsenin bu ayetin tecelli etmesi için dışarıda bir şey yok zahirde değil mi biz zahiri ile değerlendiriyoruz insanları. Ama Allahû Teâlâ içi ile değerlendiriyor. İçi ile nasıl değerlendirecek? İç seslerin duyulur hale gelmesi ile bu olur.

İç sesler de değişik mekanizmalarla tezahür eder. Birisi mesela negatif mekanizmalarla tezahür eder ve bu şeytan vesvesesidir. Konuşur durur. Birincisi vesvese ikincisi nefsi dürtüler. Fakat bu kişinin içerisinde sanki sesmiş gibi tezahür ediyor. Aslında bunlar ses değil. Vahiy ses değildir ama Resulullah’ın ağzından ses gibi kelimelerle tecelli ediyor. Biz insana beyanı öğrettik diyor Rahman Suresinde. Bu beyan beyyine yani açık etmekten geliyor. Aslında vahiy bir nur, kalbe iniyor fakat oradan tezahürü insanın diline gelmesi kelime ile oluyor. Bu ses olarak tecelli ediyor. Bu batıni olan bir şeyin zahiriye tezahürü. Bir de zahiri olan bir şeyin batını tezahürü de işte bu iç sesler olarak tezahür ediyor. Ama kime? Kişiye. Bunu kişiden başkası duyuyor mu? Hayır. Duysa var ya kimse kimse ile konuşamaz. Kimse kimsenin yüzüne bakamaz. Çünkü ne şeytan vesveseleri böyle ifade edilmeye çıkarılacak kadar yüz kızartıcı olmayan şey. Ne de biz nefsimize tekâmül hale güzel hale getirdik içimizden maalesef neler geçiyor neler. Bunun zahir olduğunu düşünsenize, yakınımızda kimse kalmaz. Ama Allahû Teâlâ o kadar rahman ve rahim ki o kadar hilm sahibi ve vakur ki bütün bunları bildiği halde ve bunların bırakın kelimeler haline gelmiş halini. Derinlerin derinini bildiği halde hala bize ikram edip duruyor.

İşte burada semiğ derken de Allahû Teâlâ diyor ki eğer saparsanız kendi nefsinizle sapmış olursunuz diyor ya işte bu senin sapmana vesile olan nefsinden çıkan sözleri de, konuşmaları da ben duyuyorum demek. Ama nasıl duyuyor biliyor musunuz? Garib olarak duyuyor. Siz beni uzaklarda falan zannetmeyin. Ben size şah damarınızdan daha yakınım. Yakınım. Bakara 284’te geçen nefsinizdekileri. İşte biz o nefsimizden gelen sesleri ayırt etmek zorundayız. Öyle kişi zannediyor ki kafasına gelen içine gelen düşünceler kendi düşüncesi. Hayır, arkadaşlar en azından üç mekanizma var:

Biraz evvel söylediğim nefis mekanizması var. Nefsin sana dediği hadi hadi şunu yap böyle yap şöyle yap, şu nasıl adam dediği kendi içinden kaynaklanan ses var. Artı senin ayağına çelme takmak isteyen kendi gittiği için Allah tarafından zaman mühlet verişmiş olan şeytanın sana akıl oyunları ile söylediği sözler var. Biz buna vesvese diyoruz. Vesvese zannedildiği gibi kuruntular değildir. Bize kuruntu şeklinde bir şey söylenmiş. Kuruntu da onun içerisinde fakat zihin oyunlarıdır. İşte geçen hafta bahsettik ya. Ya sünnete ne gerek var adam diyor. Sünnet benim ile Allah arasında ağır ağır namaz kılmamı engelliyor sünneti bırakayım ki ben ağır ağır namaz kılayım diyor. Bu zihin hamlesi. Bu nefis hamlesi değil. Bu şeytanın akıl hamlesi. Kurnazcasına senin aklına felsefesine gönderdiği şeyler şeytan hamlesidir. Ama aynı çocuk gibi isterim isterim yapsana yapsana, ya canım namaz kılmak istemiyor ya da kelimelere vurmak istemediğim başkaları hakkında söylenen şeyler de kişinin kendi nefsindendir. Biz içimize gelen bu sesleri neden olduğunu ayırt edeceğiz arkadaşlar. Bir de pozitif olan hani diyor ya takvasını da bildirdik nefse. Allahi, rahmani olan duygular vardır. Vicdan olan şeyler. Bunları da ayırt edeceğiz ve koordinatör olarak aklımızla beraber irademizle birlikte de güzel şeyler düşünüp üreteceğiz. Üretmezsek ne oluyor Bakara 284’te ne olacağını söylüyor. Onunla sizi hesaba çekeceğim. Ama Allah’ın örttüğü ya da mağfiret ettiği şeyler müstesnadır diyor. İşte buradaki semiun garip olayını dalalette olanlar için tezahürü bu. Bu kötü. Allah korusun bundan. Kaçmak mümkün değil ama mümkün olduğunca Allah korusun. Kendi nefsimizin o dizginlerini tutarak biz de biraz dikkat edelim o bizi dizginlerine bağlamasın. Biz onun dizginlerini tutalım. İkinci kısmı olan hidayet üzerine olma durumu ne? Orda semiun garip nasıl tecelli eder? Allahû Teâlâ ben o güzellikleri de duyuyorum ve ben sana garip olarak yakınım. Bu Buruc suresi 13-14’te var. Oradan aktarayım. Buruc 13’te diyor ki:

İnnehû huve yubdiu ve yuîd(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ) – Allah başlatır ve geri dönderir. Ayet devam ediyor:

Ve huvel ğafûrul vedûd(وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ) – O örtendir ve veduddur.

Vedud seven demektir. Allahû Teâlâ burada seven. Garip de yakın demek. Eğer siz hidayette olduğunuz sürece ben sizin o içinizden gelen ve ifade ettiğiniz güzel şeyleri de duyarım ve size garip olduğumda da size vedud olarak tecelli ederim. Yani sizi severim. Başka bi ayette de eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin. Bana tabi olun dediği ne işte buradaki benim rabbimin vahyi üzerineyim. Resulullah aracılığı ile vahyedilen kurana uyduğumda ve onun sünnet ve hadislerine uyduğumda, semiğ olan Allah garip olarak yakın olarak tecelli ediyor ve bunun görüntüsü de sevilmek arkadaşlar. Ve bir şeye yakın olmak ve sevilmek en üstün ikram derecesidir.

Firavuna soruyorlar o sihirbazlar eğer biz bunu kazanırsak ne var bize iyilik olarak diyor. Siz benim yakınlarım olacaksınız. Gözdelerim olacaksınız. Firavun en büyük ikram olarak-tabi yanlış mekanizma olarak- yakınlığını ortaya koyuyor, onlar da tav oluyor. Bir de alemlerin rabbi olan Allah’ın kullarına yakınlığını, onlara ikram ettiği mukarrebun(yakın olanlar) olunma ikramını. Ve bunun bu dünyadaki tecellisi işte Buruc 14’te olduğu üzere Vedud esmasının tecellisidir. Sevilen sevendir. Biz de o zaman sevilmiş oluyoruz. O yüzden Allahû Teâlâ kendi hak sistemini doğru anlayıp, nefislerine hâkim olan, onları terbiye eden ve Allah’ın indirdiği Kuran’la ve ona vahyedilmiş olan Resulullah’ın sünneti ile ve hadisleriyle amel edip Allah’ın yakınlığına mahzar olan kullarından eylesin. Eğer böyle olmazsak ahirette işimiz zor arkadaşlar. Orada da Allah bize es-seddar, el-gaffar’lığı ile mağfiret sahibi olması ile yardım etsin. Allah bizi en yakınlarından eylesin. Amin

Sadakallahülazim.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.