Yasin(3.sohbet) 12. Ayet/yazılı metin

Biliyorsunuz Yasin Peygamber Efendimize bir hitap, “Ey İnsan” diyerek. Rabbim yemin ediyor. Kuran’a yemin ediyor. Peygamber Efendimiz’i de destekliyor. “Muhakkak ki sen peygamber olarak gönderilenlerdensin”. Burada “mursel” ifadesi geçiyor. Bu neden mursel olarak kullanılmış? Bugün işleyeceğimiz bu 13. ayetten itibaren  bununla ilgili bir konu olacak. Bir sıratı mustakim üzerindesin. Bu kitap Aziz ve Rahman olan Allah tarafından indirilmedir. Babaları uyarılmamış olan kavmi inzar etmek için/uyarmak için çünkü onlar gaflettedirler. O azap sözü ya da hak olan söz gerçek oldu, onlar iman etmezler. Biz onların boyunlarına halkalar geçirmişizdir. Bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Artık onların başları kalkık durumdadır. Biz onların önlerine de bir set çekmişizdir. Arkalarına da bir set çekmişizdir. Bir de onları kaplamışızdır. Artık onlar görmezler. Onlar için musavidir/eşittir kendilerini inzar etsen de uyarmasan da onlar iman etmezler. Sen ancak şu kimseyi inzar edersin ki o zikre uyar ve de gaybi olarak Rahman’dan haşyet duyar. Sen ancak o kimseyi, uyarabilirsin. İşte o kimseyi bir mağfiret ve kerim bir ecir ile müjdele.”

Burada klasik yorumları ile beraber şunu da söylemiştik ki insanların kendi kibirleri yüzünden kendi göğüslerinde olan “gıllin” denilen marazları sebebiyle kendi kendilerine geçirdikleri demir halkalar ki onlar boyunlarını yukarı çıkarmıştır. Biz de onları o hale getirdik ve önlerine ve arkalarına setler çektik. Burada önleri; gelecekleri ve halleri. Arkaları ise geçmişleri. Arkalarına bir set çektik ki bu onların tövbe etmelerinin ve geçmişten ders almalarını engelliyor. Önlerine set çektik ki onların ilerlemelerini ve olayları görüp de ibret almalarını engelliyor. Bir de onları her taraflarından kuşattık ki artık ilerleyemezler. Tamam bunları Rabbim yapıyor ama sebep insanın kendisi. Çünkü kibrinden. Kibirli insan ne yapar? Burnunu, kafasını çenesini yukarıya kaldırır. Rabbim’in de en hoşlanmadığı şey kibirdir. O kibirleri sebebi ile de Rabbim onların boyunlarına halkaları geçiriyor. Yani sistem bunu böyle yapıyor.

Bunun alternatifi ne? Bu sistem hemen hemen herkesi kapsıyor. Onlar diyor eşittir. Uyarsan da uyarmasan da. Sadece özel bir grup var ki ancak onlar inzar edilebiliyor/uyarılabiliyor. Onlar da zikre uyan, yani birinci anlamı ile öğüdü dinleyip değişime müsait olan insanlar, yani değişime açık. Bu insan ne diyor? Ya da bu zikre Kuran dersek Kurani öğütlere açık, onun gereklerini yerine getirebilecek durumda. Ve de gaybdan ve Rahman’dan korkanlar. Haşyet duyanlar. Korkanlar demeyelim ona haşyet duyanlar. Ancak bir kişide bu iki haslet varsa önü açık oluyor. Yani Allah’ın hidayetine mazhar olabiliyor. Fakat diğerlerinin ise bir şekilde aleni değil ama zahiri olarak boyunlarında demek ki halkalar var. Ve onlar bir türlü iman etmiyorlar. Hani çenesinde halkalar olan bir insan tasdik manasında kafayı sallayabilir mi? İman ettim diyebilir mi? Diyemez. Yani kendi kendilerine yaptıkları yüzünden de öyle bir sonucu oluyor. Ama ataları uyarılmamış bir kavim derken de şunu demiştik. Yani babalarında, atalarında ve çevresinde böyle bir öğüt olmayabilir. Ama şu değişmeyecek. İşte geçmişine bakacak, ders alacak, aynı zamanda tövbe edecek kendini değiştirme potansiyelini elde edecek ve bununla beraber de ilerleme potansiyeline sahip olacak. Onları işte marifet ile…

Bu mağfireti de şöyle açıklamıştık: Mağfiret önce kişinin arkasına set çekilmişti ya, o set kaldırılıyor. Çünkü geçmişinde iman etmediği tarafı ile işlediği hatalar var. Tövbeyi gerektiren durumlar değil mi? Önce orası imha ediliyor/yok sayılıyor. O da geçiliyor “tebdil” denilen bir şeyin yerine başka bir şey konma durumu oluyor. Hani seyyielerini, hasenatı tebdil eyle denilen şeyle beraber. İkincisi ne oluyor? Bu sefer de “ecrin kerim” veriliyor. Kerim bir ecir veriliyor. Şimdi bunları dedikten sonra 12. ayette ne deniyor?

اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْ وَكُلَّ شَیْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖى اِمَامٍ مُبٖينٍ

– İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ve nektubu mâ gaddemû ve âsârahum, ve kulle şey’in ahsaynâhu fî imâmim mubîn.

İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ( اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى ) – Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz

ve nektubu  ( وَنَكْتُبُ ) – ve yazarız. Neyi yazarız?

gaddemû ( قَدَّمُو ) – önlerinden takdim ettiklerini

ve âsârahum  ( وَاٰثَارَهُمْ ) – eserlerini

ve kulle şey’in  ( وَكُلَّ شَیْءٍ ) – her şey

ahsaynâhu  ( اَحْصَيْنَاهُ ) – biz onu ihsa ettik, hesap ettik, saydık. Nereye?

fî imâmim mubîn ( فٖى اِمَامٍ مُبٖينٍ  ) – Mübin denilen şeye.

Burada ilginç bir şey var. Yukarıda hep hayatla ilgili örnekler verilirken bir anda diyor ki “Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz”. Yani bir şekilde ölülerden bahsetmediği halde diriltmekten bahsediyor. Bir şeyi diriltmenin ön şartı nedir? O şeyin ölü olma durumu. ama yukarıda herhangi bir ölüden bahsedilmiyor. Bunun hikmeti ne olabilir?

Birinci anlamı klasik anlamıyla/afaki anlamıyla; yani insanlar yaşadıklarına dikkat etsinler, her şeyin bir sonu var. Bu son, yeni bir başlangıçtır. Biz onları dirilteceğiz ama hesaplarını da soracağız. Dikkat. Bu zahiri mana.

Ama geçen haftaki o insanın gelişimi/değişimi ile ilgili, değişime açık olması ile kendini yenileyebilip de yeni bir iman sayfası açması ile ilgili olarak da ne olabilir? Bakın ne diyor? “Ölüleri biz diriltiriz”. Demek ki inzar edilmemiş insanlar/ inzarın ulaşmadığı insanlar demek ki Allah indinde ölü konumundaymış.

Zahiren yaşıyor, biyolojik olarak yaşıyor ama ölü konumunda. Sadece kalpleri  ölü demek bile doğru değil. Bir şekilde ölü. Bazı hadisi şeriflerde de buna işaret var zaten: “…onlar ölülerdir” diye. “Sen ölülere işittiremezsin” diye de bir ayet var. Yani hangi ölü bu? Manen ölü. Diri ama ölü. İşte buna ne diyor Rabbim? “Biz diriltiriz onları“. O zaman diriltmek hangi manada oluyor? Hidayet etmek anlamında oluyor. “Biz o ölü konumunda olan yaşayan ölüleri dirilterek onları bir mümin haline getiririzdiyor.  Bakın burada ilginç bir Arapça yapı var. “inna”(اِنَّا) derken bir te’kid var orada. “Şüphesiz biz…”. Bir de “nahnu”(نَحْنُ) geliyor orada. Nahnu’nun gelmesine gerek yok çünkü hem inna’da hem de yuhyi’de fiili mudari olduğu için orada “n” harfi var. “N” zaten biz demek. Biz diriltiriz. Türkçeyi düşünün. “Diriltiriz” deyince zaten gizli olarak biz var orada. Ayriyeten biz denmesine gerek yok. Bu Arapça’da bir kaidedir ki eğer  bu şekilde “nahnu” ve zamir açıkça geldiğinde şu olur: Yani o işi yapan biziz, biz, başkası değil. Bu anlama gelir. Orada ciddi bir vurgu var. Buna Arapça’da te’kid deniyor. Bir de başında inna var. İnna geldiği zaman, şüphesiz, gerçekten, muhakkak ki anlamına geliyor. Biz, biz. 

“İnneke leminel murselîn”(اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ) – Peygamber Efendimize “sen resulsün” demiyor. Minel murselin. “Sen resul olarak gönderilmişlerdensin“. Burada bir te’kid var. Korkma arkanda biz varız var. Bir de ne var? Sizler, sen dahil bütün resuller görevli. Yani asıl olan benim. Bu benim dinim. Bu işi ben yapıyorum. Sizler de görevlisiniz. Sen de o görevlilerden birisin. Yani bir görev hatırlatması var. Yukarıda ne diyor? Sen uyar, inzar et. Peygamber de olsa bir kişinin görevi inzar etmek/uyarmak. Sen hidayet veremezsin. Hidayet bize ait. Zaten zıddı olsa idi, Ebu Talib yaşarken Müslüman olurdu. Ne diyordu onunla ilgili ayette? “Senin üzüldüğünü biliyoruz (fakat) sen sevdiklerini hidayete eriştiremezsin, hidayet bize aittir“.

Burada Rabbim sistemi gösteriyor çünkü Rabbim’in indinde hakikat ve hikmet farklı. Müslümanın tebliğ görevi vardır. Hem temsil görevi vardır hem de çevresine tebliğ görevi vardır. Sen köşende yaşayamazsın İslamiyeti. Cihat edeceksin. Ya bilinen anlamı ile cihat edeceksin ya da bildiğin gerçekleri çevrene yaymak için gayrette bulunacaksın. Kendinle ilgili bir şey o. Hiçbir mutasavvıf cihattan geri kalmamıştır. Veysel Karani Hazretleri üst örneklerindendir. Savaşta şehit olmuştur. Bunu unutmayalım. Herkesin bir cihat görevi var. Fakat bir yere kadar. Asıl hidayet buradaki ifadesi ile ölüleri diriltmek Allah’a mahsustur. Diyor ki işte burada “Biz diriltiriz, biz, bizden başkası değil“. Buradaki üçlü vurgu işte bunu gösteriyor.

Bakın ne kadar ilginç. Hepimiz ahirete inanan insanlarız. Hepimiz öleceğiz. Allah tabi ki bizleri diriltecek. Dirilten de Allah. Ama işte bu önceki/dirilere özgü kısmı ile değerlendirdiğimizde olay farklı oluyor. Çünkü 69. ve 70. ayetinde ne diyordu:

(69) …in huve illâ zikruv ve gur’ânum mubîn.(اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ) – Bu şüphesiz Kuran’ı mübindir.

(70) Liyunzira men kâne hayyen…. (لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا ) – Hayatta/hay olanları inzar etmek için. İnzar kelimesi burada da geçmiş. Hay(diri olma konumu) burada da geçmiş. Demek ki Yasin birinci anlamı ile hay olanlara hitap. Bu uyarılar, bu zikir ölü kalpleri diriltebilir. Sen inzar et. Bir ayette ne diyor? Sen zikret, umulur ki zikir(ikaz) fayda verir. 

ve nektubu(نَكْتُبُ) – yazarız. Ketebe yazmak fiili, nektübü biz yazarız, yazıyoruz, yazacağız. Bu üç zamanı da kapsar fiili muzari. Neyi?

mâ gaddemû (مَا قَدَّمُوا) – onların takdim ettiklerini. Yani önden gönderdiklerini, önden ileriye doğru gönderdiklerini. Bu bazı meallerde öncelikli hale getirdikleri manasında da kullanılabilir. Yani kademe kademe. Kademe kademe herkesin bir önceliği var. Neyi öncelikli hale getirdim? Yani birinci sırada Allah var, ikinci sırada Resul, din. Yoksa bu değişiyor mu? Önceliklerin ne? Hani bazı şeyler dinin, hatta Allah’ın önüne mi geçiyor? Hatta din Allah’ın önüne mi geçiyor? vb. Ama birinci manası ile takdim ettiklerini. Daha evvelden gönderdiklerini de biz ne yapıyoruz? Yazıyoruz.

ve âsârahum(وَاٰثَارَهُمْ) – Eser kelimesinin çoğulu. Onların eserlerini, izlerini de yazarız. Bu ne demek? Yani yaşarken hepinizin yaptıklarını biz kaydediyoruz. Rabbim bunu ikiye ayırmış. Birincisi; senin önceden takdim ettiğin şeyi orada görüyorsun, bulacaksın demek. Yani olumsuz anlamda bir örnek var. Cehennemde ateş yok diyorlar. Neden? Kişi oraya önceden gönderiyor zaten. Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem var ya. Kişi buradan götürüyor diye bir ifade var dini ifadelerde. Yani sen önceden oraya yaptıklarınla yerini hazırlıyorsun orada. Aynı şekilde pozitifte de sen oraya sundun. Mesela Hz. Aişe ile Peygamber Efendimiz’in bir diyaloğu var kurban bayramında. Kesiyor kurban. “Ya Aişe ne yaptın?” diyor Peygamber Efendimiz(SAV). “Üçte ikisini dağıttım, üçte biri bize kaldı” diyor Aişe Annemiz. “Öyle deme Aişe. Üçte birini dağıttım, üçte ikisi bize kaldı, de” diyor Peygamber Efendimiz(SAV). Çünkü gitti ya, Allah onu yazmadı mı? Gidince karşılığı orada bulunacak. Üçte birini orada bulmayacaksın, üçte ikisini orada bulacaksın. Ama dünya mantığı ile baktığında yok. Kayboldu, havaya gitti. Ama sistem öyle işlemiyor. Mesela şu duvarın arkası ahiret diyelim. Hadi şu kalemi, sandalyeyi diğer tarafa sokalım. Duvarın içinden geçsin, öbür tarafa geçsin. Gidiyor mu? Gitmiyor. Ama Allahu Teala öyle bir sistem koymuş ki senin Allah yolunda infak ettiğin oradan geçiyor. Ahirete gittiğinde de onları görüyorsun. Ama burada kendi adına kullandıkların, Allah adına kullanmadıkların ya da Allah adına kullandığını zannedip de Allah için olmayanları ise orada bulmuyorsun. Orada “gerçekten Allah için” yaptıklarını bulursun. “kaddeme” o, önden  takdim ettikleri. Gönderiyorsun. Mesela bir yere taşınacaksın. Yeni sistemde ne yapıyor? Tırı yüklüyorsun önceden yolluyorsun. Bir bakıyorsun gittiğinde oh hazır. İşte ahiret böyle bir şey, taşıma şirketleri var. Onlara da mümkün olduğu kadar yüklemek lazım. Orada ihtiyaç olacak çünkü.

Peki “asarahum” ne? Eserlerini de yazarız. Şimdi bununla ilgili hadisi şerifler var. İnsan öldükten sonra amel defteri kapanır. Yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder:

      1. Sadakayı cariye

      2. Yararı sürekli olan ilim

     3. Ölenin ardından  dua eden hayırlı evlat

Şimdi işte bunlar eser oluyor. Yani gittin öbür tarafa ama burada işliyor. Fabrika gibi işliyor. Yani yanına kalıyor. Onlar da eser oluyor. Bunun negatiften kullanımı şöyle: “Ben bir şey yapayım da namım yürüsün”. Bilmem ne olsun? O dünyevi eser. Hakikaten dünyada kalıyor. Ama demin dediğimiz gibi. Allah için zannedip de Allah için olmayan şeyleri bulamazsın diğer tarafta. Onları hiç bulamazsın. Ama gerçekten Allah’ın rızasını kazanacak şeyleri eğer burada çalışan, işleyen, devam eden bir şekilde bir fabrika gibi burada bırakırsan senin arkandan da sürekli olarak oraya bir gönderim yaparsın. Asar olarak bunu yorumlamışlar.

Atalardan gelenler dünyevi miras oluyor. Öbür tarafa gönderdiklerimiz de uhrevi miras oluyor. Sadakayı cariye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlat. Bakın bunu cebinize koyun. Ahirette çok işinize yarar. Bunlar sürekli orada fabrika gibi gönderecek size sevapları. Bu Ebu Müslimde geçen kuvvetli bir hadistir.

Bir de negatif tarafı var. “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse kendisine hem o davranışı hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse kendisine hem o davranışı hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir. “

İşte bu da farklı bir eser. Yani bir şeyin önünü açtın ya, ayvayı yedin. Mesela Kuran’da olmayan bir hükmü varmış gibi gösterdin. Ya da var olan bir hükmü aslında Kuran’da yok dedin. Binlerce kişi de ona uydu. Bir de “kitaplarımı alın okuyun” dedi. Belki onlar onu hak zannettikleri için, iyi bir ilim adamına tabi olacaklarını düşündükleri için. Gerçi niyetlerinden yine sorguya çekilecekler ama, sen onca insanın günahını alarak gideceksin. Ne için? Neden?

ve kulle şey’in  – ve bütün her şey.

ahsaynâhu – Biz onu ihsa ettik. Nerede?

fî imâmim mubîn – imam-ı mübinde.

Burada her şeyde değişik bir şey var. Yukarıda takdim ettikleri bir de eserleri var. Bu küllü şey değil. Bir de küllü şey diye Rabbim ayırmış. Bunlar da var ama bir de küllü şey var.

Ahsaynahu – Biz onu ihsa ettik. İhsa kelimesi çok ilgin. Ve de önemli “el-muhsi” diye bir Esmaul Husna var. O nedenle çok önemli. Eğer 99 esma ve diğerlerinin içerisinde ise, Allahu Teala kendisine isim olarak koyduklarından ise bu fiillere dikkat etmek lazım. Bu kelimenin kökü çakıl taşı. Yani saymak, hesap etmek gibi alanlarda çakıl taşının ne alakası var? Eskiden bilgisayar yok tabi çakıl taşları ile sayacaklar. Hesaplarını çakıl taşlarıyla bilecekler. O yüzden buradan türeyen bir isim olmuş. Hatta Nasreddin Hocanın bir fıkrası var.

Eskiden takvim falan yok. İmsakiye de yok. Ramazanın kaçı olduğunu nereden bilecek? Bir kabın içine çakıl taşları atıyor. Yani ihsa yapıyor. Bir çocuk da tabi muziplik yapıyor bunu görmüş, bir avuç da kendisi çakıl taşı atmış kabın içine gizlice. Ramazanın ortalarına doğru cemaatten biri sormuş:  “Hocam bugün Ramazanın kaçı?”. “Dur sayalım” demiş Hoca. Saymış bir bakmış 45. “Ramazanın 45’i demiş. “Hocam nasıl olur böyle bir şey? demiş adam. “Valla sana mı inanayım yoksa bu çakıl taşlarına mı inanayım?” demiş Hoca.

Yani burada işte “ihsa” çakıl taşları ile saymak manasına geliyor. Biz fasulyelerle sayıyorduk. İşte bu fiilden kaynaklanan bir isim. “Addede” kelimesine çok benziyor. Addede, adetli olarak saymak manasına geliyor. Fakat bazı ayetlerden biz bakıyoruz. Mesela 14/34’te bir ayet var. İbrahim Suresi 34. ayet:

(وَاٰتٰیكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا اِنَّ الاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ)

Ve âtâkum min kulli mâ seeltumûh, ve in teuddû niğmetallâhi lâ tuhsûhâ, innel insâne lezalûmun keffâr.

Ve âtâkum min kulli mâ seeltumûh  وَاٰتٰیكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ ) – İstediğiniz şeylerin hepsinden size verildi.

ve in teuddû niğmetallâhiوَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ ) Allah’ın nimetlerini saymaya çalışırsanız

lâ tuhsûhâلَا تُحْصُوهَا  ) Bunu sayamazsanız.

Kelimelere dikkat edin. İki tane “sayamazsınız” var.

Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız. Fakat Arapçada bu öyle değil. İlki “ve in teuddû” adet kelimesi, adetle saymak. Yani bir, iki, üç, dört, beş gibi saymak. Böyle saymaya kalkarsanız, bakın şunu diyebilir de yine “adetli olarak sayamazsınız” diyebilirdi. Yani “la teuddu” diyebilirdi. Ama farklı bir fiil kullanmış. Buradaki fiil “lâ tuhsûhâ”. Demek ki ihsa bizim bildiğimiz anlamıyla saymak değil. Mesela şöyle: Allah’ın üzerimizdeki biyolojik olarak nimetlerini sayalım: Göz, kulak, burun, ağız, el, kalp…. Ne yaptık biz? Saydık. Ama addede fiili ile saydık. Yani adetlendirerek saydık. Diğer sayamamak ne biliyor musunuz? Kavrayarak, idrak ederek. “Ya Rabbim bir göz vermiş ya, göz vermese idi biz nasıl algılayacaktık? Nasıl işitme şeyi olmuş? Böyle sivrisineğin nerede olduğunu anlıyoruz. Kafamızın üstünden geçiyor bir anda anlıyoruz. Bu kalp nasıl bir şey ya? Benim kolum odun kırarken yoruluyor ama kalbim doğduğumdan beri mola vermeden çalışıyor. Kalp kası yorulmuyor. Ya Rabbi nasıl bir şey? Bak ne yapıyorum burada? Sayıyorum ama idrakı ile sayıyorum. Kadrini kıymetini bilerek sayıyorum. Manasını bilerek ya da bilmeye çalışarak sayıyorum. Yani buradaki saymak biraz farklı. Kabaca bir sayış değil yani. Takdir ederek, bütün inceliklerine vararak demek.

Mesela bu konu ile birçok ayet var. Şu kısım ilginç. Geceleyin kalkıp da teheccüd namazı kılmak ile ilgili ayet var ya, orada diyor ki: “Gecenin çoğunda kalk kıl”. Sonra bir yumuşatma geliyor, “Ol” hükmü geçerli olmakla beraber. Yani nesih olmuyor. Rabbim sizin bunu sayamayacağınızı bildi de azalttı diyor. “Artık bundan sonra Kuran’dan kolayınıza geleni okuyun” diyor. Burada da aynı “ihsake” fiili kullanılmış. Meallerde ne geçiyor?

Yapamayacağınızı, yerine getiremeyeceğinizi bildiği için, fakat fiil saymak. Ne demek saymak? Değerini bilemezsiniz, anlamını bilemezsiniz, takdir edemezsiniz, gereklerini yapamazsınız manasında. Bu fiil bir de Esmaül Hüsna’da geçmiş. Tirmizi’de geçen meşhur hadis var ya: 99 esma meselesi. Kim ki bunları saysa işte orada “ihsa etse” diyor. Yani şu demek değil; 99 u sırasıyla say. E o zaman okursun geçersin. Ya da inanın biz yaptık bunu. Yarım günde ezberleniyor 99 esma. Denedik 99 ismi, yarım günde ezberlersin. Bu kadar kolay olabilir mi? Allah isterse tabi ki. Fakat Rabbim’in kastettiği bu esmalarını bir öğren. Yani bir hafızana al. Gerekli yerde de “Aaa Rabbim’in esması böyle tecelli ediyormuş, demek ki bu manaya geliyormuş” de, Rabbini tanı. Hani bilmenin en azından ilim anlamındaki ilk şeyini yap. İşte ihsa böyle bir kelime.

Bunu saydık diyor. Külli şeyin. Her şeyi saydık. Nerede? İmamin mübin‘de. Bütün tefsirlerde buna levhi mahfuz deniyor hemen hemen. Tamam, levhi mahfuz olabilir ama Rabbim levhi mahfuz dememiş. İmam demiş. Bakın burada imam ana kelime, mübin ise onun sıfatıdır. Biz biliyoruz ki önemli olan sıfatlanandır, sıfat değildir. Mesela büyük kalem. Burada önemli olan kalem mi büyük mü ? Kalem. Kalem dersin büyüğünü ekstra olarak söylersin. Burada da önemli olan imam. İmamlar bizim bildiğimiz imam. Önümüzde namaz kıldıranlar. Diyor ki “Biz her şeyi bir imamda saymışızdır(ihsa etmişizdir)”. Hayda? Nerede bulacağız bunu? Hah, işte mümin burada biraz açıklayıcı. Kuranın temeline bakmak bundan önemli. Yani Kuran’ın tefsiri yine Kuran’dır. Bakın Kuran’da bununla ilişkili ifadeleri söyleyeyim. “Kitabun mübin” var. Başka bir ayette “kitabu merkum” geçiyor. “Kitabu mektum” geçiyor. Bir de “ümmül kitap” geçiyor. Bütün bunları birleştirdiğimizde, evet doğru, kastedilen hep aynısı. Yani Rabbim’in levhi mahfuz dediği, kitabı mektum dediği, kitabı merkum dediği şey. Amenna. Peki neden bunu o ifadelerden biri ile kullanmamış da bu şekilde kullanmış?

Çünkü Rabbim bir kavramı bizim dünyamızdan olmayan ya da olsa da idrak ettirmek istediği, derinlerine vakıf ettirmek istediği şeyi Kuran’ın değişik yerlerinde değişik ifadelerle bulunduruyor ki mahiyetini bize ama dikkat “alakalısını” izah etsin. Bunu anlamak için bir kere kuranı tederrüs ve tedebbür etmemiz lazım. Bir oraya, bir oraya, bir oraya bakmamız lazım. Bunun için Kuran-ı Kerim’in Alemlerin Rabbi olan Allah’ın kitabı olduğunu bilmemiz lazım. Şimdi bir yerde “kitabı mübin” geçmiş. Burda “imamı mübin” geçmiş. Demek ki matematikte değişme özelliğine göre kitapla imam aynı şey.

Geçen hafta imam kelimesini inceledim. Çok ilginç. İmamın kelimesinin kökü Elif, Mim ve Mim harfleri. Buradan neler çıkmış? Amme kelimesi yani ümm. Buradan, aynı kökten. Teyemmüm kelimesi buradan geçiyor. Ümmet burdan geliyor, aynı kökten. Bununla ilgili bir sürü kelime var. Kökü ne imiş bunun? Kastetti, yöneldi demekmiş. Yönelmekle ilgili. Yani senin ilgin, alakan doğrultusunda olan ve senin yöneldiğin şey demekmiş. İmama da o yüzden sen yöneliyorsun, ona meylediyorsun. Bir yandan da anne gibi oluyor senin için. Sen de onun arkasından gidiyorsun. Ona tabi oluyorsun yani.

Kendisine yönelinen bir şey var, bu yönelinen şeye her şey kaydediliyor. Ve bu da bir kitap. Bediüzzaman hazretlerinin açıklamasına baktım. Biraz geri gideceğim, “ahsa” kelimesinin İngilizce karşılığına baktım. “to compute, to calculate , to count” yazmışlar. To calculate, hesap etmek. To compute, bilgisayarın fiili. 1400 sene evvel çakıl taşları ile saymak, çetele tutmak gibi yazmak anlaşılıyordu. Fakat bugünkü şey ile görüyoruz ki bilgisayar gibi hesap etmek, bir program haline getirmek manasına geliyor. Yani kainatın-dikkat burada-ana formülü, anayasaları, programları, planları. İmamı Azam dünyadakine örnek vermiş: Bir tane çam ağacının çekirdeğini düşünün. Kozalakları düşünün. Çam fıstığını düşünün. Toprağa gömdüğümüz zaman ağaç çıkıyor. Koskoca ağaç. Yaprağının nasıl olacağı, kaç tane dalının olacağı, başka ağaçlar için düşünün: Ne zaman meyve vereceği, ne zaman meyve vermeyeceği, yapraklarının ne zaman döküleceği, boyunun ne kadar olacağı, şunlar, bunlar, hepsi neyin içinde gizli? Çekirdek, tohum. Aslında tohum ama hepsi değil. O tohumun biliyoruz ki bir kısmı o toprağın içinde kendine gelinceye kadar, kökler oluşuncaya kadar besin. Onun içinde ne var? Çekirdekçik kısmı var. Onun içinde “ruşeym” deniyor biliyorsunuz. O ruşeymin içerisinde de ne var? DNA var. O DNA ‘nın içerisinde koskoca ağaç gizli. Şimdi kainatın çekirdeğini düşünün. Ana formülünü düşünün. Kainatın DNA’sını düşünün. İşte onun içerisinde de “imamı mübin” gibi ana program kayıtları. Neden kendisine yönelinen? Çünkü hem melekler, hem insanlar buna yöneldiğinde bir şekilde açıklayıcı unsurlar buluyorlar. Bakın neden açıklayıcı dedim? Bakın ne diyor burda? İmamı mübin diyor. İşte Rabbim sadece imam da diyebilirdi. Ama mübinle de işte bunu size biraz açıklayayım diyor. Mübin bütün kitaplarda “açık” deniyor. Doğru “açık” anlamı da var ama asıl manası “açıklayıcı” demektir. İsmi faildir. Mübin açıklayıcı demektir. Yani demek ki kitap her ne kadar levhi mahfuz gibi mahfuz(gizli), kitabu mektum gibi gizli de olsa açıklayıcı tarafları da varmış. Bir şekilde ona ulaşıldığında tabi. Yani Rabbim’in sistemi açıklayıcı. Bakın mesela DNA’ya gelelim. Bugün insan genom projesi tamamlandı. DNA’sı tek tek açıklandı. Şimdi gizli idi o iş, hiçbir şey anlaşılmıyordu. Şu an dikkatli bir şekilde yönelindiğinde açıklayıcı bilgi oluyor DNA.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki “kitabı mübin”in yüzü şehadet alemine bakar, “imamı mübin”in yüzü de gayb alemine bakar. Çünkü gayb alemi şeydir. Biz biliyoruz ki mesela “tenzilel kitap” diyor ya kitabın aslı nerede? Levhi mahfuzda. Tek parça olarak gök semasına indiriliyor. Buna ne deniyor? İnzal deniyor. Oradan da tedrici olarak yavaş yavaş da tenzil oluyor. “Nezzele” fillinden gelir. Nezzele ağır ağır indirtmek demektir. Eğer bu kitap yeryüzü kitabı ise bunun aslı yukarılarda. Ama aslının mahiyeti, birebir bunun aynısı değil. Allah’ın kelam sıfatı ile kelimelere dökülmüş hali. Şimdi bu vahiyle inmiyor mu? İniyor. Kime iniyor? Peygamber Efendimize. Peygamber Efendimize nasıl iniyor? O’nun kalbine iniyor. Taha suresinde ne diyor ayette? “Sen onu unutacağın endişesi ile dilini oynatarak tekrar etme“. Şunu demek istiyor. Bu dilinle ilgili bir şey değil. Bunun özü bir öz olarak, nur olarak senin kalbine indirildi. Bunun aslı o. Bunu senin konuşmaya başlayınca kelimeler halinde çıkıyor. Halbuki kitabın aslı bu değil. Kitabın aslı bir nur. Bizim anlayamayacağımız bir program diliyle kodlu. Onun yeri de levhi mahfuz denilen o muhteşem alanda. Ama o alanın da özellikleri var. Şimdi Haluk Nurbaki Hocanın bir yorumu var. Şimdi bakın bir bilgisayar var. Bu bilgisayarın içerisinde anakart var, önbellek var, hafıza kısmı ayrı, klavye kısmı ayrı, girdisi çıktısı ayrı değil mi bunun içerisinde. Ekran kartı var, grafik işlemci var, ses kartı var. Ama bunun hepsi bir computer(bilgisayar). Levhi mahfuzu da böyle düşünürsek, onun da işlevsellik alanları farklı.
İşte Haluk Nurbaki Hoca diyor ki: İmamı mübin onun, kayıtlarının yer aldığı programla ilgili bir kısmı. Bunu nereden anlıyoruz? Bu, imamı mübin ifadesine baktım Kuranı kerimde. Bir de 15/79’da geçiyor. Hicr Suresi 79: ayet: İki tane kavimden bahsediyor. O kavimleri Rabbim helak etmiş. Eyke ve Medyen kavimlerini yok etmiş.  Diyor ki: “Onlardan intikam aldık”. Fentegamnâ minhum – ( فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ )

ve innehumâ lebi imâmim mubîn – ( وَاِنَّهُمَا لَبِاِمَامٍ مُبٖينٍ ) Onlar imamı mübin üzerindeler, gibi bir ifade. Yani bunu şöyle yorumlamışlar: Açık bir yol üzerinde. Yani sen gittiğinde onları görüyorsun gibi. Ama Rabbim’in imamu mübini burada kullanması boşa değil. Ne var burada? Açık bir imandadırlar. Yani diyor ki; hani burada “ölüleri biz diriltiriz” ve “bütün eserleri yazdık” diyor ya. Bırakın kişisel anlamını. Bu Hicr Suresindeki yeri anlatıyorum. Kavimler boyutunda da onların başlarına gelenleri, biz zaten imamu mübine kaydetmiştik.

Burada bakın “ahsayna” derken zaten fiili mazi kullanılıyor. Yani geçmiş bir ifade kullanılıyor. İkinci manası da “Önceden bütün olacaklar, kuran ilmi içerisinde zaten kayıtlı, belli”. Şimdi bakın zaman bize göre geçerli, Allah indinde zaman yok. Allah zamanın yaratıcısı bizim için zaman geçiyor geçmiyor. Allah zamandan berî. Çünkü zaman varsa bir bitme durumu söz konusu. Fanilik söz konusu. Zamanın olduğu şeyde fanilik vardır. Allah fani olmadığı için, baki olduğu için. Zaman onun için değildir. Zaman “kün” emri ile mahlukatı içindir. Dolayısıyla Rabbim bir sistemi murat ettiğinde “kün feyekun” dediğinde “İnsanların kendi iradeleri ile kendi tercihleri ile yaptıkları hepsi belli oldu“. Rabbim’in ilmi ile. Rabbim’in bilmesi ile.

Ve bu da bir yerde kayıt edildi tabi ki. Yani insanlara doğaçlama bir şey veriliyor. Hadi oynayın deniyor. E kamera ile kaydediliyor. Bunun eskisi teypler geliyor, kaydediyor, bitti. Yani yönetmenin bir şeyi olmadı orada. Varsayım üzerine. Kişiler oyuncular kendi iradeleri ile yapmadılar mı? İşte o plak, disk, video kaseti ne derseniz deyin belli. Yani oyun bir anda bitti. Rabbim indinde ama. Biz o süreci yaşıyoruz. Kendi iradelerimizi kullanıyoruz. Bu böyle olmaz. Allah’ın cennet ya da  cehennemi yaratma mantığı kalmaz. O zaman şu olur. Yani şunlar şunlar cennete girsin derim. Şunlar şunlar cehenneme girsin derim. Olur da bu da zalim Tanrı olur felsefi olarak. Bu değil. işte bütün bu ilerde olacakların yazıldığı yer “imamu mübin” ya da “levhi mahfuz”dur. Onun da bir kısmı kayıt mekanizması. Yani sistemi bu şekilde kurmuş, Allah’ın bir sisteme ihtiyacı yok aslında. Ama hep sistemle bilinmiş. Yani melekleri kayıt edici olarak kullanmış. Hatta diyor ki “Biz resuller gönderdik”. “Onların önlerinden ve arkalarından melekler  gönderdik ki onları ihsa etsinler, yazsınlar” diye diyor. Ya Rabbim görmüyor mu? Şahit değil mi? Ama sistemi bu şekilde kurmuş. İşte bu kurduğu sistemin içerisine de levhi mahfuz gibi kitabı mübin gibi imamı mübin gibi öğeler yerleştirmiş. Yani Rabbim bu Yasin Suresi’nin özellikle ilk sayfasında, o da çok güzel denk gelmiş arkadaşlar. Yasin Suresinin ilk sayfası okunur genellikle ilk rekatlarda, ikinci sayfa bir hikaye ile başlıyor. Hani “Vadrib lehum meselen ashâbel garyeh” gibi. İlk sayfasında bir sistemi anlatmış. Kitaba yemin ediyor. Rasulullah(SAV)’in hangi amaçla gönderildiğini söylüyor. Sıratı müstakimi tanıtıyor. Allah’ım bunu indirmeyebilirdi ama “tenzil ettim” diyor. Çünkü “Ben Azizim aynı zamanda Rahimim bu kitabı okursanız siz zikir olduğu için hidayete kavuşabilirsiniz ama bunun için boynunuzdaki halkaları çıkarın. O kibir halkalarını çıkarın, geçmişteki o şeyleri de bırakın, teslim olun. Teslim olduğunuz takdirde ben size kapılarımı açacağım. Size hem mağfiret edeceğim, hem geçmişinizi sileceğim hem de size ecir vereceğim. Hem bu dünyada size ikramlarda bulunacağım hem de ahirette bunun  karşılığını siz göreceksiniz. O yüzden inat etmeyin, yapılması gerekenleri yapın. Çünkü hidayet benden. Bu inzar eden ben uyarandan da değil. Sizler aslında farkında değilsiniz ama ölüler gibisiniz. Ben sizi dirilteceğim. Dirilten de benim. Benden başkası değil. Ben dirilteceğim, size hidayet vereceğim. Buna göre dikkat edin. Şunu da unutmayın. O gerçeği anladınız mı? Siz dünyada yaşarken bir şeyler yapacaksınız. Ve bu yaptıklarınızdan benim rıza-ı ilahim doğrultusunda olanları ahirete takdim edeceksiniz. Kötü olanları da takdim etmiş olacaksınız. Bir de dünyada bıraktığınız sistemler yaşayacak. Bu sistemler de sizin lehinize ya da aleyhinize sürekli fabrika gibi gönderecek. Dikkatli olun. Çünkü biz her şeyi yazmaktayız. Bırakın yaptıklarınızı, öyle bir sistem kurduk ki bu sistemin içerisinde her şey bir ana program gibi bilgisayar programı gibi işlemekte. Her şeyin de bir formülü var. Yani bizim sistemimizin muhteşemliğini görün. Ona göre de yaşayın.

Bununla ilgili olanları da Yasin’in diğer kısımlarında Rabbim hikayeleştirmiş, anlatmış, öğütler vermiş. Hikaye gibi görünen kısımların içerisinde neler söylemiş neler. Misal olarak bir kişiden örnek vererek o Habibi Neccardenilen kişinin de kurtulduğunu örnek vermiş. İşte o sen o kimseyi uyarırken ki kişiyi anlatmış. Ve Habibi Neccar ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Belki de bir vakit namaz kılmadı. Sadece şeylerine uydu ve Allahu Teala onu öyle bir öldürüşle öldürdü ki ölürken bile cennetle müjdelendi. Bu esnada bile acımış, şey yapmış. İşte o kişi kim? Burada anlatılan. Sen ancak o kimseyi uyarabilirsin ki o zikre tabi olur ve gaflet haşyetten gaybte Rahmandan haşyet duyar. İşte onlara, eğer biz onlardan olursak bizlere bir mağfiret var. Hangimiz mağfirete muhtaç değiliz? Peygamber Efendimiz bile günde bir rivayete göre 70 bir rivayete göre 100 kez Estağfurullah çekiyor. Kendi durumunuzu düşünün. Kim mağfirete muhtaç değil? Hem Rabbim mağfiretle müjdeliyor hem de bir ecir ki kerim, müthiş, artan, sürekli seni nice güzel hallere getiren hem bu dünyada hem ahirette bir şeyle müjdeliyor. O yüzden Allahu Teala bizleri bu kitabın Allah’tan bir indirme olduğunu, içerisinde nice hikmetler olduğunu bilen, işte o zikre tabi olan, ve bunun gereklerini yapan, Allah’tan da layıkıyla haşyet duyan kullarından eylesin. Ahirete de güzel şeyler takdim etmemizi, önceliklerimizi belirleyip en yukarılara Allah’ı ve dini almayı, Resululah’ı almayı, Allah’ın razı olduğu şeyleri almayı, daha sonra diğerlerini kademe kademe aşağılarda almayı nasip etsin. Allah da bizi bu Kuran’ın hikmetlerine, inceliklerine vakıf eylesin. Bunları da amelimiz eylesin. “Amele geçmeyen her ilim, eşeğin sırtındaki yüktür” Kuran’ın ifadesi ile. Allah da bizleri bundan sakındırsın. Allah bizi Kuran’dan ayırmasın. Sürekli onla meşguliyet halinde olanlardan eylesin. Yanlışlarımız olduysa da hakkı söylemeye çalıştık. Elbette hatalarımız var. Kasti değildir inşallah. Bundan da affola. Sizlerin de kulaklarına benim tarafımdan yanlış bir şey gittiyse, hakkınızı helal edin. Allah bizi her şeyin en doğrusuna eriştirsin inşallah.

Selamun aleykum, sadakallahulazim ve ahiru davauhum enil hamdullilahı rabbil alemin.

Onların dualarının sonu elhamdulillahi rabbil alemin demektir.

veahuruddavahum enilhamdülillahi rabbil alemin.

El fatiha.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yasin 2. Sohbet (8-11. Ayetler)/yazılı metin

YASİN 2. SOHBET (8-11. AYETLER)

Evet Yasin Suresi’nin ikinci sohbetine başlıyoruz. Geçen hafta anlattıklarımızdan da biraz bahsedelim. Bu Yasin Suresi’nin ilk sayfası çok önemli. Bu sohbetler devam edecek biliyorsunuz. Bu sohbeti dinleyenlere söylüyorum. Mümkünse bu ilk sayfayı ezberimize alalım. Hatta birer ikişer ayet gidiyoruz ya, her hafta iki üç ayet ezberlersek Yasin Suresi’ni ezberlemiş oluruz. Yani bu bir fırsat. Çünkü Rabbimin değer verdiği bir sure. “Kuran’ın Kalbi” diyor Yasin Suresi için Peygamber Efendimiz. Birçok şeyde okunmasını tavsiye etmiş. Hem dirilere hem de ölülere faydalı. Bilirseniz faydalı olur. Mübarek gün ve gecelerde okuruz. Bir tanıdığımıza okuruz. Hikmetini düşünmek üzere okuruz. Namazları sadece Kevser ve İhlas sureleri ile kılmamış oluruz. Teheccüde kalktığımız zaman uzun uzun okuyabileceğimiz bir şeyler olur. Biraz gayret etmekte fayda var diye düşünüyorum.

“Yâsîn”يس)  – Yasin en yaygın ifadesi ile “Ey insan!” demekti. Peygamber Efendimiz(SAV)’in de isimlerindendi.

“Vel gur’ânil hakîm”وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ). Bu; “Kuran hakimdir” değil, “hikmetlidir” de değil. Oradaki “vav” yemin idi. “Yemin olsun” diyor. Yemin vavı. Meallerde, tefsirlerde bu kısım atlanıyor. “Kuran’a yemin olsun ki” diyor, oradaki vav(yemin vavı).  Hani “Vet tîni vez zeytûni”(وَالتّٖينِ وَالزَّيْتُونِ) ya da “Vel asrı”(وَالْعَصْرِ) gibi onun da “yemin vavı” olduğu nasıl anlaşılıyor. Ondan sonra gelen isim sonu esreli bitiyor yani “vel gur’ane” değil “vel gur’anu” değil “vel gur’ani. Mesela “Vel asrı”, “Vet tîni”. Bakın sonu esreli bitiyor, o onun yemin olduğunu gösteriyor. “El-hakim” de kuranın sıfatı. Üç şekilde idi hakim biliyorsunuz: Yani bir hükmü sürekli, her zaman her yerde geçerli. İkincisi hikmet içeriyor. Sürekli ve devamlı içerisinde hikmet öğeleri bulunan bir Kuran. Yani boş sözler ve kaba ilimler değil haşa. İçerisinde nice hikmetlerin olduğu bir kitap. Bir de “mukem”  anlamı vardı mukem de “her tarafı her tarafı ile uyumlu örtüşüyor” birbirlerinden bağımsız değil, birbirlerini tamamlayan ayetler olarak vardı. Hani “Kuran’ın tefsiri Kuran’dır” da bu “hakim” sözünün manalarından.

“İnneke”(اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ) – “Şüphesiz sen”. Sen dediği kim? Peygamber Efendimiz’e hitap var. Zaten Yasin’in “Ey insan!” hitabının Resulullah’ı kasteden bir hitap olduğunun da göstergesi.

“leminel murselîn”( لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ) – Sen mürsellerdensin. Resul olarak, elçi olarak gönderilmişlerdensin. Rabbim Peygamber Efendimizi tekid için, bu görevi için Kuran’a yemin ediyor. Yani bu Kuran’a yemin olsun ki sen öylesin. Bir de “inneke” diye “Şüphesiz ki sen öylesin” yani “Hiç şüphen olmasın” diyor. Aynı zamanda ne idi? “Minel mürselin” demekle de “Bir grup var, sen o gruba dahilsin, yani bütün o gönderilmiş o elçiler beni tebliğ ediyorlar”. “Yani bir görevlisin”. Yani görevli olduğunu hatırlatıyor. Ama orda da bir tekid var yani “Ben de seni destekliyorum”. Yani “Sen herhangi birisi de değilsin”.

“Alâ sıratım mustegîm”(عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ). Bir sıratı müstakim üzerinesin. Yani orada marife yok nekra vardı, belirsiz, bilinmeyen, kendine özgü, kimsenin anlayamayacağı dosdoğru bir yol üzerinesin diyerek de Peygamber Efendimiz(SAV)’in diğer mürseller, resuller arasında da farklı bir konumu olduğunu ifade ediyordu.

“Tenzîlel azîzir rahîm”(تَنْزٖيلَ الْعَزٖيزِ الرَّحٖيمِ). (Bu kitap) aziz ve rahim olan Allah’ın bir indirmesidir. Neden indirme? Rabbim indirmeden bahsediyor. Diyor ki bu ilimlerin çeşitleri, öğreniliş metotları vardır. Sağdan, soldan, önden, arkadan öğrenebilirsin ama yukarıdan öğrenemezsin. Yukarıdan ancak ben indiririm. Yani bu kitabın aslı yukarıdan, sana yukarıdan aşağıya indirme. Yani semadan indirme. Mesela Avrupa’ya gidebilirsin eğitim almaya ya da Ortadoğu’ya gidebilirsin, yatay olarak gidebilirsin fakat Kuran’ı öğrenme yukarıda. Yukarıya gidemezsin, yukarıdan ancak indirme şekline olursa Kuran olur. O yüzden tenzil. Yani kıymetini bilin. Yani herhangi bir kitap gibi de okumayın. Çünkü taaa yukarılardan Allah’ın tenezzülü ile indirme. Tenzili rütbe ile indirme.

Tenzili biliyorsunuz? “Nezzele” fiilinin mastarı. Bu şekilde indirme, unutmayın. Çünkü neden? Aziz’in indirmesi. El-Aziz Allahû Teâlâ’nın esmasından. Bir güç, otorite sahibi demek. İkincisi saygınlık demek. Yani hem yetkisi var ama yetki ile beraber de saygınlığı var, izzeti yani. İzzet kelimesi buradan geliyor. Kimin indirdiğini de bilin. Ama yanına bir de Rahim gelmiş. İşte burada da yumuşatıyor. Fakat o kullarına da merhametli. Yani acıdığı için bunu gönderiyor. Allahû Teâlâ acımasa da yani sadece aziz olsa ne olurdu? Bilmenizi isterdi. Ben size akıl verdim. Hidayet ….. verdim. Hadi bulun beni. Hadi Kuran’da yazılanları bulun. Ne kadar zor değil mi? İşte ben Rahimim size de acıyorum. Rahmet ediyorum. Rahim olanın Kuran’ı. Burada “Rahman” dememesi de ilginç değil mi? Demek ki bunu biraz sonra ilerde anlayacağız diğer ayetlerde. Özel bir rahmet olan rahim tecellisi ile indiriyor. Yani ilerde göreceğiz aslında, bizim şeyimiz bu. Sen ancak Kuran’a tabi olan kimseyi uyarırsın derken de bu kitap ancak zikre uyanlara, yani Mümin olanlara, inananlara faydası dokunur. O yüzden Rahim. Rahman değil yani.

“Li” için demek. Peki niye Allah’ın resulü gönderilmiş ya da bu kitap inmiş? “Tunzira”( تُنْذِرَ ) inzal etmek için “gavmen”( قَوْمًا) bir kavmi. Nasıl kavim o? Orada sıfat olarak geliyor? “mâ unzira âbâuhum”( مَا اُنْذِرَ اٰبَاؤُهُمْ) Ataları uyarılmamış olan kavim. “fehum ğâfilûn”( فَهُمْ غَافِلُونَ) “Ve Onlar gafletteler“. Burada ilginç bir ifade var. Yani O kuran indirildiği zaman o Kureyşi, o devri düşünün. Bir özellikleri var mı o devrin? Yok. Yani medeniyeti çok gelişmiş değil, çöldeki bedeviler, mesela Romalılar var o zaman değil mi “Rum” denilen. Aynı zamanda Persler var. Onlar müthiş medeniyetler. Hatta bir tarihçinin ifadesi ile Arap topraklarını fetih bile etmek istememişler. “Napacağız ki? Ne yedireceğiz askerlerimize?” demişler.  Yani halkı cahil, toprağı verimsiz, bir şey yok yani. O bölgenin çok büyük bir özelliği yok. Hani Hz. İsmail örneğindeki gibi su bile yok. Ama bir değişik şekilde onlarda ne var? Kibir var. Ataları ile övünüyorlar. Burada da “kavmen” kelimesinde şöyle bir şey vardı “bir kavim”. “El-kavim” demiyor yani o kavime demiyor, bir kavme. Yani rabbim burada önemsemiyor. Babaları da uyarılmamış diyor. Şimdi o kavmin Arap toplumu o zaman, cahiliye Araplarından bahsediyorum, en büyük özelliği ne? Geçmişi ile övünmesi. Atalarımız şöyle, atalarımız böyle. Diyor ki; “Atalarınızla neden övünüyorsunuz?” Uyarılmamışlar bile. “fehum ğâfilûn” Gafletteler, ne yaptıklarını bilmiyorlar? Siz ne yaptığınızın farkında mısınız? Yani “Övünüp duruyorsunuz, kibirdesiniz ama ne yaptığınızı biliyor musunuz?” manasında.

“Legad”( لَقَدْ) Kesinkes. Bu legad geldiği zaman Allahû Teala çok vurgulu bir şekilde ifade ediyor hatta yemin olsun ki, kasem olsun ki, elbette ki, gerçekten ki manalarına geliyor.

“haggal gavlu”( حَقَّ الْقَوْلُ) Haggal, hak oldu demek. Ne hak oldu? Gavl. Gavl ne demek? Söz. Söz hak oldu. Kime? “alâ ekserihim”( عَلٰى اَكْثَرِهِمْ)Onların ekserilerinin üzerine o söz hak oldu. Bu sözün ne olduğu konusunda tereddüt etmişler. Ama tefsirlerin çoğunda şu var. Hud Suresi 119.da: “Böylece Rabbinin cehennemi cinlerle ve insanlarla tamamen dolduracağım sözü yerine gelmiş oldu”( وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَاَمْلَپَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعٖينَ) ifadesi var.
Bir de İsra Suresi 16.da bir ifade var: “Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.”( وَاِذَا اَرَدْنَا اَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً اَمَرْنَا مُتْرَفٖيهَا فَفَسَقُوا فٖيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمٖيرًا ) Yani şimdi bir gafil olan kimseler var, onların üzerine de bir hak söz var. Rabbim kızıyor, yani gadabı geliyor. O kadar uyarılar, şunlar bunlar geliyor fakat yeterince iman etmiyorlar. Onların üzerine bir söz var, o söz de yerine geldi ifadesi var. Mesela Yasin Suresi’nin 69. ve 70. Ayetlerine bakalım orada da böyle bir ifade geçiyor:

“Biz, ona şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O’nun getirdiği sadece bir zikir ve apaçık bir Kur’an’dır.”
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ ) Ne için?

“Liyunzira men kâne hayyev ve yehıggal gavlu alel kâfirîn”
( لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرٖينَ )Hayatta olanı, hay olanı, diri olanı uyarmak ve kâfirlerin üzerine hak olan sözü söylemek için. Yani azap sözü. Bu var. Bunu bütün tefsirlerde görüyoruz. Bunu bu şekilde alabiliriz ama bazı tefsirlerde şunu gördüm. Yani hak söz tamamen ortaya konuldu. Onlar gerçek sözü duydukları halde inanmazlar manası da verilmiş. Yani Allah’ın sözü var ya “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah”. Bu sistemle ilgili sözü. Bu hak bir söz değil mi? Gavl değil mi? Bu hak oldu, gerçekleşti. Yani yeryüzüne kitap olarak Resulleri tarafından indirildi. Yani “ve gul cael haggu ve zehekal batıl” var ya, bu anlamda da bunu daha anlamlı buluyorum bu ifadeyi. Çünkü öbür türlü, yani ben cehennemi bütün insanlarla ve cinlerle dolduracağım sözü gerçek olursa o zaman niçin babaları daha evvel uyarılmamış bir kavime bir uyarıcı olarak gelsin? Zaten belli her şey değil mi? Yani burada benim hak sözüm, yani hak sistemim gerçekleşti manası bana daha mantıklı geliyor. Bir de zaten “ekserihim” diyor. “Onların çoğuna” yani bir yırtma şansı da var. “Fehum la yuminun” Fakat onlar iman etmiyorlar. Bugünkü ayete geçelim:

İnnâ cealnâ fî ağnâgıhim ağlâlen fehiye ilel ezgâni fehum mugmehûn
( اِنَّا جَعَلْنَا فٖى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ ) Çünkü biz onların boyunlarına halkalar geçirmişiz, bunlar çenelerine kadar dayanmıştır artık onların başları kalkık durumdadır.

İnnâ – ( اِنَّا ) Şüphesiz biz

Cealnâ – ( جَعَلْنَا ) Yaptık, kıldık, ettik. Ne yapılmış?

fî ağnâgıhim – ( فٖى اَعْنَاقِهِمْ ) Onların boyunlarında

ağlâlen – ( اَغْلَالًا ) Halkalar. “Gul” diye bir ifade var. Gul, Kuranı Kerimde birçok yerde geçiyor. Cehenneme sürülecek, cehennemle ilgili ayetlerde, ahiretle ilgili ayetlerde mücürlerin boyunlarına bir halka geçirildiğinden bahsediliyor ve o şekilde gönderiliyor. Demir halkalar. Ve bu

fehiye ilel ezgâni – ( فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ ) Ezgan, çeneler demek. Çenelerine kadar dayanmış. Şimdi bu ahirete özgü bir ayet mi yoksa dünyada mı bahsediyor? Dünyada bu. Var mı böyle gerçekten bir halka? Yok. Yani bu gerçekten demir, katı bir demir halde yok. Peygamber Efendimiz(SAV) Kureyşlilere, Mekke halkına hitap ederken hepsi boyunlarını Afrikadakiler gibi böyle bir halka mı geçirmişlerdi. Değil. Demek ki bu mecaz bir ifade. Ne yapıyor Rabbim? Onların boyunlarına geçiriyor ama manen geçiriyor. Peki, onlar ne yapıyormuş yani halka geçirildikten sonra ne oluyorlarmış?

fehum mugmehûn – ( فَهُمْ مُقْمَحُونَ ) mugmehun denilen bir halde. Gamaha, devenin bir hali imiş. Böyle suyu sevmediği zaman ya da doyduğu zaman bir şey istemediği zaman şöyle boş başını geriye doğru atarmış deve. Bu hale benzetilerek işte o boyunlarına geçirilen halkalar kişide öyle bir etki yapıyormuş. Kafanızda tahayyül edin. Bir insan düşünün. Gerçekten demir halkayı geçirin, çenesine kadar dayansın. Bakın çeneye dayansın. Ne olur o kişinin durumu? Yani şöyle kafası yukarı bakan değil mi? Sen karşındasın, gözlerini aşağıya dikmiş, boynu da kalkık bir şekilde durur. Bu size hangi duruşu çağrıştırıyor? Şimdi demir halkayı çıkarın ama pozisyonu aynı. Hangi kimseler dolaşır böyle? Kibirliler, hani burnu kalkık derler ya. Bakın boynu kalkık, çenesi yukarıda dolaşırlar. Yani bu manevi bir halka. Ahirette zaten bu dünyada nasıl olursan ahirette onun temsili bir şekilde görünüşünü Rabbim sana orada getiriyor. Yani insan burada kişilerin, kimden bahsediyor birinci anlamıyla? Sebebi nüzul olarak değerlendirirsek Mekke halkını. Müşrikleri kastediyor. Ekabirleri, kibirlileri.

Şimdi Peygamber Efendimiz(SAV) geliyor.  Kavmini uyarıyor ama onlarda bir hal var. Öyle ataları ile övünüyorlar değil mi? Cahiliye adetleri var. Kendilerinde bir kibir var. Böyle kibirli oldukları için çeneleri yukarıda bir şekilde dolaşıyorlar. Sanki boyunlarına bir halka geçirilmiş gibi. Ama bakın burada geçirdik diyor Rabbim. Demek ki geçirilmiş Allah tarafından. Yani şu şekilde mesela “Biz onları daha önce mühürlemişizdir” diyor. Yani şimdi Allah mühürlemiyor aslında. Yani onlar yaptıkları ile kendilerini öyle bir hale getiriyorlar ki Rabbim de onların hidayet mekanizmalarını, kolaylıklarını gidererek kalplerini mühürlemiş gibi oluyor.

Yani biz onlara geçirdik diyor. Çünkü günümüze de hitap etmesi amacıyla sadece geçmiş zaman olarak değerlendirmemek gerekiyor. Şimdi biz onların boyunlarına geçirdik derken aynı kalplerin mühürlenmesi gibi kendileri kibirleri sebebi ile öyle bir duruş sergilediler ki bunların büyük çeneleri kalkık şekilde yere bakmıyor o gün. Gözü yerde değil mütevazı insan ne yapar? Başını böyle yere eğer değil mi? Kibirli insan ne yapar? Başını yukarıya doğru getirir. Başını yukarı getirerek kibir haline geliyor. Allahû Teâlâ da boynuna halkayı geçiriveriyor. Yani etken kişi. Yani kibir halkası geçiriyor. Allahû Teâlâ hiç sebepsiz yere onların boyunlarına geçirmiyor. Bu haksızlık olur bu zulüm olur. Özgür iradeye haksızlık olur. Kendileri öyle bir hale geliyorlar ki yaptıklarından dolayı da Allahû Teâlâ manen o halkayı geçiriveriyor onlara. Şimdi bu kuran meallerini değerlendirirken Allah’a bazı yanlış şeyleri isnat etmemek lazım. Bakın “Rahim” diyor. “Aziz rahim kuranı indirdi” diyor “uyarman için”. Şimdi uyaran Rab niye durup dururken taksın onların boyunlarına? Gıcığı mı var insanlar gibi? Haşa. Yani bunlar meallerde, tefsirlerde açıklanırken çok dikkat edilmiyor. Allahû Teâlâ’ya bazı hak etmediği sıfatlar isnat ediliyor. Allahû Teâlâ; Hâdidir, Rahmandır, Gafurdur, Rahimdir, kullarına merhamet eder. Değil mi? Ama kişi de ben illa öyleyim diyorsa da sistem de tak diye halkayı geçiriveriyor. Yani sistemde var olan şeyler geçiriyor. Kelimelerine geçelim:

“Ağlâlen” (اَغْلَالًا )“Gıllin” diye bir şey var. Hicr Suresi ile Müminun Suresinde geçiyor. “Biz onların sadrlarında gıllin olarak ne varsa onları söküp çıkarırız da cennete öyle koyarız” diyor. Şimdi cennete girebilmenin şartı mutmain nefis olma durumu ve böyle göğsündeki gıllin denilen mırık, cırık, kötü duygular, haset, fesat, kibir gibi hallerin duyguların olmaması. İşte bu gibi duygulara gıllin deniyor. Ve gıllin aynı zamanda ağırlık demek. Şimdi boyunlarına geçirilenlerin malzemesini anladınız mı? Bakın yine kendilerinden. Kendilerinin o gıllin duyguları nesneleşiyor bu sefer de boyunlarına geçiyor kibir olarak. Kendileri yapıyor yani. Bir söz var ya “Cehennemde ateş yok, kişiler ateşlerini kendi götürüyorlar”. Yani boyunlarına geçirilen halka da kendi gıllinleri ağlalen oluyor. Aynı kökten. Tefsirleri yaparken hep köklere kelimelere dikkat etmek durumundayız. O gıllini, neden kullanmış Rabbimiz? Buradaki ağlalen kelimesini halkalar kelimesini niye kullanmış? Yani hep sebep-sonuç ilişkisini unutmayacağız. Dünyadaki sistem sebep sonuç ilişkisi üzerine kuruldu. En azından bizim algıladığımız sistemde.

Biraz diğer manalara bakalım. Bırakalım müşrikleri şimdi günümüze de bakalım. İnsanlar kendi kendilerinin oluşturdukları vehimlerden dolayı, nefislerinin bazı özelliklerinden dolayı, şeytanın da kandırmasından dolayı kendi kendilerine bir vehme kapılıyorlar. Bu da kibir. Psikolojide şöyle bir şey var. Aslında aşağılık duygusunun bir sonucu kibir. İlginç değil mi? Yani kişi gerçeklerini biliyor. Ondan da rahatsız bir şekilde, aslında normal. Ben bir insanım. Müslümanın izzetinin dışında gururu gerektirecek herhangi bir durum yok. Allah’ın verdikleri ile ancak gururlanırız değil mi? Seviniriz, övünürüz. Fakat onun dışındakiler şeytani vasıflardır. Kişi bundan bir şekilde rahatsız, aşağılık duygusu var. Psikolojideki bu savunma mekanizmalarından birisi ile kendine kibir addediyor. Kendini olduğundan daha fazla görüyor. Sistemi beğenmiyor. Bir şeyleri beğenmiyor kendini beğeniyor. Gururla da kendini şişiriyor. Ama bunun bir sıkıntısı var. İşte Rabbim bu hali nasıl tanımlıyor? Sanki boyunlarına bir şey geçirilmiş gibi. Demek ki yani günümüzde de bir adamda kibir alameti olursa hangi vaziyette oluyor? Kafası arkaya doğru bir şekilde. Yeri görebiliyor musunuz? Bu şekilde yolda yürüyün. En ufak bir taşta bile takılıp düşersiniz. Yani hataya sürükler. Bırakın yüksek imanı, değerli şunları bunları, önündekini göremezsiniz. İşte Rabbim de bu şekilde resmediyor onları.

Neden çene dedim? Birinci olarak kafaya pozisyon vermek için. Bir de şu şekilde halka geçirilmiş insan rahat konuşabilir mi? Bir tefsirde şöyle geçiyor: Bu halkalar manevi halkaların geçirilmesinin sonucu olarak kişi kendi anladığı idrak ettiği yerleri imanın tasdiki olan sözleri bile söyleyemez diyor. İfade edemez. İman ettim sözlerini bile söyleyemez. Kilitleniyor yani bir şekilde. Onun sonucu da bu şekilde olur diye düşündüm.

Bir sonraki ayet de bununla çok alakalı. İkisini beraber değerlendirelim. Yine “cealne” diye geçiyor.

Ve cealnâ mim beyni eydîhim seddev ve min halfihim sedden feağşeynâhum fehum lâ yubsırûn.

(وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدٖيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ)

Ve cealnâ – ( وَجَعَلْنَا ) –  biz yaptık

mim beyni eydîhim sedden  – ( مِنْ بَيْنِ اَيْدٖيهِمْ سَدًّا ) – iki elinin arası demek aslında ama önlerine diyelim, önlerine bir set çektik

ve min halfihim – ( وَمِنْ خَلْفِهِمْ ) – halfe de arka demek. Arkalarına da bir set çektik.

Feağşeynâhum – ( فَاَغْشَيْنَاهُمْ )– gaşiye; örten, saran, bürüyen, çevreleyen demek. Bir şekilde de onları çepeçevre kuşatmışızdır, sarmışızdır, örtmüşüzdür. Buna İngilizcede “cover” deniyor. Çevrelemişizdir, engel mahiyetinde bu. Ne yapıyorlarmış peki?

fehum lâ yubsırûn  (فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ ) – Mekkeli müşrikler Peygamber Efendimiz(SAV)’e suikast düzenlemek istiyorlar ya. Tek tek öldürmeye cesaret edemiyorlar. Öyle gayretleri de var. Ne yapalım diyorlar? Her evden bir delikanlı çıksın. Geceleyin baskın düzenleyelim. Öldürelim. Günümüz tabiri ile kim vurduya gitsin. Herkes de ben yaptım ben yaptım deyince suçlanacak kimse de olamaz. Çünkü her ne kadar Peygamber Efendimize iman etmeseler de kavmiyetçilik o kadar yüksek ki kureyşten ya da haşimilerden birinin öldürülmesi demek çok kötü bir olay.  E inanmıyor. Hayır, bizden o. Bizden birini nasıl öldürürsün? Yani o koskoca bir kavmin, kabilenin, aşiretin diğer kavme saldırması da düşmanlığı da söz konusu. Buna da cesaret edemiyorlar.  Şimdi Ebu Talib inanmadı ama çok ciddi bir şekilde korudu. Hatta Ebu Leheb amcası biliyorsunuz. Amcası da koruyor belli bir yerlerde. En büyük İslam düşmanı, yine de yapıyor. Dolayısıyla cesaret edemiyorlar. Böyle bir şey düzenliyorlar. Peygamber Efendimiz ne yapıyor? Hz. Ali’yi yatağına yatırıyor. Üzerini de örtüyor. Evin çevresini sarmışlar. Ama çıkıp gidecek. Ama bir sürü insan pusuda. Ne yapıyor? Bu ayeti okuyarak Peygamber Efendimiz eline bir toprak alıyor. Atıyor. Onların önlerine ve arkalarına manen bir set oluyor. Kendi aralarında da zaten bakın

fehum lâ yubsırûn – Onlar da görmezler. Bu bilinen manası. Yani hikmet dolu Kuran ya. Yasin’in de böyle hikmetleri oldu. Hatta benim arkadaşlarımdan bunu yapanlar var. Yani bir savaş sırasında bunu yaparak oradan kurtulduklarını anlatanlar var. Yani Peygamber Efendimiz değil bir Müslüman da bu durumda yaptığında etkili olur. Bizzat kendisi o anlattığı olaydan net olarak kurtulmuştu.

Bediüzzaman Said Nursi’nin de bunu yaptığı ile ilgili bir hikaye de var. Bu Allahu Tealanın hikmeti, Kuran’ının Yasin’deki hikmetlerinden biri. Bunun gibi nice hikmetleri vardır.

Peki şimdi hangi ayetin arkasından geldi. Manen boyunlarından çenelerine kadar gelen bir demir halka var. Yukarı doğru bir duruşları var. Önündekini göremezler dedik. Zaten o haliyle önünü göremiyor. Rabbim bir de önüne set çekiyor. Bir de arkasına set çekiyor. Bir de çepeçevre kuşatıyor. İlk önce şunu dedim ben. Ya ön ve arka var da şeş cihet var. Altı cihet. Şimdi iki sıra geriye kalan 4 var. Bunlar ne olacak dedim? İşte “Feağşeynâhum” da o. Yani dairesel olarak çepeçevre yani kürenin içerisinde gibi. Her boyuttan bir engelleme var. Ne kadar kötü bir şeyi hak etmişler ki Rabbim nasıl bir daha dünyada iken engel sistemi koyuyor ona.

Bakın kelimelere gidelim. “mim beyni eydîhim sedden” Bu ifade biliyorsunuz çok geçiyor. Ayete-l Kürsi’de de var. Önleri ve arkaları olarak çevriliyor. Hakikaten öyle. Anatomide de okuduk. Bir kişi şöyle resmedilir. Ayakta duran. Elleri yana doğru hafif açık ama avuç içleri önde doğru bir insan tipi var. Ön arka derken o modele göre ders işlenir. İnsan yapısı öyle anlatılır. İki eli arası neresidir kişinin önüdür. Hani iki göz nereye doğru giderse oraya gider. Ama Rabbim iki gözün arası dememiş, ellerinin arası demiş. Eller yapmayı temsil eder. Kişinin yaptıkları. Eli ile yapmıyor mu kişiler? Ne diyor “Onların başına gelen musibetler kendi elleriyle yaptıkları”. Yani iki elin arası ne demek? İşte burada kader inancını anlatıyor Rabbim. Kendi elleriyle yaparak ön oluşturuyorlar. Zaman olarak ön. Yani tercihlerde bulunarak yaparak kendilerine bir yol çiziyorlar. Mesela buna fizikte “entropi” zamanın yönü deniyor.  Öne doğru gidiyor. Yapılan burası. Ön.

“Halfihim” ne? Arka. Neden arka? Bir zaman çizgisi düşünün. Bu ön ellerinin arkası gelecek. Halfehum da arka, geçmişi. Artık geçmişlerinin ve geleceklerinin önüne set çekmişizdir diyor. Ne demek istiyor Rabbim? Ne geçmişleri, neyden ders alır onlar? Ataları uyarılmamış ya. Ataları uyarılmamış gafil. Gafil neler yaptıklarına bir bakın. Başlarına neler gelmiş. Oradan ders alamıyorsun. Bir de öğüt dinlemiyorsun. Kapalı ya, kibirden kafası yukarıda. O zaman önünde de senin gidebilme alanını da daraltıyorsun. Geleceğini de düzeltemiyorsun bir şekliyle. Bir şey göremiyorsun. Görmenin sonucu nedir düzeltmektir. Bir şeyi görürsün. Arabanın önünde cam var. Onu bırakın otomatik giden tren var. Makinist yok. Ama önünde sürekli seyrediyor, acil bir durum olabilir diye. Yani görmek çok önemli. Gördüğünde düzeltirsin müdahale edersin çünkü.

Bir de bu değil “Feağşeynâhum” diyor. Bir de onu kaplıyor. Onu her cihetten de bir engel var. Buna bir tefsirde vahiy yukarıdan geliyor ya tenzil. Yukarıdan vahyin inceliklerini hikmetlerini anlama şeyi de gidiyor. Hani onların kulaklarında ağırlık vardır. Ya da seninle onlar arasında bir perde koyarız da Kuranı anlamazlar diyor. Yani bir şekilde Kuranın inceliklerini anlama idrakları da gidiyor. O gidince tabi yine “yubsirun” olma durumu ortadan kalkıyor. Onların kalplerinde mühür vardır. Kulaklarına mühür vurduk. Gözlerine mühür vurduk. Ne yapıyorlar, görmüyorlar. Bakın Allah vurmuyor mührü. İlk önce hak ediyorlar. Allah da sistem gereği onlara hak ettiklerini veriyor.

Diğer ayete geçelim. 10. Ayet:

وَسَوَاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

Ve sevâun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum lâ yué’minûn.

Sevaun (سَوَاءٌ )– sevaun müsavidir demek. İki kısmın eşitliği, seviyedir. Aynı seviyedir. İki parça düşünün. İki seviye var ya. Bunun eşit olması durumu. Mesela tesviye diyoruz biz. Yani zımparalayarak, yontarak o mesafe farklılıklarını gidermek. Burada “sevaun” diyor eşittir, müsavidir yani.

Aleyhim (عَلَيْهِمْ )– Onlara. Onlar dediği yukarıda bahsetmiştik.

E enzertehüm (ءَاَنْذَرْتَهُمْ ) – e, em bir kalıptır. Şöyle şöyle olsa da şöyle şöyle olsa da anlamına geliyor. E enzertehüm, onları inzar etsen de.

Emlentünzirhum (اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ ) – İnzar etmesen de şeklinde bir kalıp bu. Müsavidir. Değişen bir şey olmaz.

La yüminun (لَا يُؤْمِنُونَ )– onlar iman etmezler. Şimdi bunlar kimler biliyor musunuz? Kendi kendilerine kibirleri olup da geçmiş atalarına uyup da kendilerini gıllınlere buradaki oluşturdukları yüzünden, kafaları yukarı gitmiş insanlar var ya. Onlar artık kendilerini kapalı hale getirmişlerdir. Allah’ın koyduğu kilitlerle beraber de. Artık bir değişim olmaz onlarda. Uyarsan da bir onları(inzar etsen de), uyarmasan da bir. Ne yapıyorlar? İman etmiyorlar. Artık onlar kapalı. Burada biraz evvel bahsettiklerimize dönecek olursak.

Adama sormuşlar? Hayatta en kolay şey nedir? Demişler. Cevap vermiş. Nasihat vermek. En zor şey ne demişler? Değişim. Dünyada en zor şey değişimmiş. Şimdi bakın ataları uyarılmamış ve gafil olan, şuurunda olmayan bir kavim var değil mi? Allah’ın Resulü ne ile geliyor? İnzar etmekle. Bunu dünyadaki karşılığı değişim olmalı. Bırak bu kafayı. Hani onların atalarının dinindendir meselesi var ya o. Günümüze gelelim. Yani günümüzde de kişi hep aynı. Yedisinden yetmişine aynı şekilde geliyor. Hiçbir değişim olmuyor. İşte bu değişim olmamasının sebebini açıklıyor. Eğer sen kafan yukarıda şekilde dolaşırsan sana birisi de öğüt verdiği zaman değişmezsin.

Burada iki şey var bakın. Kibir değişimi ve tövbeyi engeller. Buradaki ayet ile bağlantısı ne? Değişimi önler. Zaten değiştikten sonra adamın kaderi değişecek. Artık farklı yaşayacak farklı yerlere gidecek. Değişti çünkü. Nefsi, düşüncesi değişti eskisi gibi değil. Artık onun gideceği yer çok farklı. “Halfihim” ne? Arkası. O da geçmişte yaşadıkları. Ya ben ne kötü şeyler yapmışım zamanında. Allah’ın muradına uygun şekilde yaşamamışım. Ya da şöyle şöyle bir zihniyetle yaşamışım. İdrak oldu, irşad oldu, tövbe edecek. İşte bu öbür durum var ya çenelerinin kalkık vaziyette dolaşma durumu bunu engelliyor.  Kişinin değişimi engelliyor. Bakın maneviyat tasavvuftaki ne ile ilerler? Değişmekle. Buna “nefis tezkiyesi” deniyor. Yatay pozisyonda. Yani nefsinin belirli bir katmanı var. O katmanın da sen nefsini; nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mutmain, nefsi raziye, mardiyye, safiye gibi şeylere getiriyorsun. Ama bu yatay düzeltme. Bir de düşünce sistemini değiştirerek nefsini, idrakını daha üst boyuta alarak da bir gitme var. İşte bu isteniyor. Bu dünyaya niye geldin? Bir şey geldin, bir şey gidiyorsun. Allahû Teâlâ bizi bu dünyaya niye getirdi? Kemaliyet için. Kendimizin daha iyi versiyonu olmamız için. Allahû Teâlâ’ya galu belada verdiğimiz sözü tutmak için, yaşamak için. Bu yüzden sen kendini burada geliştirmek durumundasın. Eğer sen de değişim mekanizmalarına engel koyarsan/ket vurursan Allah da sana ket vurur. Önünü, arkanı kapatır. Değişim olmaz. Ne ileri gidersin ne geri. Olduğun yerde kalırsın.

Vel asr. İnnel insâne lefî husr. ( اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ وَالْعَصْرِ ) Akıp giden zamana göre de hüsranda olursun. İşte bu yüzden kişi değişime açık olmalı. Babalarından öğrendiği gibi çevresinden öğrendikleri ile hayatını devam ettiremez.

“Fehum ğâfilûn” diyor – Onlar gafillerdir. Sen “yok ya, ben böyle öğrendim, şöyle öğrendim, bana öğretilen bu” dersen. Bu dini anlamda da böyle. Gelişemezsin. Yani kişi kendi kendini kilitliyor. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler. Şimdi düşünsenize Peygamber Efendimiz(SAV) diyor ki ilk başta “Bu Kurana yemin olsun ki hikmetleri var”. Sen daha evvel ataları uyarılmamış bir kavmi uyarmak için gönderildin. Bu kitap da sana yardımcı olacak. Sonra diyor ki uyarsan da uyarmasan da bir onlar iflah olmaz. Bu çelişki gibi değil mi? Rabim uyar diyor. Sonra uyarsan da uyarmasan da bir diyor. Ama ne diyor bakın yukarıda ne var? “Ekserihim” diyor. Demek ki ekserisi böyle insanlığın az bir grup uyarılmaya müsait.

Bir ara ben dini şeylerle ilgilenmeye başladıktan sonra düşündüğümde şöyle bir şey geldi aklıma: Her şey bir avuç insan için dedim ya. Bu kadar sistem bir avuç insan için. Aslında Peygamber Efendimiz (SAV ) için. Tabi onu o kadar idrak edememiştim. Bir avuç insan. Eleyin ya. İnsan olarak düşünün. Eleyin. Hiç inanmayan var. Bir şeylere inanıyor da güneşe tapıyor, ateşe tapıyor vs. onları da götürün. İnanıyor ama Budizm gibi şeylere inanıyor. Daha önce hak din olup da bozulmuşlara inanıyor. İnanıyor. Yanlış inanıyor. Müslüman ne kadar çok kişi gitti, milyarlarca insanı eledik. Onun da bir kısmı nasıl inanıyor düşünün. Öldürüyor ediyor. “La ilahe illallah” diyeni götürüyor sen kafirsin diye. Onu düşünün. İnanıyor şirk koşarak inanıyor. Yani geriye gerçekten bir avuç insan kalıyor. Onun da mesela hesapsız cennete gideceklerin sayısı 70 bin imiş arkadaşlar. Hadislerde böyle geçiyor. Ben bu sözde tereddüt ettim de ayetlere baktığımızda görüyoruz. Hani bu arşın gölgesi altında gölgelendirilecek olanlar var ya. Hani biraz evvel geçtik ya onlar 3 kısımdır diyor. Hatırlıyor musunuz? Nefislerine zulmedenler, orta yolda iktisat edenler bir de sadıkunlar. Hani bu mukarrebun olanlar hayırda. Onlarla ilgili birleştirdiğimizde bir şey çıkıyor. Bir de onlar mesela ahiret sahnelerinden bahsediyor. Karşılıklı tahtla üzerine oturacaklardır diyor. O sahne haşir sahnesi. Yani maliki yevmiddin. Cennette de var o ayetlerden. Bütün bunları birleştirdiğimizde öyle bir şey oluyor. Hadisleri reddedemeyiz. Sahih hadisler de biz amenna demek zorundayız. İşte bir avuç insan burada bir de “ ekserihum” diyor. O söz onlar üzerine hak oldu diyor. Şimdi başka bir şekilde de var bakın. 11. Ayete gelelim:

اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِىَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَرٖيمٍ

İnnemâ tunziru menittebeaz zikra ve haşiyer rahmâne bil ğayb, febeşşirhu bimağfirativ ve ecrin kerîm

İnnemâ (اِنَّمَا ) – Ancak

Tunziru ( تُنْذِرُ  )– sen inzar edersin, uyarırsın

Men ( مَنِ )– o kimseyi ki

İttebea ( اتَّبَعَ )– tabi oldu

Zikra ve haşiye ( الذِّكْرَ وَخَشِىَ )– ve haşyet duydu

Er rahmâne ( الرَّحْمٰنَ )– rahmana

Bil ğayb ( بِالْغَيْبِ )– gaybda, görmeden gaybi olarak

Febeşşirhu  ( فَبَشِّرْهُ )– onu müjdele

Bimağfiratin (بِمَغْفِرَةٍ )– mağfireti de

Ve ecrin kerîm  ( وَاَجْرٍ كَرٖيمٍ)– kerim ecir ile müjdele

Şimdi onları uyarsan da uyarmasan da diyordu ya, e ne olacak şimdi? Rabbim burada istisnayı söylüyor işte. Ekserihim dışındaki galilen olan az kısmı söylüyor. Sen ancak o kimseyi uyarırsın ki zikre tabi olur. Başka bir ayette diyor ki sen öğüt ver “fezekkir” umulur ki zikir fayda verir. Ama kime fayda verirmiş arkadaşlar? Söz dinleme konumunda olan kibri olmayan değişime açık olan kimseye öğüt verirmiş. Öbürü kapalı. Yok canım bu böyledir hep böyle anlatılıyor. Ya farklı olabilir bir dinle bir kulak ver ya. Ancak o kimseye fayda verirmiş. Şimdi zikir ne?

Zikir, Kuran’dır. Kelime anlamı ile hatırlamak demek, anmak demek. Belirli bir sayıda bir şeyleri tekrar etmek olarak da kullanılıyor. Düşünmek manasına da geliyor. Amma Rabbim Kuranı da zikir olarak ifade etmiş. Kuran da bir öğüt, Kuran da bir hatırlama Kuran da bir Allah’ı düşünme.  Dolayısıyla zikre Kuran dersek Kurana tabi olana fayda oluyor. Allah Allah. Yani adam önce bu kurana gelecek. İlginç değil mi? O kişiye fayda verecek. Bakın Bakara Suresinin 2. Ayeti çok dikkatimi çekmişti:

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ

Zâlikel kitâbu lâ raybe fîh, hudel lilmuttegîn

Huden – hidayettir

Li – için. Kim için

muttegîn – mutakiler için.  Müttaki nedir? Takva sahibi. Yani biz takva sahibinin işi bitti biliyoruz. Ooo diyoruz bu takva sahibi. Diyor ki Kuran onlar için hidayet. Takvalı oldun, hidayete daha mazhar oldun. Bana çok ilginç gelmişti. Yani tabi herkese hidayet ama bu hikmetli Kuran ya derinlerini alıp da onu değiştirecek onu geliştirecek, farklı yerlere gelmesi için önce kişinin tabi olma pozisyonunda olması gerekiyor. Onun içinde bir hidayet oluyor. Burada da diyor ki “sen ancak o kimseyi uyarırsın ki” diyor “o da zikre tabi olur”. Yani öğüt dersek buna, öğüdü dinler. Söz dinler yani. Birisi nasihat veriyor. Kuranla nasihat veriliyor ya da gerçekten pozitif, müspet, hakikate uygun bir şey veriyor. Ona uyana ancak değişim olur. Ve de ancak inzar olur.

İşte çıtayı yükseltebilmek için kişinin değişime açık bir vaziyette olması gerekmektedir. Mesela ben kişisel gelişimle ilgilendim. Enerji denilen kurslara gittim. Başlamamın sebebi çevremde belirli bir yaşa geldikten sonra gelen, katı olan değişme olmayan insanları gördüm. Rabbim gösterdi. Eyvah dedim ben de mi böyle olacağım, benim değişebilir bir yapım olması gerekir. Nasıl değişebilirliğin orada formülleri var. Değişmeni engelleyen kısım bulunuyor. Senin programların. O değiştirilebilir bir hale getiriliyor. Ama maalesef bugün de para kazanma ticaret yöntemi olarak kullanılıyor. Ben doğrusu ile Allah’ın ilmi ile olan kısmı ile söylüyorum. İşte o insanlardaki belirli bir katılığı, değişememezliği gördükten sonra ben telaşa düştüm. Bunda ciddiyim. Çok etkilendim. Günlerce uyku tutmadı beni. Bir şeyler yapmam lazım dedim. Yaşım ilerliyor. Sistemde de böyle bir şey var. Değişebilir olmam lazım. Esnek olmam lazım. Bunun dünyevi kurallarını belirlemiş adamlar. Bundan istifade edeyim diye girdim. İşte bunun şeyi de bu: öğütlere açık olmak.  Burada ben bunu görüyorum. Ama yetmiyor o birinci kural öğütlere açık olma. İkincisi de:

“haşiyer rahmâne bil ğayb”

Bak adam bir kere Rahmana inanacak. İnanması da yetmiyor. Haşyet duyacak. O da yetmiyor. Bunu gizli gizli yapacak. Kendi, iç âleminde yalnız kaldığında da yapacak. Bu duyguyu gerçekleştirecek. Demek ki iki tane pozitif gidiş şeyi varmış. Yani değişime müsait. Bir zikir hali, Allah’ı sürekli düşünürcesine yaşamak. Hanif konusunda işlemiştik. Ne diyordu Hz. İbrahim “İnnî veccehtu vechiye lillezî fetaras semâvâti vel arda hanîfen”. “Ben yüzümü yerleri ve gökleri yaratan döndürdüm” diyor. Yani gözünün içine bakarak yaşıyorum diyor, yüzüne bakarak yaşıyorum diyor. Buna da haniflik diyor. “hanîfen ve mâ ene minel muşrikîn”. “Ben müşriklerden değilim” diyor. Yani bu hal dışında olmayı müşriklik kabul ediyor Hz. İbrahim. Peygamber efendimiz ne diyor? “İhsan üzerine namaz kılınız” diyor. Hakkı görüyormuş gibi. Siz onu görmeseniz de o sizi görüyor. Bu bilinçle yaşamayı tavsiye diyor Peygamber Efendimiz(SAV). İşte buna zikir hali deniyor. Zikir, akıldan çıkarmamak. Bunun zıddı nedir biliyor musunuz? Gaflettir. Allah’tan gaflet olarak düşünün. Allah’ı unutmak yani. Tersi zikir. İşte iki şekilde kurtarma şansın var. Bir; zikir edeceksin yani Allah’ı sürekli düşüneceksin, ona yöneleceksin. İkincisi de; haşyet. Allahtan da saygı ile beraber içinde sevgi olan bir korkma duygusu olacak. İşte bu iki kişinin yırtma şansı var. Gayb ne demek? Kayıp. Allah görünemeyen değil, görülmeyen. Yani sana o an için kayıp. Ama bir gün göreceksin. Ya da ne kaybedilir biliyor musunuz? Senin olan bir şey kaybedilir. Yani önceden var, sen ona sahipsin ama şu an kayıp. Yani anlık bir durumdur kayıp. Yani biz ahirette biliyorsunuz, önceden Allah’la malik idik. Elest meclisinde “galu bela”yı anlattık. Değil mi? Daha sonra dünyaya indirildik. Biz seni iki kez öldürdük. İki kez dirilttik diyor.  Geriye doğru sayarsan bu yaşamdan önce bir tane yaşam olması lazım. Demek ki bu dünyaya gelmeden evvel biz öldürülmüşüz. Orada halk anlamında bir yaşantı var. İşte o anda gayb değildi bizim için Allah. Ama önümüze perdeler çekildiği için gaybız. İşte bu gaybken aynı görülüyormuş gibi Allah’tan haşyet duyarak yönelme durumu. Bir de burada Allah kelimesi de geçmemiş, Rahman geçmiş. İsra suresinde şöyle geçiyor:

“İster Rahman deyin ister Allah deyin Allah birdir”. Rahman eşittir Allah değil. Çünkü esmadır. Ama sistem Rahmanla başlar. Yaratılmış olarak birisinin gidebileceği idrak boyutunda en son nokta rahmandır. O yüzden Rahmandan haşyet duyarlar diyor. Bakın burada Rahim dememesi de ilginç. Rahimde haşyet yok. Rahimde daha sevgi öğeleri var. Ama Rahmanda haşyet var.

“Febeşşirhu”( فَبَشِّرْهُ) O’nu müjdele. Hu tekil bir ifade mi, çoğul bir ifade mi? Tekil. Yukarıda “hüm” deyip duruyor ayetler. Hep onlar, onlar, onlar. Burada tekil gelmiş. İlginç değil mi? Yani o kadar az ki kişi. Düşünün Peygamber Efendimiz inzar edecek yüzlerce, binlerce kişi var o zaman kaç kişi yaşıyorsa. Ama Allahû Teâlâ diyor ki sen o kişiyi uyarırsın. Tekil bahsediyor. Yani binlerce kişi içerisinden yedi yılda 40 kişi iman etmiş sadece. O kişiyi diyor. Onların içerisinde biri var, sen ancak onu inzar edebilirsin.  O da ne yapar? Öğüt verdiğin zaman uyar. Habibi Neccar’ı düşünün. O da tek bir insan. Habibi Neccar gibi kişilere işaret bu. Bakın orada müjdele diyor onu. Müjdenin tersi inzardır. Nezir beşir. Bakın yukarıda aslında sen o kişiyi uyarırsın diyor, doğru yola sevk edersin demiyor. İnzar edebilecek kimse bile ancak zikre ve haşyete tabi oluyor. Sen o kimseyi ancak uyarırsın diyor. İnzarın hedefine gitme durumunda bile kişinin bu iki halde olması gerekiyor. Ne kadar ilginç. Belirli bir seviyeye gelecem de inzar edilme durumuna gelecem. Allahû Teâlâ o kimseyi bile diyor müjdele. Ne ile müjdele? Mağfiret ile.

“Bimağfiratin” (بِمَغْفِرَةٍ )– Neden mağfiret geldi burada? O kişinin durumunu düşünsenize. Ne kadar güzel farkında mısınız ayetlere böyle bakınca. Şimdi babaları gaflette, kendisi gaflette, eyvah ben ne yapacağım sistem buymuş uyarıyor, uyarıyor, uyarıyor uyarıcı. Eyvah diyor ben gittim öldüm mahvoldum. Geçmişte yaptıklarım ne olacak? Şu anki halim ne olacak diyor? Allah müjdele diyor onu, mağfiret ver. Önce geçmişini siliyor. Açılımlara imkân veren bir yapıya ecir veriyor. Ya bu müjde değil mi? Bilmiyor bu sistemi. Geçmişim ne olacak? Hani arkalarında set var ya. Eyvah gittim. Mağfiret geldiği zaman Rabbim siliyor onu. Bakın bu mağfiret, daha ahiretteki müjde değil. Daha dünyadaki müjde. Önce arkasındaki seddi yıkıyor, sonra da önünü açıyor. Neden? Değişime müsait artık. Hatta diyor ki biz onları tebdil eyleriz diyor. Seyyielerini hasenata tebdil ederiz diyor. Tebdil – beddele. Bir şeyin yerine diğerini koymak. Yani anlıyor Rabbim. Tam tersine pozitifmiş gibi çeviriyor. Artık çünkü farklı bir kademeye ait idrak düzeyine girdi. Sonra diyor ki “Ecrin kerim”. Ecri önceden söylemiyor. Bugünkü Müslüman anlayışı önce ecirdir. Her şeyi sevap için yapıyor. Ben dahil. Allahû Teâlâ ikinci olarak söylüyor onu. Önce mağfiret diyor. Sen önce bir yırt.  Mağfiret olduğundan emin ol. Her şey sevap. Birisi diyor ya. Ya cennetteki o huriler olmasa kimse namaz kılmayacak. Abartılı bir eleştiri var. Haşa. Yani Allah’ın rızası orada önemli. Hepimiz muhtacız ona. Allah’ın ikramını kabul edeceğiz. Ama önce bir mağfiret.

Önce gayret. Sen bir seviyeye geleceksin. Zikre tabi olan bir pozisyona geleceksin. Ondan sonra sana inzar işleyecek.

Ve ecrin kerim. Bir de ecir veriyor. Bakın daha bu ecir bu dünyada da var. Hem de nasıl bir ecir? Kerim. Kerimin 3 anlamı var. Türkçede pek anlaşılmıyor.  Kerim birincisi cömert demek. İkincisi izzet şeref sahibi demek değerli yani. Üçüncüsü de mübarek. Kuranı Kerim diyoruz ya mübarek Kuran yani. Bu anlamı da var. Kerim deyince ikramı sürekli olan, bir kez verip de bitmiyor. Devamlı olan. Bir de sonu “rim” diye biten esmalar vardı ya rahim kerim gibi. Onlarda da süreklilik vardı. Sürekli bir ikram var. Ve de aynı zamanda sana saygınlık kazandırıyor. Seni de şerefli izzetli hale getiriyor. Öyle de bir ikram varmış. Hem bu dünyada hem de ahirette.

“İnnâ nahnu nuhyil mevtâ” diyor ya. Şimdi durup dururken yukarıdan bahsetmiyor. Bir şeyden bahsediyor. Ölüleri biz diriltiriz. Hayda. Nereden çıktı bu şimdi? Sanki ölü ile alakasız gibi. Bu haftaya inşallah açıklayacağız.

Allahû Teâlâ bize önyargılardan kibirlerden uzak değişimlere açık bir halde olmamızı nasip etsin. Allah’a zikir boyutunda yönelmeyi nasip etsin ki uyarılar geldiği zaman biz o uyarıları hemen alalım. Bu hem Kurani bir uyarı olabilir hem sünnetsel bir uyarı olabilir hem de sistemden gelen uyarılar olabilir. Ve gaybda da görmediğimiz halde de Allah’tan haşyet duyan sevgi ile karışık haşyet duyan müminlerden olalım. Eğer bu olmadığı takdirde biz çünkü gafillerden olacağız. Önümüzü Allah korusun arkamızı çevremize setler siste tarafından çekilme tehlikesi var. Biz bunlardan olmak istemiyoruz. Allah’ın sevgili kulu olmak istiyoruz. Ve de mümkün olduğu kadar tekamül ederek gelişmek istiyoruz.  Allah da bunun yolunu bize açsın. Yolunu kolaylaştırsın.

 

Sadakallahülazim

 

 

Fatır Suresi 14. sohbet

Fatır Suresi 14. Sohbet 30. Ayetten itibaren

Evet, arkadaşlar Fatır Suresine 30. Ayetten itibaren devam edeceğiz.

Fakat âdetimiz üzere kopukluk olmasın diye 29 ayetten biraz alarak devam edeceğiz. Zaten son kısmında biraz yarım kalmıştı gibi geldi bana onu da devam edelim inşallah.

Allahu Teâlâ, yukarıdan itibaren geldiğimiz de yaratmasında ki çeşitlilikten bahsediyordu. Muhtelif renklerde olan meyvelerden, dağ yollarında, insanlardan, hayvanlardan, en’amlardan bahsediyordu.

Daha sonrada burada bir ilim ve işaret olduğu için Allah’tan ancak kullarından âlimler korkar diyerek de; İlim, ilme verilen değer ve bunun Allah sevgisine, haşyetine giden yoldan bahsederek bir anlamda da burada bir teşvik vardı.

Allah Aziz ve Gafur derken de; Gafur olmasını, affediciliğini; Azizliğini anlayan insanlara veriyordu. Başka bir ifade ile Allah’ın mağfiret etmesi de azizliğinin bir sonucu. Bu bağlamda da devam edersek;

  1. ayete geçtik şimdi

“İnnellezîne yetlûne kitâballâhi”

“Allah’ın kitabını okuyanlar” birinci sırada Allah’ın kitabı vardı.

  1. sırada “Ve egâmus sâlâte” “Namazı dosdoğru kılarak ikame edenler”

“Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâr hak yolunda sarf edenler.

İşte onlar asla zarar etmeyecekleri bir ticareti ümit edebilirler.” Diyordu

Burada birinci sırada Allah’ın kitabı vardı. Ancak namaz ondan sonraydı. Bir işaret gördüm bir tefsir kitabında, cahil bir insanda sıdkıyetle Allah’a kulluk edebilir. Hiç ilmi olmayanın kitap okuması mümkün olmayacağı için burada da

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” ayetine işaret ederek de Kuran’ın tilavetine bir vurgu var burada.

Yani Kuran’ı hiç bilmeyen okuyabilir mi?

Allah’a sıdkıyetle ihlas tabi ki çok önemli ama bu ihlas ile beraber Allah’ın kitabını okuyabilmek içinde bir ilim gerekiyor.

Buradaki tilavet biliyorsunuz. Herhangi bir okuma değil dura dura, üzerinde dura dura düşüne düşüne okumak olduğunu hatırlatırım. Bunun ilk sırada gelmiş olması da

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” bir öncekinde ise

“Allah’tan hakkıyla ancak kullarından âlimler korkar” diyerekte bu aliliği Kuran’la beraber baktığımızda Kuran’ın ilim açısında âlim olmak açısından bilerek Allah’a kulluk etmek açısından ne kadar değerli olduğunu anlıyoruz.

Salat, namaz küçümsemiyorum haşa sadece sıralamadaki, tertipteki vurgusunu yapıyorum. Salat daha sonra gelmiş.

Fakat buda yetmiyor. “İnfak ederler” diyor onlar.

Neden infak ederler? O şeyden ki “Biz onları rızıklandırdık”

Bakın mallarından da demiyor. İlginç bir ifade var burada. Bizim rızık olarak verdiğimiz şeyler derken “Razagnâ” diyor. Orda na zamiri gelmiş. Demek ki biz veriyoruz diyor rızkı. Yani sahibi biziz, biz veriyoruz. “Bizim verdiğimiz rızıktan verirler” diyor.

Burada da ne oluyor maliki mülk vurgusu var. Yani malın sahibi Allah o rızkı verende Allah diyor ki: kendi malınızı verir gibi vermeyin sakın. Bilin ki onu size biz veriyoruz. Bizim size verdiğimizi bilirseniz malın sahibini, ben Erezzak’ım bunu bilirsen daha rahat verirsin. Ama ben kazandım dersen bir kere şirke düşmüş olursun. Allah’a haksızlık etmiş olursun. Birde vermen zorlaşır. Ama zaten bunu bana Allah veriyor mal benim değil ki, bende veririm.

Burada bir ayet var onu daha evvel konuşmuştuk.

“Onların mallarında sailler (isteyenler) için ve de mahrumlar için(isteyemeyen mahrumlar) malum bir pay vardır.”

Malum ne demek? Belirli bilinen bir pay vardır diyor. bu ne demek?

Şimdi bu benim değil, bende kazanmadım Allah verdi.

Allah verdiyse bu benim malımda bir pay var. Bu payı ben vermeliyim. Bakın bu sefer iş değişti. İnsan çok daha rahat veriyor. Ve de 1 lira değil 3 lira değil malum bir pay, belirli bir pay vardır diyor. Bunu nasıl konuşmuştuk.

Kazancını aldın. Sabit ya da ticaret gibi farklı gelir olabilir. Belirli bir yüzde, ya ben bu yüzdeyi ayırıyorum. Bu minimumu daha verebileceğin kadarı var.

“Sana sadakalardan sorarlar” diyor ayette. De ki: ”Sadakalar ihtiyaçtan fazlasıdır.”

Geri kalanıdır yani. Bu iki şekilde anlaşılabilir.

En lüks kıyafetleri giy en lüks lokantalarda ye bunları yap geriye bir şey kalmadı. Biraz kaldı ondan vereyim. Böylede değerlendirilebilir.

Ya da benim ihtiyaçlarımı tamamladım ben fazlası var. Bende bu fazlasını vereyim.

Bir hadis okumuştuk. Peygamber efendimiz (SAV) bir sahabemize şunu diyor:

Vallahi Uhud dağı kadar malım olsa; borcumu ödemek için ayırdığım en fazla üç gün kenara koyduğum paranın dışında hepsini( eliyle işaret ediyor hadiste var.) sağına, soluna, önüne, arkasına verme işareti yapıyormuş. Onunla dağıtırdım diyor.

Bakın Uhud dağı kadar altını dağıtıyor. Bir hadis daha okumuştuk.

Hz iaşe diyor ki: Resulullah vefat ettiğinde ancak şunları miras olarak bıraktı.

Beyaz bir katır, zaten vakfettiği bir arazi.

Başka bir şey yokmuş. Buradan bir şeyler anlaşılmıştır. İhtiyaçtan fazlası ne olarak.

Zaten bunları yaparsan işte.

“onlar zarar etmeyecekleri bir ticareti ümit edebilirler” diyor. Zaten bugün bu kısmı bolbol açıklayacağız. O anlamda vermek çok farklı bir kavram. İhtiyacın dışında.

İnfak konusuna biraz değinmek istiyorum. Bazı kavramları tekrar tekrar açıklamakta fayda var. İnfakı ben çok iyi anlayamamıştım. Bir ayet bana çok güzel anlamam vesile oldu. Hani Hz. Musa’nın kavmi Allah onları kurtarıyor ya, deniz yarılıp geçiliyor. Orada bir araziye geliyorlar ve orada kudret helvası ve bıldırcın veriyor rabbim. Yani çalışmayın etmeyin. Sadece bana kulluk edin diyor. Yani kamp gibi ben size bırakın dünya yiyeceklerini ulvi kutsi yiyeceklerden vereceğim diyor.

Kudret helvası ve bıldırcın. Ve ayeti kerime diyor ki Bakara suresinde:

“Ve bunların temiz olanlarından yiyin” diyor.

Ya şimdi bunun kirli olması temizin zıttı olarak söylüyorum. Kirli olma ihtimali var mı?

Bir kere kazan yani manevi kirlilik tabi yere düşüp kirlenmesi manasında değil.

Bir kere insan kendi kazanır. Kazancına haram karışır bir kirli olma ihtimali var bunun. Ama Allah’ın bizzat indirdiği ilahi bir rızıkta nasıl bir kirlilik olabilir? Bunu düşündüm. Demek ki kafalarından geçen şeyler, zihinsel bazı faaliyetler bunları kirli yani manen kirli, temiz olmayan duruma getirebilir.

Ne yaparlar yani dedim. Hikâye kısmı var tefsirat kısmı.

“sabahleyin kalktıklarında sabah namazında sonra bir bakıyorlar ağaç dallarında bunlar asılı, onları alıyorlar.” Şimdi şöyle düşün. A ne güzel Allah bizi rızıklandırdı ne güzel aldık. Eve götürdün çoluk çocuğunla yiyorsun.

İyide bunun hepsi 20 yaşında delikanlı değiller ki kurtulanlar. Yaşlısı var. Fakiri var hastası var. Âcizi var değil mi?

Onlar nasıl almaya gidecekler?

Yani bencillik etmeyeceksin diyor Allahu Teâlâ alacaksın onları önce ihtiyaç sahiplerine, komşuna, fakirlere vereceksin. Ondan sonra kendin yiyeceksin. Demek ki bunu yapmadığın takdirde o Allahi gıdanın bile kirli olması, manen kirli olması ihtimali var. Yani Tayyip olmama ihtimali var.

İşte bu önce kendine değil de başkasına verme durumuna infak deniyor.

Yani kendini öne almayacaksın. İnfak kelimesine baktım. Nafaka kelimesinden geliyor. Nafaka çıkmak demek. Tünellere bu nafak kökünden gelen kelime kullanılıyor Arapçada. Bu çıkmak. Aileye verilen parada nafaka yani ne demekmiş biliyor musunuz?

Senin cebinde ya, kasanda ya, kesende ya, çıkıyor ya işte o şey nafaka. Gerek ailene gerek şuna buna.

Peki, fakir adam infak yapmayacak mı?

Ne diyor Peygamber efendimiz: “tebessüm, sadakadır” diyor.

Ayeti kerime ne diyor?

“Eğer sen onlara verecek bir şey bulamazsan yanında” diyor. Yani imkânın yoksa “hiç olmazsa onlara güzel bir söz söyle” diyor.

Bak kendinden çıkıyor. Değil mi? Manen bir şeyin çıkması öyle, başkasını tercih etme, senden bir şeylerin çıkması, fedakârlık olarak çıkması.

Mesela otobüse bineceksin, birçok kişi geldi ya ben önden geçeyim de oturayım da diyebilirsin, aynı o kudret helvası bıldırcında olduğu gibi. Ya da başkalarına buyurun dersin. Bu da infak.

Çay koyacaksın mesela önce ben alayımda sonra başkalarına veririm demekte var.

Peygamber efendimiz kendisi en son kendine alırmış bir şey alacağı zaman, İkram edeceği zaman. İşte bunların hepsi infak yani çıkmak. Yemek yiyeceksin kendi önünden yemekte infak. Ya da güzel bir baklava dilimleri var en güzelini büyüğünü almamak, tepside ikram ediyorlar sen kimsenin beğenmeyeceği bir şeyi al buda infak.

Hani farklı bir pencereden anlatmak istedim. İşte “bizim rızıklandırdığımız şeylerden onlar infak ederler” peki nasıl infak ederlermiş.

“Sirrav” ne demek? Gizli demek.

Kelimenin aslı ne? Sır. Sır kelimesi buradan geliyor yani gizli. Sır olarak yani diyor ki Allahu Teâlâ “Kimseye bir şey söyleme”

Ben şu kadar fakire dağıttım da ettim de. Deme. Allah “Sirrav”ı önceye almış bak.

Diğeri ne “Ve alâniyetey” önce “Sirrav” demiş. Gizlide değil sır.

Yani sır gibi tut diyor.

Bir hadiste “O kıyamet gününde arşın gölgesi altında gölgelenecekler.” Diyor ya. Yedi sınıftan bahsediyor. O yediyi saymayalım ama bir tanesi ne biliyor musunuz?

Sağ elinin verdiğinden sol elinin haberi olmayan. Senin tercihin bunları söyleyedebilirsin ama bir şeylerden de mahrum kalırsın.

Hiç mi söylenmeyecek söylenecek ama ne diyor burda “ve alâniyetey “ diyor.

Burada aleni olarak tefsir kitaplarına baktım sadece zekât. Sadaka söylenmiyor. İnfak söylenmiyor. Ama farzlar aleni yapılabiliyor. Ya da teşvik manasında başkalarını teşvik etmek adına söylenebiliyor. Derler ki bana o kadar söylüyor ama kendi yapıyor mu? Göstermek adına.

Ama burada da tehlike var nefsinin hoşuna gidebilir. Ya ben dağıtıyorum yapıyorum. Benim şu kadar fakirim var şu kadar nafaka dağıtıyorum falan. Bu nefsani oyunlara dikkat edilmesi lazım. Şeytan sadece soldan ve arkadan yaklaşmıyor arkadaşlar. Sağdan da geliyor hatta ilerden de geliyor. Hatta ibadetlerde de böyle olması lazım. Bir fıkra var.

-iki arkadaş taşrada dağda dolaşıyormuş. Bir tane çoban görmüşler. Namaz kılıyor. Yanlarına gitmişler. Çok güzel namaz kılıyor. Demişler ki: şu dağ başında kimsenin görmediği yerde ne kadar ihlasla ibadet ediyor. Çoban Namazını bozmadan demiş ki -hem de oruçluyum.

Bu “Hem de oruçluyum”u kullanmayın Allah bilsin sır olsun yani.

“Sırran ve aleniyye onları verirler” diyor.

Burada birde sır kelimesinin ve aleni kelimesinin geçmesini şöyle söylüyorlar.

İnfak etmek sadece malla parayla değil dedik ya. Bir de ne ile olabilir?

İlim ile.

İşte burada diyor ki: sırları da verirler. Aleniyye olanlar da verirler. İnfak ederler

Yani bilgileri Allah’ın nasip ettiklerini kendilerine tutmazlar.

Derin manalarından biri de bu. Sır olarak gizli olarak verilenlerden de ilmi sır olarak aleni olarak verirler. Tabi kime ehline kaldırabilecek olana. Bilgiyi sözü hikmetle söyleyiniz.

Böyle yapanlar bir şeyi ümit ederler diyor bakın.

“yercûne” arada. Hani arada olmak vardı ya. Korku ile ümit arasında. İşte bu “Reca” kelimesi de bu fiili.

“Yercûne” fiili muzari. Cemi mükzekker olarak gelmiş onlar ümit ederler.

Neyi ümit ederler? Şimdi meful lazım.

“Ticâratel” “Ticareti” ümit ederler. Yanlış “ Bir ticareti ümit edebilirler”.

Neden nekra gelmiş? Belirsiz yani sizin bildiğiniz ticaret değil aslında bu.

Mahiyetini bilemeyeceğiniz bir ticaret.

El ticaret dese orada bildiğimiz bir ticaret ama” Ticâratel” mahiyetini tam bilemediğimiz bir ticaret.

Devam ediyor. “ticâratel len tebûr.” “len tebûr.” Da da terkibi levhi istikbal yani gelecek zamanın kesin olumsuzu. Peki mana ne gelecek zamanda bir şeyin kesinlikle olmayacağını söylüyor. Olmayacak olan ne burada? “tebur.” Bozulmak demek. Kesata uğramak, zararlı bir pozisyona gelmek.

Yani ne oluyor?

“zarar etmeyecekleri bir ticareti umabilirler”

Yani tebur olmayan bir ticareti ümit edebilirler. Yine Arapça bir kuraldan bahsetmek istiyorum.

Nekra kelimelerden sonra gelen bir cümle o nekra kelimenin sıfatı oluyor. Yani ticareti umabilirler. Sonra gelen kelime onun sıfatı nasıl bir ticaret?

“Len tebûr.” “İlerde zarar etmeyecekleri”

Şimdi burada bunların kullanılmasında şöyle bir şeyler var. Bir kere diyor ki:

Bu gelecekle ilgili yani hemen değil. İlerde olacak bir durum.

İkincisi de asla yani şüphe yok asla zarar etmeyecekler.

Birde “yercûne” derken ümit edebilirler derken, bak kesinlik yok yani. Bunu bunu yapanlar zarar etmeyecekleri bir ticarete uğramayacaklar değil. Ümit edebilirler.

Yani burada hepimiz dinleyenlerde Allah’ kulluk etme gayretinde olan insanlarız.

Hatta bazen takvalı şekilde işlerde yapıyoruz. şunu yapıyoruz bunu yapıyoruz.

Hiçbirimiz, hadi yemin etsin cennete gireceğine. Edebilir miyiz? Edemeyiz.

Biz ancak ne yapabiliyoruz? Ümit edebiliyoruz.

Bu kadar insan var Müslüman gayri müslim iman etmiş ama sapıtmış kimseler bunları eleseniz bir avuç insan kalır. Bunlar içinden takvalı olanlar var Allah’a yakın olanlar var. Onlar bile garanti göremiyorlar. Onlar bile ancak ümit edebiliyorlar.

Ya diğer insanların durumu ne olacak acaba?

Ve buna rağmen bizim kalbimiz temiz biz böyle olacağız diyenleri vallahi büyük cesaret olarak görüyorum.

Ha hüsnü zan etmek güzeldir ama birde gerçekler var. O gerçeklere de dikkat etmek gerekiyor.

Bu kelimelerin içerisinde bu şey var. Ama gerçekleşirse bu olay, yani Allah’ın hoşuna giderse bu yapılanlar. Buradakine söylüyorum. Kitap okunması, namaz kılınması, infak edilmesi, önceki sayfadakilerle beraber ki yani ne diyordu:

“gayb hakkında Rablerinden korkarlar. Namazı dosdoğru kılarlar.” ve nefislerini temizleyenlerle beraber beş tane etti. Bu beş taneyi yaptın. Eğer Rabbimin hoşuna giderse bunlar için ne var? tekid var. hani “len” “لَنْ” konusu neydi? Tekidi nefsi istikbal.

Yani bir şeyin kesinliği anlamında onlar bir anlamda, Allah katından söylüyorum. İnsan boyutundan söylemiyorum. Garanti, kesinlikle zarar etmeyecekler diyor.

Bakın hani soruyorlar. İslami iktisatla ilgili sorular var. İşte şöyle yapsam olur mu? Haram mıdır? Günah mıdır?

Faiz müesseseleriyle ilgili bir şeyler soruluyor ya özellikle faizsiz denilen müesseselerle ilgili. Finans kurumları ile ilgili söylüyorum. Onlar için şöyle deniyor. Tamam diyor sen oraya paranı yatır. Bankadan farklı mı olduğunu düşünüyorsun?

Tamam, ticaretin oluru şudur. Kar da vardır. Zarar da vardır. Kar aldığın zaman memnunsun da, zarar ettiğin zaman razı olacak mısın?

O zaman finans kurumuna bankadan farklı olarak gördüğün finans kurumuna paranı ver. Hemen yok ya neden zarar ettirdi? Öbür banka şu kadar faiz veriyor, bu vermiyor dersen. ooh samimiyetsizliğin ortaya çıktı işte ayvayı yedin o zaman.

Hatırlıyor musunuz? İhlas gurubuna ait bir şey vardı. İhlas finans insanlar paralarını batırdılar değil mi? Ağladılar, intihar edenler oldu bilmem ne.

İşte onlar ihlas sınavından geçti aslında. Sen fetvayı bil. Ticari kurumuna parayı yatır. Madem ticaret olarak onlar benim adıma ticaret yapıyorlar. Karlarından bana kar payı veriyorlar. Tamam e ticarette batmakta var onmakta var. Zaten faizden farklılığı da orada. Neden üzüldün?

Hakkını verdi aslında o finans kurumu farkında olmadan işin.

Ama buraya bağlayacağım mahiyeti. Diyor ki:

-zararın olmadığı bir ticaret Diyor.

İflas etmeyeceğin kesin kazanacağın bir ticaret.

Yani bizim kafamız hep para kazanmaya, dünya ticaretine çalışıyor ya. Rabbim de buradan bir misal veriyor. Yani kaybetme ihtimalinin olmadığı bir ticaret var işte, aklını kullan diyor Rabbim. Yapacakların da belirli zaten. Yukarıdakiler.

Fazla teferruata girmeyim.

Şimdi 30. Ayete geçelim.

“Liyuveffiyehum” “ Onlara verilir. İfa edilir” neler?

“Ucûrahum” “Ücretleri”

“Ve yezîdehum” “Onlara arttırılır. Ya da arttırır”

“Min fadlih” “Fazlından,fazlasından” arttırır.”

“İnnehû ğafûrun şekûr”

Şimdi burada Arapçaya biraz gireceğim ama li buna talil lamı deniyor.

Lamı talil deniyor. Fiili muzari nasb konusunda geçmişti. Hatırlarsanız belki.

İçin manası veriyor. Önceki cümleyi ikinci cümleye bağlıyor. Yani yukarının olmasının sebebi, bu ayetin başında geçen fiilin sebebi.

Yani şöyle olması için yapıyor deniyor Rabbim bunu.

Bunun özelliği bundan sonra gelen fiili muzarinin harekesini üstün yapması.

Manasına geliyorum. Çünkü de denilebilir buna.

Rabbimin zarar etmeyecek bir ticareti vadetmesinin sebebi şunun içinmiş.

Ecirleri tamamen ödeniyor. Ecir ne demek? Ücret, karşılık yani yaptığına karşılık.

“Ve yezîdehum” “Ve arttırıyormuş” Allah,

“Min fadlih” peki bunu neden yapıyor Allahu Teâlâ?

Yani “Ve yezîdehum min fadlih” demeseydi Rabbim ne olurdu?

Yani “Fadlından onu ziyadesiyle verir.” Demeseydi. Ne olurdu? Bunu deyince ne oluyor?

Size bir hikâye ile anlatmak istiyorum.

Mübareğin birisi adada tek başına yaşıyormuş. Günaha girebileceği hiçbir şey yok. Ve sürekli ömrünü secdede geçirmiş. Hep ibadet etmiş Allah’a. Hiç günaha da girecek ortam yok zaten tek başına yaşadığı için. Sonunda ahirette hesap günü Rabbim demiş ki:

  • Kulum sana adaletimle mi muamele edeyim, rahmetimle mi muamele edeyim?
  • Demiş ki: Rabbim ben hiç günah işlemedim hep de ibadette bulundum. Yani adaletinle muamele et demiş yaptıklarının karşılığını görmek için.
  • Tamam demişler teraziyi getirin. Bir tarafına ibadetlerini koymuşlar dağ gibi.
  • Diğer tarafına sadece göz nimetini koymuşlar. Ve göz nimeti ağır gelmiş.

Bak yukarda hep ibadetle ilgili şeyler var. Eğer sen karşılığını ticaret gibi yaptıklarının karşılığı gibi görürsen kurtarma şansın yok.

O yüzden diyor ki: – fazlından ziyadeleştirir onu diyor. Anlıyor musunuz?

Yani şimdi neden “Ümit ederler” i anlıyor musunuz?

Yaptın dağ gibi, mesela rüyanda gösterdiler Uhud dağı gibi ibadetin var. Tamam ben köşeyi döndüm yaşadım. Bak cennete gideceğin gösterildi demiyorum. Yani sadece ibadetlerin gözüktü. Sen ancak ne yapabilirsin o esnada ümit edebilirsin.

Ama ahirete geldi. Eğer sen böyle biraz ibadetim var. Bence kesin cennetliğim dersen sana gösteriyorlar.

Hatta tasavvufta bir şey var. Diyorlar ki. Öbür tarafa boynun bükük olarak, hiç olarak git diyorlar. Her şeyi terk et öyle git. Neden?

Eğer onlar olmadan ben şu kadar kitap okudum âlimim, şu kadar ibadet ettim abitim, şu kadar şunu yaptım, şuyum dersen. Karşına o iddianın karşısına çıkarıyorlar. Ama zaten bunlar bana Allah’ın lütfu idi ben sadece kulluğumla çıkıyorum. Bende bir şey yok dersen. Ama bunu sözde değil hal ile gerçekten söylüyorum bunu. Gidersen Allah’ın affetmesine vesile olacak halde olursun.

İbadetinle bile bak diyor ki Allah “ancak ümit edebilirler” ecri verilir diyor karşılığı. Ama Allahu Teâlâ onu ziyadesiyle arttırmazsa zor.

İşte bu ayetlerde bu var. Yani ayetleri boşuna okuyup geçmemek lazım. Niye bunu kullanmış? Niye yapmış diye düşünmek gerekiyor.

Bak ne diyor burada kitabı okuyanlar diyor yukarda.

Yani kitabı tilavet etmekten maksat ne? Bu incelikleri yakalayacak gayrette olmak.

Allah yakalattırıyor yine, Allah nasip ediyor. Ama sen bir gayret et. Neden namazdan önceye gelmiş?

Başka birisi örnek veriyor:

-Peygamber efendimize de gelmiş böyle sorular. O bile demiş ki ben bile yaptıklarımla, ibadetlerimle kurtaramam diyor.

Eğer bir kişi cennete girecekse biz Resulullah efendimiz olmasını ümit ederiz değil mi. Bütün insanlık giremese bile.

Ama kendisi de sistemi bildiği için ben bile ancak rahmeti ile diyor.

Çünkü bak biraz sonra göreceğiz o “Kur” ifadesinin manalarından birin de o var.

“İnnehû ğafûrun şekûr” peki neden bu gafurun şekurun sona gelmiş?

Bahsediyor, bahsediyor, bahsediyor. Şimdi bakın yukarıda ecirden bahsediyor. Hani kaybetmeyecekleri bir ticaret. Aslında onun neyle gerçekleşeceğini gösteriyor.

Yani kaybetmeme durumunu başka bir ifade ile kazanma durumunu Allah’ın hangi iki esması ile olacağını söylüyor.

Bu sistemin işleyişini gösteriyor Allahu Teâlâ, bunlarla diyor.

Bağışlamak, bağışlamak değil aslında bu. Doğru bağışlamak ama geçen hafta açıklamıştık hatırlarsanız.

Miğfer kelimesinden miğfer ne yapıyordu? Başı örtüyordu. Yani Allah’ın Es-settar esmasına yakın bir şey bu.

Bu geçmiş sohbetlere bakın, siteye yönlendirmek için değil bu ayetler birbirinin devamı. İnanın ben bugün dinledim. Konulardan dolayı ben etkilendim. Sanki ben konuşmamışım.

Kitabullah var önümüzde bunlardan konuşuyoruz, etkileniyorum tesirinde kalıyorum. Geçmiş sohbetlere bakıyorum, Allah’ın ilmi var çünkü kuranı kerim içerisinde onunla uğraşıyoruz.

Gafur örtmek demek. Bağışlama bunun sonucu. Yani Allah örterse zaten bağışlanmış oluyorsun. Bak burasını anlarsanız çok şey anlarsınız.

Hani Bakara Suresi 274. Ayette geçiyordu.

“siz içinizdekilere nefsinizi gizleseniz de aşikâr etseniz de, Allah sizi onunla hesaba çekecektir.” Diyor “ama Allah bunların dilediğini örter” diyor.

Örttüğü mizana gelmiyor. Allah biliyor. Sen örtmesi için, örtülmesi için çaba sarf edersen, tövbe edersen ve kendini düzeltme gayretinde olursan ya da başka bir şeylerle Allah’ın mağfiret etme derecesine girecek olursan bu şeylerle karşılaşırsan Allah bunları örtüyor.

Bak örtme ne demek biliyor musunuz? Güncel ifade ile.

Kayıttan silinme, Allahu Teâlâ bunu gafur diyor. Yukarda hiç hatadan bahsediyor mu?

Yukarı doğru ayetlere gelin. Günahtan bahsetmiyor, hep iyi şeylerden bahsediyor.

Buna rağmen gafur diyor Allah.

Demek ki Allah’ın hoşuna gidecek şeyler yapıldığında Allah’ın ilk ikramı hataları günahları örtmek oluyor.

Hatta öyle örtülür ki diyorlar. El gaffar, gafur ve gafir birbirine yakın manalardı. Kayıttan siliyor. Meleklerin hafızasından siliyor. Sağımızda ve solumuzda var unutmayın. Hatta kişinin zihninden siliyor.

Nasıl, nasıl bir ikramdır bu? Bak ikram diyorum. Aslında verilen bir şey yok. Silinmesi bile ikram.

Hakikaten yukarıya doğru bir bak Gafurluk bir şey yok. Yani ikram vericilik, Rezzak’tır. Kerimdir falan demiyor bakın direkt men gafur gelmiş.

Demek ki en büyük ikram MAĞFİRET.

hatta ayette görmüşsünüzdür. “lehum mağfiratuv ve ecrun kebîr”(Mülk 67.12)

“onlar için önce mağfireti söylüyor. Orada da eciri söylüyor.,

İşte şimdi ecire geliyoruz. “şekûr” diyor. Ne demek?

İnsan boyutuna bakarsan şükretmek. Allah boyutuna bakarsan kuluna yaptığı az şeyler bile olsa memnun olduğunda bunu arttırması.

“şekûr” olan Allah. Yani şükrediyor. Ama bizim anladığımız şekilde değil.

“şekûr” asıl anlamı memnun olma durumudur. Sizi memnun olduğunuzda birine teşekkür ediyorsunuz. Allah memnun olduğunda ne oluyor. “şekûr” oluyor. “şekûr” olduğunda da ne oluyor?

İşte o zaman arttırıyor. Yaptıklarının karşılığında insanlar cennete giremez. Allah ona ecirleri verecek ama yetmiyor.

Eşşekurluğu ile kat, kat, kat arttırdığında işte hiç zarara uğramayacak ticaret ümit ediliyor.

Başka birisi:

-Bu tövbe edenlerin durumu gibi oluyor. Nasıl ki tövbe ediyor bütün günahlar hiç yapmamış gibi kabul ediliyor ya. Birde artı sevaba döndürülüyor.

Tabi buda güzel Allah örtüyor. Birde bunları sevaba teptil eyle diyoruZ ya hani. Seyyielerini hasenata teptil et. Teptil ne? Dönüştür demek.

Eş şekur kısmı o. Biraz daha derine inelim bu manasıyla bile çok güzel.

Şimdi ecirden ne anlıyoruz biz? Ahirette ne ecir verilecek bize?

Cennette huriler var, meyveler var, cennet şarapları var… Bunun gibi güzel ecirlere verilecek bu.

Birde Allah fazlından ziyadesi ile verir diyor. Ziyadeleştirir diyor. Oda Allah’ın hiçbir ikramı ile karşılaştırılamayacak olan kendisini yani cemalini ikramı. Bu hiçbir ikram ile kıyaslanamayacak bir şey.

Kendini ikram ediyor. Allahu Teâlâ ibareyi biraz abartılı söylüyorum ki anlaşılsın diye.

Cemali, şu an Allah bize gayb değil mi? Bizim için gayb. Ama aleni olarak Rabbim sıfatlarının tecellisiyle gözüktüğünü düşün. Biz buna Cemalullah diyoruz.

İşte ziyadesiyle verir derken de bunu kastediyor.

Dışardan birisi

-Dünyada 100 sene cennette 1 saate denk değildir. Cennette 100 sene ise cemalullahı 1 saat görmeye denk değildir diyor.

Evet, yani bunu anlayan yunus emre ne diyor biliyor musunuz? Aslında bununda bir ötesi de.

Cennet cennet dedikleri

Birkaç köşk, birkaç huri,

İsteyene ver onları

Bana seni gerek seni

Diyor.

Kuranı Kerim’de birçok yerde Allah’ın veçhini dileyenler diye bir ibare var.

Yani diyor ki size ”Tamam ben karşılığını vereceğim.”

Ama bunu cennet için yapmayın. Diyor.

En azından benim veçhim için yapın ona yönelin diyor.

İşte benim bu ayeti kerimelerden anladığım bu.

Vaktimiz çok değil ama diğer Ayete bir geçiş yapalım.

“~~35.31~
وَالَّذٖى اَوْحَيْنَا اِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ هُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ اِنَّ اللّٰهَ بِعِبَادِهٖ لَخَبٖيرٌ بَصٖيرٌ “

“Vellezî evhaynâ ileyke minel kitâbi huvel haggu musaddigal limâ beyne yedeyh, innallâhe biıbâdihî lehabîrum basîr. “

“Vellezine” “o kimseler ki”

“Evhayna ileyke” “kendilerine vahyettiğimiz”

“Min kitabi” “Kitapta” aslında “Kitaptan”

“ Huvel haggun musaddigal limâ beyne yedeyh,” “O kitap ki hüve burada kitabı” gidiyor.

“El haggu” “Haktır.” Nasıl haktır?

“Musaddigal” “Tasdik edici olarak.”

“Lima beyne yedeyh” “Ellerinin arasındakini tasdik edici olarak” haktır.

“İnnallâhe biıbâdihî lehabîrum basîr. “

Şimdi sana vahyettiğimiz kitap derken kime kastediyor. Peygamber efendimize (SAV)

Burada ki kitap ne?

Kitaptan dediğine göre levhi mahfuzda olan aslı. Oradan vahiy oluyor. Biz biliyoruz ki Kuranı Kerim’in aslı levhi mahfuz denilen levhi meknun denilen, kitabı merkum denilen özel bir kitap alanı.

Levhi mahfuza kitap demek çok doğru değil ama bizim anlayacağımız şekilde formüllerin olduğu, zaman ve mekânın olmadığı, doğal olarak geçmiş ve geleceğin kayıtlı olduğu, onunda başında formüllerin olduğu sistematiğin ifade edildiği ve bunu bir şekilde rakamlarla orada ifade edildiği bir alan oradan yeryüzüne sana iniyor vahyediliyor. vahiy bir şekilde inme demektir.

Günümüz ifadesi ile tabiri caizse download ediliyor.

“El haggu” haktır, gerçeğin ta kendisidir. Yani insanlar kafalarında çeşitli sistemler, düşünceler kurabilirler. Bunlar hakla ne kadar örtüşüyorsa o kadar doğrudur. Ama işte hakkın kendisi o kitaptır.

Çünkü ana formüller Allahu Teâlâ’nın yasalarıdır. Ama bu ne yapıyor.

“musaddigal” tasdik ediyor. Neyi tasdik ediyor?

“beyne yedeyh” onların ellerinin arasındakilere. Burada ne yazıyor. Öncekiler diyor.

Öncekiler çok doğru değil, yani bu ifade ama bir şekilde kullanmak zorundayız.

Ellerinin arasındaki ne demek? Hali hazırda onların ellerinde olan, Önceden kendi ellerine verilmiş olan. Yani Yahudileri ve Hristiyanları kastediyor.

Onların ellerindeki kitabi tasdik edecek yani onlar kitabı görmüyor mu? Allah’ın indirdiklerini görmüyorlar mı?

Bu yeni bir şey getirmiyor. Sadece kemale erdiriyor. Daha olgun daha tekâmül bir hale getiriyor onları tasdik ediyor. Birde hak.

Yani kendi ellerinin arasındakiler tahrip edilmiş haliyle hakkı söyleyemeyebilir. Ama işte asıl hak burada daha ne istiyorsunuz? Diyor.

“İnnallâhe biıbâdihî” “Şüphesiz Allah kullarına”

“Lehabîrum basîr. “ “Habir ve basirdir.”

Bakın aslında bu cümlenin şöyle olması lazım.

“İnnallâhe lehabîrum basîrun biıbâdihî” olması lazım doğru mudur.

Bu cümlenin aslında böyle olması lazım ama “Biıbâdihî” yani kulları için olan kısım öne gelmiş. Bunu Ruhul Furkan da şöyle diyor.

Dikkatinizi çekerse bütün ayetlerin sonu hep r ile bitmiştir diyor.

Yani nezir, münir, nekir, gafur. Bunun sağlanması için. Ama biz biliyoruz ki Allahu Teâlâ bunu sadece kafiye olsun diye söylemez. Haşa eksiklik olur kitaba. Burada ne, vurgu var aslında.

Kulları için ifadesini öne alarak yani Allahu Teâlâ bütün kulları için haberdardır ve görendir. Fakat öncelikle, öncelediği, önemsediği kendi kulları. Yani imanlılar, yani özel kulları. Özellikle bunlar için habirdir ve basirdir.

Habir, haberdar olan demek.

Basir de gören olan demek.

Yani kesinlikle öyledir, şüpheniz olmasın manasındadır.

Neden böyle yapıyor. Şimdi birde habir, basirden önce gelmiş. Yani “ basirun habir” de olabilirdi.

Neden habir öne gelmiş. Habir daha böyle gizli şeyler içindir. Değil mi? Gizli şeylerden haberdar ama basir daha aşikâr.

Önceki ayete gidersek ne var? “Ve aleniyye” diyor ya bu da ona işaret yani siz bir şeyleri gizli ve aşikâr yapıyorsunuz. Ben hepsini görüyorum haberdarım.

Ama özellikle benim ilgi alakam özel kullarım için. Benim habir, yani gizli gizli yaptıklarınızdan haberdar.

Basir, aleni olarak yaptıklarınızdan emin olarak yaşayın. Le diyor ya tekit var orada. Kesin kez emin olarak gördüğümü bildiğimi bilerek yaşayın.

Neden yukarıda kuran vurgusu var. Ben peygamberinize benim âdetim olan önceki kitapların aynısını hak olarak gönderdim. Ama siz özel bir kavimsiniz. Benim özel kullarımsınız. Bunu bilerek yaşayın. Çünkü bir sonraki ayette göreceksiniz. “Biz kuranı seçtiğimiz kullarımızdan olanlara miras verdik” diyor.

Burada da işte özelliğe en son kavim olan, ümmet olan Hz. Muhammed (SAV) ümmeti olan bizlere burada “ibadihi” diyerekten kullarım diyerekten bize burada özelliğimizi anlatıyor.

Burada da ikram var. Yani görüyor musunuz? Ayeti kerimeler, Allahu Teâlâ’nın sistemini anlatmak açısından ne kadar güzel, latif ifadelerle dolu.

Allahu Teâlâ bize veçhini dileyerek. Sevapların, en ufak sevap kırıntısına dahi muhtacız ama ikramların en büyüğü olan Cemalullah ikramına ve daha yukarılarını nasip etsin inşallah.

Bizim ona uygun hal ve hareketlerde ve ibadetlerde olmayı nasip etsin.

Ne kadar yaparsak yapalım biz biliyoruz ki, cenneti hak etmiyoruz. Ancak rahmeti ile biz buna ulaşabiliriz. Allah’ta bize yaptıklarımızın ecrini ve bundan daha fazlasını fadlından bize ziyadeleştirsin.

Ve bizim hatalarımızı örtsün. Yaptıklarımız değil sadece, yanlış yaptıklarımızda da hatalarımızı örtsün. Ve Allahu Teâlâ şekurdur. Hem yaptıklarımıza karşılık kat kat fazlasını vererek bizi o ticarette ümit varı etsin. Hem de o biraz evvel söylediğimiz gibi en büyük ikramı olan cemalullahına ulaştırsın. İnşallah.

Ve kendisine şükrederiz ki, hamd ederiz ki bizi o kullarım dediği özel kulları arasına katsın. Buna hamdü senalar ve şükürler olsun.

“Ve âhıru dağvâhum enil hamdu lillâhi rabbil âlemîn. “ (YUNUS 10.10)

“Dualarının sonu da: “Gerçekten, hamd alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.”

Yasin (2. Sohbet)8-11. Ayetler “yazılı metin”

YASİN 2. SOHBET (8-11. AYETLER)

Evet Yasin Suresi’nin ikinci sohbetine başlıyoruz. Geçen hafta anlattıklarımızdan da biraz bahsedelim. Bu Yasin Suresi’nin ilk sayfası çok önemli. Bu sohbetler devam edecek biliyorsunuz. Bu sohbeti dinleyenlere söylüyorum. Mümkünse bu ilk sayfayı ezberimize alalım. Hatta birer ikişer ayet gidiyoruz ya, her hafta iki üç ayet ezberlersek Yasin Suresi’ni ezberlemiş oluruz. Yani bu bir fırsat. Çünkü Rabbimin değer verdiği bir sure. “Kuran’ın kalbi” diyor Yasin Suresi için Peygamber Efendimiz. Birçok şeyde okunmasını tavsiye etmiş. Hem dirilere hem de ölülere faydalı. Bilirseniz faydalı olur. Mübarek gün ve gecelerde okuruz. Bir tanıdığımıza okuruz. Hikmetini düşünmek üzere okuruz. Namazları sadece Kevser ve İhlas sureleri ile kılmamış oluruz. Teheccüde kalktığımız zaman uzun uzun okuyabileceğimiz bir şeyler olur. Biraz gayret etmekte fayda var diye düşünüyorum.

“Yâsîn”( يس )  – Yasin en yaygın ifadesi ile “Ey insan!” demekti. Peygamber Efendimiz(SAV)’in de isimlerindendi.

“Vel gur’ânil hakîm”( وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ). Bu; “Kuran hakimdir” değil, “hikmetlidir” de değil. Oradaki “vav” yemin idi. “Yemin olsun” diyor. Yemin vavı. Meallerde, tefsirlerde bu kısım atlanıyor. “Kuran’a yemin olsun ki” diyor, oradaki vav(yemin vavı).  Hani “Vet tîni vez zeytûni”( وَالتّٖينِ وَالزَّيْتُونِ ) ya da “Vel asrı”( وَالْعَصْرِ ) gibi onun da “yemin vavı” olduğu nasıl anlaşılıyor. Ondan sonra gelen isim sonu esreli bitiyor yani “vel gur’ane” değil “vel gur’anu” değil “vel gur’ani. Mesela “Vel asrı”, “Vet tîni”. Bakın sonu esreli bitiyor, o onun yemin olduğunu gösteriyor. “El-hakim” de kuranın sıfatı. Üç şekilde idi hakim biliyorsunuz: Yani bir hükmü sürekli, her zaman her yerde geçerli. İkincisi hikmet içeriyor. Sürekli ve devamlı içerisinde hikmet öğeleri bulunan bir Kuran. Yani boş sözler ve kaba ilimler değil haşa. İçerisinde nice hikmetlerin olduğu bir kitap. Bir de “mukem”  anlamı vardı mukem de “her tarafı her tarafı ile uyumlu örtüşüyor” birbirlerinden bağımsız değil, birbirlerini tamamlayan ayetler olarak vardı. Hani “Kuran’ın tefsiri Kuran’dır” da bu “hakim” sözünün manalarından.

“İnneke”( اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ ) – “Şüphesiz sen”. Sen dediği kim? Peygamber Efendimiz’e hitap var. Zaten Yasin’in “Ey insan!” hitabının Resulullah’ı kasteden bir hitap olduğunun da göstergesi.

“leminel murselîn”( لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ) – Sen mürsellerdensin. Resul olarak, elçi olarak gönderilmişlerdensin. Rabbim Peygamber Efendimizi tekid için, bu görevi için Kuran’a yemin ediyor. Yani bu Kuran’a yemin olsun ki sen öylesin. Bir de “inneke” diye “Şüphesiz ki sen öylesin” yani “Hiç şüphen olmasın” diyor. Aynı zamanda ne idi? “Minel mürselin” demekle de “Bir grup var, sen o gruba dahilsin, yani bütün o gönderilmiş o elçiler beni tebliğ ediyorlar”. “Yani bir görevlisin”. Yani görevli olduğunu hatırlatıyor. Ama orda da bir tekid var yani “Ben de seni destekliyorum”. Yani “Sen herhangi birisi de değilsin”.

“Alâ sıratım mustegîm”(عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ). Bir sıratı müstakim üzerinesin. Yani orada marife yok nekra vardı, belirsiz, bilinmeyen, kendine özgü, kimsenin anlayamayacağı dosdoğru bir yol üzerinesin diyerek de Peygamber Efendimiz(SAV)’in diğer mürseller, resuller arasında da farklı bir konumu olduğunu ifade ediyordu.

“Tenzîlel azîzir rahîm”(تَنْزٖيلَ الْعَزٖيزِ الرَّحٖيمِ). (Bu kitap) aziz ve rahim olan Allah’ın bir indirmesidir. Neden indirme? Rabbim indirmeden bahsediyor. Diyor ki bu ilimlerin çeşitleri, öğreniliş metotları vardır. Sağdan, soldan, önden, arkadan öğrenebilirsin ama yukarıdan öğrenemezsin. Yukarıdan ancak ben indiririm. Yani bu kitabın aslı yukarıdan, sana yukarıdan aşağıya indirme. Yani semadan indirme. Mesela Avrupa’ya gidebilirsin eğitim almaya ya da Ortadoğu’ya gidebilirsin, yatay olarak gidebilirsin fakat Kuran’ı öğrenme yukarıda. Yukarıya gidemezsin, yukarıdan ancak indirme şekline olursa Kuran olur. O yüzden tenzil. Yani kıymetini bilin. Yani herhangi bir kitap gibi de okumayın. Çünkü taaa yukarılardan Allah’ın tenezzülü ile indirme. Tenzili rütbe ile indirme. Tenzili biliyorsunuz? “Nezzele” fiilinin mastarı. Bu şekilde indirme, unutmayın. Çünkü neden? Aziz’in indirmesi. El-Aziz Allahû Teâlâ’nın esmasından. Bir güç, otorite sahibi demek. İkincisi saygınlık demek. Yani hem yetkisi var ama yetki ile beraber de saygınlığı var, izzeti yani. İzzet kelimesi buradan geliyor. Kimin indirdiğini de bilin. Ama yanına bir de Rahim gelmiş. İşte burada da yumuşatıyor. Fakat o kullarına da merhametli. Yani acıdığı için bunu gönderiyor. Allahû Teâlâ acımasa da yani sadece aziz olsa ne olurdu? Bilmenizi isterdi. Ben size akıl verdim. Hidayet ….. verdim. Hadi bulun beni. Hadi Kuran’da yazılanları bulun. Ne kadar zor değil mi? İşte ben Rahimim size de acıyorum. Rahmet ediyorum. Rahim olanın Kuran’ı. Burada “Rahman” dememesi de ilginç değil mi? Demek ki bunu biraz sonra ilerde anlayacağız diğer ayetlerde. Özel bir rahmet olan rahim tecellisi ile indiriyor. Yani ilerde göreceğiz aslında, bizim şeyimiz bu. Sen ancak Kuran’a tabi olan kimseyi uyarırsın derken de bu kitap ancak zikre uyanlara, yani Mümin olanlara, inananlara faydası dokunur. O yüzden Rahim. Rahman değil yani.

“Li” için demek. Peki niye Allah’ın resulü gönderilmiş ya da bu kitap inmiş? “Tunzira”( تُنْذِرَ) inzal etmek için “gavmen”( قَوْمًا) bir kavmi. Nasıl kavim o? Orada sıfat olarak geliyor? “mâ unzira âbâuhum”( مَا اُنْذِرَ اٰبَاؤُهُمْ) Ataları uyarılmamış olan kavim. “fehum ğâfilûn”( فَهُمْ غَافِلُونَ) Ve Onlar gafletteler. Burada ilginç bir ifade var. Yani O kuran indirildiği zaman o Kureyşi, o devri düşünün. Bir özellikleri var mı o devrin? Yok. Yani medeniyeti çok gelişmiş değil, çöldeki bedeviler, mesela Romalılar var o zaman değil mi “Rum” denilen. Aynı zamanda Persler var. Onlar müthiş medeniyetler. Hatta bir tarihçinin ifadesi ile Arap topraklarını fetih bile etmek istememişler. “Napacağız ki? Ne yedireceğiz askerlerimize?” demişler.  Yani halkı cahil, toprağı verimsiz, bir şey yok yani. O bölgenin çok büyük bir özelliği yok. Hani Hz. İsmail örneğindeki gibi su bile yok. Ama bir değişik şekilde onlarda ne var? Kibir var. Ataları ile övünüyorlar. Burada da “kavmen” kelimesinde şöyle bir şey vardı “bir kavim”. “El-kavim” demiyor yani o kavime demiyor, bir kavme. Yani rabbim burada önemsemiyor. Babaları da uyarılmamış diyor. Şimdi o kavmin Arap toplumu o zaman, cahiliye Araplarından bahsediyorum, en büyük özelliği ne? Geçmişi ile övünmesi. Atalarımız şöyle, atalarımız böyle. Diyor ki; “Atalarınızla neden övünüyorsunuz?” Uyarılmamışlar bile. “fehum ğâfilûn” Gafletteler, ne yaptıklarını bilmiyorlar? Siz ne yaptığınızın farkında mısınız? Yani “Övünüp duruyorsunuz, kibirdesiniz ama ne yaptığınızı biliyor musunuz?” manasında.

“Legad”( لَقَدْ) Kesinkes. Bu legad geldiği zaman Allahû Teala çok vurgulu bir şekilde ifade ediyor hatta yemin olsun ki, kasem olsun ki, elbette ki, gerçekten ki manalarına geliyor.

“haggal gavlu”( حَقَّ الْقَوْلُ) Haggal, hak oldu demek. Ne hak oldu? Gavl. Gavl ne demek? Söz. Söz hak oldu. Kime? “alâ ekserihim”( عَلٰى اَكْثَرِهِمْ)Onların ekserilerinin üzerine o söz hak oldu. Bu sözün ne olduğu konusunda tereddüt etmişler. Ama tefsirlerin çoğunda şu var. Hud Suresi 119.da: “Böylece Rabbinin cehennemi cinlerle ve insanlarla tamamen dolduracağım sözü yerine gelmiş oldu”( وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَاَمْلَپَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعٖينَ) ifadesi var.
Bir de İsra Suresi 16.da bir ifade var: “Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.”( وَاِذَا اَرَدْنَا اَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً اَمَرْنَا مُتْرَفٖيهَا فَفَسَقُوا فٖيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمٖيرًا ) Yani şimdi bir gafil olan kimseler var, onların üzerine de bir hak söz var. Rabbim kızıyor, yani gadabı geliyor. O kadar uyarılar, şunlar bunlar geliyor fakat yeterince iman etmiyorlar. Onların üzerine bir söz var, o söz de yerine geldi ifadesi var. Mesela Yasin Suresi’nin 69. ve 70. Ayetlerine bakalım orada da böyle bir ifade geçiyor:

“Biz, ona şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O’nun getirdiği sadece bir zikir ve apaçık bir Kur’an’dır.”( وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ ) Ne için?

“Liyunzira men kâne hayyev ve yehıggal gavlu alel kâfirîn”( لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرٖينَ )Hayatta olanı, hay olanı, diri olanı uyarmak ve kâfirlerin üzerine hak olan sözü söylemek için. Yani azap sözü. Bu var. Bunu bütün tefsirlerde görüyoruz. Bunu bu şekilde alabiliriz ama bazı tefsirlerde şunu gördüm. Yani hak söz tamamen ortaya konuldu. Onlar gerçek sözü duydukları halde inanmazlar manası da verilmiş. Yani Allah’ın sözü var ya “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah”. Bu sistemle ilgili sözü. Bu hak bir söz değil mi? Gavl değil mi? Bu hak oldu, gerçekleşti. Yani yeryüzüne kitap olarak Resulleri tarafından indirildi. Yani “ve gul cael haggu ve zehekal batıl” var ya, bu anlamda da bunu daha anlamlı buluyorum bu ifadeyi. Çünkü öbür türlü, yani ben cehennemi bütün insanlarla ve cinlerle dolduracağım sözü gerçek olursa o zaman niçin babaları daha evvel uyarılmamış bir kavime bir uyarıcı olarak gelsin? Zaten belli her şey değil mi? Yani burada benim hak sözüm, yani hak sistemim gerçekleşti manası bana daha mantıklı geliyor. Bir de zaten “ekserihim” diyor. “Onların çoğuna” yani bir yırtma şansı da var. “Fehum la yuminun” Fakat onlar iman etmiyorlar. Bugünkü ayete geçelim:

İnnâ cealnâ fî ağnâgıhim ağlâlen fehiye ilel ezgâni fehum mugmehûn( اِنَّا جَعَلْنَا فٖى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ ) Çünkü biz onların boyunlarına halkalar geçirmişiz, bunlar çenelerine kadar dayanmıştır artık onların başları kalkık durumdadır.

İnnâ(اِنَّا ) Şüphesiz biz

Cealnâ(جَعَلْنَا ) Yaptık, kıldık, ettik. Ne yapılmış?

fî ağnâgıhim(فٖى اَعْنَاقِهِمْ) Onların boyunlarında

ağlâlen(اَغْلَالًا) Halkalar. “Gul” diye bir ifade var. Gul, Kuranı Kerimde birçok yerde geçiyor. Cehenneme sürülecek, cehennemle ilgili ayetlerde, ahiretle ilgili ayetlerde mücürlerin boyunlarına bir halka geçirildiğinden bahsediliyor ve o şekilde gönderiliyor. Demir halkalar. Ve bu

fehiye ilel ezgâni(فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ) Ezgan, çeneler demek. Çenelerine kadar dayanmış. Şimdi bu ahirete özgü bir ayet mi yoksa dünyada mı bahsediyor? Dünyada bu. Var mı böyle gerçekten bir halka? Yok. Yani bu gerçekten demir, katı bir demir halde yok. Peygamber Efendimiz(SAV) Kureyşlilere, Mekke halkına hitap ederken hepsi boyunlarını Afrikadakiler gibi böyle bir halka mı geçirmişlerdi. Değil. Demek ki bu mecaz bir ifade. Ne yapıyor rabbim? Onların boyunlarına geçiriyor ama manen geçiriyor. Peki, onlar ne yapıyormuş yani halka geçirildikten sonra ne oluyorlarmış?

fehum mugmehûn(فَهُمْ مُقْمَحُونَ) mugmehun denilen bir halde. Gamaha, devenin bir hali imiş. Böyle suyu sevmediği zaman ya da doyduğu zaman bir şey istemediği zaman şöyle boş başını geriye doğru atarmış deve. Bu hale benzetilerek işte o boyunlarına geçirilen halkalar kişide öyle bir etki yapıyormuş. Kafanızda tahayyül edin. Bir insan düşünün. Gerçekten demir halkayı geçirin, çenesine kadar dayansın. Bakın çeneye dayansın. Ne olur o kişinin durumu? Yani şöyle kafası yukarı bakan değil mi? Sen karşındasın, gözlerini aşağıya dikmiş, boynu da kalkık bir şekilde durur. Bu size hangi duruşu çağrıştırıyor? Şimdi demir halkayı çıkarın ama pozisyonu aynı. Hangi kimseler dolaşır böyle? Kibirliler, hani burnu kalkık derler ya. Bakın boynu kalkık, çenesi yukarıda dolaşırlar. Yani bu manevi bir halka. Ahirette zaten bu dünyada nasıl olursan ahirette onun temsili bir şekilde görünüşünü rabbim sana orada getiriyor. Yani insan burada kişilerin, kimden bahsediyor birinci anlamıyla? Sebebi nüzul olarak değerlendirirsek Mekke halkını. Müşrikleri kastediyor. Ekabirleri, kibirlileri. Şimdi Peygamber Efendimiz(SAV) geliyor.  Kavmini uyarıyor ama onlarda bir hal var. Öyle ataları ile övünüyorlar değil mi? Cahiliye adetleri var. Kendilerinde bir kibir var. Böyle kibirli oldukları için çeneleri yukarıda bir şekilde dolaşıyorlar. Sanki boyunlarına bir halka geçirilmiş gibi. Ama bakın burada geçirdik diyor rabbim. Demek ki geçirilmiş Allah tarafından. Yani şu şekilde mesela “Biz onları daha önce mühürlemişizdir” diyor. Yani şimdi Allah mühürlemiyor aslında. Yani onlar yaptıkları ile kendilerini öyle bir hale getiriyorlar ki rabbim de onların hidayet mekanizmalarını, kolaylıklarını gidererek kalplerini mühürlemiş gibi oluyor.

Yani biz onlara geçirdik diyor. Çünkü günümüze de hitap etmesi amacıyla sadece geçmiş zaman olarak değerlendirmemek gerekiyor. Şimdi biz onların boyunlarına geçirdik derken aynı kalplerin mühürlenmesi gibi kendileri kibirleri sebebi ile öyle bir duruş sergilediler ki bunların büyük çeneleri kalkık şekilde yere bakmıyor o gün. Gözü yerde değil mütevazı insan ne yapar? Başını böyle yere eğer değil mi? Kibirli insan ne yapar? Başını yukarıya doğru getirir. Başını yukarı getirerek kibir haline geliyor. Allahû Teâlâ da boynuna halkayı geçiriveriyor. Yani etken kişi. Yani kibir halkası geçiriyor. Allahû Teâlâ hiç sebepsiz yere onların boyunlarına geçirmiyor. Bu haksızlık olur bu zulüm olur. Özgür iradeye haksızlık olur. Kendileri öyle bir hale geliyorlar ki yaptıklarından dolayı da Allahû Teâlâ manen o halkayı geçiriveriyor onlara. Şimdi bu kuran meallerini değerlendirirken Allah’a bazı yanlış şeyleri isnat etmemek lazım. Bakın “Rahim” diyor. “Aziz rahim kuranı indirdi” diyor “uyarman için”. Şimdi uyaran Rab niye durup dururken taksın onların boyunlarına? Gıcığı mı var insanlar gibi? Haşa. Yani bunlar meallerde, tefsirlerde açıklanırken çok dikkat edilmiyor. Allahû Teâlâ’ya bazı hak etmediği sıfatlar isnat ediliyor. Allahû Teâlâ; Hâdidir, Rahmandır, Gafurdur, Rahimdir, kullarına merhamet eder. Değil mi? Ama kişi de ben illa öyleyim diyorsa da sistem de tak diye halkayı geçiriveriyor. Yani sistemde var olan şeyler geçiriyor. Kelimelerine geçelim:

“Ağlâlen” (اَغْلَالًا ) – “Gıllin” diye bir şey var. Hicr Suresi ile Müminun Suresinde geçiyor. “Biz onların sadrlarında gıllin olarak ne varsa onları söküp çıkarırız da cennete öyle koyarız” diyor. Şimdi cennete girebilmenin şartı mutmain nefis olma durumu ve böyle göğsündeki gıllin denilen mırık, cırık, kötü duygular, haset, fesat, kibir gibi hallerin duyguların olmaması. İşte bu gibi duygulara gıllin deniyor. Ve gıllin aynı zamanda ağırlık demek. Şimdi boyunlarına geçirilenlerin malzemesini anladınız mı? Bakın yine kendilerinden. Kendilerinin o gıllin duyguları nesneleşiyor bu sefer de boyunlarına geçiyor kibir olarak. Kendileri yapıyor yani. Bir söz var ya “Cehennemde ateş yok, kişiler ateşlerini kendi götürüyorlar”. Yani boyunlarına geçirilen halka da kendi gıllinleri ağlalen oluyor. Aynı kökten. Tefsirleri yaparken hep köklere kelimelere dikkat etmek durumundayız. O gıllini, neden kullanmış rabbimiz? Buradaki ağlalen kelimesini halkalar kelimesini niye kullanmış? Yani hep sebep sonuç ilişkisini unutmayacağız. Dünyadaki sistem sebep sonuç ilişkisi üzerine kuruldu. En azından bizim algıladığımız sistemde.

Biraz diğer manalara bakalım. Bırakalım müşrikleri şimdi günümüze de bakalım. İnsanlar kendi kendilerinin oluşturdukları vehimlerden dolayı, nefislerinin bazı özelliklerinden dolayı, şeytanın da kandırmalarından dolayı kendi kendilerine bir vehme kapılıyorlar. Bu da kibir. Psikolojide şöyle bir şey var. Aslında aşağılık duygusunun bir sonucu kibir. İlginç değil mi? Yani kişi gerçeklerini biliyor. Ondan da rahatsız bir şekilde aslında normal. Ben bir insanım. Müslümanın izzetinin dışında gururu gerektirecek herhangi bir durum yok. Allah’ın verdikleri ile ancak gururlanırız değil mi? Seviniriz, övünürüz. Fakat onun dışındakiler şeytani vasıflardır. Kişi bundan bir şekilde rahatsız, aşağılık duygusu var. Psikolojideki bu savunma mekanizmalarından birisi ile kendine kibir addediyor. Kendini olduğundan daha fazla görüyor. Sistemi beğenmiyor. Bir şeyleri beğenmiyor kendini beğeniyor. Gururla da kendini şişiriyor. Ama bunun bir sıkıntısı var. İşte rabbim bu hali nasıl tanımlıyor? Sanki boyunlarına bir şey geçirilmiş gibi. Demek ki yani günümüzde de bir adamda kibir alameti olursa hangi vaziyette oluyor? Kafası arkaya doğru bir şekilde. Yeri görebiliyor musunuz? Bu şekilde yolda yürüyün. En ufak bir taşta bile takılıp düşersiniz. Yani hataya sürükler. Bırakın yüksek imanı, değerli şunları bunları, önündekini göremezsiniz. İşte rabbim de bu şekilde resmediyor onları. Neden çene dedim? Birinci olarak kafaya pozisyon vermek için. Bir de şu şekilde halka geçirilmiş insan rahat konuşabilir mi? Bir tefsirde şöyle geçiyor: Bu halkalar manevi halkaların geçirilmesinin sonucu olarak kişi kendi anladığı idrak ettiği yerleri imanın tasdiki olan sözleri bile söyleyemez diyor. İfade edemez. İman ettim sözlerini bile söyleyemez. Kilitleniyor yani bir şekilde. Onun sonucu da bu şekilde olur diye düşündüm.

Bir sonraki ayet de bununla çok alakalı. İkisini beraber değerlendirelim. Yine “cealne” diye geçiyor.

Ve cealnâ mim beyni eydîhim seddev ve min halfihim sedden feağşeynâhum fehum lâ yubsırûn.

( وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدٖيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ)

Ve cealnâ(وَجَعَلْنَا ) –  biz yaptık

mim beyni eydîhim sedden (مِنْ بَيْنِ اَيْدٖيهِمْ سَدًّا ) – iki elinin arası demek aslında ama önlerine diyelim, önlerine bir set çektik

ve min halfihim (وَمِنْ خَلْفِهِمْ ) – halfe de arka demek. Arkalarına da bir set çektik.

Feağşeynâhum (فَاَغْشَيْنَاهُمْ )– gaşiye; örten, saran, bürüyen, çevreleyen demek. Bir şekilde de onları çepeçevre kuşatmışızdır, sarmışızdır, örtmüşüzdür. Buna İngilizcede “cover” deniyor. Çevrelemişizdir, engel mahiyetinde bu. Ne yapıyorlarmış peki?

fehum lâ yubsırûn (فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ ) – Mekkeli müşrikler Peygamber Efendimiz(SAV)’e suikast düzenlemek istiyorlar ya. Tek tek öldürmeye cesaret edemiyorlar. Öyle gayretleri de var. Ne yapalım diyorlar? Her evden bir delikanlı çıksın. Geceleyin baskın düzenleyelim. Öldürelim. Günümüz tabiri ile kim vurduya gitsin. Herkes de ben yaptım ben yaptım deyince suçlanacak kimse de olamaz. Çünkü her ne kadar Peygamber efendimize iman etmeseler de kavmiyetçilik o kadar yüksek ki kureyşten ya da haşimilerden birinin öldürülmesi demek çok kötü bir olay.  E inanmıyor. Hayır, bizden o. Bizden birini nasıl öldürürsün? Yani o koskoca bir kavmin, kabilenin, aşiretin diğer kavme saldırması da düşmanlığı da söz konusu. Buna da cesaret edemiyorlar.  Şimdi Ebu Talib inanmadı ama çok ciddi bir şekilde korudu. Hatta Ebu Leheb amcası biliyorsunuz. Amcası da koruyor belli bir yerlerde. En büyük İslam düşmanı, yine de yapıyor. Dolayısıyla cesaret edemiyorlar. Böyle bir şey düzenliyorlar. Peygamber fendimiz ne yapıyor? Hz. Ali’yi yatağına yatırıyor. Üzerini de örtüyor. Evin çevresini sarmışlar. Ama çıkıp gidecek. Ama bir sürü insan pusuda. Ne yapıyor? Bu ayeti okuyarak Peygamber efendimiz eline bir toprak alıyor. Atıyor. Onların önlerine ve arakalarına manen bir set oluyor. Kendi aralarında da zaten bakın

fehum lâ yubsırûn – Onlar da görmezler. Bu bilinen manası. Yani hikmet dolu Kuran ya. Yasin’in de böyle hikmetleri oldu. Hatta benim arkadaşlarımdan bunu yapanlar var. Yani bir savaş sırasında bunu yaparak oradan kurtulduklarını anlatanlar var. Yani peygamber efendimiz değil bir Müslüman da bu durumda yaptığında etkili olur. Bizzat kendisi o anlattığı olaydan net olarak kurtulmuştu.

Bediüzzaman Said Nursi’nin de bunu yaptığı ile ilgili bir hikaye de var. Bu Allahu Tealanın hikmeti, Kuran’ının Yasin’deki hikmetlerinden biri. Bunun gibi nice hikmetleri vardır.

Peki şimdi hangi ayetin arkasından geldi. Manen boyunlarından çenelerine kadar gelen bir demir halka var. Yukarı doğru bir duruşları var. Önündekini göremezler dedik. Zaten o haliyle önünü göremiyor. Rabbim bir de önüne set çekiyor. Bir de arkasına set çekiyor. Bir de çepeçevre kuşatıyor. İlk önce şunu dedim ben. Ya ön ve arka var da şeş cihet var. Altı cihet. Şimdi iki sıra geriye kalan 4 var. Bunlar ne olacak dedim? İşte “Feağşeynâhum” da o. Yani dairesel olarak çepeçevre yani kürenin çerisinde gibi. Her boyuttan bir engelleme var. Ne kadar kötü bir şeyi hak etmişler ki rabim nasıl bir daha dünyada iken engel sistemi koyuyor ona.

Bakın kelimelere gidelim. “mim beyni eydîhim sedden” Bu ifade biliyorsunuz çok geçiyor. Ayete-l Kürsi’de de var. Önleri ve arakaları olarak çevriliyor. Hakikaten öyle. Anatomide de okuduk. Bir kişi şöyle resmedilir. Ayakta duran. Elleri yana doğru hafif açık ama avuç içleri önde doğru bir insan tipi var. Ön arka derken o modele göre ders işlenir. İnsan yapısı öyle anlatılır. İki eli arası neresidir kişinin önüdür. Hani iki göz nereye doğru giderse oraya gider. Ama rabbim iki gözün arası dememiş, ellerinin arsı demiş. Eller yapmayı temsil eder. Kişinin yaptıkları. Eli ile yapmıyor mu kişiler? Ne diyor “Onların başına gelen musibetler kendi elleriyle yaptıkları”. Yani iki elin arası ne demek? İşte burada kader inancını anlatıyor rabbim. Kendi elleriyle yaparak ön oluşturuyorlar. Zaman olarak ön. Yani tercihlerde bulunarak yaparak kendilerine bir yol çiziyorlar. Mesela buna fizikte “entropi” zamanın yönü deniyor.  Öne doğru gidiyor. Yapılan burası. Ön.

“Halfihim” ne? Arka. Neden arka? Bir zaman çizgisi düşünün. Bu ön ellerinin arası gelecek. Halfehum da arka, geçmişi. Artık geçmişlerinin ve geleceklerinin önüne set çekmişizdir diyor. Ne demek istiyor rabbim? Ne geçmişleri, neyden ders alır onlar? Ataları uyarılmamış ya. Ataları uyarılmamış gafil. Gafil neler yaptıklarına bir bakın. Başlarına neler gelmiş. Oradan ders alamıyorsun. Bir de öğüt dinlemiyorsun. Kapalı ya, kibirden kafası yukarıda. O zaman önünde de senin gidebilme alanını da daraltıyorsun. Geleceğini de düzeltmiyorsun bir şekliyle. Bir şey göremiyorsun. Görmenin sonucu nedir düzeltmektir. Bir şeyi görürsün. Arabanın önünde cam var. Onu bırakın otomatik giden tren var. Makinist yok. Ama önünde sürekli seyrediyor, acil bir durum olabilir diye. Yani görmek çok önemli. Gördüğünde düzeltirsin müdahale edersin çünkü.

Bir de bu değil “Feağşeynâhum” diyor. Bir de onu kaplıyor. Onu her cihetten de bir engel var. Buna bir tefsirde vahiy yukarıdan geliyor ya tenzil. Yukarıdan vahyin inceliklerini hikmetlerini anlama şeyi de gidiyor. Hani onların kulaklarında ağırlık vardır. Ya da seninle onlar arasında bir perde koyarız da kuranı anlamazlar diyor. Yani bir şekilde kuranın inceliklerini anlama idrakları da gidiyor. O gidince tabi yine “yubsirun” olma durumu ortadan kalkıyor. Onların kalplerinde mühür vardır. Kulaklarına mühür vurduk. Gözlerine mühür vurduk. Ne yapıyorlar, görmüyorlar. Bakın Allah vurmuyor mührü. İlk önce hak ediyorlar. Allah da sistem gereği onlara hak ettiklerini veriyor.

Diğer ayete geçelim. 10. Ayet:

وَسَوَاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

Ve sevâun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum lâ yué’minûn.

Sevaun (سَوَاءٌ )– sevaun müsavidir demek. İki kısmın eşitliği, seviyedir. Aynı seviyedir. İki parça düşünün. İki seviye var ya. Bunun eşit olması durumu. Mesela tesviye diyoruz biz. Yani zımparalayarak, yontarak o mesafe farklılıklarını gidermek. Burada “sevaun” diyor eşittir, müsavidir yani.

Aleyhim (عَلَيْهِمْ )– Onlara. Onlar dediği yukarıda bahsetmiştik.

E enzertehüm (ءَاَنْذَرْتَهُمْ ) – e, em bir kalıptır. Şöyle şöyle olsa da şöyle şöyle olsa da anlamına geliyor. E enzertehüm, onları inzar etsen de.

Emlentünzirhum (اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ ) – İnzar etmesen de şeklinde bir kalıp bu. Müsavidir. Değişen bir şey olmaz.

La yüminun (لَا يُؤْمِنُونَ )– onlar iman etmezler. Şimdi bunlar kimler biliyor musunuz? Kendi kendilerine kibirleri olup da geçmiş atalarına uyup da kendilerini gıllınlere buradaki oluşturdukları yüzünden, kafaları yukarı gitmiş insanlar var ya. Onlar artık kendilerini kapalı hale getirmişlerdir. Allah’ın koyduğu kilitlerle beraber de. Artık bir değişim olmaz onlarda. Uyarsan da bir onları(inzar etsen de), uyarmasan da bir. Ne yapıyorlar? İman etmiyorlar. Artık onlar kapalı. Burada biraz evvel bahsettiklerimize dönecek olursak.

Adama sormuşlar? Hayatta en kolay şey nedir? Demişler. Cevap vermiş. Nasihat vermek. En zor şey ne demişler? Değişim. Dünyada en zor şey değişimmiş. Şimdi bakın ataları uyarılmamış ve gafil olan, şuurunda olmayan bir kavim var değil mi? Allah’ın Resulü ne ile geliyor? İnzar etmekle. Bunu dünyadaki karşılığı değişim olmalı. Bırak bu kafayı. Hani onların atalarının dinindendir meselesi var ya o. Günümüze gelelim. Yani günümüzde de kişi hep aynı. Yedisinden yetmişine aynı şekilde geliyor. Hiçbir değişim olmuyor. İşte bu değişim olmamasının sebebini açıklıyor. Eğer sen kafan yukarıda şekilde dolaşırsan sana birisi de öğüt verdiği zaman değişmezsin.

Burada iki şey var bakın. Kibir değişimi ve tövbeyi engeller. Buradaki ayet ile bağlantısı ne. Değişimi önler. Zaten değiştikten sonra adamın kaderi değişecek. Artık farklı yaşayacak farklı yerlere gidecek. Değişti çünkü. Nefsi, düşüncesi değişti eskisi gibi değil. Artık onun gideceği yer çok farklı. “Halfihim” ne? Arkası. O da geçmişte yaşadıkları. Ya ben ne kötü şeyler yapmışım zamanında. Allah’ın muradına uygun şekilde yaşamamışım. Ya da şöyle şöyle bir zihniyetle yaşamışım. İdrak oldu, irşad oldu, tövbe edecek. İşte bu öbür durum var ya çenelerinin kalkık vaziyette dolaşma durumu bunu engelliyor.  Kişinin değişimi engelliyor. Bakın maneviyat tasavvuftaki ne ile ilerler? Değişmekle. Buna nefis tezkiyesi deniyor. Yatay pozisyonda. Yani nefsinin belirli bir katmanı var. O katmanın da sen nefsini; nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mutmain, nefsi radiye, madiye, safiyye gibi şeylere getiriyorsun. Ama bu yatay düzeltme. Bir de düşünce sistemini değiştirerek nefsini, idrakını daha üst boyuta alarak da bir gitme var. İşte bu isteniyor. Bu dünyaya niye geldin? Bir şey geldin, bir şey gidiyorsun. Allahû Teâlâ bizi bu dünyaya niye getirdi? Kemaliyet için. Kendimizin daha iyi versiyonu olmamız için. Allahû Teâlâ’ya galu belada verdiğimiz sözü tutmak için, yaşamak için. Bu yüzden sen kendini burada geliştirmek durumundasın. Eğer sen de değişime engel mekanizmalarına ket vurursan Allah da sana ket vurur. Önünü, arkanı kapatır. Değişim olmaz. Ne ileri gidersin ne geri. Olduğun yerde kalırsın.

Vel asr. İnnel insâne lefî husr.

(اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ وَالْعَصْرِ)- Akıp giden zamana göre de hüsranda olursun. İşte bu yüzden kişi değişime açık olmalı. Babalarından öğrendiği gibi çevresinden öğrendikleri ile hayatını devam ettiremez.

“Fehum ğâfilûn” diyor – Onlar gafillerdir. Sen yok ya ben böyle öğrendim şöyle öğrendim. Bana öğretilen bu dersen. Bu dini anlamda da böyle. Gelişemezsin. Yani kişi kendi kendini kilitliyor. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler. Şimdi düşünsenize Peygamber efendimiz(SAV)e diyor ki ilk başta bu kurana yemin olsun ki hikmetleri var diyor. Sen daha evvel ataları uyarılmamış bir kavmi uyarmak için gönderildin. Bu kitap da sana yardımcı olacak. Sonra diyor ki uyarsan da uyarmasan da bir onlar iflah olmaz. Bu çelişki gibi değil mi? Rabim uyar diyor. Sonra uyarsan da uyarmasan da bir diyor. Ama ne diyor bakın yukarıda ne var? “Ekserihim” diyor. Demek ki ekserisi böyle insanlığın az bir grup uyarılmaya müsait.

Bir ara ben dini şeylerle ilgilenmeye başladıktan sonra düşündüğüm de şöyle bir ley geldi aklıma: her şey bir avuç insan için dedim ya. Bu kadar sistem bir avuç insan için. Aslında Peygamber Efendimiz (SAV ) için. Tabi onu o kadar idrak edememiştim. Bir avuç insan. Eleyin ya. İnsan olarak düşünün. Eleyin. Hiç inanmayan var. Bir şeylere inanıyor da güneşe tapıyor, ateşe tapıyor vs. onları da götürün. İnanıyor ama Budizm gibi şeylere inanıyor. Daha önce hak din olup da bozulmuşlara inanıyor. İnanıyor. Yanlış inanıyor. Müslüman ne kadar çok kişi gitti, milyarlarca insanı eledik. Onun da bir kısmı nasıl inanıyor düşünün. Öldürüyor ediyor. La ilahe illallah diyeni götürüyor sen kafirsin diye. Onu düşünün. İnanıyor şirk koşarak inanıyor. Yani geriye gerçekten bir avuç insan kalıyor. Onun da mesela hesapsız cennete gideceklerin sayısı 70 bin imiş arkadaşlar. Hadislerde böyle geçiyor. Ben bu sözde tereddüt ettim de ayetlere baktığımızda görüyoruz. Hani bu arşın gölgesi altında gölgelendirilecek olanlar var ya. Hani biraz evvel geçtik ya onlar 3 kısımdır diyor. Hatırlıyor musunuz? Nefislerine zulmedenler, orta yolda iktisat edenler bir de sadıkunlar. Hani bu mukarrebun olanlar hayırda. Onlarla ilgili birleştirdiğimizde bir şey çıkıyor. Bir de onlar mesela ahiret sahnelerinden bahsediyor. Karşılıklı tahtla üzerine oturacaklardır diyor. O sahne haşir sahnesi. Yani maliki yevmiddin. Cennette de var o ayetlerden. Bütün bunları birleştirdiğimizde öyle bir şey oluyor. Hadisleri reddedemeyiz. Sahih hadisler de biz amenna demek zorundayız. İşte bir avuç insan burada bir de “ ekserihum” diyor. O söz onlar üzerine hak oldu diyor. Şimdi başka bir şekilde de var bakın. 11. Ayete gelelim:
اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِىَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَرٖيمٍ
İnnemâ tunziru menittebeaz zikra ve haşiyer rahmâne bil ğayb, febeşşirhu bimağfirativ ve ecrin kerîm

İnnemâ – Ancak

Tunziru – sen inzar edersin, uyarırsın

Men- o kimseyi ki

İttebea – tabi oldu

Zikra ve haşiye – ve haşyet duydu

Er rahmâne – rahmana

Bil ğayb – gaybda, görmeden gaybi olarak

Febeşşirhu – onu müjdele

Bimağfiratin– mağfireti de

Ve ecrin kerîm – kerim ecir ile müjdele

Şimdi onları uyarsan da uyarmasan da diyordu ya e ne olacak şimdi? Rabbim burada istisnayı söylüyor işte. Ekserihim dışındaki galilen olan az kısmı söylüyor. Sen ancak o kimseyi uyarırsın ki zikre tabi olur. Başka bir ayette diyor ki sen öğüt ver “fezekkir” umulur ki zikir fayda verir. Ama kime fayda verirmiş arkadaşlar? Söz dinleme konumunda olan kibri olmayan değişime açık olan kimseye öğüt verirmiş. Öbürü kapalı. Yok canım bu böyledir hep böyle anlatılıyor. Ya farklı olabilir bir dinle bir kulak ver ya. Ancak o kimseye fayda verirmiş. Şimdi zikir ne?

Zikir, Kuran’dır. Kelime anlamı ile hatırlamak demek anmak demek. Belirli bir sayıda bir şeyleri tekrar etmek olarak da kullanılıyor. Düşünmek manasına da geliyor. Amma rabbim kuranı da zikir olarak ifade etmiş. Kuran da bir öğüt, Kuran da bir hatırlama kuran da bir Allah’ı düşünme.  Dolayısıyla zikre kuran dersek kurana tabi olana fayda oluyor. Allah Allah. Yani adam önce bu kurana gelecek. İlginç değil mi? O kişiye fayda verecek. Bakın bakara suresinin 2. Ayeti çok dikkatimi çekmişti:

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ

Zâlikel kitâbu lâ raybe fîh, hudel lilmuttegîn

Huden – hidayettir

Li – için. Kim için

muttegîn – mutakiler için.  Müttaki nedir? Takva sahibi. Yani biz takva sahibinin işi bitti biliyoruz. Ooo diyoruz bu takva sahibi. Diyor ki Kuran onlar için hidayet. Ya takvalı oldun hidayete daha mazhar oldun. Bana çok ilginç gelmişti. Yani tabi herkese hidayet ama bu hikmetli kuran ya derinlerini alıp da onu değiştirecek onu geliştirecek, farklı yerlere gelmesi için önce kişinin tabi olma pozisyonunda olması gerekiyor. Onun içinde bir hidayet oluyor. Burada da diyor ki “ sen ancak o kimseyi uyarırsın ki” diyor “o da zikre tabi olur”. Yani öğüt dersek buna, öğüdü dinler. Söz dinler yani. Birisi nasihat veriyor. Kuranla nasihat veriliyor ya da gerçekten pozitif, müspet, hakikate uygun bir şey veriyor. Ona uyana ancak değişim olur. Ve de ancak inzar olur.

İşte çıtayı yükseltebilmek için kişinin değişime açık bir vaziyette olması gerekmektedir. Mesela ben kişisel gelişimle ilgilendim. Enerji denilen kurslara gittim. Başlamamın sebebi çevremde belirli bir yaşa geldikten sonra gelen, katı olan değişme olmayan insanları gördüm. Rabbim gösterdi. Eyvah dedim ben de mi böyle olacağım, benim değişebilir bir yapım olması gerekir. Nasıl değişebilirliğin orada formülleri var. Değişmeni engelleyen kısım bulunuyor. Senin programların. O değiştirilebilir bir hale getiriliyor. Ama maalesef bugün de para kazanma ticaret yöntemi olarak kullanılıyor. Ben doğrusu ile Allah’ın ilmi ile olan kısmı ile söylüyorum. İşte o insanlardaki belirli bir katılığı, değişememezliği gördükten sonra ben telaşa düştüm. Bunda ciddiyim. Çok etkilendim. Günlerce uyku tutmadı beni. Bir şeyler yapmam lazım dedim. Yaşım ilerliyor. Sistemde de böyle bir şey var. Değişebilir olmam lazım. Esnek olmam lazım. Bunu dünyevi kurallarını belirlemiş adamlar. Bundan istifade edeyim diye girdim. İşte bunun şeyi de bu: öğütlere açık olmak.  Burada ben bunu görüyorum. Ama yetmiyor o birinci kural öğütlere açık olma. İkincisi de:

“haşiyer rahmâne bil ğayb”

Bak adam bir kere rahmana inanacak. İnanması da yetmiyor. Haşyet duyacak. O da yetmiyor. Bunu gizli gizli yapacak. Kendi, iç âleminde yalnız kaldığında da yapacak. Bu duyguyu gerçekleştirecek. Demek ki iki tane pozitif gidiş şeyi varmış. Yani değişime müsait. Bir zikir hali, Allah’ı sürekli düşünürcesine yaşamak. Hanif konusunda işlemiştik. Ne diyordu Hz. İbrahim “İnnî veccehtu vechiye lillezî fetaras semâvâti vel arda hanîfen”. Ben yüzümü yerleri ve gökleri yaratan döndürdüm. Diyor. Yani gözünün içine bakarak yaşıyorum diyor, yüzüne bakarak yaşıyorum diyor. Buna da haniflik diyor. “hanîfen ve mâ ene minel muşrikîn”. Ben müşriklerden değilim diyor. Yani bu hal dışında olmayı müşriklik kabul ediyor Hz. İbrahim. Peygamber efendimiz ne diyor? İhsan üzerine namaz kılınız diyor. Hakkı görüyormuş gibi. Siz onu görmeseniz de o sizi görüyor. Bu bilinçle yaşamayı tavsiye diyor Peygamber Efendimiz(SAV). İşte buna zikir hali deniyor. Zikir, akıldan çıkarmamak. Bunun zıddı nedir biliyor musunuz? Gaflettir. Allahtan gaflet olarak düşünün. Allah’ı unutmak yani. Tersi zikir. İşte iki şekilde kurtarma şansın var. Bir; zikir edeceksin yani Allah’ı sürekli düşüneceksin, ona yöneleceksin. İkincisi de; haşyet. Allahtan da saygı ile beraber içinde sevgi olan bir korkma duygusu olacak. İşte bu iki kişinin yırtma şansı var. Gayb ne demek? Kayıp. Allah görünemeyen değil, görülmeyen. Yani sen o an için kayıp. Ama bir gün göreceksin. Ya da ne kaybedilir biliyor musunuz? Senin olan bir şey kaybedilir. Yani önceden var, sen ona sahipsin ama şu an kayıp. Yani anlık bir durumdur kayıp. Yani biz ahirette biliyorsunuz, önceden Allah’la malik idik. Elest meclisinde “galu bela”yı anlattık. Değil mi? Daha sonra dünyaya indirildik. Biz seni iki kez öldürdük. İki kez dirilttik diyor.  Geriye doğru sayarsan bu yaşamdan önce bir tane yaşam olması lazım. Demek ki bu dünyaya gelmeden evvel biz öldürülmüşüz. Orada halk anlamında bir yaşantı var. İşte o anda gayb değildi bizim için Allah. Ama önümüze perdeler çekildiği için gaybız. İşte bu gaybken aynı görülüyormuş gibi Allahtan haşyet duyarak yönelme durumu. Bir de burada Allah kelimesi de geçmemiş, Rahman geçmiş. İsra suresinde şöyle geçiyor:

İster Rahman deyin ister Allah deyin Allah birdir. Rahman eşittir Allah değil. Çünkü esmadır. Ama sistem rahmanla başlar. yaratılmış olarak birisinin gidebileceği idrak boyutunda en son nokta rahmandır. O yüzden rahmandan haşyet duyarlar diyor. Bakın burada rahim dememesi de ilgin. Rahimde haşyet yok. Rahimde daha sevgi öğeleri var. Ama rahmanda haşyet var.

“Febeşşirhu”( فَبَشِّرْهُ) O’nu müjdele. Hu tekil bir ifade mi, çoğul bir ifade mi? Tekil. Yukarıda “hüm” deyip duruyor ayetler. Hep onlar, onlar, onlar. Burada tekil gelmiş. İlginç değil mi? Yani o kadar az ki kişi. Düşünün peygamber efendimiz inzar edecek yüzlerce, binlerce kişi var o zaman kaç kişi yaşıyorsa. Ama Allahû Teâlâ diyor ki sen o kişiyi uyarırsın. Tekil bahsediyor. Yani binlerce kişi içerisinden yedi yılda 40 kişi iman etmiş sadece. O kişiyi diyor. Onların içerisinde biri var, sen ancak onu inzar edebilirsin.  O da ne yapar? Öğüt verdiğin zaman uyar. Habibi Neccar’ı düşünün. O da tek bir insan. Habibi Neccar gibi kişilere işaret bu. Bakın orada müjdele diyor onu. Müjdenin tersi inzardır. Nezir beşir. Bakın yukarıda aslında sen o kişiyi uyarırsın diyor, doğru yola sevk edersin demiyor. İnzar edebilecek kimse bile ancak zikre ve haşyete tabi oluyor. Sen o kimseyi ancak uyarırsın diyor. İnzarın hedefine gitme durumunda bile kişinin bu iki halde olması gerekiyor. Ne kadar ilginç. Belirli bir seviyeye gelecem de inzar edilme durumuna gelecem. Allahû Teâlâ o kimseyi bile diyor müjdele. Ne ile müjdele? Mağfiret ile.

“Bimağfiratin” (بِمَغْفِرَةٍ )– Neden mağfiret geldi burada? O kişinin durumunu düşünsenize. Ne kadar güzel farkında mısınız ayetlere böle bakınca. Şimdi babaları gaflette, kendisi gaflette, eyvah ben ne yapacağım sistem buymuş uyarıyor, uyarıyor, uyarıyor uyarıcı. Eyvah diyor ben gittim öldüm mahvoldum. Geçmişte yaptıklarım ne olacak? Şu anki halim ne olacak diyor? Allah müjdele diyor onu, mağfiret ver. Önce geçmişini siliyor. Açılımlara imkân veren bir yapıya ecir veriyor. Ya bu müjde değil mi? Bilmiyor bu sistemi. Geçmişim ne olacak? Hani arkalarında set var ya. Eyvah gittim. Mağfiret geldiği zaman rabbim siliyor onu. Bakın bu mağfiret daha ahiretteki müjde değil. Daha dünyadaki müjde. Önce arkasındaki seddi yıkıyor, sonra da önünü açıyor. Neden? Değişime müsait artık. Hata diyor ki biz onları tebdil eyleriz diyor. Seyyielerini hasenata tebdil ederiz diyor. Tebdil – beddele. Bir şeyin yerine diğerini koymak. Bakın bir şeyin yerine diğerini koymak. Yani anlıyor rabbim. Tam tersine pozitifmiş gibi çeviriyor. Artık çünkü farklı bir kademeye ait idrak düzeyine girdi. Sonra diyor ki “Ecrin kerim”. Ecri önceden söylemiyor. Bugünkü Müslüman anlayışı önce ecirdir. Her şeyi sevap için yapıyor. Ben dahil. Allahû Teâlâ ikinci olarak söylüyor onu. Önce mağfiret diyor. Sen önce bir yırt.  Mağfiret olduğundan emin ol. Her şey sevap. Birisi diyor ya. Ya cennetteki o huriler olmasa kimse namaz kılmayacak. Abartılı bir eleştiri var. Haşa. Yani Allah’ın rızası orada önemli. Hepimiz muhtacız ona. Allah’ın ikramını kabul edeceğiz. Ama önce bir mağfiret.

Önce gayret. Sen bir seviyeye geleceksin. Zikre tabi olan bir pozisyona geleceksin. Ondan sonra sana inzar işleyecek.

Ve ecrin kerim. Bir de ecir veriyor. Bakın daha bu ecir bu dünyada da var. Hem de nasıl bir ecir? Kerim. Kerimin 3 anlamı var. Türkçede pek anlaşılmıyor.  Kerim birincisi cömert demek. İkincisi izzet şeref sahibi demek değerli yani. Üçüncüsü de mübarek. Kuranı Kerim diyoruz ya mübarek Kuran yani. Bu anlamı da var. Kerim deyince ikramı sürekli olan, bir kez verip de bitmiyor. Devamlı olan. Bir de sonu “rim” diye biten esmalar vardı ya rahim kerim gibi. Onlarda da süreklilik vardı. Sürekli bir ikram var. Ve de aynı zamanda sana saygınlık kazandırıyor. Seni de şerefli izzetli hale getiriyor. Öyle de bir ikram varmış. Hem bu dünyada hem de ahirette.

“İnnâ nahnu nuhyil mevtâ” diyor ya. Şimdi durup dururken yukarıdan bahsetmiyor. Bir şeyden bahsediyor. Ölüleri biz diriltiriz. Hayda. Nereden çıktı bu şimdi? Sanki ölü ile alakasız gibi. Bu haftaya inşallah açıklayacağız.

Allahû Teâlâ bize önyargılardan kibirlerden uzak değişimlere açık bir halde olmamızı nasip etsin. Allaha zikir boyutunda yönelmeyi nasip etsin ki uyarılar geldiği zaman biz o uyarıları hemen alalım. Bu hem Kurani bir uyarı olabilir hem sünnetsel bir uyarı olabilir hem de sistemden gelen uyarılar olabilir. Ve gaybda da görmediğimiz halde de Allah’tan haşyet duyan sevgi ile karışık haşyet duyan müminlerden olalım. Eğer bu olmadığı takdirde biz çünkü gafillerden olacağız. Önümüzü Allah korusun arkamızı çevremize setler siste tarafından çekilme tehlikesi var. Biz bunlardan olmak istemiyoruz. Allah’ın sevgili kulu olmak istiyoruz. Ve de mümkün olduğu kadar tekamül ederek gelişmek istiyoruz.  Allah da bunun yolunu bize açsın. Yolunu kolaylaştırsın.

 

Sadakallahulazim

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YASİN (1.Sohbet) 1-7.Ayetler#

SOHBETİ DİNLE:


DİNLEMEK VE İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK.:

https://yadi.sk/d/PAUHNsTLrjGsR


YASİN 1-7.AYETLER:


يس

Yâ sîn.

1. : y harfi mukattaa harfi olup Allah’ın özel şifre harfidir.
2. sîn : s harfi mukattaa harfi olup Allah’ın özel şifre harfidir.

وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ

Vel kur’ânil hakîm(hakîmi).

1. ve : andolsun
2. el kur’âni : Kur’ân’a
3. el hakîmi : hakîm, hüküm ve hikmet sahibi

” Hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) Kur’ân’a andolsun.”


إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ 

İnneke leminel murselîn(murselîne).

1. inne-ke : muhakkak ki sen
2. le : gerçekten
3. min el murselîne : gönderilen resûllerden
 Muhakkak ki sen, gerçekten gönderilen resûllerdensin.

عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ 

Alâ sırâtın mustakîm( mustakîmin).

1. alâ : üzerinde
2. sırâtın : yol
3. mustekîmin : istikamet verilmiş, yönlendirilmiş

“Sırat-i müstakim bir yol üzerinde”


 تَنزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ

Tenzîlel azîzir rahîm(rahîmi).

1. tenzîle : indirildi
2. el azîzi : azîz, güçlü, üstün olan
3. er rahîmi : rahmet nuru gönderen, Rahîm esmasıyla tecelli eden

  “Azîz ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir.”


لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ 

Li tunzira kavmen mâ unzira âbâuhum fe hum gâfilûn(gâfilûne).

1. li tunzire : senin uyarman için
2. kavmen : kavim
3. mâ unzire : uyarılmadı
4. âbâu-hum : onların babaları
5. fe : böylece
6. hum : onlar
7. gâfilûne : gâfil olanlar

“Babaları uyarılmamış bir kavmi, uyarman içindir. Çünkü onlar gâfillerdir.”



لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ 

Lekad hakkal kavlu alâ ekserihim fe hum lâ yu’minûn(yu’minûne).

1. lekad : andolsun
2. hakka : hak oldu
3. el kavlu : söz
4. alâ : üzerine
5. ekseri-him : onların çoğu
6. fe : artık
7. hum : onlar
8. lâ yu’minûne : onlar âmenû olmazlar,İnanmazlar

“Andolsun ki (Allah’ın) söz(ü) onların çoğunun üzerine hak oldu. Artık onlar inanmazlar.”


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Nihayet Yasin Suresi’ne gelmiş bulunuyoruz. Heyecanla bekleniyor. Normal. Çünkü Kuran’da hangi sureler var desek? İnsanların sayacağı ilk surelerden birisi Yasin. Rabbim onu insanların kalbine koymuş, nasıl ki “Yasin Kuran’ın kalbi diyor” ya Peygamber Efendimiz(SAV) o şekilde de Yasin Suresi bir şekilde insanların kalbine de girmiş. Mübarek gün ve gecelerde ölülerimize okuyoruz. Allah’tan yardım isteme boyutunda “bir hürmeti Yasin” deniyor. Gönüllere girmiş bir sure. Faziletini Peygamber Efendimiz birçok hadisinde dile getiriyor. Mesela bir hadiste diyor ki: “Her şeyin bir kalbi vardır. Kuran’ın kalbi de Yasin’dir”. Başka bir hadiste de şöyle buyruluyor: “Kim Yasin suresini okursa, Allah onun okuyuşuna Kuranı on defa hatmetmiş gibi sevap yazar”. Bu, Tirmizi ve Ahmet bin Hanbel’de geçen bir hadis. Yine bir hadiste “Onu ölülerinize okuyun” buyurulmuştur. Bir rivayete göre Kuran’ın kalbi olması dolayısıyla “Kuran’ın bir özeti” gibi birçok ifade var. Hatta Yasin Suresi o kadar meşhur ki insanlara verilen isimlerden biri olmuş. Yasin diye birçok isim var.

Birinci Ayet: (يس) – Yâsîn.

• Yasin ne demek?

“Huruf-u mukattaa” denilen kesik harfler var,sure  bununla başlamış. Biliyorsunuz Fatiha’dan sonraki ilk sure olan Bakara Suresi de ilk “huruf-u mukattaa” denilen mukattaa harfleri ile başlayan bir sure. 29 adet sure “huruf-u mukattaa” harfleri ile başlamış ve  14 tane harf kullanmış Rabbim. Biliyorsunuz Arap alfabesi 28 harften müteşekkil. Yarısını kullanmış, yarısını kullanmamış. “Sır harfleri” olarak da bahsedilir. Bu konuda İslam ulemasının değişik görüşleri var. Bir kısmı “Bu Allah’ın sırrıdır, bunu kulları bilemez” derken bazıları da “ehli bilir” demişlerdir. Sadece “Allah bilir” manasında değil “ehli de bilir” olarak söyleniyor. Şifreler.

Hatta kef(ك), he(ه), ye(ي), ayn(ع), sad(ص) harfleri ile başlayan sure nazil olurken şöyle bir şey anlatılıyor: Cebrail Aleyhisselâm geliyor “kef” diyor. Peygamber Efendimiz(SAV), “Bildim” diyor. “Ya” diyor, “Bildim”. “Ayn” diyor, “Bildim”. “Sad” diyor, “Bildim”. Yani her harften sonra “Bildim” diyor. Cebrail Aleyhisselâm “Ben ‘ruhu’l küdüs’ olmama rağmen bunları bilemedim. Sen her okuyuşunda bildim diyorsun” diyor. Biliyorsunuz Peygamber Efendimiz(SAV) ne diyor: “Ben ilmin şehriyim. Ali de kapısıdır” . Hatta şöyle bir rivayet var. Ledünni ilmini bildiğimiz kişilerden kim var? Hızır Aleyhisselâm. Hızır Aleyhisselâm’ın edeben Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz ile görüşmediği söyleniyor. Diğer peygamberlerle görüşüyor. Çünkü ledünni ilmin sultanıdır Peygamber Efendimiz. Edeben buluşmadığı söyleniyor. Dolayısıyla bu harflerin asıllarını, asıl hikmetlerini Resulullah(SAV) Efendimiz biliyor. Fakat Allah’ın bildirdiği kimseler de tabi ki bunu biliyorlar.

Yasin için değişik rivayetler var.

  • Bunların içerisinde “Ya-Sin”in “Ey insan !” manasında Peygamber Efendimiz’ e bir hitap olduğu söylenen bir rivayet var. “Yâ”, biliyorsunuz hitaptır.Ünleme ,nida. Zaten kelime manası olarak da bunu çağrıştırıyor. Bununla ilgili bir iddia(ihtilaf mı deniyor? 05:25 te) var. Peygamber Efendimiz(SAV)’in isimleri var biliyorsunuz. Peygamber efendimiz “Allah beni şu 7 isim ile isimlendirdi: Muhammed, Ahmed, Taha, Yasin, el-müzemmil, el-müddessir ve Abdullah” diyor. Bu rivayete göre de Peygamber Efendimiz’ in kastedilği anlaşılıyor aslında. Yani “ya sin” diyerek de Peygamber Efendimiz’ e bir hitap var.“EY SÎN !”gibi. Peygamber Efendimiz’ in değişik isimleri var. Yeryüzündeki ismi Muhammed. Fakat göklerdeki ismi Ahmed. Sidret’ül münteha’dan sonraki isminin de “Yasin” olduğu söyleniyor. Bir de göklerdeki diğer bir ismi de “Taha”. Bunlar Peygamber Efendimiz’ in isimlerinden.
  • Bazıları esmalar ile ilişkilendirmişler. Bu “sin” harfinin“es-Selam” esmasına denk geldiği söyleniyor ki Yasin Suresinin de en zirve ayetinin yeri geldiği zaman ehli bunu 3 kez okur:

(سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحٖيمٍ)“Selâmun gavlen min rabbir rahîm” .

Buraya da özellikle de işaret olduğu görüşleri var.

  • “Sin” aynı zamanda mezar demek.”Ölülerinize okuyun” derken de nasıl başlıyorsun  sureye “Yaaa siin”. “Ey kabirdeki”. Burada hani ölülerinize okuyun hitabı da var. Biliyorsunuz “Ölülere işittiremezsiniz” diye ayet var. Fakat bu biraz mecazi manada. Peygamber Efendimiz(SAV) kabirlere gittiğinde konuşuyor onlarla. Sahabe efendimiz soruyor: “Ya Resulullah! Bunlar ölüler seni nasıl duyarlar?”. Peygamber Efendimiz de “Allah işittirdiği zaman duyarlar” manasında; onlar beni  sizlerden daha iyi duyar deniliyor. Bunlar da tabi ki sırrani konular.

(Fakat biliyorsunuz bu Kuran’ın farklı mucizeleri, faydaları, hitapları olmasına rağmen en önemlisi nedir? Uyarmak, inzar etmek. Birazdan açıklayacağız. Lakin bir hatıramı anlatmak istiyorum bu manada: . Bir ziyaretimde kabirde rahmetli anneme Yasin suresini okuyordum. Bir yerine geldim. Bir taraftan da manaları da aklımdan geçiriyorum. Diyor ki 69-70. Ayette: (اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ ) in huve illâ zikruv ve gur’ânum mubîn. (Bu zikir ve apaçık bir açıklayıcı Kuran’dır.) (لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرٖينَ) Liyunzira men kâne hayyev ve yehıggal gavlu alel kâfirîn.( Hayatta olanları uyarman için…). Bakın ilginç.”Hayatta olanları…”. Tamam, Peygamber Efendimiz(SAV)’ in ifadesi var: “Ölülerinize okuyunuz” hatta “ölmek üzere olanlara okuyunuz”. Bunlar şifa ve rahmet için sır perdesinde ifadeler, ama Rabbim’in Kuran-ı Kerim’den asıl muradı olan “zikir-öğüt alma”ya göre düşündüğümüzde de işte bu 70. ayet çok ilginç geldi bana. Hayatta olanları uyarmak için diyor.Yani bunu aslında biz kendimize okuyacağız. Yani manalarını düşüneceğiz.. Elbette ki her şeye gücü yeten Allahû Teâlâ ölülere de  bunu şifa ve rahmet olarak verecektir. Ama ana fikri unutmamak gerekir.

Bu harfi mukattaalar ile söylenecek çok şey var ama dersimiz huruf-u mukatta değil. Bunu zaten diğer surelerde geçtiği yerlerde açıklamıştık. Gerekirse yerine göre tekrar açıklarız.

  • İkinci Ayet:

    (وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ) – Vel gur’ânil hakîm -“Hakîm (olan) Kuran’a yemin olsun ki…”

Orada vav (و) harfi var biliyorsunuz. “Vav” harfi Türkçedeki “ve” gibi kullanılabildiği gibi, Arapçada bir de “kasem vav”ı denilen “yemin vav”ı var. Yalnız bu yemin vav’ı, yemin Türkçe’deki gibi bizim anladığımız şekilde değil. Arapçadaki yemin olayı Türkçe’deki gibi değil, biz herhangi bir şeylere yemin ediyoruz ama Allahû Teâlâ değer verilen şeylere dikkat çekmek, ona hürmet göstermek, onun önemini arz etmek için söylüyor bunu. Biliyorsunuz Kuran’ın birçok yerinde değişik şeylere yemin var. Onları inceledim. (Bu Yasin Suresi’nde acele etmeyeceğim. Yani önemli bir sure. Teferruatı ile anlatmaya çalışalım inşaAllah.)

Kuran-ı Kerim’de geçen bazı yeminler:

  •  Hicr Suresi’nde “Rabbine and olsun” diyor. “Rab” ifadesi var. Kendi rab. “Ona and olsun” demiş. Kendine yemin olsun demiş.
  • Hicr’de 97. Ayette: “And olsun onların söylemekte olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz” diyor. And olsun’u direkt olarak söylemiş.
  • “Saflar halinde dizilenlere and olsun”. “Haykırıp sürükleyenlere. Zikir okuyanlara”(Saffat suresi 2. Ayet).
  • Sad Suresi’nde(1.Ayet) “Zikir dolu Kuran’a and olsun”.
  • “Apaçık kitaba and olsun”(Zuhruf 2.Ayet).
  • “Tozu dumana katıp savurana. Ağır yük taşıyanlara. Akıp gidenlere. Sonra işleri taksim edenlere.”(Zariyat 1.,2. Ve 3.Ayetler). “Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe”(Zariyat 7.Ayet). “Göğün ve yerin rabbine and olsun ki”(Zariyat 23.Ayet).
  • Tur Suresi’nin ilk ayetleri. “Tur’a”. “Satır satır yazılmış dizili kitaba. Mamur eve. Yükseltilmiş tavana. Kabarıp tutuşan denize and olsun”. Tabi bunlar tercüme ifadeler. Orijinal halleri daha güzel.
  • Necm Suresi 1.ayette “Battığı zaman yıldıza and olsun”.
  • Vakıa Suresi 75. Ayette “Yıldızların mevkilerine and olsun”. Hatta devamında diyor ki orada: “Şüphesiz eğer bilirseniz gerçekten çok büyük bir yemindir”.
  • Kalem Suresi 1. Ve 2. ayette “Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına and olsun”.
  • Hakka Suresi 39. Ayette “Gördüklerinize yemin ederim, görmediklerinize de.
  • Mearic Suresi 40. Ayette “Doğuların ve batıların rabbine yemin ederim”.
  • Müddessir 32., 33., 34. Ayetlerde“Aya and olsun. Dönüp gittiği zaman geceye, ağardığı zaman sabaha”.
  • Kıyame Suresi 1. Ve 2. Ayette “Kıyamet gününe and ederim. Eğer kendini kınayıp duran nefse”. Yani nefsi levvame var. “Ona and ederim”.
  • Mürselat Suresi 1., 2.,3., 4. ve 5. ayetlerde “Birbiri ardınca gönderilenlere and olsun. Derken kökünden koparıp savuranlara. Yaydıkça yayanlara. Böyle ayırdıkça ayıranlara. Zikir bırakanlara”.
  • Naziyat Suresi 1., 2.,3., 4. ve 5. ayetlerde “Ta en derinden sökerek çıkaranlara. Yumuşacık çekip alanlara. Yüzdükçe yüzerek gidenlere. Öncü olarak yarışıp geçenlere. Derken işi bir düzen içinde evirip çevirenlere and olsun”.
  • Tekvir Suresi 15., 16., 17. ve 18. ayetlerde “Yemin ederim gündüz sinip gece dönenlere. Bir akış içinde yerini alanlara. Kararmaya ilk başladığı zaman geceye ve nefes almaya başladığı zaman sabaha”.
  • İnşikak Suresi 16., 17. ve 18. ayetlerde “Şafak vaktine, geceye ve toplayıp taşıdığı şeylere, on dördüne girdiği zaman aya and olsun”.
  • Buruc Suresi 1., 2. Ve 3. ayette “Burçları olan göğe, vaat edilen güne, şahit olana ve şahit olunana and olsun”.
  • Tarık Suresi 1., 2. Ve 3. ayette ayette “Göğe ve Tarık’a and olsun. Târık’ın ne olduğunu sana ne bildirdi? Tarık delip geçen bir yıldızdır” diyor. Ona yemin etmiş. Yine Tarık Suresi 11. ve 12. ayette “Dönüşü olan göğe andolsun. Yerden yere”.
  • Fecir Suresi 1., 2.,3., 4. ve 5. ayetlerde “Fecre andolsun. On geceye. Çifte ve teke. Akıp gittiği zaman geceye. Bunlar da akıl sahibi olanlar için bir yemin vardır değil mi?”.
  • Beled Suresi 1., 2. Ve 3. ayette “Hayır bu şehre yemin ederim”. “Hazal beledul” emin diyor. “Sen bu şehirde oturmakta iken babaya ve doğan çocuğa”. Ne kadar çok yemin var görüyorsunuz.
  • Şem Suresi 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7. ve 8. ayetlerde “Andolsun Güneşe ve onun parıltısına. Onu izlediği zaman aya. Onu parlattığı zaman gündüze. Onu sarıp örttüğü zaman geceye.  Göğe ve onu bina edene. Yere ve onu yayıp döşeyene. Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene. Sonra onda fücurunu ve ondan sakınmayı ilham edene”.
  • Leyl Suresi 1., 2. ve 3. ayette “And olsun Sarıp örttüğü zaman geceye. Parıldayıp aydınlandığı zaman gündüze. Erkeği ve dişiyi yaratana”.
  • Duha Suresi  1. ve 2. ayette “Duhaya (Kuşluk vaktine). Karanlık iyice çöktüğü zaman geceye.
  • Tin Suresi 1., 2. ve 3. ayette “Andolsun İncire ve zeytine. Sina Dağına ve şu emin beldeye”
  • Adiyat Suresi 1., 2.,3., 4. ve 5. ayetlerde “Soluk soluğa koşanlara, atlara, ateş saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara. Derken orada tozu dumana katanlara. Bununla bir düşman topluluğunun orta yerine dalanlara”
  • ve nihayetinde de Asr Suresi’ndeki “vel asr” – “Asra yemin olsun

diye birçok yemin var. Bunların hepsi çok kuvvetli şeyler. Değer verdiği Rabbimin. Fakat burada ise Rabbim neye yemin ediyor? Kuran’a yemin ediyor. Şimdi hitabın Resulullah’a  o yüksek ismi ile olduğunu düşünün. “Ey insan! Kuran’a yemin olsun ki” gerçekten etkili bir tefsir. Fakat sadece “Kuran” demiyor. Onun burada bir de sıfatı gelmiş.” El kuran el hakim”( Hakim olan Kuran.)Yani Kuran’ı Rabbim tek olarak söylememiş, hakim olarak sıfatıyla söylemiş.Demek ki, anlıyoruz ki biz buradan Yasin Suresi hüküm,hikmet ile ilgili şeyler açıklayacak. Yani Rabbim burada şifresini veriyor. Ya-sin diyerek büyük bir şifre veriyor. Hakim diyerek , Kuran’ın sıfatını vererek de neler anlatılacağıı söylüyor.

Hakîm  3 manaya geliyor :

  • Birincisi manası: “hikmet”manasına geliyor. Hikmet; var olan, gözle görülen, zahir olan şeylerin sırrani kısmı, derin kısmı, enfüsi kısmı manasına geliyor. Yani bir şekilde nasıl ve neden ilmi gibi. Bir ayette diyor ki “Size hikmet verilmişse hayırdan çok şey verilmiştir”(Bakara/269).
  • İkinci manası: Birisinin hakim olması durumu. Yani “hükümden dolayı hâkim olması” durumu. Biliyorsunuz Esma-ül Hüsna’da bu kökten iki tane esma var: El-Hakem ve el-Hakîm var.
  • Üçüncü manası: “muhkem”. Yerli yerinde mansında. Bütün öğeleri birbiri ile tamamlanmış bir şekilde. Gelişigüzelliği, rastgeleliği olmayan manasında. Yani buna örgü ile örnek veriyorlar. Bir kadın örgü örüyor ya onun kendi içinde zincir örğüleri var. Zincirleri birbirleri ile ahenkli, bir bütün halinde birbirini tamamlayan manasında. Mesela muhkem kaleler denir.Taşlarının ,koruyucu sistemlerinin birbirini iyi bir şekilde tamamladığı için sağlam.

Burada Arapça bir açıklama var. Hakîm ” ح -ك-ي-م “ifadesi. Bakın bir “y”harfi  var arada.Normalde kök harflerinden değil . Araya “y-ي” harfi gelmiş şekilde geldiği zaman bu kelimenin manasına süreklilikle beraber kuvvet kazandırıyor; Özel ve sürekli olması.

(Dilbilimsel bir açıklama: Mesela Rahman- Rahim  misali. Ra-he-me kökünden merhamet anlamında. Rahmet. Rahmanda ne oluyor? Rahmanlığı, merhameti mübalağalı demek. Abartılı bir şekilde tecelli ediyor demek. O yüzden zaten inanan, inanmayan herkese kainatta veriliyor. Fakat bir kalıp Rahim gibi araya “y” gelmiş şekilde geldiği zaman bunun süreğenliği, sürekliliği manasına geliyor. Özel ve sürekli olması.Rahman için şöyle açıklamıştık tamam rahmanlığı ile Allahû Teâlâ merhameti bütün mahlûkata veriyor ama ahirette ise bunun devamlılığı sadece kendisine inanan özel kullarına verilecek. Hani “Benim kullarım” diyordu ya. O özel kullara. Devamlılık o şekilde devam edecek. Dönüş rahimle diyorduk ya. Sistem Rahmanla kuruluyor ama dönüş Rahim esması ile dediğimiz yer de burada. Aynı şekilde de alîm diyoruz. Â-lim o ilme sahip olan demek. Ama alîim dediğimiz zaman bunun süreğenliği var. Yani sürekli olarak ilmi ile temaşa eden demek. Kerim de öyle mesela kerîm dediğimizde sürekli kerim. Ara sıra kerim olan değil. O cömertliği, şerefli hali sürekli devam eden.)

Buraya göre ” hâkim” ne manaya geliyor? Hüküm ,hikmet ve muhkemliği sürekli olan, her şeyde tecelli eden manasına geliyor.

Mesela sır dersek hikmete. Kuran’ın sıfatı ya bu. Sırlı olma, hikmetli olma durumu her ayetinde sürekli var demek. Derin manaları sürekli tecelli ediyor demek.

Hüküm manası verilirse, hükmü her ayette, her zaman, her devirde vardır manasında. Hani bizim itiraz ettiğimiz konu var ya. Nesih olayı; Nesih kavramı Kuran’da vardır ama bazı kesimlerin anladığı gibi değildir, diyoruz ya. Yani “bir ayet  Kuran’da var ama hükmü yok”diye bir iddia var. İşte bunu duyduğumda benim aklıma bu ayet gelmişti. “Yasin vel guranil hakim”. Bu mana verilen nesih,”Hükmü sürekli olarak tecelli eden” kısmına uymuyor. Hükümde süreklilik var. İkinci manada, Burada Allah’ın hükmü dışında hüküm arayanlara da, yani “Onun kanunu yeryüzünde işlemez, gökyüzünden inen kanunları biz kabul etmiyoruz, biz yeryüzü kanunlarına tabiyiz” diyen bir kesim var ya. İşte “hayır” diyor. “Kuran hakimdir” diyor. Bir anlamda da meydan okuyor yani. Yani Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler konusunda kafirlikle suçlama durumları var. Biz Allah’ın alemlerin rabbi olan, bizi de yaratan, yeryüzündeki sistemi de kendi kanunları ile idare eden Allah’a tabiyiz. Diğerleri bizi ilgilendirmiyor. Bir Müslümanın bundan başka bir görüşü olamaz.

Diğeri de muhkem manasında ayetler birbirlerini tamamlayıcı, birbirlerini açıklayıcı manasındadır. İşte hikmetli Kuran’a rabbimin yemin etmesinin sebebi bu. Devam ediyor.

(اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ)

“İnneke leminel murselin”. “Şüphesiz sen Resul olarak gönderilmişlerdensin”. Burada ilginç ifadeler var. Yani okuyup geçtiğimizde farklı ama. “Sen şüphesiz gönderilenlerdensin” diyor. İnne te’kittir. Yani kesinlikle, şüphesiz, muhakkak diyor. Yetmemiş orda bir de “le minel” var. Ona da “te’kit lamı” deniyor. Pekiştirmedir. İki kez pekiştiriyor. “Şüphesiz ki”, “şüphen olmasın”, “kesinkes ki sen resullerdensin”. Bunu zaten Allahû Teâlâ söylüyor. Kime söylüyor? Peygamber efendimize söylüyor. Ne gerek vardı buna? Yani “Sen resulsün dese” de yeterdi. Zaten resul olduğunu biliyor. Burada ilginç bir ifade var. Bir kere şu:

“İnne” daha evvel söylemiştim. Arapçada karşı tarafın kafasında bazı tereddütler oluşursa o oluşan tereddüde mahal vermeden gönlünü pekiştirmek içindir. Burada tabi bu kuranın ilk sözü muhatabı Peygamber Efendimiz(SAV) ama aynı zamanda bizim de bütün insanlığın da olduğunu unutmayın. Kafanızda soru işareti mi var? Tabi ki o öyle. Bir de “y” ile beraber de “tabi ki öyle”, bir daha pekiştiriyor Rabbim. Allah’ın Resulü(SAV) bu vahyin gelmesi ile beraber omuzlarında ciddi bir yük hissetti. Ciddi bir sorumluluk değil mi? İnsanlar reddediyorlar, alay ediyorlar, dalga geçiyorlar “mecnunsun” diyorlar, hakaretler ediyorlar, başına işkembe koyuyorlar. Yapmadıkları yok ve yakın arkadaşları bile bunu yapıyor. Yani ağırlığı var. Hiç kimsenizin olmadığı zamanda ne kadar desteğe ihtiyacınızın olduğu düşünebiliyor musunuz? Ve burada en büyük destek kimden geliyor biliyor musunuz? Alemlerin rabbinden. “Hiç takma onları” diyor. “Şüphesiz sen” diyor “resuller olarak gönderdiğimizdensin”. Yani “arkanda ben varım”. “Bana güven, dayan”. Başkalarını takma tabiri caizse.

Burada peygamberin gönlünü kuvvetlendiriyor. “Şüphen olmasın. Olur mu öyle şey?”. Burada bir onun bir ciddiyetini görüyorum. Bunu yapmakla beraber de bakın “Sen resulsün” demiyor.  Aslında resul kelimesini çoğulu olan “rusullerdensin” de demiyor. “Mürsellerdensin” deniyor. Mürsel; gönderilmişler, “resul olarak gönderilmişler” diyor. Bir de “O’sun” demiyor. “Mürselsin” de demiyor. “Mürsellerdensin” diyor. Bakın orada “min” var. “Onlardansın”. Burada yine te’kidi düşünürsek, yani “sen yalnız değilsin”. “Bak seninle beraber bizim Peygamber olarak gönderdiklerimiz de var”. “Ben ilk başından itibaren Hz. Âdem olmak üzere her kavme uyarıcı gönderdim. Sen de bunlarla berabersin. Yalnız değilsin”. Bir pekiştirme daha yapıyor. İnsan hep yalnızdır, gurbet eline gittiğinizi düşünün. Yalnızsınız, yani dini anlamda yalnızsınız. Bir bakıyorsunuz biri abdest alıyor. Allah! Ne kadar sevindirici değil mi? Gurbet yaşayan bilir bunu. Bu anlamda da yine peygamberi te’kit edici, destekleyici bir ifade var. Fakat bununla beraber “min” kelimesi ile beraber ben şunu da görüyorum. Elçi hiçbir zaman sahip değildir. Mesela bir ülkenin elçisi o ülkenin temsilcisidir ama sahibi değildir. Yani burada gönderilmişlerdensin derken de onun kulluğuna bir atıf var burada. Hani bir ayette “Muhammet ancak bir kul ve resuldür” diyor ya. “Abduhu ve resuluhu”. Burada da bunun bir ifadesi var. Yani sen bize göre de Peygamber Efendimiz(SAV) Allah’ın bir görevlisi. Hatta Allah’ın görevlendirdiklerinden bir görevli.  Biz bu bütün din sistemi ve sahibinin(malükül mülkün) de Allah olduğunu bileceğiz. Kim olursa olsun yine de tebliğcidir, görevlidir yani. Mürseldir yani. Bir de benim aklıma şey geldi. Hüküm(hikmet) konusunu araştırıyoruz uzun zamandır da bugün biraz ağır gidebiliriz.

Hikmet çok önemli bir konu. Demin dedik ya “Kime hikmet verilirse ona hayırdan çok şey verilmiştir”. Hatta “Peygamberlere biz ilim ve hüküm öğrettik(hikmet öğrettik)” diyor. Yani peygamberlere nasip olmuş bir bilgi ya da anlayış düzeni. Okul geçerseniz ilminizle de çok derinlerine vakıf olursunuz. Ama hikmet geldiği zaman iş biter. Hakikati ile anlarsınız yani. Bu hikmet de işin ilginç tarafı öğretilen bir şey aynı zamanda. Öğrenilen demiyorum bakın öğretilen diyorum. Şimdi hüküm ile ilgili birbirine çok benzeyen dört kısım var:

Bakara 129, Bakara 151, Cuma 62, bir de Âli İmran 164. Burada şöyle ifadeler var.

(كَمَا اَرْسَلْنَا فٖيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّٖيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ)

Kemâ erselnâ fîkum rasûlem minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hıkmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû tağlemûn.

“Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, bir de üstüne üstlük bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik”.

Diğer 3 ayette de “bease” kelimesi kullanılırken yani “Peygamber gönderme” kelimesinde. Burada “ersele” kelimesi kullanılmış. Bunun hikmeti ne? Yani “inneke le minel mürselin” derken de Mürsellerin görevlerinden biri olarak bu Kuran’daki hikmetleri de senin vasıtan ile öğretiyoruz var bunun içerisinde. Ama bakın aşama aşama. Ne yapıyor :

“Yetkum aleykum ayatina”. Önce ayetleri okuyor. Sonra ne yapıyor? “Ve yüzekkikum”. Onları temizliyor. Yani bugün güncel ifade ile arındırıyor. Yani ben arındım diyorlar ya uzak doğu felsefelerinde. Yani maddi ve manevi temizliğe geliniyor. Bu temizliğe gelindikten sonra ne oluyor? Resulullah ne yapıyor? “Yeüllikum” size öğretiyor? Neyi? Kitabı. Şimdi kitabı öğretiyor. Daha önce okumayı öğretiyordu. “Vel hikme”. Hikmeti öğretiyor. Bakın bununla da kalmıyor. Artı ve “yülelimukum” size öğretiyor “mâ lem tekûnû tağlemûn” . Daha evvel bilmediklerinizi de öğretiyor. İşte bu ayet, bu ayetin izahı gibi. Yani mürsele olarak gönderiliyor ama görevi de bir de kurana yemin ediyor Rabbim. İşte peygamber Efendimizin görevi bu dört şey: kitabı okumak, vahiy geliyor ya okuyor tek tek. Ama okumaktan amaç ne? Temizlemek. Yani madden ve manen bizi temizlemek. Düşüncelerimizi, halimizi, nefislerimizi, maneviyatımızı temizlemek. Bu da gerçekleşince, insan temizliğe gelince ne oluyor? Onlara kitabın kastettiği şeyleri ve de derin manalarını, yani hikmetlerini de öğretiyor. Ama demek ki ana kural temizlenmekmiş. Hani Vakıa Suresinde var ya: “Onu ancak mutahharunlar dokunur diyordu ya, o manada. Sırlarına ermek ve erdirmek manasında.

“Yuallimukum mâ lem tekûnû tağlemûn” sizin bilmediğiniz şeyleri de öğretir. Nice nice ilimler, ledünni olsun, kitabi olsun. Hikmetleri de öğretir. İşte bu da  Mürsel olarak gönderilenlerin görevlerindenmiş.

Dördüncü ayete gelelim:

(عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ ) Alâ sıratım mustegîm. “Ala” üzerinde demek. Neyin üzerinde? Sıratı müstakimin üzerinde. Yani Mürselsin, Mürsellerdensin. Sıratı müstakimin üzerinde olansın. Yani herhangi bir mürsel değil. Mürsel insanların kafasında var ama ne? Burada diyor ki “sıratı müstakimin üzerinde” olan. Burada ya bu Peygamber Efendimiz(SAV) e özel bir hitap ya da Mürseller var ya geniş anlamıyla. Gönderilmiş olanların sıratı müstakim üzerine olduklarının bir göstergesi. Burada hemen şunu söylemek istiyorum. Resul ifadesi sadece peygamberler için kullanılmıyor Kuran-ı Kerimde. Melekler için de kullanılıyor. Bu Fatır Suresi’nin ilk ayetlerinde vardı zaten. İnsanlar için de kullanılabiliyor. Bu zaten Yasin suresinin 13. ayeti var ikinci sayfasında. “ve iz câehel murselûn” derken onlara elçiler gelmişti derken de burada tarih kitaplarında tefsirlerden öğrendiğimiz kadarı ile de Peygamberler dışında da uyarıcıları rabbimin Mürsel olarak gönderdiği ile ilgili bir şey var. Ama burada şu ifade var. Her ne kadar peygamber olmasa da Allahû Teâlâ bir kimseyi Mürsel olarak gönderiyorsa da o da herhangi bir kişi değil “ala sıratı müstakim” sıratı müstakim üzerine yaşayan biri. Hz. İbrahim’e de melekler geliyor. Hem çocuk müjdelemek için hem Lut kavmine gelen azabı müjdelemek için gelen elçiler. Ama hepsinin ortak özelliği sıratı müstakim üzerine olmalarıymış . Fatiha Suresi’ni hatırlarsanız “İhdinas sırâtal mustegîm. Sırâtallezîne enamte aleyhim”. Bizi kendilerine nimet verilmiş kimselerinin yolu olan sıratı müstakime ilet derken de Mürsellerin de işte o senin yoluna iletmeni talep etmen durumunda olduğu kimselerin, birincisinin de Mürseller olduğunun bir ifadesi.

Lakin burada dikkatinizi çekiyor mu? “Es sıratel mustakim” yani marife. Başında el takısı varken burada nekra olarak gelmiş. Normalde “el sıratu mustakim” olması lazım. Niye burada sıratı mustakim? Sıratı müstakim ne demek? Bir demek. Yani, herhangi bir. Yani bir sıratı müstakim üzerinesin. Müstakim olan bir yol üzerinesin ya da başka manasıyla. Ama biz biliyoruz ki Fatiha’da “el sıratı mustakim” bir tane yol var. Bunun hikmeti ne? Peygamber Efendimiz(SAV) diyor ki:

“Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki o vakitte beni mukarreb bir melek yahut Mürsel bir nebi ihata edemez”. Yani, durumuma muttali olamaz diyor. Yani kendi özel durumundan bahsediyor. Kendi sıratı müstakiminin bilinme şansı olunmayan bir yol olduğunu söylüyor. Marife, bilinen demektir. Mesela “el galem”. Başına el takısı geldiği zaman marife olur. Yani bu kalem, belirli bir kalem. Ama nekra geldiği zaman “galemen” olduğunda herhangi bir kalemdir. “Bir kalem verin” dediğim zaman herhangi bir kalem, mühim değil. Ama “el kalem” dediği zaman bilinen bir kalemdir. Fatiha Suresi’ndeki manasında marife gelmiş. Yani bilinen bir yol. Ama burada sıratı müstakimin olması sizin bilemeyeceğiniz bilinemeyen bir yol. Bu da işte “ala sıratı müstakim” derken dedim ya. Özellikle Peygamber Efendimiz(SAV) kastediliyorsa sizin bilemeyeceğiniz bir sıratı müstakim üzerinedir o. Yani herhangi bir gibi algılamayın. Onun özel bir durumu vardır manasına gelir.

Zaten Yasin Suresi’nde hani “ey insan” derken de insan ya. Tasavvuf kitaplarında şu yazıyor “tamam insan ama insan”. “İnsaaan ama insaaan”. İşte bu da nekre gelmesi de buna bir işaret.

“Rızkın kerim” vardı hatırlıyor musunuz? Rızkın derken de orada bir nekralık(bilinmeyen) vardı. Yani cennetteki o rızkın mahiyetini siz bilemezsiniz. Sizin bu dünyada anlayacağınız bir şey değil. Yani öyle yüksek bir ikram ki o “rızkın”. “El rızk” olarak gelmemiş belirli bir rızk olarak gelmemiş. Rızkın. Bu da onun gibi büyütüyor rabbim anlamını. Kendisinin üzerinde olduğu Peygamber Efendimiz(SAV)in dosdoğru yolunu nekre kullanmakla(belirsiz bir yapıda kullanmakla) rabbim yüceltiyor. Sırat kelimesi daha önceki dillerde, dinlerde, kitaplarda kullanılmıyor. “Tarik” ifadesi kullanılıyor. Kuranla beraber sırat. Sırat; cadde, ana yol manalarına gelmesine rağmen, bir noktaların birleştirilmesi sonucunda  oluşan güzergah manasında da kullanılıyor. Bulmacalar gibi. Yani o noktaların her birisi İslamdaki merhaleler. Doğru üzerine. Şunu yapacaksın bunu yapacaksın. Bunu birleştirdiğinde Allah’a giden doğru yol düzleminde oluyorsun. Bir de müstakim var. Ayağa kaldıran yol manasına geliyor. Götüren yol manasına geliyor. Yani pasif bir yol değil. Sen o yola tabi olduğunda o yol seni direkt Allah’a götürüyor. Eğer çok büyük yanlışlıklar yapmazsan. Burayla da birleştirince de şu var:

Bütün peygamberler Allah’ın nebisi olmasına rağmen. Allahû Teâla diyor ki “Sen herhangi bir peygamberin yoluna da tabi olsan o seni elbette Allah’a çıkaracaktır”. Yani Hz. İbrahim, Hz İsa’nın, Hz. Musa’nın yoluna gidersen. Ama burada özellikle burada “Siz Muhammedisiniz” diyor. Yani sizin sıratınızda daha özel şeyler var. Fatır Suresinde ne vardı?

(ثُمَّ اَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذٖينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا)
Summe evrasnel kitâbellezînastafeynâ min ıbâdinâ

“Biz bu kitabı kullarımızın içinden seçtiğimiz kimselere miras verdik”. Demek ki Hz. Muhammed(SAV)’in ümmetinden olmak bir ayrıcalık. Her ne kadar bütün peygamberler de Allah’ın resulü olmasına rağmen, Amene rasuli’deki ifade ile “la nüferrigu beyne ehadim mir rusulih”. “Biz bir rusulü diğerinden ayırt etmeyiz”. Yani seviye manasında değil bu, hepsini peygamberlik konusu içerisinde birini diğerinden ayırmayız çünkü hepsi Allah’ın görevlendirdikleridir. Bu bakımdan ayırmayız ama başka bir ayette de “Biz bir peygamberi diğerine fazilet konusunda üstün kılmış” derken de Allah’a yakınlık anlamında da resullerin birbirlerinden kademe kademe farklı  olduklarını görüyoruz ki Peygamber efendimiz(SAV)in miraca çıkarken her katta farklı bir peygamberle karşılaşması da bunun birispatıdır. En yukarıda olan kim? Tabi ki Fahri Kainat Efendimiz olan Hz. Muhammed(SAV). Ama onun yolunun yani Muhammedi olmanın bir ayrıcalık olduğunu da biraz evvel söylediğim ayet ve buradaki sıratı müstakimin nekre belirsiz gelmesi ile de biz burada anlamış oluyoruz.

Yasin bu kadar önemli ki Peygamber efendimizi Allahû Teâlâ nasıl övüyor. Yani kuran vurgusu ile de övüyor arkadaşlar. Bunu unutmayın. Çünkü Kuran’a yemin ediyor. Hemen arkasından “sen Mürsellerdensin” diyor. Bunu nasıl anlıyoruz? Hemen beşinci ayete geliyorum:

(تَنْزٖيلَ الْعَزٖيزِ الرَّحٖيمِ)Tenzîlel azîzir rahîm.  Hemen bunun arkasına bir tenzilden, indirmeden bahsediyor. “(Bu kitap) aziz ve rahim olan tarafından indirilmedir”. Yani tenzildir. Bakın “Yasin” dedi. Sırrani bir hitapta bulundu Peygamber Efendimizin gökteki konumuna. Sonra Kuran’a yemin etti. Sonra Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini teyit etti. Onun ve diğerlerinin yolunun özel bir yol olduğunu söyledi. Yine tenzilden bahsediyor Rabbim. Kurana vurgu yaparak tenzildir diyor. Tenzil ne demek?

Kökü bunun “nezele”. Nazil olmak. İnmek. Yani yağmura gökten aşağı indirildi diyor. Yani üst seviyeden bir alt seviyeye indirilmeye nezele, nazil oldu, indirmek diyor. Hatta nezle kelimesi bundandır. Hani burun akıyor ya. Manevi olarak da yukarıdan aşağıya manevi seviyesi düştüğü zaman kimse nezle olur.  Eğer bir kişi nezle olmuşsa manevi durumuna dikkat etmesi gerekir. “tenzilu rütbe” oluyor yani. Hatta şimdi Peygamber efendimiz hapşurana “elhamdüllillah” diyor. 3 kereden fazla hapşırırsa demeyin diyor. Hatta maneviyatta grip ve nezle ahmak hastalığı olarak değerlendirilir. Peygamber efendimiz 3 ten fazla hapşırırsa “elhamdüllillah” demeyin nezle olmuştur diyor.

Rabbimin resulü ne yaptı? Hikmeti öğretiyor işte. Nezle olmaktaki hikmeti gösteriyor. 3’e kadar “yerhamukellah” diyin diyor. 3’ten sonra hastalıktır diyor. Hapşıran insan tabi grip ya da nezledir. Her hastalıkta hapşırılmıyor.

Nezele kelimesi, yukarıdan aşağıya inme demektir. Burada ilginç bir ifade var. Aynı zamanda “nuzulen” diyor mesela Kuran. Ahzab Suresi’nde idi. Nuzulen diyordu cennet ikramları için.

Bir indirilmedir diyor. Şimdi indirilme deyince aşağılık bir şey, değeri düşme gibi algılıyorsun ama ikram anlamında. Niye? Sofradan ikram inince bize ikram olmaz mı? Yani indirilen şey aslında üst makamdan aşağı indiriliyor? Ama biz aciz kullar için ikram oluyor.

Yani ednaya iniyor. Ama inen şey ulvi. Ulvi bir şeyin inmesi bizim için ikram. Tenzil yavaş yavaş indirilmedir. İnzal tek olarak indirilmedir. İnzal ve tenzil farklıdır. İnzal nerede geçiyor?

Kadir Suresi’nde geçiyor. İnna enzelnehu. “Biz onu inzal ettirdik”. Neyi? Kuranı. Şimdi Kuran’ın aslı levhi mahfuzda. Onun gök semasına, bir aşağı semeye tek hamlede indirilmesi inzal.  Orada Peygamber Efendimizin kalbine yavaş yavaş (23 sene değil mi. 13 sene Mekke 10 sene Medine) 23 yılda da yavaş yavaş indirilmesi tenzil. Tenzilin kökü nezzeledir. Tef’il babında. Bir şeyin peyderpey olması manasına gelir. Yani tenzil olarak indirdik diyor sana. İki mana var: Birincisi yukarıdan aşağıya indirdik. İkincisi de yavaş yavaş indirdik manasında.

Bakın zaten tenzil kelimesinden sonra aziz kelimesinin gelmesi çok ilginç. El-Aziz, Allahû Teâlâ’nın isimlerindendir. İzzet sahibi. Yüksek, yüce. Aynı zamanda da galip olan, mağlup edilemeyen manasındadır. Yani dilediğini dilediği gibi yapar. El-Kadir ve El-Galip esmaları ile yakın ilişkilidir. Yani aziz olanın indirmesidir. Yani “değerini bilin ha” gibi bir anlam da var burada. Yani bak kim indiriyor bunu? El-Aziz indiriyor. El-Aziz ciddi esmalardandır arkadaşlar. El-Aziz indiriyor ha, öyle basite de almayın bunu. Şimdi “ala sıratı müstakim”inden sonra bunun gelmesinin ne hikmeti var?

Peygamber Efendimiz(SAV)’in ahlakının Kuran olduğunun bir göstergesi. Yani tenzil. Kuran’ın tenzili kime yapıldı? Peygamber Efendimiz’e. E hikmetleri ile indirilmiş bu Kuran’ın kalbine indirildiği bu Resulullah(SAV) yaşantısında neyi sergileyecek? “Sıratı müstakim”de neyi gösterecek, hangi şeyi gösterecek? Tabi ki bu Kuran’ı.

Hazreti Aişe’ye diyorlar vefatından sonra “Ya Hz. Aişe! Sen onunla sürekli beraberdin, biz ara sıra beraberdik. Sen onun sırdaşı idin. Onun ahlakı ne idi biraz bahset” diyor. Annemiz müthiş bir cevap veriyor. Şöyle şöyle anlatmıyor. Kızar gibi söylüyor: “Ya siz Kuran okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kuran’dı” diyor. Yani biz kuranı anlayamıyoruz arkadaşlar. Gerçekten anlayamıyoruz. Yani Resulullah(SAV)’ın davranış sistemi, düşünce sistemi eşittir Kuran. Hem “ala sıratı müstakim” olduğu için, hem de kuranı yaşadığı için sıratı müstakimde. Resulullah’ın sünneti farklı bir şey. Kuranı farklı bir şey gibi algılıyoruz. Hatta sünnetleri reddediyoruz. Öyle sapık bir şey de çıktı. Eskiden böyle bir şey mümkün değildi. İşte “sahih mi, değil mi?” den yola çıkarak. “Sünnete ne gerek var? Kuran var” diyen bir grup var. Bu; Resulullah’ın din gerçeği, Allah’ın din gerçeği ile uyuşmuyor. Bu anlamamaktır, ahmaklıktır.

Geçen bir ayet vardı, o denk geldi:  “Gul”, “de” diyor. Emir veriyor. Resulüne diyor. “Eğer Allah’ı seviyorsanız…”. Şimdi cevap ne? “Tabi biz Allah’ı seviyoruz”. Allah’ı sevenlerin rütbesindekilere diyor bunu. “Bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin”. Bak bunu Resul diyor gibi duruyor ama bunu diyen Allah. Yani şöyle diyor. Yani Resulullah’ı aradan çıkarın, direkt şöyle gelse idi ayet. “Ya siz beni seviyor musunuz kullarım? Seviyoruz ya Allah’ım? “Peki benim de sizi sevmemi istiyorsunuz değil mi?” İstiyoruz tabi ki? “O halde resulüme uyacaksınız”. Yani Allahû Teâla kendi sevgisinin şartını Resulullah’a uymak olarak, tabi olarak koymuş. Bunu Allah diyor. Yani Allah’tan Resule baktığımızda çok farklı bir şey. İşte bu tür ayetlere rağmen nasıl Resulullah’a böyle şeyler söyleyebiliyorlar, nasıl sünneti hafife alıyorlar anlamak mümkün değil.

İşte buradaki ifadesi ile de sıratı müstakim üzerine olan Resulullah’a bir tenzil bu. El-Aziz i açıkladık, bir de rabbim devam ediyor er-Rahim. Sadece aziz değil aynı zamanda da rahim olan er-Rahim olan Allah’ın bir tenzilidir buyuruyor. Bakın Allah tarafından da bir tenzil değil. Buradaki isim tamlaması gibi gelmiş. Yine Arapça bilenler bilir. Orada “tenzilel azizirrahim” derken de son günlerde işlediğimiz isim tamlaması var. Mudaf-mudafun ileyh konusu var. Rahman ve Aziz olan Allah’ın indirmesidir bu. Onun indirmesi. Burada izafet var. İzafet Aziz ve Rahim Allah’a. Yani Kuran’ı da herhangi bir indirme olarak görmeyin. Allah’ın indirmesidir bu. Sahibinin adresini de bilelim. Kuran okuyoruz ama Allah’ın kitabını okuduğumuzun da farkına varalım. Hatta Kuran zikirdir deniyor ya. Zikir kelimesinin Kuran’daki birinci manası hatırlamak, anlamak, düşünmektir arkadaşlar. Başka manaları da var. Kuran zikirdir diyor. Öğüttür manasında. Hatırlamak manasında ne oluyor biliyor musunuz? Kuran’ı okurken onun Allah’ın kitabını olduğunu hatırlayarak, zikrederek okuyun demek. Bakın bunu deneyin arkadaşlar gerçekten Kuran çok farklı oluyor. Aman bu Allah’ın, bunu Allah söyledi, Allah yazdı deyince çok farklı oluyor. Burada da buna ikaz var. Rahim’e gelelim. Neden Rabbim rahimi kullanıyor burada. Bakın Rahman demiyor. Rahim olan Kuran. Yani bu diyor tamam aziz olan, ulaşılamayan, üstün olan Allah’ın indirmesidir ama aynı zamanda o rahmeti ile bunu size indiriyor. O yüzden erişebilirlik var demektir burada. Yani kolaylık var. Bir şu anlama geliyor rahmeti dolayısıyla, merhameti dolayısıyla indiriyor indirmeyebilirdi de. Sizden aynen Hz. İbrahim’den beklediği gibi, hiçbir şey olmadan, senin fıtratındaki özelliklerinle kendisine yönelmeni, sıratı müstakimi bulmanı isteyebilirdi. Ama o Rahmet Sahibi size merhamet ediyor ki bu kitabı size indiriyor. Sevgisinden, merhametinden, acımasından dolayı.

Bir de bakın direkt de indirmiyor bunu yaşayan birinden, sizden diyor ya. “Fi kum” sizin kendi içinizden bir Resul gönderdik diyor. Sizin yaşayabileceğiniz boyuttan algılayacağınız, nasıl oturuyor, nasıl kalkıyor, nasıl namaz kılıyor, sizin gibi yiyip içen bir kulun üzerine indiriyor ki siz bunu rahatça hayatınıza geçirebilin, tatbik edin. Bununla da kalmıyor. Size kitabı, hikmeti, bilmediklerinizi öğretiyor. Bir de açıklayıcı bir sistemle öğretiyor. Bu rahmet değildir de nedir? Ama sadece rahmet değil, rahim olmasının sebebi de: Hani rahmanla rahimin farkı ne idi? Rahman bütün kullarına, Rahim de özel olarak kendisine inananlar olduğu için bu kitabın faydası, kendisine inananlara olacaktır. Herkese de olmayacaktır. Yani bu kitaba layıkıyla yönelen, Allah’tan tenzil olduğunu bilen rahimin halkasına giriyor. Allah da o zaman merhamet diyor. Başka bir ifadeyle de Allah rahimliği ile kendisine yönelenlere de bu kitabı indirerek, açıklayarak, kolaylaştırarak, kulakları gönülleri açarak da ne yapıyor merhamet etmiş oluyor manalarına da  geliyor. Ama bunun bir sebebi var, indirilmesinin de bir sebebi var. Neden indiriyor? Altıncı ayette bunu açıklıyor:

(لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَا اُنْذِرَ اٰبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ)Litunzira gavmem mâ unzira âbâuhum fehum ğâfilûn.
“Babaları ya da ataları uyarılmamış olan kavmi korkutman için çünkü onlar gafillerdir”. Ya da başka bir ifade ile “Ta ki ataları uyarılmadığı için haktan gafil kalmış bir topluluğu uyarasın diye”. Bakın “li” ile başlıyor. “Li” için demek Arapça. “Lam-ı Talil” deniyor buna, “sebeb lamı” deniyor. Niçin tenzil bu? Niçin bir indirilme? Amaç ne burada “li” için. “Tunzira” senin nezretmen, inzar etmen için. İnzar ne demek? Uyarma demek. Nezir uyarıcı. Beşir müjdeleyici. Uyarman için. Bakın burada müjdeleyici değil de inzar edici denmesinin bir sebebi var? Çünkü ya iş bildiğiniz gibi değil. Eğer siz rahim halkasının içerisine giremezseniz. Mahvolursunuz. Bu yüzden Resulullah ne yapıyor? Uyarıyor, uyarıcı. Müjde de var ama önce bir uyarı var çünkü insan önceden başından neler geçtiğini, insanın bu dünyaya geliş amacını bilirse, indirilmiş Kuran tarafından daha dikkatli olur. İşte o yüzden birinci görev müjdeleyicilikten daha ziyade uyarıcılık oluyor. Bu kitabı Allahû Teala’nın rahimliği ile Mürsellerden bir Mürsel olarak gönderilmiş Resulullah’ın kalbine indirmesinin, tenzil etmesinin sebebi uyarmakmış. Ama kimi uyarmak? Burada meful geliyor. “Kavmen” bir kavmi. Bakın burada “el kavim” derse yani belirli bir kavim derse sadece Mekke müşrikleri anlaşılır ya da o çevresi anlaşılır ama “kavmen” deyince kıyamete kadar gelecek olan bütün kavimleri, toplulukları kastediyor burada. Yani sen de bunun içindesin. Şimdi Arapçada kural var. Nekre bir kelimeden sonra gelen cümle, o nekre kelimenin sıfatı oluyor. Burada da “kavmen” nekra gelmiş ya, nekradan sonra gelen kısım, bu kavim kelimesinin sıfatı oluyor. Yani nasıl bir kavim?

Mâ unzira âbâuhum. Babaları ya da ataları daha evvel uyarılmamış bir kavim. Biz ayetlerden biliyoruz ki bir fetret dönemi yaşanıyor. Bu fetret döneminde bir uyarılmamışlık konusu söz konusu oluyor. Ama bu kavim ne diyor? Bize gerçekten bir peygamber gelse idi biz ona inananlardan olacağız. Ama gelmelerine rağmen onlar kibirlerinden dolayı ya da mekirlerinden dolayı ne idi? Oyunlarından dolayı buna inanmadılar. Mekire tuzak deniyor. “ Ya Allah tuzak mı kurar?” deniyor ya. Eğer onu oyun olarak nitelendirirsek daha güzel bir manası oluyor. Yani herkesin bir oyunu var. Allah’ın da bir oyunu var. Planı var. Plana uyun.

Fatır Suresi’nden anladığımız kadarı ile bu kadar uyarılmamış, bir uyarıcı gelse uyarız deyip de kibirlerinden ve mekir kurmalarından ötürü uyarılma durumuna geçememiş bir kavim var. İşte bu kavmi uyarasın diye Allah rahimliği ile gönderiyor. Neden rahim demişti, rahmet kökü ile? Allahû Teâlâ göndermeyebilirdi. Ne resul gönderirdi, ne de Kuran’ı gönderirdi, ne de hakim olan Kuran’ı gönderirdi? Ama işte rahmetinden dolayı uyarıyor. Biz bunu anlayamıyoruz çünkü dini hazır bulduk. Annemiz babamız Müslüman. “Fatiha’yı hadi bir oku”. Eğlenceli okudu. “Hadi oku amcalara bir Fatiha’yı”, “Hadi kelime-i şehadet” getir. Ergen olunca “Hadi bir yıkan şöyle. Hadi bir abdest al”. “Hadi Cuma günü”. İşte biz içinde bulduk ama biz bu rahmetin farkında değiliz. “Bak” diyor. Babaları uyarılmamış kavim var. Ona Allahû Teâlâ rahmeti ile gönderiyor bütün bunları. Bunu hala anlayamıyoruz.  Bunun nimetini ahirette anlayacağız biz. Muhakkak sebepleri var. Hidayetin de sebepleri vardır. Nihayet olarak Allah’ın rahmetidir bu. İşte Allahû Teâlâ bize farkında olmadığımız gönderilme nimetini ve kitap indirilme tenzil diyor yukarıdan aşağıya indi diyor. Değeri bir şekilde indirilerek şey oldu. Bunun aslı aslında muhteşem cümleler. Ama bizim kaba kafalarımıza girsin diye Allahû Teâla en basit cümleler halinde deliklerinden sokuyor nerdeyse tenzil o işte. “Babaları uyarılmamış bir kavmi uyarasın diye”. Oradaki “ma” edatı “şey” anlamına da gelmiş. Bazı alimler bunu atalarının uyarıldıkları şey üzerine olan kavmi uyarasın diye. Yani bir kureyş kavmi falan var. Bir de atalar deyince Hz. İbrahim’e kadar gitmiyor mu bu mesela? Onlar da bir şeyle uyarılmadı mı? Yani aynı şeyin üzerinden uyarıldılar. Hani mürsellerdensindir diyor ya işte o mürsellerle de farklı bir şey söylermedi. Atalarına senin o Mürseller de uyarıda bulundu. O uyarıldıkları şey üzerine sen de aynı şekilde uyarıyorsun manasında da bu algılanmış. Ama cevap var:

“fehum ğâfilûn”. Fakat onlar gafildirler. Burada iki şey var. Uyarılmamışlık olma durumu gaflet, bir de ataları uyarıldı ama bu yola tabi olamama durumları nedeni ile gaflette olmaları. Bunlardan hangisini alırsanız alın ama diyor “Onlar gafletteler”. Demek ki inzarın amacı ne imiş? Tabiri caizse dürtmek hani var ya. “Ölüm var”. Uyarılıyor yani. O şekilde gaflette. Gaflet böyle uyku hali gibidir. Eğer bunu hiç Allahi konuda bir uyarı görmemiş gafiller olarak yaparsak dinin kabaca yani en temel prensipleridir, bunları öğretmektir. Ama biz de bir kavimiz. Bizim babalarımız da yeterince uyarılmamış. Babalarımız da gafillerden olabilir. Biz de babalarımız öğretisi ile geliyoruz ya o kavim biz oluyoruz. “E biz namaz kılıyoruz”. Ama biz de o kavimden olduğumuz zaman biz de doğru zikir boyutu ile kılmayıpta gaflette olduğumuz için namaz ara konusu üzerine konuşuyorum. Demek ki Allah’ın resulü bizi bu konuda da uyarıyor.

“Ekımis salâ” diyor. Namaz kıl bile demiyor, namazı ikame et diyor. Namazın kazası yok. Var şöyle; bayılırsam, uyuyakalırsam, ya da başımın üzerinden hendek savaşındaki gibi ok geçer de kılma durumu olmazsa var. “Ya sonra kaza ederim” diyen işte “an salatihim sahun”a geliyor. Onlar namazlarında aldırış etmezler, öylesine baştan savarlar. İşte bu ikame olmuyor. Buna niye girdik? Yani böyle olduğu zaman bile gafilde olan bir kavim oluyorsun tamam. Neden “fehum gafilun” babaları? Sana bunu öğretenler, senin bu İslami bilgileri aldığın gaflette olabilirler. Yeterince birileri onları hikmet hakikat konularında uyarmamış olabilir. Ama sen Kuran okumuyor musun? Kuran okudukça Peygamber Efendimizin ahlakı olan Kuran’la ahlaklanırsın da kendini düzeltirsin. Bu anlamda Kuran’a yöneltiliş var. Devam edelim. 7. Ayet:

(لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰى اَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ )Legad haggal gavlu alâ ekserihim fehum lâ yué’minûn. “Gerçekten o söz(o kavil) onların çoğunun üzerine hak oldu, onlar iman etmezler”. Şimdi gafiller ya. Gafillikleri üzerine de bu ne kadar uyarılmışlık olmasına rağmen uyarılmıyorlar hala o şeyleri de devam ediyor. Rabbim de yemin cümlesi ile başlıyor. Yemin olsun ki(kesin ki), “Hakka” hak oldu. Ne hak oldu? O kavil, o söz hak oldu. Yani Rabbimin azap sözü bu. Hak oldu. Kime? “Ala ekserihim”. Hepsinin değil bir kısmının ama çoğunluğunun yani az bir kısmı sadece buna inanmış. Başka ayette de ondan çok az bir kısmı dışında şirk koşmada iman ederler diyor. Çoğunun üzerine bu söz hak oldu. “Fehum la yuminun”. Ama onlar bir şekilde hala iman etmiyorlar ya da başka bir ifade ile iman etmedikleri için bu söz onların üzerine hak oldu. Yani Allahû Teala büyük yeminle Kuran’a hakim olan Kuran üzerine, hükümleri ve hikmetleri olan Kuran üzerine yemin ediyor. Sonra Peygamber Efendimiz’e dönüyor ve diyor ki “Sen hiç merak etme, yalnız değilsin. Benim önceden gönderdiğim resullerden birisn ama herhangi bir resul gibi de değilsin. Bana çok yakın olan özel bir resulsun ki senin sıratı müstakimin de özel. Ve ben senin üzerine senin ahlakının temel sebebi olan Kuran’ı azizliğimle gönderiyorum ama rahimliğim olmasa buna ulaşamazlar. Göndermemin sebebi de kullarımın üzerine olan rahmetim. Bu rahmetimi onlara gönderiyorum ki onlar bir şekilde uyarılmamışlardı sen de onları uyar diye Kuran’la. Aman dikkat etsinler, gaflette olmasınlar. Eğer bunca ikaza rağmen, sana rağmen eğer iman etmezlerse onların üzerine benim sünnetullahımdan olan hak gerçekleşecek o zaman da kurtuluşları olmayacak. O anlamda onları inzar et, uyar diyor. Allah bize bu Kuran’ın değerini(kadrini) bilen, Resulullah(SAV)’ın kadrini bilen ve onun öğrettiği Kuran’la öğrettiklerine tabi olan da gafillerden olmayan kullardan eylesin. Ve kavi bir gün gerçekleşecek bu tarafta ve ahirette. Allah’ın rahmeti ve merhameti ile de bunlardan uzak olup Allah’ın veçhine(zatına) giden kullarından olmayı nasip etsin inşallah.

Sadakallahulazim.

Sebe Suresi (31. Sohbet) 49. Ayet/ yazılı metin

Sebe Suresi 49. Ayet – 31. Sohbet (29.11.2015)

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm.

Bismillâhir rahmânir rahîm

قُلْ جَاء الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîd(yuîdu).

De ki: “Hak geldi, bâtıl (bir şey) zuhur ettiremez ve geri getiremez.”


1. kul : de
2. câe : geldi
3. el hakku : hak
4. ve mâ yubdiû : ve ortaya çıkaramaz, zuhur ettiremez
5. el bâtılu : bâtıl
6. ve mâ yuîdu : ve geri getiremez

 

SEBE suresinin 48. Ve 49. Ayetleri birbiri ile bağlantılıdır. 48. Ayeti hatırlayacak olursak:

قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ

Kul inne rabbî yakzifu bil hakk(hakkı), allâmul guyûb(guyûbi).

De ki: “Muhakkak ki benim Rabbim hakkı kazefe eder. Bütün gaybleri (tamamiyle) bilendir.”


1. kul : de
2. inne : muhakkak
3. rabbî : Rabbim
4. yakzifu : kazefe eder, atar, tecelli ettirir
5. bi el hakkı : hakkı
6. allâmu : çok iyi bilen
7. el guyûbi : gaybler, bilinmeyen

 

 

Kul (قُلْ). De ki.

Burada biliyorsunuz “Kul(قُلْ)” “De” emri. Peygamber Efendimiz(SAV)e hitap ediyor, dolayısıyla Kuran’ın muhatabı olan okuyucuya yani bizlere.

İnne rabbî(إِنَّ رَبِّي). Şüphesiz benim Rabbim.

Yakzifu(يَقْذِفُ)  yok eder, parçalar, atar gibi anlamları vardır. Ne ile? Hak ile. Yani buradaki ifadeyi söylüyorum “Şüphesiz benim Rabbim hakkın yardımı ile batılı yok eder. Hak ile batılı yok eder” ifadeleri vardır.

Allamul guyub(عَلَّامُ الْغُيُوبِ). O bütün gaybları çok ince derinlikleri ile çok çok bilendir.

Bugünkü ayette de tekrar kul(قُلْ) var. Kul câel hakku(قُلْ جَاء الْحَقُّ). De ki: “Hak geldi”. Ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu(وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ).

 

Geçen sohbette hak konusu baya teferruatı ile anlatılmıştı. Hak kelimesi gerek Arapçada gerek Türkçede çok fazla kullanım alanı olan ve farklı farklı kullanım yerleri olan bir konudur. Fakat burada birinci anlamı ile kastedilen özellikle sistem.

Çok meşhur bir ayet vardır:(İsra suresi 81. Ayet.)

  • وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
  • Ve gul câel haggu ve zehegal bâtıl, innel bâtıle kâne zehûgâ
  • “Hak geldi batıl zail oldu ; batıl kesinlikle yok olmaya mahkumdur”

Çok meşhurdur biliyorsunuz.  Hatta geçen hafta söyledik. Bir gazetenin sloganı idi bu. “Hak geldi batıl zail oldu”. Özellikle bu kısmı söyleniyor. İkinci kısmı biraz daha az dillendiriliyor. Buradaki ayetle baya alakalı. Şimdi 48. ayetten biz anlıyoruz ki Allahû Teâlâ hak sistemi öyle yumuşak bir şekilde getirmiyor. Bir darbe gibi, bir devrim gibi, bir ihtilal gibi bir şeyle getiriyor. Nereden vardık bu sonuca? Bakın 48’de diyor ki yakzifu(يَقْذِفُ). Bu “nezele (نَزَلَ) indirmek” fiilinden değil, yani “indirir” değil. İndirmede daha yumuşak bir ifade var. Hatta bir başka ayette nuzulen diyordu cennet nimetleri için nüzul diyordu. Yani gökten bir sofranın inmesi gibi, bir ikram gibi. Yani nezelede o var. Fakat  “yakzifu” olduğunda yukarıdan aşağıya kafasını parçalarcasına atmak var.sertlik var. Yani indirir manası da var yakzifu için ama öyle bir” yukarıdan aşağıya şiddetle indirir ki , beynini parçalayacak şekilde”.

Enbiya 18’de şöyle geçer:

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nagzifu bil haggı alel bâtıli feyedmeğuhû feizâ huve zâhig, ve lekumul veylu mimmâ tesıfûn
  • Bilakis biz “akkı batılın tepesine öyle bir atarız ki onun beynini parçalar bir de görürsün ki batıl yok olup gitmiştir. Allaha yakıştırdığınız o çirkin sıfatlardan dolayı vay halinize!

Bakın bunlarda bir yumuşaklık var mı? Yok. Dikkatinizi çekerse bütün dinlerin gelişinde böyle bir sertlik var. Mevdudi’nin bir kitabı vardır: “kuran’da dört terim”. Rab, ilah kavramlarını açıklıyor. Oradaki bir ifade şöyleydi: “Biz bugün kanıksadık La İlahe İllallah kelimesini”. Çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV) bu (kelime-i tevhid)’ı ilk getirdiğinde “Ya başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi”. Arada başka bir şey yok , çünkü onun getirdiği ile o ” La İlahe İllallah” cümlesi ile nelerin değişeceğini o andan itibaren insanlar çok net anladılar. Ya teslim olmak zorundalardı, başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi. Yani yumuşak bir gelişle gelmedi. İhtilal gibi, devrim gibi geldi. Bakın kelime-i tevhidin ilk kelimesi ne? “La”. La , hayır demek; Yok demek. Yani reddedişle geldi. Yani o kelime i anlayan -kelime-i tevhidi anlayan – önce reddetti mevcut sistemi. Ondan sonra kabul var. Bir kere  “la”diyorsun hatta- ikincisi ile beraber- “la ilahe” diyorsun. “İlah denilen bir şey yok”. Yani güç ve kudret tahsis edilecek, medet umulacak hiçbir şey yok. Ya nasıl? Hiç mi bir şey yok? Sistemi yaratan var. Evet işte O. Bir tek O. “İlallah”.  Bakın bu şekilde anlaşıldığında kelime-i tevhid daha manalı. Bu bir devrim. İnsanların kafalarında oluşturduğu bir sistem var. Allahû Teâlâ diyor ki ;

Siz sistem mistem oluşturamazsınız. Sistemi  yaratan oluşturur. İşte ona da Hak deniyor. İşte” kul câel hakku “bu. Hak geldi. De ki: Hak yok muydu? Yani o anda mı geldi? Hayır vardı. Fakat insanlardan bunu oluşturması bekleniyordu. Bu hak doğrulara gelmeleri bekleniyordu.

Çünkü biz daha evvel Hanif derslerinde işledik biliyorsunuz. Hanif konusunda özellikle kim işlendi, hangi peygamber işlendi? Hz. İbrahim . Onun en büyük özelliği neydi? Tek başına olması idi. Hiç bir din yok,  hiçbir öğreti yok. Kitap yok. Resul yok. Çevresinde bir şey yok. Buna rağmen yanlış gibi gözüken şeylerle başlaya başlaya öyle bir Hak sistem idraki oldu ki Allahû Teâlâ’dan “el-Halil”  ünvanını aldı. Literatüre geçti yani. İşte onun kafasında oluşturduğu o sistem Hak sistemdi. Gittiği şey Hak sistemdi. Allahû Teâlâ bize Hazreti İbrahim’le neyi öğretiyor : Tamam şu an sizin önünüzde kitap var, peygamber var, din var. Ama benim size yüklediğim fıtrati sistem, sizin kendi başınıza düşünüp de ulaşabileceğiniz bir hak sistem. Ben sizden bunu bekliyorum. Ama yine de çok zor. Ben hidayet unsurları ile de sizi destekliyorum. Ne yaptı? Din gönderdi. Ne yaptı? Resul gönderdi. Ne yaptı? Peygamber gönderdi.

Necip Fazıl Kısakürek’in bir hikâyesi var. Karşıdan karşıya vapurla geçiyor şehir hatlarıyla. Biri gelip soruyor: Peygambere ne gerek var? O da diyor ki: O zaman niye vapura bindin? Karşıya yüzerek geçse idin ya !..

Yani din bize bu rahmeti sağlıyor.

Enbiya suresi 107:

  • (وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ)
  • Ve mâ erselnâke illâ rahmetel lil âlemin
  • Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.

bize kolay yolu gösteriyor.

Hak sisteminin yaşanılırlığını mı öğrenmek istiyorsunuz, alın size bir misal: Resulullah. İçinizden kendi içinizden bir peygamber gönderdik. Size kendi içinizden resul gönderdim. Yani sizin gibi.Tevbe suresi 128:

  • لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ)
  • Legad câekum rasûlum min enfusikum aziz, aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mué’minîne raûfur rahîm
  • Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi. Sizin üzüldüğünüz şey, O’na ağır gelir (O’nu üzer). Size çok düşkün, mü’minlere şefkatli ve merhametlidir.

Yani kendi içinizden misal. Sizin gibi yiyip içen ama sahip oldukları ile ilham edilenlerle müthiş Allah destekli. İşte bu Resul(SAV) aracılığıyla gönderilen, teferruatı anlatılan, kemal olmuş sistem geliyor işte. Yani o gelmesi ile var olmuyor. Yaradılışın ilk anından itibaren o sistem var. Yani kün emri ile beraber o sistem var. Fakat Resulullah ile beraber gönderiliyor, yani bizim açımızdan bakarsak da geliyor. Ama işte bir önceki ayetin ifadesini söylüyorum. Bu gelme yumuşak bir şekilde değil devrim şeklinde. Çünkü insanların kafasındakilerin bitmesi gerekiyordu.

Kuran’ı sıkça okudukça okudukça artık bir şey size çağrışım yapıyor.  Sanki burada İsra Suresini okuyormuşsun gibi oluyor. “Hakkı yardımı ile indirir.” Bir de sonraki ayetle beraber “kul cael hakkı  ve zehegal batıl” ile beraber o hemen aklında çağrışım yapıyor. Dolayısıyla direkt batıl diyebiliyorsunuz. Orda batıl yok ama Kuranın tefsiri Kuran olduğu için Direkt orda Allahû Teâlâ’nın hak ile neyi yukardan aşağı atarak parçaladığının, indirdiğinin, batıl olduğunu anlıyorsunuz. Neden? Hakkın zıttı batıl. Yani tamamlama var. Beyinde Allah’ın yarattığı sistemde tamamlama vardır. Bir şeyi veriyorsun, bir bilgiyi veriyorsun. Üçüncüyü vermiyorsun. O bunu birleştiriyor. Tamamlıyor. Burada o tamamlama ile beraber o anlam çıkıyor.

“Gazefe” yukarıdan aşağı bir şeyin fırlatılması manasına geliyor. Batıl ondan etkilenen. “Hadara ” fiili de kullanılabilirdi burada “hazır oldu, yani o anda huzura gelmiş olması” ama buraya uygun değil. Yani daha evvelden vardı bu. Hak sistem.

” Câe” fiili  kullanılmış burada. Yani mevcutta olan bir şey vardı.  o geldi. Sistemin içerisinde de gizli ve Peygamber Efendimiz( SAV) en kemal haliyle bunu gösterdi. Yani diğer peygamberlere gönderilen de İslam. Yani farklı bir şey değil. Peygamberler tarihini okuyunca da görüyoruz ki Allahû Teâlâ hep aynı şeyleri indiriyor. Farklı bir şey indirmiyor aslında. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV)’e indirilen onun en kemale ermiş, en olgunlaşmış hali. Neden? Başka bir açıdan bakarsak insanlığın toplam aklı, idraksal seviyesi Peygamber Efendimiz(SAV)’in dünyaya teşrifi ile beraber artıyor. Artık diğer insanlara öğretildiğinden daha farklı bir ifadelerle anlatılması gerekiyor bunun. Yani birkaç bin sene evvel dünyanın bir bölgesinde değişik bir coğrafyada yaşayan insanı anlattığı gibi anlatılmıyor artık. Neden? Çünkü idraksal seviye yükseldi. Bu kavram çok önemli. Yani bu idrakin yükselmesi çok önemli. İdrak zannedildiği gibi tek bir seviye bir şey değil. Yani ilk insanın anlama kapasitesi ile şu an bizim anlama kapasitemiz aynı değil. Bunu biz anlayamayız çünkü o dönemi bilmiyoruz. Ama biz o döneme gitsek de insanlarla bir konuşsak, teknolojiyi falan bırakalım, ortak şeylerle onların akıllarını çok ilkel buluruz yine. İdrakimiz bir şekilde arttı istesek de istemesek de. Sadece bizim değil bütün insanlığın arttı.

Ikinci kısım” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” (وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ) ile

“zehekal batıl” aynı manada. Biz bunu matematikte öğrendik değil mi? matematikte ne kuralı diyorduk biz buna? Matematikte değişim kuralı idi:

a+b+c = a+d ise

(b+c) = d

Biz bunu matematikte öğrendik. Ama sayılar olarak öğrendik, hayat pratiği olarak öğrenmedik. İşte Kuran’da da o matematik kuralını uyguluyoruz. 2 tane ayet var:

Birisinde (İsra suresinde):

“Ve gul câel hakku ve zehegal bâtıl”, diyor.

Burada da;

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu”, diyor.

Demek “zehegal batıl” ile bu öbür kısım “ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” aynıymış. “Hak geldi ve batıl zail oldu.” Zail olması ne demek? Yok olması, zeval bulması. Yani tesirinin, etkisinin gitmesi demek. Şimdi burada da” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” yu açıklayalım.”Ma Yubdiu “burada ortaya çıkaramaz diyor. Bunun kökü aslında “bedee”.  “Bedee”ne demek? Başladı demek. Yubdiu da başlatır anlamına gelir. Başındaki ma olumsuzu ile beraber de başlatmaz. Şimdi “batıl bir şeyi başlatamaz”

Bizim buradan baktığımızda insanların iddiası bu değil. İnsanlar kafalarında bir sistem oluşturuyorlar. Komünizm gibi, bilmem ne izm gibi. İşte müşriklerin oluşturduğu sistem, putperestlerin oluşturduğu sistem, laisizm, deizm, izm denilen her türlü sistem var burada. Bu ayet diyor ki HAK. Doğrusu bu. Bunun üzerine sistem kuruluyor. İşte Rusya’da komünizm uygulanması için yapılanlar var, insanlar mahvoldu. Sosyalizmin uygulanması ile insanlar mağdur oldu. Hitler’in yapmak istediğini biliyorsunuz. Bunlar yakın dönem olayları. Bir şey oluşturulmaya çalışılıyor, diyor ki en doğrusu bu. Onları yapanlar ne diyor yeni bir sistem buldum en doğrusu bu yeni bir dünya sistemi kuracağız diyor. İşte o kuracağız derken bir başlatma eylemi yok mu? işte ayetteki başlatma eylemi bu. Allahû Teâlâ da diyor ki, “hayır batıl bir şeyi başlatamaz, çünkü sistemi Ben kurdum, benim sistemimle örtüşen, hak sistem ile örtüşen şeyler başarılıdır.” .Hatta bunu bile demiyor. “Bundan başka sistem yoktur” diyor. Bununla örtüşen sistemler başarılıdır dedim ya bakın bu da değil. Çünkü bu neyi yanlışa götürüyor biliyor musunuz?  Bir İslam var, bir de İslam’la örtüşen bir sistem var. Ve maalesef insanlar bu dönemde bunu alkışlıyorlar, alkışlamak zorunda kalıyorlar.

Bakın biz demokrasi denilen insanların bulduğu bir sistem içerisinde Allah’ın doğrularını yaşamaya çalışıyoruz. Ve mutlu olmaya çalışıyoruz. Bir seçim oldu geçende. Demokrasi denilen sistem Allah’ın sistemi mi? Antik Roma’da Yunan’da oluşmuyor mu demokrasi?  Yani insanların bulduğu bir sistem. Niye kabul ediliyor? Şu anki yeryüzünde Allah’ın sistemini kastetmiyor, insanların bulduğu sistemler içerisinde en iyi çalışanı, halka en fazla yarayan gözükeni o olduğu için uyguluyoruz. Biz bu sistem içerisinde koskoca Allah’ın hakikat sistemi ile örtüşen bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve onunla mutlu oluyoruz. Bu bile değil aslında. Ama bir insanın kafasında oluşturduğu sistem Allah’ın hak sistemi ile ne kadar örtüşürse insanlık sistemi açısından o kadar doğrudur. Ama tek hak sistem var. Diğeri batıl. Ne kadar şirin, güzel, sempatik gözükse de batıl.

Ayetin ikinci kısmında ne var? ve “mâ yuîdu”. Buradaki kelimenin kökü “iade”. İade geri dönüş demektir. Mesela bir malı alıyorsunuz sonra onu iade ediyorsunuz. Başka anlamıyla redde yakın. Bizim geri verdiğimizde red var. Allahu Teala iade kelimesini Kur’an’da Buruc Suresi 13. Ayette şöyle kullanmış:

İnnehû huve yubdiu ve yuîdu (85.13)
(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ)

Şüphesiz muhakkak ki o ilk defa yaratır ve iade ettirir, döndürür anlamında.

Yunus 34 e bakacak olursak:

  • قُلْ هَلْ مِن شُرَكَآئِكُم مَّن يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ 
  • Kul hel min şurakâikum men yebdeul halka summe yuîduhu, kulillâhu yebdeul halka summe yuîduhu fe ennâ tu’fekûn(tu’fekûne).
  • De ki: Sizin ortaklarınızdan o örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek kim var?

Neredeyse tekrarlanmış:

De ki: Örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek Allah’tır.

Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz, çevriliyorsunuz. Bakın burada bedee var başlatarak yaratma. Sonra yuidu iade eden. Bu birkaç yerde geçmiş. Bir de Rum 27de geçmiş.

Rum 27 de ifadeler çok benzer:

  • وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 
  • Ve huvellezî yebdeul halka summe yuîduhu, ve huve ehvenu aleyhi, ve lehul meselul a’lâ fîs semâvâti vel ard(ardı), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
  • O, Öyle bir mâbuttur ki her şeyi önce yaratır, sonra öldürür ve tekrar diriltir(işte iade bu), ona göre pek kolaydır ve onundur göklerde ve yeryüzünde bütün sıfatlar ve odur aziz ve hâkim olan.

Allahû Teâlâ iadeyi yeniden diriltme olarak kullanmış. Önce Allahû Teâlâ sistemi yaratıyor, ondan sonra da iade ediyor. Yani yaratma sistemini (işte burası ilginç) geriye çevirerek tekrar yapıyor. Kuran meallerinde iade etmeyi yeniden diriltme olarak kullanmışlar. Biz kullanırken reddettme manasında da iade ediyoruz. Bu manada da geri çevirme. Şimdi ikisinin birleştiği yeri söyleyeceğim.

Bakın besmeleyi işlerken hatırlıyor musunuz Rahman ve Rahimi işlemiştik. Rahman ve Rahim’de ne vardı? Rahman, Allahû Teâlâ’nın sistemi kurduğu esma. Yani sistemi Er Rahman esması ile kuruyor ama dönüş, iade Rahim esmasıyla.

Ve sınırı da bu dünya. Allahû Teâlâ bu sistemin geri dönüşünü neye endekslemiş? Şu anki dünya sisteminin kıyamet denilen birinci sura üflenilmesi ile bitirmiş.( Bütün sistemin bitişi dikkat edin, sadece dünya sisteminin değil.) Ve ikinci surla beraber yeni bir sistem başlıyor. İşte ikinci surla beraber yeni sistemin başlamasında artık Rahim esmasının tecellisi var. -Ara bir dönem var -işte din gününde insanlar ikiye ayrılıyor. Birinci kısım cehenneme gidip artık geri dönmenin içerisine giremeyecekler. İkinci kısım da er-Rahimle beraber geri dönüşün içerisine devam edip artık sistemin geri saydığı yöne (ileyhi turceun) gidenler. Neden işte Rahmanla başlayıp Rahmanla bitmiyor. Allahû Teâlâ orada bir eleme yapıyor.

İşte batıl da yok olmaya mahkûmdur. İşte sen hak sistemin içine giremezsen cehennemlikle tasvir edilen alana girersen orada yok olup bitecek. Bakın bu ahiretteki açıklaması. Bir evvelki dünyadaki sistemsel açıklaması idi. Şimdiki ahiretteki sistemsel açıklaması. Hangi sistem, hangi hak sistem geçerli olacak? Allah’ın hak sistemi geçerli olacak. O da işte Rahim ile devam edecek.

İşte buradaki

  • “ve ma yubdiu ” başlatmaz ⇒ Er-Rahman ile ilgili; (asıl başlatan er-Rahman esması))
  • “Ve ma yuidu” iade edemez, döndüremez ⇒ İşte o da er-Rahim ile ilgili.(Asıl iade eden/döndüren er-Rahim esması)

Buruç 13’de :

إِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ

İnnehu huve yubdiu ve yuîd(yuîdu).

1. inne-hu : şüphesiz, muhakkak ki o
2. huve : o
3. yubdiû : ilk defa yaratır, yoktan var eder
4. ve yuîdu : ve iade eder, döndürür

Şüphesiz Allah döndürür, başlatır ve döndürür.

Bir Allah’ın sistemi var bir de insanların sistemi var. İnsanlar kendi sistemlerini Allah’ın sisteminin yerine koyuyorlar ; daha dünyada bile o sistem o izmler, ideolojiler yaşamıyor çöküyor. Başka bir izm gelip onun yerini alıyor. Ahirette de bunu anlayacaklar hak başlarına geldiklerinde. Asıl sistemin Allah’ın sistemi olduğunu anlayacaklar. İade eden de işte o sistem. Peki, mekanizma nasıl işliyor?

Enbiya 18’de ;

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nakzifu bil hakkı alâl bâtıli fe yedmeguhu fe izâ huve zâhikun, ve lekumul veylu mimmâ tasıfûn(tasıfûne).
  • “Hayır, biz hakkı baatılın tepesine (indirib) atarız da o, bunun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bu, yok olub gitmişdir. (Allaha karşı) vasf (ve isnâd) etmekde olduğunuz (iftiralar) dan dolayı yazıklar olsun size! “

Demek ki bu hak sistem önce beyinlerde bir tahribat yapıyor.bu  iman karşıtlarına yaptığı tesir.Pozitifte ne var? Beyinlerde idrak oluşturuyor. İrşad oluşturuyor. Hepimizin kafasında bir sistem var. Şu şöyledir, bu böyledir diye. Rabbim bize hakkı bir şekilde gösterdiğinde-kişi aracılığı ile olabilir, bir ayet aracılığı ile olabilir, hoca veya mürşit aracılığıyla olabilir-bizim önce beynimizde fırtınalar dönüyormuş demek ki. “Vay be! Bu böyleymiş”, “Benim bugüne kadar düşündüklerim demek ki doğru değilmiş”. İlk etki nerede oluyor? Beyinde. Ne diyor? Dimağını parçalar diyor. Bu hidayet yolundaki kişiler olarak bizlere.

Hatırlanırsa Fatiha sohbetlerimizde hidayeti 3 kısımda anlatmıştık:

  1. Kişinin ilk defa hidayete kavuşmasındaki hidayet
  2. Belirli bir hidayet seviyesine eriştikten sonra orada sabit kalmanın desteği olan hidayet
  3. Hidayet üzerine olan bir kişinin hidayetinin artmasındaki hidayet

Dimağları parçalar ifadesi Müslüman olmuş bir insanın idrakinin değişmesi içindir. Bildiğin doğruların değişmesi gibi. Mesela “la havle vela kuvvete ilaa billahil aliyyil azim” in derin manasını anladın ve “Vay be! Böyle miymiş?” diyorsun. “Yani ben bu sistemi daha farklı algılıyordum. Meğerse her şey Allahû Teâlâ’nın Esmaül Hüsnası ile gerçekleşiyormuş.

(Kitaplarda “La havle” deki “havle“nin “güç” diye bir izahı var. “Güç”ün zaten kuvvet gibi bir manası var . “Havle”ne oluyor o zaman? “Havle”nin başka bir kavram olması lazımdır çünkü o kadar konsantre bir ifadenin içerisinde yer almıştır. En üstte “La İlahe İllallah” konsantre formülü varsa, bir altında “La Havle Ve la kuvvet …”var. Bu kadar konsantre bir şeyde ikinci kısım kuvvetse birinci kısma sen”güç” gibi  kuvvete yakın bir mana kullanamazsın. Yani formülün kuvvetliliğine,konsantreliğine uymaz. “Hâle حَالَ”  fiili var Kuranı Kerim’de. “Havle” oradan geliyor. Ne demek Hale? Diyor ki Allah kişinin kalbi ile kendisinin arasına girer diyor :

  • يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ 
  • Yâ eyyuhâllezîne âmenûstecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm, va’lemû ennallâhe yehûlu beynel mer’i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn (tuhşerûne).
  •   Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.(ENFAL 24)

Nuh Aleyhisselam’ın oğlu ile bir sahnesi vardır. Nuh Aleyhisselam oğlunu gemiye davet ediyor. Oğlu “Yok ben kendimi kurtarırım” diyor. O sırada aralarına dalga girdi diyor.

  • قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ 
  • Kâle se âvî ilâ cebelin ya’sımunî minel mâi, kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahim(rahime), ve hâle beynehumâl mevcu fe kâne minel mugrakîn(mugrakîne).
  • O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nûh, “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.(HUD 43)

Yani “araya girme” fiili hale. Bir de havle Türkçe’de tahvil olarak kullanılıyor. Tahvil var ya hisse senedi, bono gibi. Aslında o neyin ifadesi? Paranın ifadesi ama kâğıt haline dönüşmüşü. Kıymetli evrak ama kağıtta bir kıymet var mı? Yani gramla tart kaç kuruş gelir? Ama üzerinde milyarlar var. O milyarlarca mülk ne hale gelmiş? Kâğıt parçası haline gelmiş, tahvil olmuş. Dönüşüm aracı. Su var değil mi? Su buhara dönüşüyor, buhar yağmura dönüşüyor, yağmur kara dönüşüyor, kar buza dönüşüyor, buz doluya dönüşüyor. Aslı ne bunun? Su. Ama değişik şekillerde tahvil oluyor, değişim oluyor, dönüşüm oluyor. İşte Allahû Teâlâ bunu diyor. Sistem ne diyor, “Allah’ın sisteminden  başka dönüşen, dönüştüren ; araya giren, sebep olan, vesile başka bir şey yok “diyor.( Esmaül hüsna’ları biliyorsunuz, isimleri ve Esmaları.) Her şey onlarda tecelli oluyor. Sizin cisim olarak, ,fiil olarak,enerji olarak gördüğünüz her şeyde aslında Esmaların değişik hale gelmiş şekilleri. Sen yemek yiyorsun. Aslında sana Allah enerji veriyor bir şekilde el-Rezzak ile. O yemek vasıtasıyla oluyor. O rızkı yiyorsun, vücudunda görme duyusu olarak işlev görüyor. Enerji geliyor bir enerjiyle. El-Basir esmasına dönüşüyor. Tefekkür ediyorsun beynine geliyor, el-Âlim esması oluyor düşünce oluyor. Yani her şey Allah’ın Esmalarının dönüp durduğu, tahvil olduğu bir sistem aslında. İşte “la havle”. Şimdi bunun bugüne kadar kitaplarda açıklananla ne alakası var? İkincisi de kuvvet. Kuvvet denilen fizikteki o “f “var ya “f kuvveti”aslında meleklermiş. Yani şu kitap burada duruyor ya, aslında bu bir melek ve meleki kuvvet aşağı doğru çekiyor. Biz yerçekimi kanunu diyoruz. Tamam, sünnetullah gereği formüllerle ifade edilen sayısal değerleri ortaya çıkaran  fiziki bir şey var ama bunu bir türlü izah edemiyormuş fizikçiler. İşte solucan teoremi, bilmem ne teoremi, kütle çekim vs. ama bir türlü bulamıyorlarmış onun ne olduğunu. İşte melekî kuvvet. Bununla ilgili bir hadis var. Güneşin meleki kuvvetler tarafından yörüngesinde tutulduğu. Bakın fiziksel kanunlarla ifade ettiğimiz mutlak değerler var. Bu da Allah’ın Sünnetullahı. Ama derin boyutta ve hikmetine baktığımızda Allahû Teâlâ orada meleksel sistemi koyuyor devreye. Düşünsenize şu an bize normal geliyor burada duruyoruz ya biz. Aslında bir meleki kuvvet bize asılmış, aşağı doğru bizi çekiyor. Ama rastgele çekmiyor. İşte yerçekimi kuralı, senin kütlenin karesi ile orantılı bir şekilde çekiyor. Her yerde var. Tek şey yerçekimi değil, kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Yani başka kuvvetlerde var. Big Bang olurken her şey bir kütlede değil miydi? Bir anda patladı yayıldı. F kuvveti yok mu? Bu da meleki bir kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Bizim algıladığımız bir şey. Mesela kara delikler ne oluyor? Bırakın bütün cisimleri ışığı bile kendine soğuruyor. Orada bir kuvvet yok mu? Buna sadece yerçekimi diyemezsiniz.

Aklınıza gelen kuvvetle ilgili her şeyin içerisinde bu var. Peki, melekler sadece bununla mı görevli? Hayır. Bir yağmur tanesini aşağıya indiren melek diye biz iman etmedik mi ona? Bunun içinde de var. La havle vela kuvvete. Kuvvet de yok diyor. Buna fizikte ana kanun olarak ne var? Madde ve Enerji. Yani madde la havle kısmına giriyor, enerji de vela kuvvete kısmına giriyor. İlla billah(“illa Allah”değil) illa billah.  “İlla Allah “olsa farklı bir ifade olur ama illa billah’daki o “bi(ile)” harfi de o Esmaları ya da melekleri ya da diğer ilahi kuvvetleri izah ediyor. Hani “bi ismi Allah “(bismillah) diyoruz. “Billah “demiyoruz. Allah’la yapamazsın “bi ismi allah”.  Allah’ın ismiyle iş görürsün. Bu da neye benziyor? Bazı ayetlerde Allah “biz yaptık” bazı ayetlerde de “ben yaptım” diyordu. Ben, bizzat Allahû Teala’nın Zatı.  Biz deyince de sistem işte. Hak sistem’in işte buradaki ifadesi. Hak. Meleklerin de dahil olduğu, fiziksel kanunların da dahil olduğu, Esmaların da dahil olduğu bir sistem. İşte bu “la havle vela kuvvete” yi hak sistemi anlama açısından görüyoruz.)

Hak sistem var zaten ama algılamamız “cae” fiili  ile oluyor işte. Teferruatı ile kuralı ile öğrenmeniz cae ile oluyor, geldi ile oluyor. Bize göre geldi. Sistemde zaten var.

Bakara Suresi 51. ayeti hatırlayacak olursak:

  • (مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا اَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ).
  • Meseluhum kemeselillezistevgade nârâ, felemmâ edâet mâ havlehû zeheballâhu binûrihim ve terakehum fî zulumâtil lâ yubsırûn
  • Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.

Artık göremezler, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönemezler. Onların misali ateş yakan kimseye benzer. Şimdi ateş nerede yakılır? Karanlıkta yakılır. Yani hak sistemden uzaklaşmış karanlığın içerisinde duruyorlar. Ateş yakmaları neyi temsil ediyor? Birinin aklına bir fikir geliyor, “Ya şöyle olması lazım” diyor. Bir sistem aklına geliyor, “ya aslında şunun şöyle olması, şunun da şöyle olması lazım” diyor. O fikir onlara bir aydınlık veriyor. Geçici bir aydınlık veriyor. Fakat diyor ki Allah “Allah onların nurlarını giderir” diyor. Yani kendi sistemlerini giderir ve onları karanlıklar içerisinde bırakır.

Kendi oluşturdukları sistem (batıl sistem) Allah’ın hak sistemi tarafından giderilince (bu büyük peygamberler tarafından getirilen din ile de oluyor.) Bireysel anlamda da kafamıza atıyor Allahu Teala Hakkı. Gerek yaşamsal olarak gerek idraksal olarak gerek irşadsal olarak. O zaman anlıyor ki insan  kendisin oluşturduğu sistem bir işe yaramıyor, geçici.

Yani nerede kalıyor, tekrar o zulumat /karanlık içerisinde kalıyor. Ve artık diyor Onlar göremezler. Neden göremezler? Çünkü kendi sistemlerine takılı kaldılar. Ancak nur olursa Allah’ın nuru olursa, nurun içerisine sen gidersen onları görebiliyorsun. Yoksa izmlere takılı olarak gidiyorsun. Bugün internette o felsefik akımlarla mücadele eden arkadaşlar var. Yani adamlar kafalarında bir ideoloji belirlemişler, internet ortamında nefisleri kontrolsüz olduğu için, zincirsiz bir alan, gidiyorlar istedikleri şekilde küfür edebiliyorlar. O klavyenin başına geçince, nefis klavyenin başına geçiyor aslında. O sapık inançlar, şunlar, bunlar şeytanın vesvesesi ile beraber devreye giriyor, yazıyor.

Orada ne izmler, ne sapkınlıklar dönüyor. O zaman görüyorsunuz ki ayağını sağlam basmaya çalışan bir adam görüyor zaten. “Bunlar ne diyor, ne yapıyor” diyor. Ama kendileri farkında değiller işte. Summun bukmun umyun- sağırdırlar dilsizdirler kördürler. Artık onlar dönemezler. Allah’ın sistemi dışında bir sistemin- kendileri oluşturdukları bir sistemin- doğru olduğuna inanıyorlar ve onunla öyle bir mücadele ediyorlar ki dönemiyorlar artık. Ne yaparsan yap.  Ama işte Müslüman kelimesinde ne var? İslam var, teslimiyet var. Sen önce teslim oldun diyorsun. Hazreti İbrahim’e ne diyor Allahû Teâla? “Teslim ol” diyor. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. Yani bunu hiçbir dinin kapısında iken demiyor bakın. Dini maksimumda yaşıyor bize göre. İdrakini, yaşantısını düşünün, imanını düşünün. Buna rağmen Allahû Teâla diyor ki “Teslim ol”. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. İşte teslim olarak biz yaşarsak “Aslında şöyle olması lazım. Bu bizim sistemimizde var. Bunun bana göre böyle olması lazım” dersen teslim olmuş olmuyorsun. Önce teslim olacaksın, ondan sonra Allahû Teala’nın bunu yaratmasındaki sistem, hakikat ne var diye onu düşüneceksin. Öbür türlü yanlışa götürüyor. Önce ben bunun bütününü anlayayım da ondan sonra gireyim dersen yanlışa götürüyor. Çünkü şeytanın oyunu çok. Geçen gün şurada bir arkadaş söyledi, çok ilgimi çekti, sizinle de paylaşmak istiyorum. Yanlış sistemler hakkında bundan bahsediyorum. Adamın biri demiş ki “ya sünnet diye bir şey çıktı, farzın önüne geçti”. Ne kadar yanlış. “Ben ne yapıyorum demiş biliyor musunuz “Sünnetleri kılmıyorum, bütün sünnetleri terk ettim. Farzı kılıyorum, farzı da iki rekat kılıyorum.” Bak buraya kadar yanlış ama şeytanın girdiği asıl tehlikeli yer şurası: niye demiş. “Çünkü iki rekat kılıyorum ama ağır ağır kılıyorum. Allah ile iletişimimi maksimumda tutuyorum”. Bak görüyor musunuz şeytanın taktiğini. Bir şeyleri almak için neleri veriyor. Bizim kılamayacağımız güzellikte namaz kılmasına müsaade ediyor onun. Allah bilir hiç dokunmuyordur, vesevese getirmiyordur. Çok güzel namaz kılıyordur ama koskoca “Muhammedun Resulullah “sistemini çizdiriyor onda. “La ilahe illallah” tan da yarısını kestiriyor. Farzları iki rekât kılıyor. Dikkat edin “şeytan sizi Allah’la kandırmasın “diye  bir ayet var.(Fatır 5, Lokman 33). Şeytan ne diyor, ben onlara her yönden yaklaşacağım diyor. Ne diyor önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından. İşte bu nereden yaklaşma? Sağdan yaklaşma. Adam doğru yaptığını zannediyor. Ben Allah’la iletişim kuruyorum ya diyor. Şurada şeytan kapıdan girse hepimiz korkup kaçmayız. Herkes taşını eline alır, üstüne gider. Ama şeytan öyle hamle yapmıyor ki . Onun işi beyinle. Gönlüne bir vesvese veriyor, aklına bir virüs veriyor. “Ya aslında şöyle de böyle de”. Sen oradan gidiyorsun zaten.ayağın kayıyor.

İşte bütün bunlar Allahû Teâlâ’nın sistemine yeterince teslim olup iman etmeyip de kendi kafamızda kurduğumuz acaba şu şöyle sistem olsa nasıl olur dediklerimizden. Gereken bariz olan müşriklerin kurduğu sistemle batıl sistemle, gerekse bireysel olarak kendi kafamızda oluşturduğumuz sistemleri  terkederek asıl sistem olan HAK SİSTEME TABİ OLMAK.  Allahû Teâlâ diyor ki “İşte onlar hak değil batıl”. ve onlar yok olmaya mahkumdur. Asıl değerli olan, doğru olan, hak olan ise benim sistemimdir. Sen buna uyarsan çok güzel yaşarsın, ahirette de işte o Rahim denen geri dönüş sistemine iade olursun. Yoksa yok olup gidersin. Karar senin…

Allah bizi “Hakkı hak bilip ittiba eden ; batılı batıl bilip ondan  imtina eden, sakınan kullarından eylesin.” Amin.

Allah bizi sıratı mustakîmde eylesin. Onda ayağımızı sabit kalsın. Bize de o yolu kolaylaştırsın.

Sadakallahülazim

 

 

 

 

Sebe Suresi(32. Sohbet) 50. Ayet / yazılı metin

Sebe Suresi 50. Ayet

قُلْ إِن ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي وَإِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ

Kul in dalaltu fe innemâ edıllu alâ nefsî, ve in ihtedeytu fe bimâ yûhî ileyye rabbî, innehu semîun karîb(karîbun).

1. kul : de
2. in : eğer
3. dalaltu : dalâlette olursam
4. fe : o zaman, o taktirde
5. innemâ : ancak, sadece
6. edıllu : sapmış olurum
7. alâ : üzerine
8. nefsî : kendi nefsim
9. ve in : ve eğer
10 ihtedeytu : hidayete erdirildim
11 fe : o zaman, o taktirde
12 bimâ : sebebiyle
13 yûhî : vahyedillir
14 ileyye : bana
15 rabbî : benim Rabbim
16 inne-hu : muhakkak o
17 semîun : en iyi işitendir
18 karîbun : en yakın olandır

De ki: “Eğer dalâlette olursam, o zaman sadece kendi nefsim üzerine (sebebiyle) olurum. Eğer hidayete erdirilirsem, o taktirde bu Rabbimin bana vahyi sebebiyledir. Muhakkak ki O; en iyi işiten ve en yakın olandır.”

 

Sebe Suresine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Geçen hafta ve geçen seneki son sohbette hak geldi batıl zail oldu ayetinin değişik açıklamaları ile hak sistemi açıklamaya çalışmıştık. BUGÜNKÜ AYETE GEÇMEDEN EVVEL GEÇEN HAFTAKİ HAK KONUSU ÜZERİNDE BİRAZ DAHA DURMAK İSTİYORUM.

Hak geniş bir kavram, örtücü genişleyen bir kavram.Hakkın birçok açıklaması var .Geçen hafta sadece Hakkın “sistem ” üzerine izahatına çalışmıştık. . Sistem olarak hakkı izah etmeye çalışmıştık. Bir iki cümle ile orayı geçiştireceğim. Çünkü 50. ayet ile bağlantısı var.

Şimdi hak kelimesinin kökeni Arapçada bir şeyin bir şeyle uyumlu olması demektir. Misal olarak kapının menteşesinin yuvasına uygun olmasına hak oldu deniyor. Tevafuk etti, uyum sağladı, buna uygun oldu manasında. Şimdi Arapçada bir kelimenin derinlerindeki manası ile ıstılahati, kullanımsal, terimsel manasının muhakkak bir alakası vardır. Buradaki alaka nerede? Bir şeyin bir şeye uygun olması ne demek? En genelinden en yukarısından düşündüğümüzde, Allahû Teâlâ’nın yarattığı  sistemin, o sistemi yaratma muradı ilahisine uygun olması anlamına gelir. Yani Allahû Teâlâ bir şeyi murad ediyor. Biz onu hadisi kutsiden biliyoruz ki; “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim, mahlûku yarattım”. Murad bu. Buna uygun bir sitem yaratılacak. Yani kâinatın her aşamasının işleyen bir sistemi olacak. Bu da en baştaki murada uygun olacak.İşte bu işleyen sitemin adı hak. Yani her şeyin fıtrata uygun olarak yaratılması gerekiyor. Hz. İbrahim in dediği “fâtırıs semâvâti vel ard(فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ)”.” Her şeyi fıtrat üzerine yaratan rabb” İşte bu.   Fıtrat ne oluyor? Yaratılış muradı. Yani ayeti kerimede ne deniyor?

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

(وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ) (Zariyat 56.)

İşte bu yaradılış sitemindeki – özellikle cinlerin ve insanların – yaratılış sistemi fıtrat. Amaca uygun. Kulluk etme amacına uygun. Bunu bütün  komple sistem olarak düşünün. Arz ve semavat olarak düşünün, bu işleyen sistemin ismi de hak. Bir şeyin doğru geçerli olabilmesi için, yani günümüz ifadesi ile hak olabilmesi için bu hak sistemle örtüşmesi gerekiyor.

Mâliki yevmid dîn (مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ)  “din günü” derken.; bugünün ‘kişinin dini’ ile ‘Allah’ın dininin’ nekadar örüştüğünün görüleceği, analiz edileceği, hesabının edileceği gün demiştik ya , yaşarken de ‘kişilerin doğrularına’ doğru denebilmesi için Allah’ın bu hak sitemi ile örtüşmesi gerekiyor. <ş

Bu hak sistemin varlık sebebi de mülkiyete dayanıyor. Ne demek bu?

Bir kişi mülke sahip ise hakka da sahip demektir. Mesela kullanım hakkı diyoruz. Bir şeyin mülkiyeti. Yani asıl malik olan Allah’tır. Bu da onun sistemidir. Allah’ın da bu hak sitemi üzerinde hakkı vardır. Tüm mahlûkatı üzerinde hakkı vardır. Bu öyle bir hak sistem ki insanlarda hatta hayvanlarda hatta eşyalarda bile bu hakkın tecellisini görüyoruz ki şöyle annelik hakkı, babalık hakkı mesela. Yani bulunduğu Allah’ın verdiği pozisyona ve mülkiyete göre. Mülkiyet sadece mal sahibi olmak demek değildir, yönetim sahibi olmak demektir aynı zamanda. Melik oradan gelir. Çocukları üzerinde hakkı vardır demektir. Bırakın onu bir şeye sahip olmakla beraber de hak sahibi olunur. Davranışsal olarak bile hak var ki hakkını helal et denilen mesele o. Neyin hakkı bu? Mülkiyet hakkı hem davranışsal hem de mülkiyet hakkı olarak. Dolayısıyla o kadar geniş bir yayılım alanı bulmuş. İşte bu hak sisteme göre de sizin düşüncelerinizle elde ettiğiniz şeyler, sizin istihkakınız oluyor. Bunun sonucunda alacağınız ceza ve ödül de sizin müstahakınız oluyor.

Allahû Teâlâ’nın el-Âlim esması her şeyde ilk günden itibaren tecelli eder. Hak sistemi de bir formüle dayanarak halk edildi. İşte buna uygun davranılması da Allah’ın hakkı. İşte biz bu sistem üzerine yaşıyoruz ve de ona göre nasıl davranışlarda bulunacağımızı da öbür tarafta göreceğiz. İşte 50. ayet de bunun devamı olarak gelmiş.

Gul (قُلْ)- de ki

in (اِنْ)- şayet

daleltu(ضَلَلْتُ) – eğer dalalete düşersem ya da saparsam

feinnemâ edıllu alâ nefsî (فَاِنَّمَا اَضِلُّ عَلٰى نَفْسٖى) – bu ancak kendimin nefsi üzerine sapıtmış olmamdandır.

Yani kendi namıma, kendi nefsim adına sapmış olurum.

Devamında ise;

ve inihtedeytu (وَاِنِ اهْتَدَيْتُ)– eğer ben de hidayet üzerine olursam

febimâ yûhî ileyye rabbî (فَبِمَا يُوحٖى اِلَیَّ رَبّٖى)– bu da benim ancak bana rabbimin vahyi sayesindedir

innehû semîun garîb (اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)– o semidir, gariptir(yakındır)

Neden bu ayet yukarıdaki hak ile ilgili ayetin arkasına gelmiş. Çünkü hakkı Allahû Teâlâ sıratı müstakim ile ilişkilendiriyor. Hani Fatiha Suresindeki sıratı müstakimdeki gibi, ayağa kaldıran yol. Dosdoğru yol manasındaki. Hicr suresinde idi galiba, bana getiren yol benim üzerime olan yol. İşte de ki: Eğer ben saparsam… Bu sapmak neyden sapmak? Hidayetten sapmak. Fatiha suresinin son kısmını işlerken şöyle demiştik. Aslında iki tane yol yok. Bir tane doğru var. Öbürü yol bile değil. Eğer bedel olarak alırsam. İki tane yol var. Ya şu yol. Ya da şu yol. Birincisi Allahû Teâlâ’nın sıratı müstakim yolu. İkincisi ise diğerleri. Diğerleri de ikiye ayrılmış durumda. mağdûbi aleyhim(مَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ) kendilerine gazap etmiş olanlar ve bir de sapanlar. Bence bu bile değil.

Arazi düşünün bir demiryolu var ortadan geçen bir de arazi var. Arazi yol mudur? Değildir. Bunu işte yukarıdaki 49.ayette görmüştük. Cael hakku – hak geldi. Hak sistem geldi. ve mâ yubdiul bâtılu ve mâ yuîd- diğerleri ise sistem bile değil diyor Rabbim. Çünkü sistem olabilmesi için bir şeyi başlatması lazım ve de onu tekrar edip geri döndürebilmesi lazım. E diyor batıl bunu yapamaz ki. Yani sistem bile değil demek istiyor.

Sırat olarak değerlendirirsek bir tane yol var. Diğerleri yol bile değil. İnceliği görüyor musunuz? O zaman sanki şöyle olurdu. Şöyle bir yanlış anlayışla endeksleyerek söyleyeyim. Bir ara kendi aramızda konuşurken şöyle demiştik: Acaba kafalarda yanlış mı düşünüyorlar? Sanki şeytan Allah’ın düşmanıymış gibi bir algı var. Böyle bir şey yok ama ifade ederken buna benzer şeyler var. Sanki şeytan Allah’ın düşmanı. Hayır şeytan insanın, Müslümanın düşmanı. Allah’ın bir muhatabı onunla olmaz. Şirk olur çünkü. Ancak şöyle olur. Bir rahmani var bir de şeytani var. Ama bu hiçbir zaman Allah’ın muhatabı olan bir düşmanlık değil bizim muhatabımız olan bir düşmanlık. Dolayısıyla bir tek Allah’ın sıratı var. Bir de diğer arazi var. Yol bile değil o. İşte buradaki daleltü dediğindeki sapmak bu. Yani sıratı müstakimin içerisindesin, tren değil de otoban olarak misal verelim. Ve o yolda araba kullanıyorsun. Senin o yoldan çıkacak şekilde sağa ya da sola direksiyonu kırman dalalet oluyor. O yol sağdaki ve soldaki çizgiler doğrultusunda gittiğinde ki bu hak yol yani şeriat. Sistemin ismini şeriat olarak adlandırırsak o yolun çevresinde gitmek, düzgün gitmek oluyor. Bunun dışındaki her şey dalalet. Doğru yoldan sapmak dalalet. Allah’ın verdiği doğrular var, onun dışındaki her şey dalalet. Yoksa dalalet bir sistemin ismi değil. Eğer in daleltü- ben saparsam feinnemâ edıllu alâ nefsî – nefsimin üzerine sapmış olurum. Ayeti kerimede şöyle geçiyor. Nisa 79’da:

Mâ esâbeke min hasenetin feminallâh, ve mâ esâbeke min seyyietin femin nefsik

(مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ)

Sana ne isabet ederse iyilikten, o ancak Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse kendindendir ya da kendi nefsindendir. Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse nefsindendir. Bakın bu Allah’a karşı olan bilinçli ya da bilinçsiz ithamlardan kendinizi korur. Allaha hiçbir zarar gelmez de kendinizi ithamlardan korur. Kader inancının temel ayetlerinden biri budur. Bu ne manaya geliyor? Ancak ben kendi namıma sapmış olurum denilen kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Şu var. Allah saptırmaz. Kişi kendi sapar. Meallere dikkat ederseniz Allah’ın saptırdığı der. Allah saptırmaz. Allah kullarına karşı rahmet sahibidir. Bütün iyilik ve güzellikleri halk eder. Sana iyi ne isabet ederse Allah’tandır ama kötü olarak sana ne isabet ederse bu senin nefsindendir. Allah saptırmaz. Allah rahmandır. Kişi kendi sapar.

Maide de buna benzer bir ayet var. Maide 105. Ayet:

Yâ eyyuhellezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yedurrukum men dalle izehtedeytum

(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ)

Yâ eyyuhellezîne âmenû(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا) – ey iman edenler.

aleykum enfusekum (عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ) – siz kendinize bakın, kendinizle ilgilenin, nefisinizle ilgilenin, nefsinize bakın manası da var. Bir de sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu var.

lâ yedurrukum (لَا يَضُرُّكُمْ) – size zarar veremezler. Kim?

men dalle (مَنْ ضَلَّ) – dalalette olalar size zarar veremezler

izehtedeytum (اِذَا اهْتَدَيْتُمْ) – siz hidayette olduğunuz sürece.

Ey iman edenler size dalalette olanlar zarar veremezler. E vermiyorlar mı bugün? Veriyorlar. Bir sürü zarar veriyorlar. Ama Allah veremez diyor. Haşa yalan mı söylüyor? Zarar veremez diyor ama zarar veriyorlar. Ama şartını koymuş rabbim orada. Biz şöyle olduğumuz müddetçe şartlar orda ehtedeytu – hidayet üzere olduğunuz sürece. Demek ki biz hidayet üzerine olmadığımız her an dalalette olanların zarar vermesi ile karşı karşıyayız. Kabahat bizde. Yani nefsimizde. Peki, ne yapacağız? Formülü orada var. aleykum enfusekum – sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu vardır kenziniz ile ilgilenin.

Şam ya da Bağdat taraflarına zalim bir hükümdar geliyor. Asıyor, kesiyor birçok kişiyi. Bana bir alim çağırın diyor. Âlim geliyor. Hiçbir âlim gitmek istemiyor oraya. Neden? Gittiğinde asacak kesecek. Sonunda bir âlim tamam diyor ben giderim diyor. Ama zayıf ve çelimsiz biriymiş. Giderim ama bir şartla; bana bir deve, bir tane keçi, bir tane de horoz vereceksiniz. Temin edip veriyorlar. O zalim kral bir bakıyor karşısında zayıf, çelimsiz, sakalsız birisi. Seni mi gönderdiler diyor. Pek beğenmiyor. Diyor ki eğer iri cüsseli birini arıyorsan deve getirdim dışarda. Eğer sakallı birini arıyorsan keçi getirdim diyor. Eğer diyor gür sesli birini arıyorsan horoz getirdim sana diyor. Onun büyüklüğünü anlıyor ve soruyor. Peki, sizi büyük bir İslam topluluğu idiniz neden ben buraya geldim de sizleri yenebiliyorum diyor. Efendim diyor biz İslamiyet’i doğru anlayamadık. Allah belirli bir şey ikram ettikten sonra biz kendi nefsimizin derdine, rahatına düştük. Bu ilmi faaliyetleri, kendimizle ilgili ve başkasıyla ilgili cihadı terk ettik. Allah da sizi musallat etti diyor. Peki diyor bundan kurtuluş nedir. Eğer biz kendi kendimize düzelirsek senin gücün ne ki bize yetecek? Silinip gidersin.

Yani aslında bu ayeti söylüyor. Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzere olduğunuz sürece hiçbir kimse(dalalette olanlar) size zarar veremez. Şimdi bugün İslam âleminin geldiği durumu düşünün. Bunun sebebini biz İsrail’de, Amerika’da, Rusya’da arıyoruz ama Allahû Teâlâ gerçek sebebini gösteriyor. Kendinize bakın diyor. İşte burada diyor ki ayette: bunu da resulüne diyor: Eğer ben dalalete saparsam ben kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Orada da iki tane ala var. Ala nefsi diyor ala harfi ceri var edatı var. Bakın Maide 105deki ayete bakarsak da burada ne diyor. aleykum enfusekum. İlkinde ala en –nefislerinizin üzerinde vardır burada da aleykum enfusekum – nefsimin üzerinedir diyor. Ala nefsi meallerde atlanmış. Ama burada ala harfi cerini Rabbim boşu boşuna kullanmamış. Diğer ayetlere baktığımızda ala ile irtibat kurulabiliyor. Aleykum enfusekum –sizin üzerinize vardır. Ne vardır? Sorumluluk vardır. İşte burada da nefsin üzerine. Bakın maalesef meallerde nefis kelimesi sadece şahıs olarak kullanılmış. Ben bunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım nedeni de şuymuş: nefis hem kişi hem şahsiyet, öz ben anlamına gelir. Hem de kişinin nefsi kötülüğü emreden nefsi emaresinden deki nefistir demi bu. Fakat meallerde ikiye ayırmışlar. Şöyle:

Maalesef biz İslam’ı hep bir zannediyoruz da değil. Aynı şey Kuran’la ilgilenen âlimler arasında da olmuş maalesef. Âlimler ikiye ayrılmışlar. Kelamcılar ve tasavvufçular diye. Tasavvufçu tefsircilerinkine diğerleri itibar etmemiş. Kelamcıların tefsirine diğerleri itibar etmemiş. Bunun en fazla ayrımlarından biri bu nefis kelimesi. Şimdi nefis terbiyesi var tasavvufta. Dolaysıyla tasavvufçular haklı olarak nefis kelimesinin geçtiği yerlerde terbiye edilmesi gereken Allah’ın sistemi içerisinee koymuş olduğu nefsi almışlar çünkü faydalanması gerekiyor. Diğer grup da sırf onlardan olmamak onlara muhalefet için nefis kelimesin öz şahıs, benlik, karakter, kişi anlamında almışlar. Fakat bu bir yerde büyük bir hata vermiş. Musa Aleyhisselamla ilgili bir hikâye var. Kavmi ile Kızıldeniz’i geçerken deniz yarıldıktan sonra firavunun zulmünden kurtuluyor. Bir alana geliyorlar. Rahat ve güvenli bir alan. Siz burada kalın diyor. Ben rabbimle konuşmaya gideceğim diyor. Belli bir müddet sonra geri geliyor. Tevrat’ın yazılı levhaları, on emir ile geliyor. Geldiğinde bakıyor ki Samiri denen bir kişinin etkisi ile altından bir buzağı heykeli yapılmış ve insanlar o buzağı heykeline tapıyorlar. Neler atlatmışlar? neler olmuş? Bunun üzerine olan sahneler var. Ora ile ilgili bir ayet var. Ayette diyor ki: Nefislerinizi öldürün. Şimdi burada duruyorlar kelamcılar, tasavvufi açıklamaya karşı olanlar. Burada tasavvufi nefis olduğunu kabul etseler onlara karşı ödün vermiş olacaklar. Burada kişi anlamında. Şimdi kişi anlamında olunca birbirilerinizi öldürün manasına geliyor. E şimdi öbür türlü olsa da olmayacak. Hemen İsrailiyat, hemen Tevrat’ın açıklamalarında ne var karıştırılmaya gidiliyor. Bakıyorlar ki bir hikâye var Tevrat’ın nüshalarında. Tahrif edilmiş Tevrat’ı izah ederken kullandıkları hikâyelerde şöyle bir bölüm var. Allahû Teâlâ güya onları ceza olarak karanlıkta hepsinin eline bir bıçak veriyor ve rastgele sallıyorlar. Ve bu sayede bir rivayete göre 3000 kişinin öldüğü söyleniyor. Ve bunu maalesef tefsir kitaplarına geçirmişler. Böyle saçma bir şey tefsir kitaplarına geçmiş neden çünkü temelinde, niyette hata var. İlla nefis demeyecek ya ona illa tasavvufçuların kullandığı şekilde kullanmayacak ya. Kişi diyecek, kişi deyince delil bulacak maalesef delalette olanların delilleri bulunuyor ve geçiştiriliyor. İşte o yüzden arkadaşlar bir gruba ait olmamak gerekiyor. Hani hanif konusunda işlemiştik Rum suresi 32. Ayetinde: Onlar dinlerini fırka fırka ettiler, parçalara ayırdılar, şialara böldüler, her hizip kendindeki ile ferahlanmaktadır.

Biz zannediyoruz ki bu ayet Yahudilere inmiş. Ve onun bir öncesinde ise müşriklere ikaz var. Yani tefsirci bile olsan o ayetin şeyinden çıkmıyorsun eğer illa bir grubun savunuculuğunu yaparsan böyle saçma sonuçlara da gidebiliyor. İşte burada ala nefsi dediği yer bütün meallerin çoğunda kendi namıma sapmış olurum diyor. Doğru. Hem nefsi kişi, benlik olarak alacağız. Hem de Allahû Teâlâ’nın bizim sitemimizin içerisine koyduğu nefis olarak alacağız. Birini diğerine tercih etmeyeceğiz. Kuran-ı kerim öyle mucizevi bir kitap ki her daldan, her alandan, hem dikey hem yatay boyuttan izahatı var ki her şeyi kapsamış bir kitap. O yüzden burada kendi namıma sapmış olurumda da bir mana var. Ama kendi nefsim adına da sapmış olurum anlamı var.

İsmaik Hakı Bursevi’nin Ruhul Beyan tefsirini okumanızı şiddetle tavsiye ederim. İsmail Hakkı Bursevi Peygamber efendimiz(sav) i rüyasında görüyor. Peygamber efendimiz:

-Ümmetim için bir tefsir yaz, diyor.

Ve yıllarca Bursa Ulu Camiinden vaazlar veriyor ama önceden hazırladığı tefsir üzerine vaazlar. Ve bu vaazlar kitap haline getirilerek basılıyor. Erkam Yayınlarından çıkan tefsiri hala piyasada mevcuttur.

Orada bu ayetle ilgili şöyle bir ifade var: Bir başkası bir insanı saptıramaz. Kişi sapar.

Bu ayete özgü bir ifade. Bir kişi başka birini saptıramaz. Kişi sapar. Zaten Kuranın genelinde de bununla ilgili ayetler var. İşte “sizi taptıklarınızı gösterin diyor. Onları gösteriyor rabbim. Bizim onların üzerinde bir hâkimiyetimiz yoktur ki diyor. Onlar gerçekte bize de tapmıyorlardı diyor. Yani başkası değil kişi kendi kendine sapıyor. Bırakın Allah saptırmaz kişi sapar meselesini, bu ayete göre kişi bir başka şahıs insan bile saptırmıyor. Şeytan dahi saptırmıyor. Allah saptırıyor zannediliyor haşa. Ve altında şeytan saptırır zannediliyor. Hayır.

Allahû Teâla Hicr Suresinde ne diyor: Bak o şeytanın iddiası. Şeytanın iddiası Hicr suresindeki özellikle. Ben hepsini saptıracağım senin muhlis kulların hariç. Biz yiyoruz bunu. Bakın Kurandaki her ifade Allah’ın ifadesi değildir. Gale denilen şeyler iki nokta üst üstedir. Yani şeytanın ifadesi de var. Dikkatli olmamız gerekiyor. Ne diyor ben hepsini saptıracağım senin ihlaslı kulların müstesna diyor. Allahû Teâlâ diyor ki hayır. Senin onların üzerinde bir sultan yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu ne demek burada? Şeytan saptıramaz. İnsan sapar. Allahû Teâlâ orada bizim savunmamızı yapıyor. Birçok meal ve tefsirlerde bu ayet farklı yorumlanmış. Sanki şeytan saptırıyor da insan sapıyor gibi.

Bugün bir arkadaş uyardı bizi mealler konusunda. O dedi: Yemeyin dedi. O şeytanın iddiası. Ben saptırırım diyor. Muhlis kulların farklı. Allahû Teâlâ da bizim savunmamızı yapıyor. İddianın reddiyesi var orda. Senin hiçbir sultan, hükmün yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu bile değil.

Ruhul Beyanda kişi bile bir kimseyi saptıramaz diyor. Kişi kendi sapar. Bakın Hz. Âdem’in Allah’ın affına mazhar olmasının sebebi suçu kendi nefsinin üzerine almasıdır. Ben nefsime zulmettim diyor. Hata bakımından Kuranda benzer kelimeler geçiyor. Şeytan ile Hz. Âdemin yaptığı hata aynı kategoride değerlendiriliyor. Asa diyor isyan etti. Farkı nedir? Hz. Âdemin kurtulmasının sebebi ben nefsime zulmettim diyerek tövbe etmesi. Eğer tövbe etmese idi geriye dönüş imkânı bile olmayacaktı. Yeryüzüne indirilecekti şeytan ile aynı konumda belli bir müddet yaşayacaktı sonrasını bilmiyoruz. O yüzden arkadaşlar aleykum enfusekum diyor ya maide 105’te. Kişi bütün hayırların bütün iyi şeylerin Allahtan olduğunu, başına isabet eden kötü şeylerin de kendi nefsinin üzerinde olduğunu bilirse, bu Nisa 79 idi. Maide 105’e göre. Hiçbir zararın olamayacağını, dalalette olanların zarar veremeyeceğini, ancak hidayette olduğu sürece bunun geçerli olduğunu, hidayette olmama durumumun bu zararı oluşturduğunu ve hidayette olmama durumunun sebebini de aleykum enfusekum e bağlarsak da siz kendi nefsinizle ilgilenin, kendi nefsinizi düzeltin ile alakalı olduğunu bilirse sadece kendi ile ilgilenmesi yeter. Kişi suçu kendi nefsinde arayacak. Bu nedenle tasavvuf, maneviyat hep bu nefis terbiyesi üzerinde durmuş.

ve inihtedeytu – eğer ben hidayet üzerinde isem. Bu iftial babı denilen bir bab. Mutavaat deniliyor buna dönüşlülük manası veriyor. Örneğin ben camı kırdım, cam kırıldı. İşte bu kırılma olayına dönüşlülük diyoruz. Bunun Arapça ifadesine mutavaat deniyor. Burada da hidayet kökü var. Ama başına t harfi gelerek ihtedeytü iftial babı olmuş. Şu manaya geliyor. Hidayete iletilmek durumu. İl eki ile bu dönüşlülük oluyor. Hidayete, doğru yola iletmek dersek de dönüşlülük ile beraber iletilmek oluyor. Yani ben hidayete iletilmek pozisyonunda olduğum sürece. Yani ihtedeyt durumu olduğunda ne oluyor? Kişi Allah’ın hidayeti üzerine onun gereklerini yaparak yaşamak durumunda oluyor. İhdeyetu de o fiili kendinize alıyorsunuz. Allah hidayet ediyor ama siz o durum içerisinde kalmaya gayret ediyorsunuz. Bu Allah’ın belirli bir pozisyonda kalmanın sağlanması bile yani şartlar bile bakın ne ile ilgiliymiş?

febimâ yûhî ileyye rabbî – Benim bana ettiği vahiy sayesindedir.

Hani diyordu ya Nisa 79’da. Senin başına gelen şeyler ancak Allah iledir var ya burada da Peygamber Efendimizin ağzından. Çünkü gul emrinin birinci muhatabı kim? Resulullah(sav) Efendimiz. Bir de bizim de muhattaplığımız var. Ama burada bize rabbimiz vahyediyor mu? Direkt olarak etmiyor. Biz nebi, resul değiliz. Etmiyor ama biz ayeti kendi üzerimize alırsak nasıl vahyedilmesi sayesinde biz hidayet üzerinde olma durumu üzerinde bulunuyoruz cevabına gelince de şunları söyleyebiliriz:

Birincisi biz tabiiyet açısında Kurana ve Resulüne bağlıyız. Peygamber Efendimize indirilen kuran ve onun söyledikleri ile de biz yolumuzu bulmuyor muyuz? Yani hidayet üzerine bulunma durumunda olmuyor muyuz? Kitaba uyduğumuzda yani Allahu Tealanın kitabına uyduğumuzda vahiy üzerine olmuş oluyoruz. Bize vahiy indirilmesine gerek yok. Zaten indirilmiş bir vahiy üzerine kelam haline getirilmiş bir şey.

İkincisi de Necm suresi olması lazım: Battığı zaman yıldıza and olsun ki arkadaşınız Muhammet sapmadı ve azmadı o arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir. Yani Peygamber Efendimizin ağzında çıkanlara ne deniyor? Hadis deniyor. Yaptıklarına sünnet deniyor. Konuştuklarına, bahsettiklerine hadis; hal, hareket ve davranışlarına sünnet deniyor. Bakın bizim öyle aleni bir insanın yapmış olduğu davranışlar olarak gördüğümüz şeyler de söyledikleri de aslında kendisine vahyedilen vahiymiş. Bakın birebir vahiy değil. Birebir vahiy Kuranı Kerimdir. Ama Allahtan gelen bir iletişim olduğunu düşünün. Kalbine inen bir vahiy. O vahiy sayesinde hareketlerini ve konuşmalarını düzenliyor demektir. Bakın şu konuda yanlış yapılıyor.

Rahmetli Hasan Hoca ile konuşmuştuk. Vahyi= İlahi kitap gibi algılanıyor. Eğer öyle olsa idi bakın kaç tane bildiğimiz kitap var dört tane: Tevrat Zebur İncil Kuranı Kerim. Bir de bazı sahifeler var. Bunlar sadece vahiy olsa idi, kitap indirilmeyen peygamberler ile Allahû Teâlâ hiç mi vahiy yoluyla iletişim kurmuyordu. Yani Zekeriya As ile diğer peygamberlerle hiç mi iletişim kurmuyordu. Vahiy değil mi idi o iletişimin ismi. E sadece kitapta olanlar vahiy ise onları nereye sokacağız biz. Dolayısıyla vahiy Allahû Teâlâ’nın kulu ile olan iletişimidir. O iletişim de Peygamber efendimiz(sav)de vardı. Ve bütün söz ver davranışları da vahiy kanalı ileydi. Bakın vahiy ile ilgili bir ayet var. Allah bir insana ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izni ile ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz o yücedir. Hüküm ve hikmet sahibidir(Şura,51)

Yani kulları ile bir vahiy konusunda iletişimin olabileceğinin bile bir işareti bu. Ki biz biliyoruz ki vahiy sadece nebilere inmiyor. Kuranda geçen ifadesi ile bal arısına bile vahyettik diyor. Hz İsa’nın havarilerine vahyettik deniyor. Meryeme vahyettik. Hz Musa’nın annesine vahyettik deniliyor. Yani sadece vahiy resullerle olan bir iletişim değildir. Allahû Teâlâ’nın kullarıyla hatta arılarla iletişimine vahiy denir. Bunun da küçük versiyonuna ilham denir. Şems suresi 6.ayette şöyle geçiyor:

Feelhemehâ fucûrahâ ve tagvâhâ

(فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا)

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene hamdolsun ki. Bu insana, ilham edene diyor yani bize. Bırakın şimdiyi yaratılış sistemimizde Allahû Teâlâ ilham etmiş bize. Aslında bize değil. Nefse ilham etmiş. Neyi ilham etmiş? Bir takvayı, iki fücru. Doğruyu ve yanlışın ne olduğunu bizim nefsimize ilham etmiş. İşte diyor ya burada hani ben eğer ihtedeytu hidayet üzerinde olursam bu bana Rabbimin vahyi üzerinedir. İşte Şems suresindeki ayet vesilesi ile bizim nefsimize de daha evvel ilham edilmiş olduğunu ve bu sayede de bizim hidayet üzerine olduğumuzun bir göstergesi arkadaşlar. Bakın bunun ne faydası var?

Ayeti Resulden aldık kendimize getirdik. Eğer sadece Resul üzerine Peygamber(sav) üzerine kalsa ne olur? Onun doğru yolda kalması vahiy üzerinedir anlamına gelir. Biz o zaman ayvayı yedik manasına gelir. Çünkü bize vahyedilmiyor ona vahyediliyor ona de emri var o da diyor ki benim hidayet üzerine olmam anacak Rabbimin bana vahyi üzerinedir. Bakın O bile diyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber bile diyor ki hatta de emri var. Ben saparsam dalalette olursam, Resulullah’ın bu fiille ifade edilmesi ne kadar ilginç. Resulullah’ tan bahsediyoruz. Benim nefsim üzerinedir de deniyor. Hidayet üzerine bulunmam da ancak Allah’ın vahyi üzerindedir. Yani o vahiy olmazsa ben duramam diyor. Şimdi biz bu ayeti sadece Resulullah’a götürürsek sanki bizim üzerimizde değilmiş gibi oluyor. Hayır, Allahû Teâlâ diyor ki bizim en başta şems suresinde bahsettiğimiz gibi yaratılışın başında sizlerin nefisleri içine, sisteminize hidayet unsurlarını yükledim. Öyle kaçamazsınız. Sana neyin doğru neyin yanlış ayırt edeceğin sistemi sana yükledim. Bu vicdan olarak da ifade ediliyor. Kurtaramazsın diyor artı sana vahiyle inmiş kitabı gönderdim diyor artı konuşmasının vahyi dışında hiçbir şey olmayan resulün sünnetleri sana bildirildi. Ve hadisleri bildirildi. Sen o yüzden kaçamazsın diyor. O yüzden senin hidayet üzerine olma durumunu Allah’tan bil. Dalalette olma durumunu da sakın ne başka arkadaşından ne insandan ne şeytandan ne de haşa Allah’tan değil kendi nefsinden bil. Ve bu yukarıdaki hak sistem üzerine söyleniyor arkadaşlar. Hak ve batılı ayrımını yaptı. Allahû Teâlâ da hak sistem üzerine olmanın ne olduğunu burada ifade ediyor. Ve nasıl davranman gerektiğini söylüyor.

İnnehû (اِنَّهُ) – şüphesiz O

Semîun(سَمٖيعٌ) – semidir, işitendir

Garîb(قَرٖيبٌ) – gariptir, yakındır

Eğer garib i burda karibi yakınlık sahibidir yakındır’ı sıfat olarak da söylersek o yakın olan işitendir. Sıfatın bütün özelliklerine uyuyor. Yakın olan. Şimdi burada in diyor ya. Gul dedikten sonra iki tane in cümleciği var. Birincisi in daleltu – eğer ben dalalette olursam şöyle şöyle. İkincisi ben hidayet üzerine olursam şöyle şöyle. Şimdi ayeti Resulden çıkaralım. İnsan olarak düşünelim. Bütün insanlığın sistemi olarak ele alırsak şayet edatı ve şart edatı ile beraber iki yol gösteriyor Allahû Teâlâ. Bir dalalet yolu bir de hidayet yolu. Ayetin sonundaki semîun garîb ikisine de gidiyor. İki şartlı yola da gidiyor. A şıkkı sen dalalette olursan da Allah işitendir, yakındır. Sen hidayet üzerine de olursan işiten ve yakındır. Farkı nedir? Nasıl tesir eder? Yani dalalette olana semiğ karib nasıl tecelli eder? Hidayette olana nasıl tecelli eder? Bakara 284’ü biz çok kullanıyoruz. Maalesef bu ayete nesih ayeti demişler. İnsanlığın en büyük trafik kazalarından biri. O kadar çok ıskalanmış ki. Eğer o nesih ayeti olarak şey yapmasaydı inanın çok fark ederdi. Maalesef. Amener Resulü’den hemen önceki ayet.

Ayette diyor ki: Lillâhi mâ fis semâvâti ve mâ fil ard. Hepsi Allah’ındır. Eğer siz nefsinizde olan şeyi açıklasanız da ve ya onu gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. O dilediği kimseyi bağışlar ve dilediği kimseye azap eder. Her şeye kadirdir. Bunu son 3-4 yıl içerisinde o kadar çok tekrar ettik ki muhakkak zihinlerde yer etmiştir. Yani diyor ki Allahû Teâlâ. Bırakın sadece yaptığınızı, ben sizin nefsinizdeki benlikleri ile de muhasebe edeceğim ama eğer onu kefere edersem, üzerini örtersem yırttınız. Eğer bu oraya bir şekilde gelirse çok zor işiniz manasında bir ayet. Şimdi dalalette olan bir kimsenin bu ayetin tecelli etmesi için dışarıda bir şey yok zahirde değil mi biz zahiri ile değerlendiriyoruz insanları. Ama Allahû Teâlâ içi ile değerlendiriyor. İçi ile nasıl değerlendirecek? İç seslerin duyulur hale gelmesi ile bu olur.

İç sesler de değişik mekanizmalarla tezahür eder. Birisi mesela negatif mekanizmalarla tezahür eder ve bu şeytan vesvesesidir. Konuşur durur. Birincisi vesvese ikincisi nefsi dürtüler. Fakat bu kişinin içerisinde sanki sesmiş gibi tezahür ediyor. Aslında bunlar ses değil. Vahiy ses değildir ama Resulullah’ın ağzından ses gibi kelimelerle tecelli ediyor. Biz insana beyanı öğrettik diyor Rahman Suresinde. Bu beyan beyyine yani açık etmekten geliyor. Aslında vahiy bir nur, kalbe iniyor fakat oradan tezahürü insanın diline gelmesi kelime ile oluyor. Bu ses olarak tecelli ediyor. Bu batıni olan bir şeyin zahiriye tezahürü. Bir de zahiri olan bir şeyin batını tezahürü de işte bu iç sesler olarak tezahür ediyor. Ama kime? Kişiye. Bunu kişiden başkası duyuyor mu? Hayır. Duysa var ya kimse kimse ile konuşamaz. Kimse kimsenin yüzüne bakamaz. Çünkü ne şeytan vesveseleri böyle ifade edilmeye çıkarılacak kadar yüz kızartıcı olmayan şey. Ne de biz nefsimize tekâmül hale güzel hale getirdik içimizden maalesef neler geçiyor neler. Bunun zahir olduğunu düşünsenize, yakınımızda kimse kalmaz. Ama Allahû Teâlâ o kadar rahman ve rahim ki o kadar hilm sahibi ve vakur ki bütün bunları bildiği halde ve bunların bırakın kelimeler haline gelmiş halini. Derinlerin derinini bildiği halde hala bize ikram edip duruyor.

İşte burada semiğ derken de Allahû Teâlâ diyor ki eğer saparsanız kendi nefsinizle sapmış olursunuz diyor ya işte bu senin sapmana vesile olan nefsinden çıkan sözleri de, konuşmaları da ben duyuyorum demek. Ama nasıl duyuyor biliyor musunuz? Garib olarak duyuyor. Siz beni uzaklarda falan zannetmeyin. Ben size şah damarınızdan daha yakınım. Yakınım. Bakara 284’te geçen nefsinizdekileri. İşte biz o nefsimizden gelen sesleri ayırt etmek zorundayız. Öyle kişi zannediyor ki kafasına gelen içine gelen düşünceler kendi düşüncesi. Hayır, arkadaşlar en azından üç mekanizma var:

Biraz evvel söylediğim nefis mekanizması var. Nefsin sana dediği hadi hadi şunu yap böyle yap şöyle yap, şu nasıl adam dediği kendi içinden kaynaklanan ses var. Artı senin ayağına çelme takmak isteyen kendi gittiği için Allah tarafından zaman mühlet verişmiş olan şeytanın sana akıl oyunları ile söylediği sözler var. Biz buna vesvese diyoruz. Vesvese zannedildiği gibi kuruntular değildir. Bize kuruntu şeklinde bir şey söylenmiş. Kuruntu da onun içerisinde fakat zihin oyunlarıdır. İşte geçen hafta bahsettik ya. Ya sünnete ne gerek var adam diyor. Sünnet benim ile Allah arasında ağır ağır namaz kılmamı engelliyor sünneti bırakayım ki ben ağır ağır namaz kılayım diyor. Bu zihin hamlesi. Bu nefis hamlesi değil. Bu şeytanın akıl hamlesi. Kurnazcasına senin aklına felsefesine gönderdiği şeyler şeytan hamlesidir. Ama aynı çocuk gibi isterim isterim yapsana yapsana, ya canım namaz kılmak istemiyor ya da kelimelere vurmak istemediğim başkaları hakkında söylenen şeyler de kişinin kendi nefsindendir. Biz içimize gelen bu sesleri neden olduğunu ayırt edeceğiz arkadaşlar. Bir de pozitif olan hani diyor ya takvasını da bildirdik nefse. Allahi, rahmani olan duygular vardır. Vicdan olan şeyler. Bunları da ayırt edeceğiz ve koordinatör olarak aklımızla beraber irademizle birlikte de güzel şeyler düşünüp üreteceğiz. Üretmezsek ne oluyor Bakara 284’te ne olacağını söylüyor. Onunla sizi hesaba çekeceğim. Ama Allah’ın örttüğü ya da mağfiret ettiği şeyler müstesnadır diyor. İşte buradaki semiun garip olayını dalalette olanlar için tezahürü bu. Bu kötü. Allah korusun bundan. Kaçmak mümkün değil ama mümkün olduğunca Allah korusun. Kendi nefsimizin o dizginlerini tutarak biz de biraz dikkat edelim o bizi dizginlerine bağlamasın. Biz onun dizginlerini tutalım. İkinci kısmı olan hidayet üzerine olma durumu ne? Orda semiun garip nasıl tecelli eder? Allahû Teâlâ ben o güzellikleri de duyuyorum ve ben sana garip olarak yakınım. Bu Buruc suresi 13-14’te var. Oradan aktarayım. Buruc 13’te diyor ki:

İnnehû huve yubdiu ve yuîd(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ) – Allah başlatır ve geri dönderir. Ayet devam ediyor:

Ve huvel ğafûrul vedûd(وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ) – O örtendir ve veduddur.

Vedud seven demektir. Allahû Teâlâ burada seven. Garip de yakın demek. Eğer siz hidayette olduğunuz sürece ben sizin o içinizden gelen ve ifade ettiğiniz güzel şeyleri de duyarım ve size garip olduğumda da size vedud olarak tecelli ederim. Yani sizi severim. Başka bi ayette de eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin. Bana tabi olun dediği ne işte buradaki benim rabbimin vahyi üzerineyim. Resulullah aracılığı ile vahyedilen kurana uyduğumda ve onun sünnet ve hadislerine uyduğumda, semiğ olan Allah garip olarak yakın olarak tecelli ediyor ve bunun görüntüsü de sevilmek arkadaşlar. Ve bir şeye yakın olmak ve sevilmek en üstün ikram derecesidir.

Firavuna soruyorlar o sihirbazlar eğer biz bunu kazanırsak ne var bize iyilik olarak diyor. Siz benim yakınlarım olacaksınız. Gözdelerim olacaksınız. Firavun en büyük ikram olarak-tabi yanlış mekanizma olarak- yakınlığını ortaya koyuyor, onlar da tav oluyor. Bir de alemlerin rabbi olan Allah’ın kullarına yakınlığını, onlara ikram ettiği mukarrebun(yakın olanlar) olunma ikramını. Ve bunun bu dünyadaki tecellisi işte Buruc 14’te olduğu üzere Vedud esmasının tecellisidir. Sevilen sevendir. Biz de o zaman sevilmiş oluyoruz. O yüzden Allahû Teâlâ kendi hak sistemini doğru anlayıp, nefislerine hâkim olan, onları terbiye eden ve Allah’ın indirdiği Kuran’la ve ona vahyedilmiş olan Resulullah’ın sünneti ile ve hadisleriyle amel edip Allah’ın yakınlığına mahzar olan kullarından eylesin. Eğer böyle olmazsak ahirette işimiz zor arkadaşlar. Orada da Allah bize es-seddar, el-gaffar’lığı ile mağfiret sahibi olması ile yardım etsin. Allah bizi en yakınlarından eylesin. Amin

Sadakallahülazim.

Sebe Suresi (34.Sohbet) 51-54. Ayet / yazılı metin

Sebe Suresi 51-54. Ayet 

51-)وَلَوْ تَرٰى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ

Bir görsen onları korku ve telaşa düştüklerinde! Artık kaçış, kurtuluş yok! Çok yakın bir yerden yakalanmışlardır.

52-)وَقَالُوا اٰمَنَّا بِهٖ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

“Ona inandık!” dediler. Ama nasıl mümkün olur onlar için imana ulaşmak o uzak yerden!

53-)وَقَدْ كَفَرُوا بِهٖ مِنْ قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

Halbuki daha önce onu (hakkı) inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.

54-)وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِم مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُّرِيبٍ

Artık kendileriyle, iştahla arzuladıkları şey arasına engel konmuştur. Tıpkı daha önce yoldaşlarına yapıldığı gibi. Gerçek şu ki onlar, tutarsızlığa iten bir kuşku içindeydiler.

1. ve hîle : ve ayrıldı, set çekildi
2. beyne-hum : onların arasına
3. ve beyne : ve arasına
4. mâ yeştehûne : istek duydukları şeyler
5. kemâ : gibi
6. fuile : yapıldı
7. bi eşyâı-him : yandaşlarına/yoldaşlarına
8. min kablu : önceden
9. inne-hum : muhakkak ki onlar
10. kânû : oldular, idiler
11. : içinde
12. şekkin : şüphe
13. murîbin : kuşku veren, endişe veren

 

  1. Ayet:

Ve lev terâ iz feziû felâ fevte ve uhızû mim mekânin garîb

(وَلَوْ تَرٰى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ)

  1. Ayet:

Ve gâlû âmennâ bih, ve ennâ lehumut tenâvuşu mim mekânim beîd

(وَقَالُوا اٰمَنَّا بِهٖ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ)

  1. Ayet:

Ve gad keferû bihî min gabl, ve yagzifûne bil ğaybi mim mekânim beîd

(وَقَدْ كَفَرُوا بِهٖ مِنْ قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ)

  1. Ayet:

Ve hîle beynehum ve beyne mâ yeştehûne kemâ fuıle bieşyâıhim min gabl, innehum kânû fî şekkim murîb

(وَحٖيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِاَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُ اِنَّهُمْ كَانُوا فٖى شَكٍّ مُرٖيبٍ)

Evet arkadaşlar geçen haftaki ses kaydındaki bozukluklar nedeniyle bu sohbeti yeniliyoruz. Konunun önemine binaen de bu sohbeti tekrar yapmak istiyorum.

Sebe Suresi 50. ayet bir önceki ayeti “innehû semîun garîb(اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)” diye bitiyordu. Bakın dikkat edin 51.ayet de “mim mekânin garîb(مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ)” diye bitiyor. Sonra da iki tane “beîd(بَعٖيدٍ)” var uzak manasında 52.de – mim mekânim beîd. Tekrar 53.te de mim mekânim beîd diye. Yani rabbim iki kez yakın manasında garîb i kullanmış. İki kez de beîdi kullanmış. Burada 50. ayetle 51. ayete bir geçiş var. Yani 51,52, 53, 54 mana bakımından bütün. Ama diğer derslerden biliyoruz ki; Kuran’da hiçbir surede alakasız gibi gözükse de bir ayet diğerine bağlanırken bağlam denilen siyaku sibak bir anlam bütünlüğü içerisinde bağlanıyor. Kesinlikle ayrı değil. Bunu unutmayalım. Şimdi ne diyordu yukarıda:

De ki: Gul. Eğer ben saparsam dalalete düşersem ancak kendi nefsim üzerine/adına düşmüş olurum. Eğer de hidayet üzerinde bulunursam bu benim Rabbimin bana vahyi iledir. İnnehû semîun garîb. Buna ne demiştik? Yukarıdaki nefis ifadesine bağlayarak sapma durumunda insanın iç sesleri, düşünceleri olacağını; kişi içindeki negatif ve pozitif sesleri dinleyerek bir karara vardığını (irade); ve bu seslere rabbimin kişinin derinlerinin derinlerini bilmesi hasebiyle Allah’ın çok iyi duyduğunu, semiğ işiten demek fakat işiten de yetmiyor bakın garib diye sıfatla gelmiş. Yakın bir şekilde. Hani ben size şah damarınızdan daha yakınım konusu ile alakalı olarak burada garib gelmiş. Yakınım. Şimdi devamında Peygamber efendimiz(SAV)’ e bir sahne ile ilgili bilgi veriyor:

Ve lev terâ(وَلَوْ تَرٰى). Keşke manasına geliyor burada. Ah keşke bir görsem. Ve lev terâ. Ne zaman?

iz feziû(اِذْ فَزِعُوا). Onların telaşa kapıldıkları, panikledikleri vakit şaşkınlık içerisinde bocaladıkları zaman onları bir görsen.

felâ fevte(فَلَا فَوْتَ). Kaçış yok çıkış yok. Geri dönüş yok. Yani İngilizcedeki “No Exit” gibi. Çıkış yok.

Uhızû(اُخِذُوا). Burada ehaze fiilinin meçhulü gelmiş, edilgeni yani. Yakalanmışlardır. Sistem tarafından. Sistemin unsurları tarafından yakalanmışlardır. Bu polisin bir suçluyu yakalamasında da aynı fiil kullanılıyor. Yakayı ele vermek, tutmak, tutuklanmak gözaltına alınmak gibi manaları da var burada. Nereden?

mim mekânin garîb(مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ). Yakın bir mekândan.

Şimdi burada yakın mekânı ne olarak açıklamıştık? Yakınlık uzaklık Allah’a göre. Aslında insana göre burada. Fakat yakınlık Allah’a olması gerektiği için Allahi Allah’ın zatına yakın olan duruma yakın, edna olan, aşağı olan, uzak olan dünyaya da mekânim beîd-uzak mekân deniyor. Şimdi Allah vasidir. Allah bütün mekânlarda muhittir. Allaha mekân isnadı olmaz. Fakat bir ulviyet söz konusu olduğunda zatına yakınlık söz konusu olduğunda böyle ifade kullanılır. Mesela Arş-ı Âlâ diyoruz değil mi? Âlâ yukarıda manasında. Sübhane Rabbiye’l-alâ diyoruz yukarı manasında. Peki, Allahû Teâlâ’nın subhanlığı ile biz mekan tayin edemeyiz. Yüzünü nereye çevirirsen çevir onda. Ama ulviyet, yükseklik, uluhiyet açısından böyle bir yakınlık uzaklık var. Bunu da şöyle anlatalım: Mesela yargıçlar daha yukarıda oturuyorlar değil mi? Bir şeyi temsil ediyorlar. Genel müdür odaları genellikle yukarıda, bu anlamda düşünebiliriz. Yakınlığı uzaklığı da bu şekilde anlamakta fayda var.

Bu telaşa düştükleri vakti ne demiştik? Bir ölüm anı. Diğeri ölüm anından sonra gerçekleşenler. Üçüncüsü de ahiret. İkinci sura üfürülmesi olarak ifade ettik. Yani bizim ahiret dediğimiz sahneler. Ahiret ne demek? Evet sonu. Hani ahir ömrümde deniyor. Ahir zaman deniyor. Yani sonrası. Yani şu an yaşadığımız an “el-an” deniyor ona. Geçmişe mazi deniyor. Gelecekle ilgili ifadelerde de artık ahir. Aslında ahirin bir anlamı ötesi manasına da geliyor. Türkçede öteki dünya diyoruz ya. Hem öteki hem zaman olarak da sonrası manasına geliyor. Buradaki ifadesi ile de ölüm anı mesela çok sıcak. Diğer manalar da var. Ölüm anındaki o telaş çok vurucu. Telaşa düşüyorlar. Neden?

Çünkü o zaman kadar iman etmeden yaşamışlar. Ya da iman ettikleri gibi yaşayamamışlar. İkisi de aynı şey aslında. Neden? Üzerleri örtülüyor. Buna ne fiili diyorduk? Kefere fiili. Yani kâfir olmak inkâr etmek manasında değil. Yani Allah’ı reddetmek manasında değil. Bile bile onun üzerini örterek hem inançsal açıdan hem de yaşantı açısında o şekilde yaşamak demek. İşte bir şekilde ahiret sanki yokmuş gibi yaşanıldığında, perdeler kalktığında, ilk perdelerin kalkması o ölüm anındaki daha ölmedi o başlangıç halindeki sahneler başlayınca telaş başlıyor. Bunlar resmediliyor. Hani geçen hafta da söylemiştik. Ölüm melekleri diyor. Onların sırtlarına vura vura canlarını aldığında onların durumlarını bir görsen diyor. Başka ayette de ne diyordu? Can boğaza dayanmıştır. Biz ona yakınız fakat siz göremezsiniz. Rabbim o anda onun için artık gaib olmayan bizim için gaib olan şeyleri anlatıyor. İşte o anlarda kişiler telaşa düşüyorlar ve kaçış bulamıyorlar. Yakın bir yerde yakalanmayı da ve bir sonraki ayette de “mekânim beîd” derken uzak bir mekândan imanı nasıl elde edeceklerini düşünürken de şunu belirtmiştik:

Zaman algısı biliyorsunuz izafi. İzafi ne demek? Şartlara göre değişen manasında. Kişilere ve şartlara göre değişiyor. Mesela bilim programlarında izlemişsinizdir. Hız arttıkça zaman yavaşlıyor. Mesela uzay gemisine binip çok yüksek hızda sürat eden bir kimse daha az yaşlanıyor. Mesela o anda naklen yayın bir görüşme olsa yeryüzündeki tanıdıkları ile aradaki yaş farkı artıyor. Yani dünyada olanlar daha yavaş bir hızda yaşayanlar daha çabuk yaşlanırlarken o daha az yaşlanıyor. Işık hızını Einstein ulaşılabilecek son nokta olarak söylüyor. Doğru değil. Ben bunu fizik hocası ile konuştum. Işık hızı geçilebilir. Onunla ilgili teoriler var ama onun teorisine göre ışık hızı son nokta. Bir kişi ışık hızını geçtiği zaman zaten kütlesi kalmıyor. Enerjiye dönüşüyor. E=mc2 formülünden. Işık hızına şu anki bilgilerle ulaşmak mümkün değil desek bile, ışık hızına yaklaşan biri için zaman neredeyse durma noktasına geliyor. Ölüm anında da işte böyle şeyler olacak. Ya da ahirete başka bir boyuta geçildiğinde. Zaman algısı komple değişecek. Bir de mekân algısı komple değişecek.  Örneğin kişi bir trende gidiyor. Trendeki kişilerle gitmesi şu anki yaşam algısı. Ama istasyonda onu alıyorlar. O olduğu yerde duruyor, bakın o bir yere gitmiyor. Ama tren ve içindekiler ondan uzaklaşıyor. İşte diyorlar ki öldüğünde öyle olacak. Yani hem kişiler hem de mekân sizden uzaklaşacak. Siz olduğunuz yerde kalacaksınız. Bir anlamda yavaşlamış olacaksınız. Zaman algısı değişecek, mekân algısı değişecek. Hani o plaka örneğini vermiştim. Zaman ve dehri şu anki bizim algılayamadığımız içinde olduğumuz yaşadığımız için algılayamadığımız zaman algısını çok iyi anlarsınız. O zaman yakın bir mekânı, uzak bir mekanı daha iyi anlarsınız.

Hani eski plaklar var, taş plaklar. İğnesi var. İğnesi plağa değiyor ve ses kaydı oluyor. Bunu ses kaydı değil de yaşam kaydı olduğunu düşünün. Şu an biz o iğnenin değdiği yerdeyiz. Ve bizim şu anki yaşam kaydımız kaydediliyor. Aslında birçok değişken var entropi deniyor buna. O trilyonlarca değişkenden, olasılıktan sadece biri oluyor ve biz şu an “an” denilen yaşam kayda geçiriliyor. Plağı düşünün. Bir iğne var. Kayıt yapıyor. Nasıl plakta bir sürü çizgi var değil mi? Toplasanız metreler edecek bir ses kaydı var. Fakat plak bir bütün. Siz o iğnenin geçtiği o çizgiden, yoldan ne bir öne ne bir arkaya geçemiyorsunuz şu an içerisinde. Fakat öldüğünüzde ise o iğne kayıt yapan iğne yukarı kalkıyor. Sizde o iğne ile beraber yukarı kalktığınızı düşünün. Gördüğünüz ne? Plak. Ama nasıl bir plak? Yaşamın bütünü. Yani doğduğunuz andan itibaren bütün yaşadıklarınız size şematik olarak gözüküyor. Kayda geçmiş olarak.

İşte Peygamber Efendimiz(SAV) ne diyor? Dünya bir andır diyor ya işte bu an. Biz bu anı anlayamıyoruz neden? Üç boyutlu bir dünyada yaşıyoruz şu an. Öldüğümüz zaman başka bir idrak boyutuna geçtiğimizde onu bütün olarak göreceğiz. İşte plağın kaydolduğu şu anki an uzak mekân, iğnenin çıktığı an, bize göre gaib olan o ana şehadet olacak şahit olduğumuz için, o âlemde yakın alem oluyor. Çünkü neden? Allahi ortam orası. Şu an imtihan dünyası. Daha evvel verdiğimiz sözü-nerede olduğunu biliyorsunuz- , cahil ve zalim olarak yüklendiğimiz emaneti. Azhab’taki dersi hatırlarsak; insan emaneti yüklendi biz onu dağlara, semaya, arza teklif ettik de onlar çekildiler. Fakat insan yüklendi o emaneti. O nedir? Cahildir, zalimdir.

Geçen bir videoda “bana mı sordular gelirken?” diyor. “Benim ne sorumluluğum vardı da Allah beni cennete cehenneme atacak”. Bunun cevabı Kuran’da gizli. Araf Suresi 172’de bu emanet ayeti var. Biz hatırlamıyoruz ama biz onu yüklendik. O emaneti ver bize dedik. Hatırlıyor musunuz? Hatırlamıyorsunuz. Dün rüyada ne gördüğümüzü hatırlamıyoruz. O bilinçaltı. Bu alt bilinç, derinlerin derininde. Ama ahirete geçince, burada onu anlatıyor. Her şey hatırlanacak.  Siz hiçbir ayette şöyle bir şey duydunuz mu? “Aman ya rabbi neden böyle yapıyorsun?”. Allah’a karşı bir suçlama gördüğünüz mü? “Eyvah biz şimdi ne yapacağız”, “Aman bizi geri döndür de şöyle şöyle amel işleyelim.” Neden? Hatırlanacak. Elest meclisinde verdiğimiz söz ve o emanet denen şeyi yüklerken o an hatırlanacak.

İşte Kuran’ın faydası ne? Kuran bize bunu hatırlatıyor. iz diye başlıyor zaten o ayet de. Hatırla diye başlıyor. Hatırlamıyorsun ama ben sana hatırlatıyorum diye başlıyor. İşte Kuran şifa ve rahmet değil mi? İşte en büyük hidayet değil mi? Sadece yüzünden okuduğumuzda -yüzünden okumak bile bir şereftir Müslüman için- bunları biz nasıl idrak edeceğiz? Hâlbuki Kuran bize gösteriyor. Bakın böyle bir şeyler oldu, hatırlamıyorsunuz ama oldu, Âdem’in zürriyetinde idiniz. Ben şöyle şöyle sorduğumda şöyle cevap verdiniz. Dünyaya gönderildiğinizde de bana kulluk etmeye devam edecektiniz. Ama ben size unutturdum. Neden unutturdum? İmtihan.  İmtihanda kitabı açıyor musunuz önünüzde? Açamıyorsun, kopya olur. Herkes aynı şartlarda, herkes o an zihnindekini, kapasitesindekini yapıyor. Ama hadi zil çaldığında herkes o yaptığı ile muhatap olacak. İşte orada söz verdiği ile, kendine verilenlerle ne yapıldığı ortaya çıkacak. İşte “gâlû âmennâ” dediğinde kişi bunları idrak ediyor, yaşıyor. Ayetin devamı ise şöyle:

ve ennâ lehumut tenâvuşu(وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ) – Artık ona ulaşmak nerede? Neye ulaşmak? İman ettiği şeye?

Ve gâlû âmennâ bihi diyor ya oradaki bihi.deki hi nereye gidiyor? Birinci derecede Allah’a. Allah’a iman ettik. İkinci derecede Resulullah(SAV)’a. Çünkü o indirildiği zamandaki şartları düşünün. Üçüncüsü de yukarıda ve cael hakkı diyor ya bu hak hatırladığınız üzere bir sistemdi. Hak ile birçok şey vardır. Meğerse Allah’ın yarattığı bu sistemin hak olduğunu, kişilerin kendi kafalarında oluşturdukları sistemi ise her ne kadar dünyada iyi gözükse de bunun batıl olduğunu, aynı zamanda da Sebe Suresinin başında bahsedilen ahiret sahnelerinin hak olduğuna ne yaptılar iman ettiler. Ama diyor ki rabbim. ve ennâ, nerede demek. lehumut tenâvuşu, ona ulaşabilme, erişebilme imkânı nerde? Yok yani. Nasıl olacak manasında. Nereden?

mim mekânim beîd(مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ). Artık onlar eski bulundukları yerden uzaklaşmışlardı.

  1. ayete gelirsek:

Ve gad keferû(وَقَدْ كَفَرُوا). Bu keferu fiili mazi, yani geçmiş zaman kalıbı. Örttüler, inkâr ettiler. başına gad gelince -mışlardı anlamına geliyor. Hani Türkçedeki hikâyeli zaman var ya. Hikâyeli geçmiş zaman deniyor. -mişli oluyor. Yani gad keferû; inkar etmişlerdi, örtmüşlerdi. Bak zaten bu hikâye geldiği için sahnelerin ahirette geçtiğinin göstergesi zaten. Bi ile gelir bu. Keferu bi inkâr etmişlerdi. amene bi nin biraz zıttı. min gabl(مِنْ قَبْلُ), daha evvelden de.  Yani dünyayı, ahiretten önceki zamanı söylüyor.

ve yagzifûne bil ğaybi mim mekânim beîd(وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ) – mekânim beîd.den yani uzak bir mekandan da gayba gazefe fiili ile yapılan şeyi yapıyorlardı. Bu fiil 48.ayette de geçmişti. Gul inne rabbî yagzifu bil haggı(قُلْ اِنَّ رَبّٖى يَقْذِفُ بِالْحَقِّ).

Gul – de ki

inne rabbî – şüphesiz benim rabbim

yagzifu bil haggı. Hakkı yukarıdan aşağı doğru atar manasında.

Şimdi fiil anlaşılması zor bir fiil olduğu için değişik yerlerde kullanılıyor. Bu fiili çok araştırdım. Yukarıdan aşağıya doğru bir şeyi atmak manasına geliyor. Bakın indirmek değil. Enzele indirmek. Fakat yagzifu fırlatacak şekilde atmak. Şimdi Allah’tan olduğunda yani “ve kul cael hakkı ve zehekal batıl” diyor ya, hakkı getiriyor rabbim. Ama o getirmesi yumuşak bir şekilde değil, darbe ile. Başlarına çarpar şekilde. Biz hakkı onların dimağına atarız da onların dimağları beyinleri parçalanır diyordu. Yani öyle bir ortaya koyuş, öyle bir atış. İşte bu gazefe fiili ile ifade diliyor.

Fakat 48. Ayette Allah fail. Allah atıyor, fırlatıyor burada. Fakat 53’te fail kim? Evet inkârcılar onu atıyorlar. E şimdi nasıl olacak bu? Ama neye atıyorlar? yagzifune bil gaybi yani gayb konusunda atıp tutuyorlar. Gayba taş atıyorlar. Şimdi Allahû Teâlâ imtihan dünyası ya burası. Her şeye şahit. Ama her şeye de kadir. Ama her şeye de hem halim hem sabır sahibi. Ses çıkarmıyor. Halim esması sabır esması ile. Yani diyor eğer biz yaptıkları şey yüzünden bütün mahlûkatı cezalandıracak olsaydık peşin peşin cezalandırırdık. Yeryüzünde kimse kalmazdı debelenen diyor. Ses çıkarmıyor. Ama insanlar ne yapıyor? Hiçbir şey yokmuş gibi yaşıyorlar rahat rahat. Gayb konusunda atıp tutuyorlar. Bunu biz de yapıyoruz arkadaşlar. Yani gayba malik değiliz hiçbir ayet ve sünnet ve ilim ile de desteğimiz yok. “Hadi canım bu şöyle mi olurmuş, böyle mi olurmuş” diyoruz. Bakın gayb konusunda konuşabilirsin ama nasıl konuşabilirsin ehliyetinle konuşursun. Mihenk taşınla konuşursun. Kuran-ı Kerim var, sahih hadisler var. Zaten hadisler sahihtir de rivayet zinciri açısından söylüyorum. İlim var. Allah’ın ilmi var. Ayağını sağlam basacak değerler var. Bunlarla olduğunda gayb konusunda fikir yürütebilirsin.

Zaten Allahû Teâlâ tefekkür etmeni istiyor. Mülk Suresinde(Tebareke) ne var. Hadi bakalım çatlak bulabilecek misin bak göğe diyor. Tefekkür etmeye çağırıyor seni. Kuran hakkında tedebbür etmeye ve tederrüs etmeye ve tezekkür etmeye davet ediyor Rabbim. Ama niyetiniz halis olacak. Yani Allah’ın sistemini doğru anlayıp doğru yaşama gayretinde bunları yapacaksınız. Ama bunun dışında hiçbir bilgiye dayanmaksızın bir de kötü niyetle gayb hakkında atıp tutuğunuzda palavra atmış oluyorsunuz. Bir de suçlamış oluyorsunuz. İşte Allahû Teâlâ diyor ki o yaşarken size hiçbir müdahale yokken atıp tutuyordunuz, taş atıyordunuz, suçlamalar yapıyordunuz diyor. Uzak bir mekândan. İşte bu müteşabih ayetler konusunda da kalplerine zey bulunanlar, eğilip bükenler müteşabih hakkında tevil ederler diyor. Yani müteşabih ayetleri yorumlamayın değil oradaki. Orada şart koymuş rabbim fî gulûbihim zeyğun(فٖى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ). Kalplerinde eğrilik olanlar, yani inkârcılar.

Ben birçok kişi tanıyorum. İmanla dinle alakası yok. Fakat Kuran konusunda inanılmaz bilgili. Dini konular hakkında inanılmaz derecede bilgili. Bunu bir kısmı size ispat açısından yapıyor. Daha bilgiliyim demek için. Kibir var. Orada size karşı üstün gelme gayreti var. Fakat Allah’ın Teâlâ’nın istediği Kuran’a yaklaşma zikir. Yani öğüt alma. Yani Allah’ı hatırlamak, anmak, öğüt almak. Biz bu kuranı elbette çok çok kolaylaştırdık. Ve legad yessernel gur’âne lizzikri(وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ) – ama zikir için kolaylaştırdık. fehel mim muddekir (فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ) – ama nerde öğüt alan? Nerde yaşantısına geçecek olan? Nerde bunu tezekkür edecek olan? Böyle olduğunuzda gayb hakkında ayetler hakkında düşünebilirsiniz. Zaten Allah’ın desteği ve teşviki var burada. Amma velakin burada fail kim diye sorduğumda ne dedik inkârcılar dedik. İşte inkârcılara orada aptıklarını söylüyor. Ve gazefe fiili ile gösteriyor. Rabbim yagzifu bil hakk diyor ben hakkı atarım diyor. Onlar da diyor gayba atarlar. Nereden? Uzak mekândan. Yani bulundukları yerden fırlatıyorlar, bir şeyleri yokmuş gibi. Meydanı boş buluyorlar, yapıyorlar ama ne diyordu 51’in başında. Ve lev terâ – Ah onları bir görsen.

Biz de aynı şekilde yapıyoruz arkadaşlar. Bir ayette kâfir dendiği zaman müşrik, münafık dendiği zaman mücrim dendiği zaman önce tabi ki Allahû Teâlâ’nın özellikle işaret ettiği kesimi anlayacağız ama aynı zamanda sübhan olmadığımız için eksiksiz olmadığımız için biz de kendimize biraz getirmemiz gerekiyor bunu. Yoksa Kuran bize inmemiş olur. O yüzden biz de acaba gayb konusunda atıp tutuyor muyuz? “Hadi canım öyle şeyler olur mu diyor muyuz” diye öz eleştiri yapmakta fayda var.

  1. ayete gelelim. Rabbim bu finali müthiş yapmış:

Ve hîle(وَحٖيلَ) – set çekikmiş perde çekilmiş araya engel koyulmuş anlamına geliyor. Bu fiilin aslı hale fiili ortada vav harfi buna illet harfi deniyor. Hale fiilinin meçhulü bu, yani edilgeni. Mesela kitabı yazdım, kitap yazıldı gibi. Kitabı okudum. Kitap okundu gibi. Çocuk dövüldü gibi. Bunlara edilgen fiil deniyor. Meçhul fiil deniyor. Burada da set çekildi anlamı var. Burada Nuh As. ile oğlunun hikâyesinde Nuh As. oğlunu davet ediyor. Oğlu kaçarım kurtulurum diyor, yukarı çıkarım. Ama onların aralarına dalga girdi diyor. İşte bu hale fiili ile söyleniyor. Araya bir şey girmesi. Başka bir ayette de kişiyi Allah kişi ile kalbi arasına girer diyor. İşte bu girerde’de hale fiili var. Set çekildi manası var burada. Set çekildi? Ne ile ne arasına çekildi?

Beynehum(بَيْنَهُمْ) – onlarla

ve beyne mâ yeştehûne (وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ) – onlar ile iştah duydukları şeyler arsına perde, set çekilmiş. Bu nerde oldu? Ölüm anında. Bu Berzah denen olayın ilk aşaması. Rahman suresinde iki denizin karışmaması olayında ne vardı? Kaptan Kusto olayında. Bir tatlı su var, bir de tuzlu su var.  Arada mekanik bir engel var mı? Yok, ama bir şekilde bir engel var. İşte ona berzah deniyor. Bir ortamın bir ortama karışmasını engelleyen perdeye göremediğimiz perdeye berzah deniyor. İşte manevi bir şey o. Geçiş yok. İşte set çekildi derken de bu var. Yani kişiyi düşünün. Hepimizin ya bir yakını ölmüştür. Ölüyor o ortamda. Fakat ölü yok olmuyor. Başka bir boyuta geçiyor. Seninle onun arasında bir berzah var. Şimdi onun idrakının da olduğunu düşün. Elini falan kaldırmıyor. Bilinç olarak farklı bir dünyaya geçiyor. İşte kafayı yiyor insanlar orada. Eğer kendilerini hazır hissetmezlerse. Bakıyorlar mekânda var ama ulaşamıyor sesini ulaştıramıyor. Melekleri görüyor. Farklı bir teknolojik ortamı görüyor. Başlıyor sapıtmaya bu ne? İşte arada berzah denen bir engel var. Birinci engel bu. İkinci engel kabre konuyor ya. Kabre gömüldükten sonra rabbim öyle bir mekanizma murad etmiş. Toprak cesette, nefis dünyada kalıyor, toprak cesette kalıyor. Diğer bilinç(ruh) berzah denilen bir âleme gidiyor. Bir şekilde bekleme odası gibi. Niye oraya berzah denmiş. Orada da bir engel var. Oraya da giriş ve çıkış tehdit. Nereye kadar o? İkinci sura üfürülünceye kadar. Orada bekleniyor ruh. Bir de orada astral beden var. Astral beden rüyada dolaştığınız beden. Yani bilince verilen bir beden. Yani bizim şu bedenimiz dünya bedeni. Ceset deniyor buna. Nefsin bir bedeni var cennette olacak bir beden. Bir de kabir âleminde astral beden denilen oradaki bilince yüklenmiş, bizim göremediğimiz bir astral beden var. Astral bedende de orada bir yaşantı var. Ona da berzah deniyor. Berzah âlemi deniyor ona. Bir de ondan bahsediyor işte burada.

Ölüm hakkında İmamı Gazali kitabında şöyle bahseder: Kişinin ölüm acısında en büyük etkende dünyada iken sevdikleri ile sahip oldukları ile o bağı çok kuvvetlendirmesi. Ölürken o çok sevdiği şeylerle o bağın kopması inanılmaz acı veriyormuş ona. Ayrılık acısı. Ayrılık neden acı ile ifade edilmiş? İşte rabbim burada diyor ki iştah duymayın diyor. Sevilecek tek şey Allah’tır. Ve Allah’ın sevdikleridir. Bunun dışında dünya olarak sevdiğiniz her şey sizin hem bu dünyada iken sizin ilahınız putunuz olma tehlikesi olur Allah korusun. Hem de ölüm anında işte size böyle acı verir. Aranıza da o mecbur engel konacak. Ayrılacaksınız bir şekilde. Bir, yakın olarak karib olarak gitmek var. Bakınız karib diyor. Yakın olunca kime yakın olacaksınız. Ama siz bu dünyada imtihandasınız. Bu dünyada onu yakın olarak görmezseniz, ona yakın olma gayretinde olmazsanız bu ahirette nasıl olacak?

Hazreti Ali’nin sözü olması lazım: “Kişi bu dünyada Allah ile ne kadar müşerref olursa ahirette de onunla karşılaşacak”. Yani plak var ya iğne kayıt yapıyor. O bir şekilde o kayıt bittiğinde ne yaptıysan o. Sonra ne deniyordu? İkra kitabek. Oku bakalım kitabını. Aslında senin yazdığın defter o. Bitince kitap oluyor. Sen yazıyorsun. Eline kalem veriliyor. Allah’ın kader inancı ekseninde Allah’ın kontrolünde Allah’ın kuralları çevresinde sen cüzi iradeni kullanarak tercihlerini yapıyorsun. İşte burada Allah’ı mı daha çok seveceksin, Allah’ın yarattıklarını mı? İşte bunun gibi şeylerle ne yapıyorsan bunu değerlendireceksin.

Kitabı, plağı veriyorlar sana. 1400 yıl evvel yaşayan kişiler belki hayatlarında kitap bile görmediler. Kuran ayetleri neyin üzerine yazıldı? Derilerin develerin leğen kemiği üzerine yazılmıştır. Yani o biz rahat çöplere atıyoruz. Yazılı bir şey yok. Bugün Afrika’da da bile öyle. Tahtalara yazıyorlarmış Kuran’ı. Sonra zımpara taşı ile zımparalıyorlarmış, sonra kömürle tekrar yazıyorlarmış. Şimdi bir vakfın kampanyası var. 12 liradan Kuran gönderiyor o ülkelere. Ya da kuma yazı yazıyorlarmış. Bitince siliyorlar. Öyle yazılı bir kitap yok. Ama ayetlerde kitabını oku diyor.  Şimdi de o devir insanları CDyi nereden bilsin? DVDyi nereden bilsin? Hafıza kartını nereden bilsin? Ve bizim şu an daha erişemediğimiz kayıt mekanizmaları nereden bilsin? Ama işte o kitap. Yazılmış bir şey yani. İşte o dünyadaki o plak da senin koluna verebilir. Biz onların kuşlarını boyunlarına asarız diyor bir ayette. İşte o belki de bizim yaptığımız ameller boynumuza asılacak bir kolyede bir kuş şeklinde tasavvur, tasvir edilecek. Ona bakıldığında kişinin ne yaptığı, hangi kategoride olduğu anlaşılacak. Bugün bile insanlar yüzüklerinde, kolyelerinde, broşlarında bir şeyleri anlatmıyorlar mı?

Daha dünya mekanizması ile böyle. Ahiret teknolojisi ile neler olacak? Ahiret teknolojisi. Sebe suresi zaten ilk ayetlerinde bunu görmüştük. Ahirette yani ölüm ve sonrasında ölüm anı, kabir âlemi, berzah âlemi, sura üfürülüş, ikinci üfürülüşün ve kalkıştan sonraki âlemlerin hepsini bir ahiret olarak düşünün. Orada nasıl bir teknoloji ile karşılaşılacağını bir düşünün.

Sebe Suresinin ilk ayetine bakalım:

Elhamdu lillâhillezî lehû mâ fis semâvâti ve mâ fil ardı ve lehul hamdu fil âhırah, ve huvel hakîmul habîr

(اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى الْاٰخِرَةِ وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ)

Bir kere hamd Allah’a mahsustur diyor. Öyle başlıyor. Göklerde ve yerde ne varsa onundur. ve lehul hamdu fil âhırah. Ahirette de hamd ona mahsustur. Yani bırakın bu dünyayı ahirette de. ve huvel hakîmul habîr – O habirdir. Habir ne demek? Her şeyden sürekli olarak haberinin olması. Ama nasıl? Hâkim, hikmetleri ile en ince detayları ile. Hani yukarıda dedik ya. İnnehu semiul karib dedik ya. Öyle yakin olarak işitir. Bu da o haliyle. Ne diyecekler insanlar ahiret sahnesinde dirilince? “Aman ya rabbi nasıl bir teknoloji bu. Hamd sana mahsus”. Otomatikman övecekler. Ve işte hakimul habir. “Ya nasıl bir şey bu, gizli saklı her şeyi yazmış” demiyor mu insanlar. İkra kitabek – kitabını oku dediğinde. Yere gireni de bilir, ondan çıkanı da, semaya ineni de, semaya yükselen şeyi de bilir. O; rahimdir, gafurdur. Ama kime rahim? Mümine rahim. Mümine gafur. Müminin şeyini örtüyor. Örtmediği şey karşımıza geliyor arkadaşlar. İşte tövbe ve mağfiret talebi burada. Daha plak kayıt yaparken. Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Yaptığımız ve potansiyeline sahip olduğumuz şeylere tövbe ettiğimiz takdirde samimi bir şekilde Allah getirmiyor o sahneleri oraya. Mağfiret o miğfer var ya kafaya geçirilen miğfer aynı kökten muhafaza ediyor yani seni. Günahlarını örtüyor. Setrediyor, seni rezil etmiyor. Bak ne diyor sonda:

Küfredenler bize kıyamet gelmez dedi. De ki hayır gaybı bilen Rabbim mutlaka onu size getirecektir, onun ilminden hiçbir şey kaçmaz. Semalarda ve arzda zerre miktarı da olsa bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa muhakkak açık bir kitaptadır. Görüyor musunuz bu üç ayet nasıl açıklıyor Sebenin sonunu. Rabbim sureye başlamış, en sonunda da bunu açıklayarak müthiş bir prodüksiyon yapmış. Müthiş bir sunum. Âlemlerin rabbi olan Allah’ın kitabının bir suresi bu. Ve bizim algıladığımız kadarıyla. İnce ince kelimeleri nasıl rabbim nakşetmiş. Fatır Suresinde göreceğiz nasıl incelikleriyle donatmış.

kemâ fuıle bieşyâıhim min gabl(كَمَا فُعِلَ بِاَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُ). Bunu ilk okuduğumda ben eşyaimi eşyahim olarak gördüm oradaki aynı elif diye gördüm. Bir mealde de maalesef bunu şey olarak şeyin çoğu olan eşya olarak göstermiş. Hata yapmış. Ben de ona bir bakmıştım. Buradaki eşya şiaları demek. Şia ne demekti? Aynı görüşü paylaşan kişilerin oluşturduğu topluluk. Şia. Bunun çoğulu eşya. Ama sonunda ayn var eşyağ. I var ayn var. Maalesef bir meal orada elifle göstermiş hemze olarak göstermiş. Eşyaihim diye göstermiş. Ben de ona baktım. Onu bir uyarmak lazım. Bizim Arapça hocamız kökü şia dedi. Manası değişiyor.

kemâ fuıle – yapıldığı gibi. Fuile de orada meçhul. Yapıldı. Bieşyâıhim – onun arkadaşlarına yoldaşlarına. Ne zaman?

Min kablü – daha evvelden onların arkadaşlarına yapıldığı gibi. Yani onlardan evvel ahirete gidenlere ölenlere de aynı muamele yapıldı. Onlar da orada.

innehum kânû fî şekkim murîb(اِنَّهُمْ كَانُوا فٖى شَكٍّ مُرٖيبٍ) – şüphesiz onlar idiler. Ne içinde? Fî şekki murîb. Şek içinde idiler. Şek şüphe olarak açıklanıyor. Murib – raybe kelimesi. Bakara suresinde de geçiyordu bu kelime zalikel kitabülaraybe fih. La raybe. Buna da şüphe demişler. Üç şeye şüphe denmiş Türkçede. Kuranda geçen şüphe olarak reib rayb. Bunların farkları şunlardır: şüphenin kökünde ne var? Hangi üç harf var? Şe be he. Teşbih benzetme bir şeyin bir şeye benzemesi. Teşbih sanatı vardır. Müteşabih ayetler. Benzer ayetler. Şimdi bir şeyin bir şeye benzemesi ile şüphenin ne alakası var? Benzerliğinde dolayı karıştırıyorsun. Karıştırma tehlike yapar. Tereddüt ediyorsun. İltibas deniyor buna. İltibas kelimesinde de libas var elbise. Bir şeyin kıyafetini değiştirerek gizlenmesi manasına geliyor. Yani emin olamıyorsun. Bakıyorsun. Ya bu elbisesi ile gizlenişi de hakikat mi değil mi? Doğru mu değil mi? Ya şu adam mı değil mi? Benziyor. Emin olamıyorsun. Neyin var şüphen var birinci şüphe bu. İkincisi şek. Şekin kökü: Mesela bir ekmek düşünün bıçağı aldık şöyle bir kestik ya. İkiye ayırdık ya. İçerisine mesela peynir koyacağız. Bir şey koymak için ikiye açma fiiline şek deniyormuş. Bunun ne alakası var şüphe ile? Yardığımda iki tane birbirine eşit kısım çıkıyor ya. İşte yüzde 50 yüzde 50. Karar veremiyorsun. Şunu mu tercih edeyim bunu mu tercih edeyim diye. Tereddütte kalıyorsun yine. İşte bu da yine şüphe oluyor. Bu ilmi hakikatlerde de adam karar veremiyormuş. Şunu mu yapsam şunu mu yapsam diye. Yüzde 50’den biraz yukarı çıkınca zan oluyormuş. Yüzde yüz olduğunda ise hakikat oluyor. Ya da yakin oluyor. Bir şeyde şüphe ve şekkin olmama durumu yakin imiş. Yani şüphelenmiyorsun. Yalnız yakine sen gidemezsin. Yakin gelir.

Rabbine itaat et, yakin gelinceye kadar. Yakin Allah tarafından verilir. Sen şek ve şüphelerini gidererek Allah’a tereddüt olmaksızın bir iman boyutuna gittiğin zaman Allah sana yakin verir. Ve o zaman tereddütsüz, şüphesiz iman edersin. İşte Allahû Teâlâ’da burada şekkim murîb derken raybe olmayan. Raybe şöyle, onu da açıklıyım. Duygusal şüpheye rayb deniyormuş. Yani, seni kuşkulandıran huzursuz eden bir ruh hali var ya. Bu. Böyle yapan bir şek içindeydiler diyor. Yani karar veremediler hak olmaya fakat bu da onları huzursuz etti. Ve orada bir mürid ifadesi,  ismi fail de var. Edilgen bu. Başkasını da tereddütte düşüren kendisini de tereddütte düşüren bir şüphe içindeydi. Bu da ahirete iman etmesini engelledi. Ve bu da işte bir görsen onları telaşlandıkları zaman denilen konuma düşürdü.

Demek ki bize düşen, içimizde şüphe ve tereddüt olmadan Allaha tereddütsüz iman içerisinde gayret içerisinde olmak ve Allah’ta bunu bize inşallah yakini ile el mümin esması ile destekleyecek ki ahirette ilerde karşılaşacak olduğumuz ve aman ya Rabbi nasıl bir sistem diyeceğimiz bir sisteme daha güvenli daha emin daha ümitkâr daha reca içinde çıkmamızı sağlayacak. Çünkü Allah semiul garîb, bize yakın. Eğer biz de onun mahlûkatına iştah değil de o sevgi ve hububiyeti Allah’a yönlendirirsek. Çünkü “Ben gizli bir hazineydim bilinmeyi murad eyledim” diyor Allah. Bilinmeyi muhabbet ettim. Ve mahlukatı halk ettim bilinmek için. Ama orada kitaplarda ne geçiyor istedim. İstedim değil. Muhabbet duydum da istedim. O zaman biz de muhabbeti kime duyacağız arkadaşlar? Allah’a duyacağız. İşte böyle olduğumuz takdirde Allah’a yakınlık olacak. Allah da bize yakınlık olacak biz de inşallah ahirette. Daha ümit var şekilde haşrolunacağız. Allah bize bunlardan olmayı nasip etsin inşallah.

Sadakallahülazim.

 

 

 

FATIR (13.Sohbet) 28-29. ayetler#

SOHBETİ DİNLE:


MP3 OLARAK İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/HlmEN9KmqLgMS


FATIR 28:

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ

Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhu kezâlike, innemâ yahşâllâhe min ibâdihil ulemâu, innallâhe azîzun gafûr(gafûrun).

1. ve min en nâsi : ve insanlardan
2. ve ed devâbbi : ve DABBE’ler
3. ve el en’âmi : ve hayvanlar
4. muhtelifun : muhtelif, çeşitli
5. elvânu-hu : onun renkleri
6. kezâlike : işte böyle
7. innemâ : sadece, ancak
8. yahşâAllâhe : Allah’a (karşı) huşû duyarlar
9. min ibâdi-hi : kullarından
10 el ulemâu : âlimler
11 inne allâhe : muhakkak Allah
12 azîzun : üstün ve güçlü olan
13 gafûrun : gafûr, mağfiret eden, günahları sevaba çeviren

Ve bunun gibi insanlardan, DABBE’LERDEN, ENAM’DAN da çeşitli renkte olanlar vardır. Ancak kullarından ulema (âlimler), Allah’a karşı HAŞYET duyar. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir (üstün, yüce), Gafûr’dur (mağfiret eden).


FATIR 29:

إِنَّ الَّذِينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللَّهِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَّن تَبُورَ

İnnellezîne yetlûne kitâballâhi ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirran ve alâniyeten yercûne ticâraten len tebûr(tebûre).

1. Inne : muhakkak
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. yetlûne : okuyorlar, okurlar
4. kitâbe allâhi : Allah’ın kitabı
5. ve ekâmû es salâte : ve namazı ikame ettiler
6. ve enfekû : ve infâk ettiler
7. mimmâ (min mâ) : şeylerden
8. rezaknâ-hum : onları rızıklandırdık
9. sirren : sır, gizli olarak
10 ve alâniyeten : ve alenî, açık olarak
11 yercûne : ümit ederler, umarlar
12 ticâreten : ticaret, kazanç
13 len tebûre : asla kesilmeyecek olan, devam edecek olan

Muhakkak ki Allah’ın Kitabı’nı okuyanlar, namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk edenler, asla kesilmeyecek (devam edecek) bir ticaret (kazanç) ümit ederler.


 SOHBETİN YAZILI METNİ:

FATIR  (13. SOHBET) 28. Ayetten itibaren

Geçen hafta 27. Ayeti işlemiştik. 27. Ve 28. Ayetler bağlantılı. Benzer durumlar var. Tekrar baştan gelerek gidelim.

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ”

“Görmedin mi ki? Allah suyu gökten indirdi.” Burada bir vurgu vardı hatırlarsanız.

“Elem tera” “Görmüyor musun, bakmıyor musun, dikkat etmiyor musun yani neden böyle aleni gelişi güzel davranıyorsun? ” Bütün insanlara hitap.

“Ennallâhe” “Allah, Allah başkası değil” yani doğa olayı değil, meteorolojik olay değil. Bizzat Allah indiriyor.

Neyi indiriyor? Suyu indiriyor.

Rabbim burada yağmur bile demiyor. Suyu indiriyor diyor.

Bir de nereden indiriyor? Gökten indiriyor.

Yani burada Arapça hocamla da konuştum. Gökten bile suyu indiriyor. Yani biz yerlerde, akarsularda denizlerde görüyoruz ama bak suyu gökten bile indiriyor.

Yani boşluk, onun içerisinde boş gibi duran bulutlar var. Hacmi yok değil mi? Oradan indiriyor.

Burada çok çok güzel vurgular var.

Ve de “Enzele” “indiriyor”.

İkram şeklinde indiriyor. Ayette neler vardı?

“Feahracnâ bihî semerâtim muhtelifen elvânuhâ”

“Su arza düştükten sonrada onunla ürünleri, meyveleri çıkarıyoruz.” Biz çıkarıyoruz artık sistematiğe giriyor. Sünnetullaha, belirli kanunlara geliyor biz derken de. “semerat” meyve bile demiyor. Faydalanılacak şey bir işin semeresini, faydasını, karını görmek. Hatta çocuklar içinde bu kelime kullanılıyor. Burada övgü var meyvelere değer açısından bir övgü. Ama renkleri de muhtelif muhtelif, tek renkte değil çeşitli renklerde de var.

Burada da aslında bunun güneşle ilgili alakalı kısmı da var. Güneşe değil de suya vurgu yapılması da, suyun daha ulvi, daha değerli bir nesne olduğuyla ilgili.

Burada da şunu söylemek istiyorum. Münir Derman hocanın suyu üç ciltte işlediği kitap serisi var. Tavsiye derim. Onun bir ifadesi var.

“İnsan, Allah ile peygamber arasındadır. İnsanla da Allah arasında su vardır.” Diyor.

Yani burada abdeste dikkat edin diyor. Abdest temizlik değildir yani.

Mesela Hz Ali diyor ya:” Abdest temizlik olsaydı mesh’in ayağın altına vurulması lazımdı, ama ayağın üstüne vuruluyor.”

İşte suyla beraber Allah’a yakınlaşmanın sembolik bir ifadesi.

Yani su olağanüstü bir şey. Size ilginç gelmiyor mu?

Rengi yok. kokusu yok. tadi yok. Belirli bir şekli yok. Neye koyarsan onun şeklini alıyor.

Bir niceliği, niteliği olmasına rağmen karşıya bakıyorsun, karşıyı gösteriyor.

Şeffaf içinde bir sürü atom var, molekül var ama şeffaf. Canlılığın sembolü. Sanki bu dünyadan değil gibi.

Ama geçen hafta konuştuk yukarının da yukarısında ifadesi vardı.

Güneşe nispetle suyun vurgusunu bu ayetin derinlerinden, direkt değil de anlıyoruz.

Aynı bunun gibi “Ve minel cibâli cudedum” “Dağlardan yollar” nasıl yollar,

“Bîduv ve humrum muhtelifun elvânuhâ ve ğarâbîbu sûd. “

“Beyaz ve kırmızı renkleri muhtelif yollar da var. ve de çok koyu renklerde (kuzguni siyah deniyor.) simsiyah “

Bunu hatırlarsanız uzaktan bakıldığında dağların muhtelif kırmızı, beyaz, siyahlı yolların olmasını zahiren söylemiştik.

Birde şunu ilave edelim. Mermerlere baktığımızda özellikle cilalanmış mermerlere, muhtelif renklerde damarlar var bu da kastediliyor olabilir. Çünkü hayvanın sırtındaki o çizgilere de buradaki ifadesi ile cüded deniyormuş.

Mermerlerde de aynı şekilde çizgiler var. Ya da o travertenlerin üzerindekini çağrıştırdı.

Bir de ne demiştik? Allah’a giden yollar, herkesin fıtratınca gittiği yollar var. Bunları da muhtelif renkte yollarla endekslemiştik.

  1. ayette bunun devamı gibi.

“وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَ اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ غَفُورٌ “

“Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhû kezâlik, innemâ yahşallâhe min ıbâdihil ulemâé’, innallâhe azîzun ğafûr.”

“İnsanlardan da, hayvanlardan da öyle, enamlardan da öyle, muhtelif renklerde aynı benzer şekilde, Allah’tan ancak âlimler korkar. Allah azizdir, gafurdur.”

Nasıl ki rengârenk, muhtelif renklerde meyveler var. Bırakın onu dağdan taştan yollardan da öyle muhtelif var. Aynı şekilde insanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da aynı bu şekilde muhtelif renklerde olanlar var.

Şimdi zahiri manaya bakarsak; insanların ten renkleri de farklı farklı. Beyaz ırk var,siyah ırk var, kızıl ırk var, beyaz ırk var. İnsan tenlerinde de böyle ciddi farklılıklar var.

Aynı şekilde hayvanlardan da (genel anlamıyla “Devabbi”’nin çoğulu), birde “En’âm” denilen de var.

“En’âm” nedir?

Süreside var biliyorsunuz. Nimet kelimesinin çoğulu bu. Nimet ten nimetlenilen, faydalanılan hayvanlar anlamına geliyor. Yani davarlar, koyun, keçi sınıfında olanlar. Yani kurban edilenler.

Mesela at bu sınıftan sayılmıyor. İnsana faydası var ama at eşek, katır gibi hayvanlar her ne kadar insana faydası olsa da bu sınıftan sayılmıyor.

“Muhtelifun elvânuhû kezâlik” “aynı bu şekilde onlarda da renkler var.”

Şimdi “kezâlik” kelimesi ne demek?

Türkçede de buna benzer kullanımlar var. Benzer şekilde demek.

Şimdi demek ki benzerliği yukarıya atfediliyor. Bir zahiren bunu anladık zaten çeşit çeşit Allahu Teâlâ tek çeşit yaratmıyor.

Bir yerde okumuştum. Allahu Teâlâ elmayı bir çeşit olarak yaratmakla kalmamış, elmanın da 40 ayrı çeşidini yaratmış. Her çeşidinde yine alacalı alacalı bir sürü renk var. Rabbim monoton yaratmıyor bir şeyi. Yarattığında da çeşitlilik veriyor ama öyle bir çeşitlilik veriyor ki ( başka bir ayette var) “sen iki meyveyi aynı görürsün, aynı dalda yetişir ama ikisinde de farklılık vardır.” Diyor.

Bırak onu değişik meyveleri falan.

Şimdi yukardan gelelim rızık, yenilenler, ağaçta yetişenler, sebzeler ayrılıyor. Meyvelerin birçok çeşidi var. Mesela elma diyelim. Elmanın birçok çeşidi var. Geliyorsun; Teferruat teferruat, aynı dalda iki tane elma yetişiyor. Biri farklı, diğeri farklı. Hatta onu bırak elmanın bir kısmı, güneş gelen kısmı farklı, görmeyen kısmı farklı.

Bu Allah’ın yaratma çeşitliliğini de gösteriyor.

Ne kadar insan varsa o kadar yol var demiştik ya. İşte” kezâlik” demesiyle beraber, onun manevi farklılığı gibi bunda da aynı şeyler var oluyor.

Bakın 3 e ayırmış insanlar, hayvanlar, davarlar diye.

Şimdi “Dâbbe” kelimesi Kuran’da çok geçiyor. Benimde ilgimi çekti on küsur yerde geçiyor. Biraz o dâbbe konusuna girmek istiyorum. Hani hayvanlar deniyor ama kuşlar buna dâhil değil.

Çünkü bakın En’âm Suresi 38. Ayette var. “Dâbbe” nin kökü debelenmektir( kımıldamak), ayaklarını vurarak yürümek manası da var ama en uygunu debelenmektir.

“Hem yerde debelenen hiçbir dâbbe yoktur ki, hem iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, (Bakın Rabbim bunu ayırmış) sizin gibi bir ümmet olmasınlar”

Yani burada rabbim debelenen hayvanlarla kuşları ayırmış. Demek ki kuşlar dâbbe sınıfına girmiyor.

Mesela başka meleklerle ilgili bir şey var. Melekler de hariç. Nahl Suresi (16,49) da der ki:

“hem göklerde ne var* yer de ne varsa hepsi Allah’a secde ederler. Gerek dâbbe kısmından olsun, gerekte, melaike. Bunlar kibirlenmezler.” Burada da Rabbim neyi ayırmış? Melekleri ayırmış

Bunu neden anlatıyorum? Dâbbe’ye canlı da diyorlar. Yani yine meleklerin bunun içerisinde olmadığının göstergesi.

Bunların iki anlamı var. Aslında bunda insanlar da hariç.  Neden?

İşte bu Ayet. Bakın Rabbim “İnsanlar, dâbbe’ler, en’am “ diye ayırmış.

Hatta koyun, keçi, sığır gibi hayvanlarda dâhil değil, görüyorsunuz bu Ayette rabbim ayırmış. dâbbe bunların dışında kalan özel bir sınıf.

Bu dâbbe ile ilgili başka bir şey çok ilginç konu. Hani kıyametin büyük alametleri arasında olanlar var. Duman çıkması gibi. Bir de dâbbetül arz denilen bir şey var. Kıyamete yakın bir şey çıkacak.

Neml suresi 82 Ayet’te var. “Söylenen başlarına geleceği vakitte, onlar için arzdan bir dâbbe çıkarırız da, insanların ayetlerimize inanmadıklarını kendilerine söyler.”

Konuşan bir mahlûkat. Biz bunun niteliğini bilmiyoruz. Ama işte Kuran Ayetlerinden eleyerek gittiğimizde bunun kuş sınıfından olmadığını, en’am denilen sınıftan olmadığını, insan olmadığını ve melek olmadığını anlıyoruz. Nereden anlıyoruz?

Rabbim Ayetlerde teferruatlı dâbbe’yi izah ettiği için buradan rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Peki, dâbbe nasıl bir varlık?  Bununla ilgili olarak Nur Suresi 45. Ayet’te

“Hem Allah her dâbbe’yi bir sudan yarattı. Öyle iken kimisi (yani dâbbe’leri izah ediyor) karnı üstünde yürüyor. (yani sürünüyor. Sürüngenleri anlatıyor) kimisi iki ayak üzerinde yürüyor. Kimisi ise dört ayak üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Hakikaten Allah her şeye kadirdir.”
Bakın burada sürüngenlerinde dâbbe’nin içinde olduğunu görüyoruz.

İki ayaklı yürüyenlerden ne var? İnsan olmadığına göre, maymunlar mesela, goriller, ayılarda mesela arada iki ayak üzerinde yürüyenler de bunlardan var.

Hatırlar mısınız?  Sebe Suresi 14. Ayet’te “ Sonrada vaktâ ki ona ölümü hükmettik. Kime? Hz. Süleyman’a. Onlara onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir dâbbetül arz dayandığı asasını yiyordu bu sebeple yıkıldığı zaman ( Hz. Süleyman ölmüş kimsenin haberi yok. Emrindeki cinlerin de haberi yok. Bu sebeple o kurt denilen şey asayı yiyince yıkılıyor.) ki cinler gaybi biliyor olsalar o zilleti azap içinde bekleyip durmazlardı.”

Bakın burada da ifade ilginç. Dâbbe geçiyor. Yani ne olarak geçiyor? Dâbbetül arz olarak geçiyor. O kıyamet alameti olan şeyin içinde de dâbbetül arz geçiyor. Buradan biz neyi anlıyoruz?

 Rabbim direk olarak bir şeyi söylemiyor bazen ama Ayetlerin içerisinde o döngü içerisinde sırları var. Demek ki ben 2 sini birleştirdiğim de;

(Allahualem tabi benim yorumum hakikat bu olmayabilir. Hem de şunu da söylemek istiyorum. Ben burada bazı şeyleri iddialı söylüyor gibi oluyorum ama bunlar tamamıyla bana ait görüşler. Bunlar hak olmayabilir. Gerçek olmayabilir. Fakat tefekkür belirli ilim, düşünce Ayetlerin bir araya gelmesiyle bizde oluşan şeyler. Bunları paylaşıyorum. Ama asıl hak Allah’a aittir. Biz sadece isabet etmeye çalışıyoruz. Rabbim onu nasip etsin inşallah bunu da söylemeden geçmek istemedim.)

Tahminim bu tabi. O dâbbetül Arz’ın bir sürüngen tarzında olabileceğini işte ben bu Ayetlerden görüyorum. Yani o şekilde hissediyorum. Neden? Ağaç kurdu diyor. Diğer Ayette de dâbbe diyor. Diğer bir Ayette de sürünenlerden, karnı üzerinde sürünenlerden diyor. Tabi Allahu âlem. Ama onun muhteşemliğini düşünün. Kurt şeklinde, toprağın altında kaç metre büyüklüğünde, hangi devasada ve çıktığı zaman konuşan bir şey olduğu zaman, insanların nasıl bir şok içerisinde olacağını düşünün artık.

Bu dâbbe’yi bunun için anlatmak istedim.

En’am kelimesine gelelim şimdi. En’am da bakın hayvan olmasına rağmen, yani Allahu Teâlâ şöyle diyebilirdi insanlardan ve hayvanlardan diyebilirdi. Ama hayvanları dâbbe ve en’am olarak 2 ye ayırmış.

Bunun da sırrı şu arkadaşlar. Geçen hafta hatırlıyor musunuz? Her insan çeşidince, her insan sayısınca yol var demiştik ya. Bunu da neye bağlamıştık. Allahu Teâlâ’nın esmalarının her insanda farklı tecellileri var. Bu esmalar da renkler şeklinde tezahür ediyor. Sıtkatullah denilen Allah’ın boyası da bunun işaretiydi. Her insanda bu terkip farklı olduğu için bu kadar da farklı yol diyordu. “Kezalike” derken aynı bunun gibi insanların içerisinde de nefis var.

Şimdi burası biraz tasavvufun alanına giriyor. Bu nefislerinde hayvanlar suretinde tezahür ettiği ifade edilmiş. Hatta Abdülkadir Geylani Hazretleri ile ilgili birçok hikâye anlatır. Hani “nefsimi bir yılanın kabuğundan soyulmuş şeklinde içimden sıyrıldığını gördüm ve köpek şeklinde orda gördüm” diyor. Ve ona “seni bir daha içime almayacağım” dediğinde melekler ona diyor ki “al onu içine at biz seni onunla seviyoruz.” Diye.

Bu tasavvurlar manevi şeylerle ilgilenenler bilirler. Her insanda bu hayvan suretinde bir şey vardır. Ve onu terbiye etmeye ya da değiştirmeye çalışır.

İçinizdeki hayvan denilen bir konu bununla ilgili bir şeydi. İşte burada Allahu Teâlâ bunun 3 çeşidinin olduğunu söylüyor.

1 insan çok nadir. Yunus emre ne diyor: “Ölen hayvan imiş, insanlar ölmez” âşıklar ölmez diyor başka bir ifadeyle. Kabir kazıldığında da bazı insanlar diri biliyorsunuz hiç bozulmamış. Bununla alakası var. İşte onlar insanlar.

Birde nefsi hayvan olanlar var. Bunlarda 2 ye ayrılmış. Bir dâbbe olanlar var. Köpek, kedi gibi.

Birde insanlığa faydalı olan en’am denilen bir grup var. en’am nimet kökünden faydalanma kökünden, birde insanlığa faydalı olanlar bunlarda koyun gibi, keçi gibi kurban edilebilen hayvanlar.

İşte Rabbim burada tabi direk mana da değil, Surelerinde bunlara işaret ediyor. Ama bunlara kuş dâhil değil. Bazıları kuşları da dâhil ediyor. Hayır, kuşlar dâhil değil.

Yukarda bahsettik iki kanadı ile uçanları Rabbim bunlardan ayırmış. Ben bazen ilginç konuları da bunlarına katıyorum ki, bunlar tefsir kitaplarında çok bulunmuyor. Ama bunla renkleniyor. Rabbim Kuran’ın içerisine nice övgüler yaptı. Derininde ne manalarının olduğunun da, bunların da hakikat olduğunu bu kitaplarda görebiliyoruz. Hani böyle macera romanı gibi olsun diye değil de, bunla ilgilenen çok fazla insan var. Bu sohbet kayıtlarını dinleyen çok var. Onlara da hani Kuran’da bunların işaretleri olduğuyla ilgili bir mesaj olsun diye düşündüm.

“İnnemâ yahşallâhe min ıbâdihil ulemâé’”

“İnnema” “Ancak” demek. İnne ve kardeşleri diye Arapçada bir konu var bilirsiniz.

İsim cümlesinin önüne geliyor. Müpteda ve haberi böyle irabını değiştiriyor. Normalde biraz teknik olacak ama açıklamak durumundayım.

Müptedayla haberde merfu. İnne ve kardeşleri geldiği zaman, müptedanın ismi isim oluyor artık diğeri haber oluyor. İlk kısmı ismi nakıs oluyor. Diğeri yine merfu olarak kalıyor.

“İnnallahe” diyoruz mesela “İnnallahu” dememiz lazımken. Fakat ne “İnnema” geldiğinde bu sistem bozuluyor. Her ne kadar aynı gruptan da olsa aynı şekilde merfu (ötre) durumu devam ediyor.

“innema” nın manasal farklılığı da şu:

Kasr edatı deniyor buna. Yani anlamı daraltma. Tahdit ediyor, sınırlıyor. Yani genel bir mana var. Genel bir manayı sonraki gelen cümleye kasrediyor. Kısaltıyor.

“İnnema” “Ancak”

“Yahşallâhe” “Allah’tan korkarlar”

“Min ıbâdihil” “kullarından”

“Ulemâé” “ulema”

Yani “Kulları içerisinden Allah’tan layıkıyla (ancak)(bak kasrediyor şimdi anlamı daralttı.) ulemalar korkar. Yani âlimler korkar.”

Manayı şu şekilde etkiliyor bunun böyle olması.

Şöylede mana kurulabilirdi. Âlimler hiçbir şeyden korkmazlar. Sadece Allah’tan korkarlar da olabilirdi.

Fakat ulemanın sona gelmesi, kulları içerisinden Allah’tan en fazla âlimler korkar vurgusu var burada.

Rabbimde işte cümle övgülerini böyle yapmasıyla manaya derinlik katıyor.

“İnnallâhe azîzun ğafûr. “ şimdi neden (kullar arasında) Allah’tan hakkıyla ulemalar, âlimler korkuyor?

“Min ibadihi” derken de Allah’ın kulları. Bakın Allah’ın mahlûkatı, insanları falan başka bir ifade kullanılmıyor. Allah’ın kulları derken de yine özel bir grup var. Yani Allah’a iman etmiş, Allah’ı tasdik etmiş grup dersek buna. Bunların içerisinden bile Allah’ın nasip ettiği ilim ile ilimden faydalananların yine o özel gruba göre, Allah’tan daha fazla korktuğunun da göstergesi.

Yani hem insanlık olarak düşünülebilir. Ama birde özel bir grup olarak onun kulları demesine özgü olarak söylüyorum. O gruptan bile Allah’ın el-alim esması tecelli etmiş olanlarının daha fazla layıkıyla korktuğunun da alimler olduğunun göstergesi.

Geçen derslerden de konuşmuştuk. Eğer siz bir ilim alıyorsanız, her şekilde ilim alıyoruz. Bu ilim faydalı mı, değil mi? Bunun göstergesi Allah’a yaklaştırıyor mu? Birde içinizde haşyet duygusu oluşturuyor mu? Test edin. Ben dâhil herkes.

Eğer böyle oluyorsa işe yarıyor. Yoksa size faydası olmayan bir şey.

Mesela entropi denilen bir durum var.  Örneğin siz bir duraktasınız. O sırada insanlara yağmur yağıyor demeniz anlamsız. Bir fayda sağlamıyor. Karmaşıklığın gitmesi yolunda da bir faydası yok. Ona faydası olacak ve karmaşıklığı giderecek bir bilgi önemli. Bizde aynı şekilde Allah’ın yaratmış olduğu algı sistemi ile kulakla, gözle alıyoruz alıyoruz. Ne alıyoruz? Aslında Allah’ın ilminden alıyoruz. Bizde bir farklılık oluşturacak bir bilgi değerli.

Hani Allah’ın resulü diyor ya.

“Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”

Derken de bu var birde ne var?

“onlar ki malayaniyi terk ederler” yani Allah’a yaklaştırıcı dışında her şey malayani kabul edilmiş. Malayani gibi gözüküp de Allah’a yaklaştırma konusunda fayda veriyorsa o malayani olmaz. Malayani gözüktüğü halde.

Bugün müzikle uğraşan, batı müziğiyle uğraşan o kadar çok insan var ki,  Allah’a yaklaşıyor onunla. O enstrümanı hangi amaçla kullandığına bağlı. Bunu da unutmayalım.

Tekrar söylüyorum başa dönecek olursak;

Bir ilim sizi Allah’a yaklaştırıyorsa, yani dinliyorsunuz, görüyorsunuz. Allah’a yaklaşma adına bir şey hissediyorsanız ya da bu ayetteki gibi de bir şekilde haşyet duygusu oluşturuyorsa. Yani Allah’a bir saygı ile korku, ürperti hali oluşturuyorsa faydalı.

Yani bu sohbeti birçok insan dinliyor. Yıllardan beride dinliyor. Bir düşünsün.

Sohbet olarak düşünmeyin Kuran ayetlerinin izahatı olarak düşünün. Sizde bir farklılık oluşturduysa güzel. Yoksa otobüs durağında bekleyen insanlara yağmur yağıyor denmesi gibi bir şey olur.

Burada ki özellikle vurgunun âlimlere olmasının sebebi de, nedir?

Yukarda Rabbim hep ilimle ilgili bilgiler veriyor. Suyun gökten inmesi, onunla muhtelif renklerin çıkması, rengin o kloroplastlarda oluşması, fotosentez olayı falan. Bunların hepsi o ilimin içerisinde olan şeyler. Bunları öğrenen kişi aman Allah’ım bu nasıl sistem deyip kendine gelmesi lazım.

Birde fazla ilim olması da gerekmiyor. Bakın ne diyor?

“suyun gökten indiğini görmüyor musun?” diyor.

Bunun için ilme gerek yok ki dağda ki çobanda ya Allah Allah bu suda gökten iniyor ne ilginç bir şey. Aman Yarabbi nasıl derse. O anlamda yine Allah’tan korkmasına vesile olacak bu.

Aman Yarabbi ne kadar davar yaratmışsın, inek yaratmışsın ne kadar çeşit çeşit yaratmışsın. Hiçbiri birbirine benzemiyor.

Şunu da söyleyeyim. Bir kar tanesi diğerine benzemiyor. Bakın sokağa yayılan şu kar tanesi kaç tane sayabilir misin? Hadi sen kendi çiziminle yap. Al kâğıt kalemi eline farklı farklı çiz. Bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlarsın.

Bir mahalleyi düşün, şehri düşün, bir dağı düşün kaç kat trilyon tane kar yağıyor. Ve kaç milyon yıldır yağıyor ve hiçbiri birbirine benzemiyor.

Çekirdek çitliyoruz ya. Üzerindeki çizgilere baktınız mı? Bir şey çağrıştırıyor mu size?

Barkod gibi. Biri diğerine benzemiyor. Yani zebralarda öyle, parmak izleri de öyle. Ben resimle biraz ilgilendim portre çalıştım.

Bir göz, iki göz, bir burun, bir ağız var mı başka bir şey? Kulaklarda var ama bereyi örtüyorsun yine insanı tanıyorsun.

Burun ameliyatı oluyor. Yine o kişiyi tanıyorsun. Yıllar sonra gördüğümüz çocukluk arkadaşlarımız bile tanıyabiliyoruz.

Gözlük, lens takılıyor yine de tanınıyor.

İki Çinli, iki ikiz kardeş birbirine benzemiyor. İşte Rabbim bu sima denilen şey ne ise bunda gizlidir. Her şey değişiyor ama sima değişmiyor.

Muhteşem farklılıklar oluşturmuş. Hadi insan bir nebze, penguenler birbirine benzemiyor. Bunların hepsi rabbimin ilmi. Bunları görmek için illa ki bilim adamı olmaya gerek yok. Üniversitelerde olmaya gerek yok. Dikkatli bakan bir göz bunları görür.

İşte “Elemtera” “görmüyor musun? Bakmıyor musun?” Derken de Rabbim bunu diyor.

Orda sadece bir misal veriyor. Suyun gökten indiğini görmüyor musun derken de bir şey var.

Allahu Teâlâ bize Rabbimizin ilmini anlamaya yönelik bakış nasip etsin.

Görmek Allah’a ait. Ben kulumla görürüm, işitirim diyor.  Ama bakmak irade olarak bize ait. “Elemtera” derken de orada görmüyor musun değil. Bakmıyor musun gibi bir ifade var. çünkü görmek Allah’a mahsus. Yani Allahi değerler. Ama bakmak, boyun kasları bizde kafamızı çeviriyoruz. Göz kasları bizde o bakışa yönlenmemiz gerekiyor. Allahi, ibretsel, tefekkürsel bakışa.

Allah’ta nasılmış?

“Şüphesiz Allah azizdir. Gafurdur.”

Bu aslında ikisi birbiriyle alakalı değil gibi.

Sen bu muhteşemliğe baktığında Allah’ın azamet sahibi aziz olduğunu, üstün olduğunu anlarsın demek burada aziz.

Eğer bunu layıkıyla da anlarsan sende senin nefsinde bir hal oluşması lazım. İşte bu sende oluşan hali de Allah bildiği için buda senin mağfiretine, affına vesile olur demektir.

“Gafur” “mağfiret eden” demektir. Bir “Gafur” geçer, bir “Gaffar” geçer, birde “gafir” geçer.

Üçü de hemen hemen aynı manadadır. “Gafere” “mağfiret etmek” demektir.

Mağfiret etmek ne demektir?

Örtmek demektir. Miğfer var ya bu kökten. Miğfer kafayı örterek koruyor. Bir şeyin üzerine örtme settere yakın manası vardır. Aftan farklıdır.

Allahu Teâlâ’nın silmesi demektir. Neyi? Bilgiyi. Her şey kayıt olmuyor mu? Oluyor.

Ahirette eğer sen Allah’tan mağfiret istersen, buna uygunda hareket yaparsan Allahu Teâlâ işte Gafur, Gaffar isimleri ile kayıttan siliyor.

Hatta öyle deniyor ki, El-Gafire bunu deniyor. Şahit olan meleğin bile hafızasından siliniyor diyor. Bir abartısı ile sen bile hatırlamıyorsun. Yani ne kadar büyük bir şey olduğunu düşünsenize. 30. Ayette de var işleyeceğiz.

Yani Allahu Teâlâ örtmesin ya yandık yandık. Rezil olduk.

Aynı zamanda El-Aziz demesiyle beraber de Allah’ın aziz olduğunu anlayan nefiste kibir oluşmazmış.

Allah’ın o azizliğini, izzetliğini, büyüklüğünü, yenilemeyeceğini, yani galip gelinemeyeceğini anlayan nefiste ne yapıyor?

Kibrini engelliyor. Sende ne yapıyorsun? Korkuyorsun Allah’tan, haşyet duyuyorsun. Allah’ta korkan nefsi bağışlıyor. Mağfiret ediyor.

Bu her zaman Ayetlerin sonunda gelen bu ikili Esmalara bu bağlamda dikkat etmek lazım. Bütün bunlarda” azîzun ğafûr ” bunu açıklıyor. yoksa “gafur”u burada açıklayamıyorsun. Yani ne alaka diyorsun. Renklerden bahsediyor bir şeyden. Sonra Allah gafur. Ama aziz.

“Kulları içerisinde Allah’tan en çok korkan âlimlerdir.” Âlim neyi idrak ediyor Allah’ın azizliğini idrak ediyor. O zaman da Allah’ın mağfiretine aday oluyor.

29 ayete bakalım.

“اِنَّ الَّذٖينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ “

“İnnellezîne yetlûne kitâballâhi ve egâmus sâlâte ve enfegû mimmâ razagnâhum sirrav ve alâniyetey yercûne ticâratel len tebûr. “
“İnnellezîne yetlûne kitâballâhi” “O insanlar ki Allah’ın kitabını tilavet ediyorlar.”

“Ve egâmus sâle egâmus sâlate” “Namazı ikame ediyorlar.”

“Ve enfegû mimmâ razagnâhum razagnâhum sirrav ve alâniyetey” “Sır olarak ve aleni olarak ta onlara verdiğimiz rızıklardan infak ediyorlar.”

“Yercûne ticâratel len tebûr.” “Len tebur olan bir ticareti de onlar ümit edebilirler.”

Şimdi bakın 18. Ayetle çok alakalı önce bu Ayete bakalım.18. Ayete bakacağız

“O kimseler ki Allah’ın kitabını okuyorlar, namazı dosdoğru kılıyorlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da gizlice, aşikâr olarak hak yolunda sarf ediyorlar.”

18 ayette de

“ Sen ancak o kimseleri uyarırsın ki onlar gayb hakkında Rablerinden korkarlar. Namazı ikame(dosdoğru) ederler, her kim temizlenirse ancak kendi nefsi için temizlenir. Sonunda dönüş Allah’adır.”

Yani burada 6 husus var. Üçü 18 ayette, üçü 29. Ayette. Ortak husus namazı dosdoğru kılmaları. Bu ortak değer Rabbim aynı kullanmış. Matematikte değişme kuralı gereğince, demek ki Allah’ın kitabını okuyanlar ile 18. Ayette ki” Gayb hakkında Rablerinden korkarlar” ortak.

Ve ilginç biraz evvelki ayetin son kısmıyla birleştiği yer. Bakın ne diyor.

“Haşyet duyarlar Rablerinden” 18 ayette haşyet duyarlar diyor. Gaybta

Bu son ayette ne diyor. 29. Ayette

“Allah’ın kitabını okuyanlar diyor.” Allah’ın kitabını okuyunca onun ilmini değerlendirince aynen kulları içerisinden en çok, layıkıyla korkanlar âlimler olduğu gibi işte 18. Ayetle de birleşiyor burada.

Demek ki neymiş ikisinin birleştiği nokta. Demek ki Allah’ın kitabını okumak bizim şu anda yaptığımız. Gaybta yani onu görmeden, Allah’tan korkmaya vesile oluyormuş.

Zaten bu Kuranı Kerim’in isimlerinden birinin zikir olması. Zikir diyor. Zikir ne demek?

Öğüt demek aynı zamanda. Birçok anlamı var. Bunlardan biriside öğüt.

Öğüt veriyor Rabbim. Sen o öğüdü aldığında haşyet oluşuyor. Aman Yarabbi gerçekler buymuş demek ki. Bende dikkat edeyim diyorsun. Peki, Allah’ı görüyor musun?

Yani aleni olarak görmüyorsun. Ne yapıyorsun? Gaybi korkuyorsun.

Görmeden korkuyorsun. Gördükten sonra zaten korkmamak mümkün mü?

Ama Allahu Teâlâ görmeden gaybi alarak kendisinden haşyet duyulmasını istiyor. İşte demek ki o zaman bu okuduğumuz kitabın amacı da bu haşyet duygusuna götürmesiymiş. Ama nasıl götürecek?

Tilavet edeceksin. Tilavet etmek ağır ağır okumak demek. Üzerinde dura sura okumak demek. Yüzünden okudun geçtin ne oluşturacak ki sende?

Sevabı var. Amenna Allah’ın kitabını okuyorsun ne güzel iş yapıyorsun. Ama tilavet ettiğinde, ağır ağır okuduğunda, üzerinde düşündüğünde demek ki Allah korkusuna ulaştıracak ilim verecekmiş sana.

Ve bakın ikincisi namazı dosdoğru(ikame) kılarlar.

Namazı kılmaktan önce geliyor arkadaşlar kitabı okumak. Namaz kılınmasın değil. Hepimiz burada bir vakti bile kaçırmamaya çalışıyoruz. Sünnetleriyle, nafileleriyle yapmaya çalışıyoruz. Allah kaim kılsın. Ama Allahu Teâlâ öncelik olarak Kuran okumayı söylemiş. Yani haftaya bir cüz okuyayım da sevap gelsin değil. Tekrar söyleyelim.

Ben haftada 1 cüz okuyorum elhamdülillah. Fakat tilavet diyor burada.

  1. ayete de baktığımızda demek ki inceleyeceksin, derine dalacaksın, hayret duygusu oluşacak. Geçen hafta nasıl işlendiğine bakın. Namaz kılmaktan önce Kuran okumak.

Kuranı tefekkür etmek. Daha sonra neymiş?

“ve onlar infak ederler,” bu Bakara Suresinde de geçiyor hatırlarsanız.

Bakara 2.3 Ayet

“Ellezîne yué’minûne bil ğaybi” “Onlar gayba inanırlar.” 18. Ayetteki gaybi olarak Allah’tan korkarlar kısmı.

“Ve yugîmûnes salâte” “ namazı dosdoğru kılarlar.

Namaz gelmiş görüyor musunuz? Sıralama aynı şekilde.

“Ve mimmâ razagnâhum yunfigûn.” “kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”

Gördünüz mü? Kuranı kerimin birbirini nasıl tefsir ettiğini. Bu ayet 18.ve 29. Ayet nasıl bir örgü içerisinde birbirini tamamlıyor. Ve bakın Bakara Suresinde de namazdan önce ne geliyor?

Gayba iman geliyor. sonra namaz geliyor. Namazdan sonra da infak etmek.

İnfak etmenin 1. En önde olanı zekâttır. Zekât olduğunu nasıl anlıyoruz?

Yine 18. Ayette diyor ki: “her kim temizlenirse ancak kendi nefsi için temizlenir” demek zekât kelimesi kökeni ile o temizlenme aynı olduğu için ve 29. Ayette de infak kelimesi olduğu için birleşiyor.

Demek ki Allah’ın verdiği rızıklardan vermek ana konusuyla zekât, temizlenmeye, nefsin temizlenmesine vesileymiş.

Ama en önemli vurgu ise infak. İnfak etmek zekâtı da kapsayan üst bir konudur ki, Bakara Suresinde zekât verirler demiyor. İnfak ederler diyor.

İnfak maddi olsun, manevi olsun bir şeyin senden çıkması demek. Nafaka çıkmak demek. Senin ailene verdiğin senin cebinden çıkıyor.

İnfak çıkmak demektir unutmayın.

Münafık kelimesi var ya. Kökeni olan tarla faresinin iki tane tünelinin olması, birinden olmazsa diğerinden çıkması münafık kelimesinin kökeni olmuş.

Senden çıkan fedakârlık ettiğin her şey bu infak konusunun aslıdır.

En üstü farz olan şekli zekâttır. Ama sadece zekât değil her türlü çıkma infaktır.

Kendine çay dolduruyorsun mesela, önce başkalarına verip kendine en son alman bile infaktır.

Otobüse binerken başkalarına yol vermen de infaktır.

Ama aslı rızıklardan verilen, başkasını kendine tercih etmek anlamında infaktır.

Allahu Teâlâ devam ediyor:

“Yercûne ticâratel len tebûr” “Bunlar ancak bir ticareti ümit edebilirler” ki o ticaret nedir?

Zarar etmeyecekleri, iflas etmeyecekleri bir ticareti umabilirler.

Gerek 18. Ayetteki gerekse bu ayetteki şeyleri yapanlar. Ancak; bir ticaretten zarar etmeyeceklerini umarlar.

Demek ki neymiş? Diğerlerinin yaptığı ticaret kesinlikle zarar edecek.

Zarar eden de iflas eder. Peygamber efendimiz diyor ya: “Size müflis eden, iflas eden birini göstereyim mi?”

Kim diyorlar.

İşte onlar ki birçok doğruyu yaptığını zannettiği halde, ahirette hesap gününde başkalarının haklarını ödedikten sonra geriye bir şeyi kalmayıp ta iflas etmiş olarak da cehenneme gidenlerdir” diyor.

Allahu Teâlâ bize bu ayetleriyle bize daha dünyada yaşarken nasıl davranmamız gerektiğini anlatıyor ki bu zikirdir. Ve bunu kitabında veriyor. Bizde layıkıyla Allah’tan korkup da azizliğini anlayıp da onun mağfiretine uğrayanlardan eylesin.

Yoksa ticareti zarar edipte, müflis olmuş, iflas etmiş insanlardan oluruz.

Allahu Teâlâ bizi bu sınıftan korusun.

Sadakallahülazim.
 

 

 

 

 

 

 

FATIR (12. Sohbet) 27.ayet “su”#

SOHBETİ DİNLE :


İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/n_4fXPt5q9GHG


FATIR 27:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ ثَمَرَاتٍ مُّخْتَلِفًا أَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بِيضٌ وَحُمْرٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهَا وَغَرَابِيبُ سُودٌ

E lem tera ennallâhe enzele mines semâi mâen, fe ahracnâ bihî semerâtin muhtelifen elvânuhâ, ve minel cibâli cudedun bîdun ve humrun muhtelifun elvânuhâ ve garâbîbu sûd(sûdun).

1. e lem tere : görmedin mi
2. enne allâhe : muhakkak Allah
3. enzele : indirdi
4. min es semâi : semadan, gökten
5. mâen : su
6. fe ahrecnâ : artık çıkardık
7. bi-hi : onunla
8. semerâtin : ürünler, meyveler
9. muhtelifen : muhtelif, çeşitli
10 elvânu-hâ : onun renkleri
11 ve min el cibâli : ve dağlardan
12 cudedun : dağlar arasındaki yol, yol
13 bîdun : beyazlık, beyaz
14 ve humrun : ve kırmızılık, kırmızı
15 muhtelifun : muhtelif, çeşitli
16 elvânu-hâ : onun renkleri
17 ve garâbîbu : kapkara, simsiyah, koyu siyah
18 sûdun : siyah, kara

Allah’ın suyu, semadan indirdiğini görmedin mi? Böylece onunla çeşitli renklerde ürünler (meyveler) çıkardık. Ve dağlardan beyaz, kırmızı, çeşitli renklerde ve kara ve kapkara (koyu siyah) yollar (kıldık).


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Fatır Suresi 12. Sohbet

Evet, Fatır Suresinin 27. Ayetinden itibaren devam edeceğiz.

Çok güzel konular var 27. Ayetle ilgili.

“اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجْنَا بِهٖ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفًا اَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بٖيضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَابٖيبُ سُودٌ“

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ, feahracnâ bihî semerâtim muhtelifen elvânuhâ, ve minel cibâli cudedum bîduv ve humrum muhtelifun elvânuhâ ve ğarâbîbu sûd.”

“ Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi? Onunla renkleri başka başka muhtelif meyveler çıkardık. Dağlardan da kırmızı, beyaz muhtelif renklerde ve kuzguni siyah yollar yaptık.”

Şimdi burada bu ayetin meallerine baktım. Biliyorsunuz internette birçok site var hasenat gibi. Orada bir ayetle ilgili birçok meali alt alta görebiliyorsunuz. Bu ayeti değişik şekillerde ifade etmişler. Fakat ben bugün ben Arapça kaideleri ile söyleyeceğim.

Arapçayı öğrendikten sonra manalara daha vakıf olmaya başlıyor insan. Sizde bugün burada bazı detaylarını, tesirlerini göreceksiniz. Biraz böyle teferruat olacak gibi ama nihayetinde anlayacağınızı umuyorum.

İlk kısmına bir bakalım.

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ,”

Şimdi bu “Enzele” kısmına bakmak istiyorum. Beni ilk o etkiledi.

“Ennallâhe enzele” “Allah indirdi”

“Mines semâi mââ” Şimdi normalde bu cümlenin şöyle olması lazımdı.

“Enzele mââ mines semâi” Olması lazım. Şimdi Arapça üzerine çalışıyoruz arkadaşlarla, onlar biliyorlarki: fiil fail meful olarak geçiyor. Yani önce fiil, fail yani özne sonra tümleç olarak geliyor. Fakat burada sıralama değişmiş. Yani;

“Enzele mââ mines semâi” Olması gerekirken, “Mines semâi” ile “Mââ” yer değiştirerek

“Enzele mines semâi mââ” olmuş.

Yani “Mines semâi” “gökten, semadan” kelimesi öne gelerek vurgu oluşturmuş.

Şöyle, Arapçada bir kaide var. Bu Türkçede kesinlikle farklı. Bir şey ne kadar önce söylenirse onda o kadar vurgu var manasına geliyor.

Türkçede ise vurgu yüklemin yanına gelir. Mesela “Ahmet dağa gitti.” Derken.

Burada gitti’nin yanında dağ olduğu için Dağ’a vurgu var. Yani “Ahmet dağa gitti”

“dağ Ahmet’e gitti” dediğimizde gitti fiilinin yanına yüklemin yanına Ahmet geldiği için vurgu Ahmet’e

Yani Türkçedeki vurgu farklı. Tekrar ediyorum Arapçada ne kadar öne, cümlenin önüne geliyorsa vurgu onda, Türkçede ise yüklemin yanına ne geliyorsa vurgu ona. Bunun neden açıklıyorum bakın.

“Enzele” “indirdi suyu gökten” dediğinde burada suya vurgu var. Fakat semadan olduğunda ise dikkat çekiyor Rabbim semaya bakın, suyu semadan indirdi.” Semadan suyu indirdi” olarak geçiyor meallerin çoğunda. Bu işte Arapça incelikleri hesaba katmayarak bir tercüme olduğunun göstergesi.

Bakın, bu gözle bakın mesela Kuranmeali.org var. Orada bakın en yukarda bir meal var. O doğruyu vermiş.

Bir üstünü söyleyeceğim ve toplayacağız. Bir de bu cümle “Enne” kelimesinden sonra yani “Ennallâhe” diye başlayan cümle de isim cümlesi. Şimdi Arapçada 2 çeşit cümle var isim cümlesi ve fiil cümlesi.

Eğer cümle fiil ile başlarsa fiil cümlesi oluyor. İsim ile başlarsa isim cümlesi oluyor. Sonuçta tercüme edildiğinde mana aynı. Fakat burada bir vurgu var. Arapça hocamız ifade etmişti.

“isim cümlesi ile başlarsa bir şey orada da faile, yani işi yapan kişiye dikkat çekiyor.”

Yani buraya bakarsak diyor ya “Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi.” Diyor ya burada. Şunu demek istiyor Rabbim burada isim cümlesi olarak. Hani Rabbim suyu gökten indiriyor ya, hani su gökten iniyor ya. Bunu Allah yapıyor Allah. Allah’tan başkası yapmıyor manasına geliyor.

Yani bu cümle Arapça birçok farklı şekilde ifade edilebilirdi. Ama

“Ennallâhe enzele mines semâi mââ,” derken, kelimelerde inanılmaz bir vurgu var.

Toparlarsak Rabbim şöyle diyor bu Ayeti Kerime’de;

“Ben suyu başka yerden değil gökten, semadan indirdim. Bunu yapan Allah’tır. Allah’tan başkası değildir. Yani Allah bunu zatı ile yapıyor.” Demek. Bitmemiş cümlenin başında birde “Enne” varya, normalde bunun aslı “İnne” .

“İnne” yi çok duyarsınız “İnnallahe” mesela Kuran’la alakalı olanlar bilir. Burada bir vurgu vardır. Şüphesiz, kesinkes, muhakkak gibi anlamlar var. Normalde “İnne” neden” Enne” olmuş? Üstünde üstüne gelmiş. Bu cümlenin sadece başında iken “İnne” olarak geliyor. Cümlenin ortasında olduğunda “Enne” olarak geliyor.

Peki, cümlenin başında ne var? İşte burası çok mühim “Elem tera” yani “görmedin mi?”

Şimdi burada ciddi bir ikaz var. Yani şunu diyor: “Bakmıyor musun? Görmüyor musun? Defalarca bu başına geldi. Hiç mi görmezsin? Hiç mi dikkat etmiyorsun?” şeklinde burada da bir vurgu var. Neye dikkat etmiyoruz?

Gökten yağmur iniyor. Doğru mu ifadem? Doğru değil.

Bakın Allahu Teâlâ burada gökten yağmur indi bile demiyor. Ne diyor? “Su.”

Yani biz bazı şeyleri doğduğumuzdan itibaren gördüğümüz için bize normal geliyor. Ama diyor ki Rabbim: “Bak gökten yağmur olarak senin romantik olarak gördüğün şey var ya bu su.” Diyor. “Su.”

Allahu Teâlâ gökten su indiriyor. Şimdi suyu nerde görüyoruz? Yer çekiminden dolayı yerde görüyoruz. Denizlerde, ırmaklarda, su birinkilerinde, bardakta görüyoruz. Normalde yerçekimi nedeniyle aşağılarda. Bunun yukardan yağması aslında olağanüstü bir şey. Yukardan su iniyor ya. Yani rahmet. Rahmet diyoruz ya. Yağmura rahmet demişler. Gökten rahmet iniyor su da değil. Su fakat suyun manevi boyutuyla çok ciddi bir ikram olarak iniyor.

Şimdi burada neden sema demiş? Kuran’ın geneline baktığımızda semavat ve arz diyor. Sema Arapçada senin bulunduğun, yaşadığın alana arz deniyor. Senin yani idrakinin olduğu alana ne deniyor? Arz deniyor. Ama senin bulunduğun yaşam alanının üstündeki yukarıdaki yerlere ise sema deniyor. Coğrafi olarak dünyayı düşünün yer var. Bir de semalar var. Yani gökyüzünün katları var.

Bu kastedildiği gibi, aynı zamanda da manevi semalar da kastediliyor. Bu manevi semaların ifadesini hem boyut olarak algılayabiliriz. Hem de Kuran’da birçok yerde geçen manevi gök katmanları olarak görebiliriz.

Mesela meleklerin yaşadığı âlemi düşünün. Buna ne deniyor? Sema deniyor. Biz bunu algılayabiliyor muyuz? Algılayamıyoruz. Daha bizim şu anki algıladığımız 1. Kat semamızda bile en yakın sema deniyor buna bir de burada melekleri göremiyoruz. Bir de özellikle mukarrebun meleklerinin olduğu semayı hiç göremiyoruz çünkü bu çok büyük algı gerektiriyor.

Maneviyatta bu bilinen bir şeydir. Bir bu dünya da arz var. 1.kat sema var. Bir de yukarlarda semalar var 7 kat olarak ifade edilen. Bunu hani Âdem kıssasında söylemiştik. Cennet katları yani cennete gidildiğinde algılanacak katlar, bu dünyada da mevcut ama bizim algılama, idrak boyutumuzda değil. Ve o semalardan birisi de 8. Kat cennetten sonra olan meleküt âlemi denilen sema var. Bunun gibi Allahu Teâlâ’nın yarattığı semalar var. Şimdi bunu neden anlatıyorum.

“Semadan su indirdik” derken de aslında suyun, bizim alışageldiğimiz, kanıksadığımız suyun aslında manevi bir değer olduğunun da ifadesi burada.

Hani “iki deniz vardır.” Demiştik ya önceki ayetlerde. Bunun için tasavvuf kitaplarında, manevi kitaplarda şöyle bir ifadesi var. “ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy“ derken “ Biz canlı olan her şeyi sudan halk ettik” derken en yukarıdaki, yaşamın en başındaki şu an bizim algılayamayacağımız su kastediliyor orada. Yani şöyle bir ifade var, çok zor ifadeler ama basitleştirerek söylemeye çalışıyorum. Allahu Teâlâ hani “ ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi muhabbet ettim.” Derken “Kün” emriyle halk ettiğinde, bütün güç kuvvetleri su denilen suyun asıl aslı olan bir bahrdan, denizden geçerek oluş âlemine, tekfin âlemine giriyor.

Yani bunu şuna benzetebilirsiniz. Prizmayı düşünün. Prizmaya beyaz bir ışık geliyor ama muhtelif renklerine ayrılıyor ya 7 rengine. Bu şekilde ayrılan renkler gibi. O kendi zatında gizli olan tecellilerin prizma gibi sudan geçmesiyle beraber sıfatların tecellisi oluş âleminde değişik tezahürler şeklinde gözüküyor.

Bununla da bitmiyor. Hani” Altından ırmaklar akan cennet” derken de. Irmağın aslı nedir? Su.

“Altından ırmaklar akan cennet” derken de ikinci olarak da arza geçişten evvel, hani yukardan aşağı düşünün, burada da bir suyun olduğunu haber veriyor Rabbim. Yani iki tane su tabakası var.

1.si en yukarda Allah’ın zatına yakın oluşundan tecellilerin ilk başladığı su.

2.si de Cennet’in altında olan su ve su bizim şu anda dünyada algıladığımız su.

İşte bu tane su prizmasından diyelim artık, boyutundan geçerek yeryüzüne inmiş su. Bunun aslı yukardaki manevi âlemlerde.

Nasıl ki biz şu an ışığı görüyoruz ya. Bu ışığın aslı ne? Nur.

Yani manevi âlemlerde nur, fakat biz bunu bu dünyamızda ışık olarak algılıyoruz.

Fakat biz bunu Allah nasip ederde cenneti şeylerde gördüğümüzde çok farklı boyutta algılayacağız. Mesela Nur Suresine bakın “Allâhu nûrus semâvâti vel ard.” Diyor. Yani “ arzın ve semavatın nuru” demek ki arzdaki ışık olan nurdan daha fazlası yukarda.

Mesela Einstein’ın ilk Nobel ödülünü aldığı şey neydi? Işığın hem tanecik modelinde hem de dalga modelinde olduğunu gösteriyor. Yani ışık garip bir şekilde hem top gibi tanecik özellik gösteriyor. Yani duvara atıyorsun aynı doğrultuda çarpıyor aynı zamanda denizdeki o sudaki dalga var ya, birbirinin içerisinden geçen dalgalar şeklinde özellik gösteriyor.

Neden? Çünkü bu âleme ait bir şey değil. Biz bunun aslını üst âlemlerde nur olarak göreceğiz. Fakat bizim bu fiziksel şartlarımıza geldiğimizde iki farklı fiziksel özelliğini gösteren bir yapıya dönüşüyor. Aynı bunun gibi suyun da aslı yukarlarda ama biz bunu bilmiyoruz.

Şimdi bütün bunları neden anlatıyorum?

Biz bu suyu diyor. Bakın yağmuru bile demiyor. “Semadan indirdik” derken. Size ikram olsun diye aslı yukarlarda olan bir şeyi, sema gibi manevi bir şeylerden aşağıya tenezzül ettirdik, indirdik diyor. Semadan indirdik demesi bu. Yani bir ikram, ikrami ilahi.

Ve de dikkat edilirse suyun bazı özellikleri var. Su, sadece dünyada olan bir şey, yani sadece değil de mesela güneş sistemini düşünün. Bir sürü gezegen ve bunların uyduları var. Kırk küsur tane deniyor. Bunun içerisinde belki de sadece dünyada var. Diğerlerinde de olsa bile dünyadaki yüzeysel olarak söylüyorum dörtte üçü su. Dünya haritasına bakın mavi gezegen deniyor. Neden mavi gezegen?

Su. E Rabbim bu suyu nasıl yaptı? Okul kitaplarını hatırlayın nasıl oluştuğunu gezegenin, bir gaz bulutu, sımsıcak bir kavram bir anda su geliyor. Ve şu an romantik olan masmavi şey oluyor. Dünyada bile Rabbim suyu ne yapıyor? İkram ediyor.

Bununla ilgili konuşacak çok şey var ama devam edelim. Zaten ikinci kısımda bununla çok alakalı.

Peki, Rabbim bu su ile ne yapıyor?

“Feahracnâ bihî”

“Feahracnâ” “Çıkardık”, “Bihî” “onunla”.

Onunla dediği ne? “Hi” zamiri nereye gidiyor? Suya gidiyor.

Su ile ne yapmışız? Çıkarmışız.

“Semerâtim” nedir? Yani bir işin semeresini görmek denir ya.

“Ürün” ve asıl manasıyla “Meyve” demek.

Yani ağacın ürünü. Sen bir meyve ağacını niye yetiştirirsin?

Ürünü için. Yani ürünü olmasa meyve ağacını neden dikeceksin ki?

Zeytin ağacını neden dikeceksin ki? Tamam, gölgesinden faydalanmak içinde olabilir ama sadece gölgesinden faydalanmak için olsa ormanlar kesilip te oraya meyve ağaçları dikilmez. Bütün dünyada hemen hemen aynı şey oluyor. Sadece gölgesinden, yeşilliğinden faydalanacağın ağaçlar kesiliyor, onun yerine semeresinden faydalanacağın ağaçlar dikiliyor.

Demek ki asıl amaç semere, ürün. Diğer özellikler olmasıyla beraber bu.

“Muhtelifen elvânuhâ”

“elvan” “renkler” demek. Türkçede de kullanılıyor. Bir gazoz markası vardı elvan diye.

“Renkleri çeşitli çeşitli, muhtelif meyveler yetiştirdik” ne ile?

Su ile. Ama burada ilginç bir ifade kullanıyor Rabbim:” Feahracnâ” ihraç fiilini yani çıkarmak fiilini kullanıyor.

“Haraca” çıkmak, “Ehraca” çıkarmak.

Şimdi bakın gökten indirirken ne fiilini kullanıyor? “enzele” indirmek fiilini kullanıyor.

Şimdi toprağa geldi, gördüğümüz yere geldi. Toprağın neresinde? İçinde hatta altında, oradan da bakın çıkarmak.

Yukarı doğru değil mi? Aşağı değil, yukarı doğru bir fiili söylüyor.

Şimdi bu, bunu gelmeden önce biyolojik olarak araştırdım. Olağanüstü bir şey. Şimdi bize normal geliyor ama. Ağacı düşünün meyveyi yetiştiren bir şey ama hurma ağacını düşünün mesela gördünüz değil mi? Hacca gidenler görmüştür. Onlarca metre boyutunda, onun ün üst dalına kadar su gidiyor arkadaşlar.

Ağacın içerisinde hangi pompa var? Hangi kompresör var?

Hiçbir şey yok. Makinesiz bir sistemle o yukarı çıkıyor. Bu nasıl oluyor peki?

Biz bugün ki fizik bilgilerimizle bunu biliyoruz.

1.si Kılcallık olayından oluyor. Kılcallık olayı nedir? İnce boru gibi şeylerin içerisine suyun içerisindeki bazı özelliklerden dolayı yüzey gerilimi oluşuyor ve oradan yukarı çıkma özelliği oluyor.

Birde Rabbim suya o kadar çok özellik vermiş ki, enler özelliği var.

Diğer sıvılardan. Diğer moleküllerden farklı olarak en fazla olan, en az olan diye söylediğimiz birçok özellik vermiş Rabbim. Mesela konudan çıkmadan şunu söylemek istiyorum suyu gözünüzde farklılaştırmak için.

Bütün sıvılar donduğu zaman hacimleri küçülüyor. Ama su +4 derecesine kadar bir büzüşme oluyor. +4 derecesinden donmaya doğru geçerken genişlemeye başlıyor. Bunu buzdolabına benim gibi yanılıp ta madensuyu koyanlar biraz unutunca görmüştür, genişlemeden dolayı şişeyi patlatıyor. Neden? Donarken hacmi artıyor. Ve bu sıvılar içerisinde bir tek su da olan bir özellik.

Mesela doğada bunun ne faydası var?

İşte büyük bir sır var ve bunun da izah edildiğini zannetmiyorum. Yani fizikte bu neden oldu? Bildiğim kadarıyla bulunamadı. Ama bunun doğada bir faydasını görüyoruz.

Mesela kuzey kutbunda görmüşsünüzdür. Belgesellerden izliyoruz. Su donuyor fakat yüzeyde kalıyor. Tersi olsa ne olurdu biliyor musunuz?

Su dipten itibaren donardı. O zaman da yaşam olmazdı ve o suyun erimesi mümkün olmazdı. Fakat üstte buz altta yaşam devam ediyor. Yukarısı -50 bilmem kaç derece bile olsa buzun altında o kadar soğuk olmayarak yaşam sağlanıyor. Tabi bizim bundan faydalanan kısmı. Allahu Teâlâ bunun için yaratmıyor o özelliği ona vermiyor. Onun içerisinde sırrani öyle bir özellik var. Fakat biz menfaatleniyoruz.

Yani burunu Allahu Teâlâ çok farklı cemali özelliklerde yaratıyor fakat biz bunla nefes alıyoruz. Bunun gibi bir şey.

Gözyaşı, gözün dış tabakasının mikroplardan korunması ve kurumaması için, fakat duygulandığımızda ağlıyoruz. Ne alaka değil mi?

Yani Rabbimin muradı ile dünyadaki fiziksel özellikleri, avantajları farklı.

Birisi ilim, birisi O’nun hikmeti daha boyutunda da sırrı var. Aynen bunun gibi

Şimdi bunları neden anlatıyorum burada?

“Ahracnâ bihî” Diyor ya burada. Rabbim onunla meyveler üretiyor. Demek ki biyolojik olarak meyvelerin üretilmesi sisteminde suyun bazı özellikleri varmış ki, bu onun yetişmesinde katkıda bulunuyor. Bakın orda “Bihi” demezse. “Onunla” demezse, “Ahracnâ” dese “Semerat” olsa, birçok biyolojik özelliklerle bu meyvelerin yetiştiğini anlayabiliriz. Ama Allahu Teâlâ özellikle “Bihi” derken “Su ile” derken, bazı özelliklerden ötürü. Bu sistemin o0lduğunu gösteriyor. Mesela biraz evvel işte bunlardan birisi, birçok özellik olabilirde benim aklıma gelen şu oldu.

Sudan hepimiz biliyoruz H2O değil mi? 2 tane hidrojen atomu, 1 tane oksijen atomu bu hidrojen atomunun arasındaki yüklerinden kaynaklanan bazı farklılıklarından ötürü zayıf çekme kuvvetleri oluşuyor.

Biyolog arkadaşımla konuştuk “sanki el ele tutuşuyor” gibi diyor moleküller. Ve birbirlerini zayıf olarak çektikleri için işte bu ağacın en tepelerine kadar suyun gidebilmesine olanak veriyor. Bu diğer sıvılarda yok belki de çok az olan bir özellik. Rabbim işte suya bu özelliği vermesiyle suyun ağacın en üst kısmına ve dallarına kılcal damarlar gibi düşünün gitmesiyle beraber meyvelerin yetişmesine olanak veriyor. En azından bu, bunun suyun bilmediğimiz birçok özelliği dolayısıyla meyvelerin yetişmesine olanak sağlıyor.

Bu suyun bir fiziksel özelliği.

Bir de bu benim alanıma girdiği için teferruatlandırmak istiyorum;

Daha evvel ki konuşmalarda da olmuştu. Ağaçlarda fotosentez denilen bir olay var. Bunlar çok karmaşık şeyler değil. Hatırlarsanız ilkokul seviyesinde öğrendik biz.

Aslında çok karmaşık bilgiler değil. Fotosentez nedir?

Ağacın güneşten enerji alarak ve de sudan faydalanarak, birde karbondioksiti kullanarak glikoz üretmesi.

Yani şimdi glikozu biz yiyoruz değil mi?

Şöyle bir bilgi vereyim. Bütün yeryüzündeki mahlûkat bir şeye muhtaç enerji açısından. Mesela biz şöyle güzel kuzu bonfile yiyoruz değil mi? Onu yiyoruz enerji alıyoruz. Peki, bu kuzu onu nasıl elde ediyor?

Yeşilliği, bitkiyi yiyor. Bütün besin zincirleri nihayetinde bitkiye gider. Bitki enerjisini kendi kendine üreten tek mahlûkat grubudur. Hem kendi enerjisini kendi üretir, hem de başkalarına enerji sağlayacak mekanizmalar üretir. Bunun en başında da glikoz gelir.

Glikoz molekülü de karbon atomu, oksijen ve hidrojenden oluşur. Karbonu nerden sağlıyor? Karbondioksitten sağlıyor. Havadan karbondioksit alıyor. Diğer yapısında bulunan oksijen ve hidrojeni nereden alıyor? Sudan alıyor.

Eğer su olmazsa bu sistem gerçekleşemiyor. Ne kendi enerjisini üretiyor, ne de bütün mahlûkatın enerjisini sağlayabiliyor. Yaşam döngüsü biter.

Şimdi benim aklıma şu geliyor. Ben bu alanda güneşin çok etkin olduğunu biliyorum. Güneşten de faydalanıyor. Ondan elektron alarak yani enerji alarak faydalanıyor. Şimdi bütün enerjiyi glikozdan ve glikozun alt yapısındaki atp denilen bir şeyden alıyoruz fosfat bağlarının kırılmasıyla. Fakat bitki bundan faydalanmıyor ya. Enerjisini nereden alıyor biliyor musunuz?

Güneşten alıyor. Yani biz aslında neyi yiyoruz biliyor musunuz? Güneşi yiyoruz.

Fakat bu bile değil. Eğer su olmasın var ya. Bitki bunu da yapamıyor.

Mesela ortaokulda bir deney yapmıştık. Fasulyeyi filizlendirmiştik. Fakat karanlık bir odaya koymuştuk. Yine de filizlenmiş 1 karış kadar olmuştu. Yani ışık olmasın yine bu olay oluyor. Fakat sulamazsan o fasulye taneleri, tohumların da hiçbir hayat olmuyor.

Rabbim diyor ki işte Birinci etken “su”.

İkinci etken güneş. Hatırlıyor musunuz biraz önce söylediğim ayeti.

“Ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy” “Biz hayy olan canlı olan, diri olan her şeyi sudan halk ettik”

Bunun tasavvufi yaradılışına giderseniz, bakarsınız ki. Birinci olarak dedik ya Allah’ın yaratma emrinde, ilk nereden geliyor? Su denilen yani o âlemin suyu ne ise, ağma denizi de deniyor ona tasavvuf kitapların da görmüşsünüzdür. O denizden çıkıyor. Yani daha zati bir olay.

Yaratma sisteminde aşağı doğru gidildikçe onu Âdem kıssalarından hatırlarsanız.

Cennetin en üstünde nimet olarak ne vardı? Cemalullah vardı. O Cemalullah’ta yeryüzündeki göstergesi güneştir.

Şimdi bitkiye gelelim. Güneşten mi birinci olarak faydalanıyor? Sudan mı?

Sudan. İşte ayet “Bihi” diyor. “Onunla”. Meyveler çıkarılıyor. Rabbim etken olarak “Onunla çıkarılır” diyor.

Demek ki su güneşten daha etken. Güneşin biraz evvel ne olduğunu, o muhteşem şey olduğunu söyledik. Ama demek ki suyun yerin yukarlarda zata yakınmış.

Zaten bir ipucu olarak vereyim. Hz âdem neden cennete indirildi kısmında ne yaptı ki? Cennete indirildi kısmında, bu bir işaret aynı zamanda.

Devam edelim. Detaylar sizi sıkıp boğmuyordur umarım bu şekilde daha verimli olduğunu düşünüyorum.

Dinleyenlerden bir kişi: “Bu şekilde Kuran’a hayranlığımız daha fazla artıyor” diyor.

Cevap: “Aynen öyle”. Zaten biraz sonra göreceğiz.

Mesela 29. Ayette “Gerçekten Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâr hak yolunda sarf edenler asla zarar etmeyecekleri bir ticaret ümit edebilirler.” Derken

Birinci sırada “Allah’ın kitabını okuyanlar” diyor.

Bakın ikinci sırada namaz var. Yani bu bize anlatılmayan şeyler. Belki de bu devirde böyle olması gerekiyordu, idrakin biraz açılması gerekiyordu.

Bir şey daha söyleyeceğim burada.

“Elem tera ennallahe” derken burada Allahu Teâlâ, gökten su indirirken zatının ismini kullanıyor. Ama suyu “Biz su ile meyveler çıkartırız” derken, “Ehracna” diyor “Biz çıkardık” diyor.

Yani birinde Allah ismi direk kullanılıyor. Diğerinde biz diyor. Maalesef bu kitaplar da tam anlaşılmadığını düşünüyorum. İkinci vurgunun birinci vurgudan daha kuvvetli olduğunu söylüyorlar. Burada çok büyük tefsir kitapları da var ama bence mantıklı değil. Çünkü koskoca suyun, biraz önce konumunu anlattık, tam olarak aşağı indirilmesi mi daha büyük bir şey? Yoksa yeryüzündeki fiziksel kanunlar mı daha kuvvetli?

Elbette bu suyun indirilmesi. Daha azametli olan Allah’ın zatının ismi var. Bir de “Biz” diyor. Ama ne hikmetse? Ben ve biz konusu Kuran’da geçen yeteri kadar anlaşılamadığı için. Burada azamet bildirmek için “Biz” dedi diyor. Benim bildiklerime uymuyor. Tabi ki ben cahilim yani daha farklı bir şeyler olabilir.

Fakat benim bildiğim kadarıyla şöyle, ben dediği zaman Allahu Teâlâ bizzat zatıyla söylüyor. Ben yaptım diyor. Ama biz biliyoruz ki Allahu Teâlâ bir zatı ile iş görüyor bir de sünnetullahı ile iş görüyor. Allah’ın kendi kurduğu sistemiyle iş gördüğü zaman buna melekler de dâhil. O zaman “Biz” diyor.

Mesela bir devlet başkanının ben yaptım diyor., bir de devlet sistemiyle beraber yapması. Yani devlet sistemiyle yaptığında kendisi yapmış olmuyor mu? Oluyor.

Ama sistemle olduğu zaman biz.

Bir de “O yaptı” var. O hu’ya giriyor. Onu açıklamayayım.

Demek ki yeryüzündeki sistem sünnetullah’ın göstergesi. Yani Allahu Teâlâ fiziksel kanunlarla nerdeyse kendi kendine işleyen öyle bir sistem kuruyor ki, sistem kendi kendini götürüyor ve yaratmanın şeyi olarak gözüküyor. İşte bu ateist, materyalist denilen kimselerin yanıldığı öyle. Allahu Teâlâ o kadar muhteşem bir sistem koyuyor ki, kendi kendine öyle bir işliyor ki, hataya kapılıp Allah’ı göremiyorlar onda.

Doğa yaptı diyorlar. Doğa böyle diyorlar. Onlar ne yapsın sistem o kadar mükemmel ki hataya düşüyorlar.

Ama Müslüman olan bizler ne yapıyoruz?

O sistemde ki Allah’ı görüyoruz. İşte zaten imanın güzelliği. Yani biz içindeki beni görüyoruz.

Allah nasip ediyor bunu bize iman ile beraber. Bunu da işte okuyup geçmeyelim diye “Allah” diyor orada, birde “biz” diyor. Bunun ilmini göstermek istedim.

Demek ki koskoca muhteşem, aziz olan suyun yeryüzüne ikram olarak indirilmesi ancak Allah ile oluyor. Zatının ikramı ile oluyor.

“Görmedin mi bunu?” diyor. Niye o gözle bakmıyorsun? Niye yağmur yağdığı zaman eyvah bugün yine hava yağışlı mı ya?” Çarşıya, pazara çıkamayacağız” diyenler gibi niye bakıyorsun?

Eğer bunu Allahu Teâlâ rahmet üzerine indiriyorsa. Bil ki o çok büyük bir ikram.

Sen bu olaydaki Allah’ı da mı görmüyorsun?

Rahmet olarak görsen bile, Allah’ı ıskaladığın da haşa yine hatadasın.

“elemtera” “lem” birde cahtı mutlak Arapçada. Hiç mi görmedin de görmüyorsun hala? Kesinlik bildiren bir geçmiş zamandır.

Sonsuza kadar devam eder o olumsuzluk.

Hala mı böyle yapıyorsun? Niye böyle yapıyorsun?

Görüyor musunuz? Ayetleri bir okuyup geçiyorsunuz. Bir de baktığınızda neler veriyor. Yani imanı kuvvetlendirici. Allah’ın Arapçada gramerlere yüklediği özelliklerle Mübin olan açıklayıcı Arapça ile ne türlü manalar var. Tabi bunlar görebildiklerimiz. Göremediğimiz daha ne hazineler var. Ne derinlikler var. Allahu Teâlâ bunları bize açsın. Açtığı kadar da O’na yakın olanlardan eylesin.

Bu” semerâtim muhtelifen” derken de şunu diyor.

Ya toprağı görüyorsun, kahverengi bir toprak. Ağacı görüyorsun kırmızı yeşil, sarı değişik değişik renklerde. Ben çocukken çok merak ederdim. Ya nereden geliyor bu kadar renk?

Domatesi düşünün kıpkırmızı. Toprağa bakıyorsun kahverengi bir şey. Yani sır gibi olağanüstü bir şey.

Değişik değişik renkleri nasıl veriyor Rabbim? Yok, orada yok o.

Aynı karbon, aynı oksijen, aynı hidrojen öyle bir araya geliyorlar ki farklı farklı şeyler oluşuyor. Bir pazara gidin.

Mesela bir abimiz var. Diyor ki: “Pazara gittiğimde ben alışveriş edemiyorum. Alışveriş ettiğimde de onu yiyemiyorum.” Diyor. Yani bu hayret diyor. Aman Yarabbim bunlar ne? Çiçek gibi, İçini açıp bakıyorsun. Yani Pazar alışveriş yeri değil. İnsanların birbirlerini kazıklamak için bulunduğu yer değil. Allah’ın nimetlerinin temaşa yeri.

Hatta sahabe efendilerimiz birbirlerine haber verirlermiş. Hadi pazara gidelim. Bizim mantıkla değil.

Millet alışverişe dalmış Allah’ı unutmuş ya. Allah’ı unutulan yerde zikir edelim ki nice şeylere kavuşalım diye.

“Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber” bakıyorlar “ vela havle vela kuvvete illah billahil aliyül azim”

“Lâ ilâhe illallah, Muhammedur Resûlullâh”

Yani zikir alanı haline getiriyorlar. Peygamber efendimiz (SAV) ne diyor:

“Sizin için yeryüzü mescit kılındı” diyor.

Namazı biz sadece tekbirle, sağa sola selam arasında zannediyoruz. Ama sahabe efendilerimiz bütün yaşamları içerisine koymuşlar.

Evine aldın. Hapur hupur götürmek yerine, nefis biliyorsunuz hop diye çekiyor ya.

Bakıyorsun içinde neler var? Görüntüsü nasıl? Hiç portakalı şöyle bir kesip baktınız mı ya?

Nasıl âşık oluyorsunuz? Böyle sapsarı bir şey sulu sulu.

O kiviyi kesiyorsunuz ortadan. Neye benziyor? Ben irise benzetiyorum, göz bebeğine.

Allahu âlem araştırılsın, göze şifadır o.

Domatesi kesiyorsun böbreğe benziyor. Her yiyecek bir şeye benziyor.

Ehli ilim bu şekildeki ledünni şeylerle onun nereye faydalı olduğunu anlarlarmış.

Akşemseddin Hz’lerinde, Lokman Hekim’de böyle ilimler varmış. Bunun babası da Hz Süleyman biliyorsunuz.

Yani işte Rabbim ilimi öyle birbiri içerisine katmış ki neler neler var.

Burada “muhtelifen elvânuhâ” “muhtelif renkler” derken, bir şey dikkatimi çekti. Bunu araştırın.

Her renk meyve var. Bir renk meyve yok.

Mavi. Bunu bir düşünün neden mavi? Her renk var da neden mavi yok?

Ama mavi çiçek var. Nadir de olsa var. Firuze çiçeği biliyorsunuz mavi.

Ama mavi meyve yok neden?

Hem bunun fiziksel bazı şeyleri var. Üç renk ana renk sarı, kırmızı, mavi. Her renk bu renklerden oluşur. Elbette hikmetsel bir sebebi vardır. Bunu bir tefekkür malzemesi olarak ortaya sunuyorum.

Evet devam edelim.

“Ve minel cibâli” “Dağlardan cüdudlar yaptık.”

“Cüdud” “yol” deniyor. Dağların arasında kendinden oluşmuş yollar.

Bunların renklerini söylüyor Rabbim.

“Bîduv” bu beyza var. Biliyorsunuz beyza renkleri. Beyza beyaz demek. Beyazmış o yollar. Beyaz yol da nasıl oluyormuş? Bilmiyorum.

“Ve humrum” “Kırmızı” siz hiç kırmızı yol gördünüz mü? Bilmiyorum işte bu ayet biraz ilginç.

“Muhtelifun elvânuhâ” “Renkleri de muhtelif muhtelif” yani sadece beyaz, kırmızı değil. Renkleri de muhtelif.

“Ve ğarâbîbu sûd”

“Sûd” “sevde” biliyorsunuz kara sevda diyorlar ya “siyah” demek. Sevde ismi esved, hacerül esved siyah buradan geliyor.

“ğarâbîbu” da bu garb kelimesinden geliyor. Hani güneşin batması var ya. Güneş battığı zaman ne ortaya çıkar?

Karalık ortaya çıkar. “Çok koyu karalık” manasına geliyor.

Yani aslında saatlerce araştırdım bunu ama bu Ayet pek anlaşılamamış.

Hatta ruhul beyan var ben çok faydalanıyorum. O, onu demiş. Bu, bunu demiş gibi ifadeler var.

Burada kastedilen dağların renklerinin muhtelifliği mi? Yoksa dağların aralarındaki o yolların renklerinin muhtelifliği mi? Buna tam karar verememişler.

Çünkü Rabbim neden yolların renklerine dikkat çeksin ki? Şeyi anlıyoruz. Meyvelerdeki renkliliği ama dağların yürüyüp gittiğin yollarının renklerini, biz burada;

Allah Allah ya onlarda mı farklı ya? Kırmızı yol mu var? Beyaz mı yol? Diyoruz.

Mesela ben bunu şurada gördüm. Uçakla giderken ben aşağı bakmayı çok severim. Ben havacıyım. Paraşütle uğraştım. Yelken kanat ile uğraştım. Çok aşinayım onlara.

Aşina olmam lazım ama hep cam kenarı bilet alırım. Burnum yapışık giderim. Hatta ikramları bile kaçırdığım olur izlerken.

Dikkatimi çekiyor bu ayet. Hani o kırmızı, beyaz yol. Yukarıdan baktığınız da çok net algılıyorsunuz. Fakat bunu biz şu zaman da uçakta giderken kaç kişi aşağı bakarsa, o gözle bakarsa görüyoruz. Yıllarca çölün ortasında dolaşmış olanlar bu acaba renklere Rabbim niye dikkat çekmiş diye düşünmedim değil doğrusu.

Şimdi meyvelerdeki renk çeşitliliğini düşün. Aynen burada muhtelif renklerde derken aynı kelimeyi kullanıyor. Sanki meyvelerde çiçeklerde olan renk çeşitliliği gibi dağların içerisindeki yollarda da sanki çeşitlilik varmış gibi burada bir vurgu var.

Yani bu garip bir ayet. Anlaşılmamış bir ayet hemen öyle geçip gitmemek lazım diye düşünüyorum. Benim aklıma şu geldi.

Yol deyince arkadaşlar. Hani “Biz onları yollarımıza iletiriz” diye bir ayet var ya. Sırati müstakim bir tane olmasına rağmen, her fıtrati insan boyutunda.

Her insan fıtratı kadar, Allah’a gitme yol farklılığı var.

Her insanın çeşitliliği kadar yol farkı var.

Neden?

Herkesin karakteri farklı. Herkesin ırsi özellikleri farklı. Herkesin genetik özellikleri farklı ve herkeste ki esma tertipleri farklı.

Esmalar bakın, renkler. Bir ayet var.

“Sıbğatallâh” diyor. “Allah’ın boyası” (Bakara 2.138)

Burada ki Allah’ın boyası tasavvufi olarak Esmalara denk geliyor.

Yani her Esma’nın farklı bir renkle ifade edilmesi söz konusu.

Şimdi her Esma’nın rengi farklıysa ve her insanın da bu esma tertipleri farklıysa. Renklerin de farklılığı söz konusu olacak. Buda gidişteki yolların muhtelif renklerde olmasının göstergesi. Bu neyi işaret ediyor biliyor musunuz?

Dayatılıyor ya illa şu yoldan gideceksin diye. Bunu anladınız.

Ya adamın fıtratı farklı nasıl oradan gidecek?

Bir tane tarikat yok yol farklılığı var. Haniflik konusunda bunu çok işledik. Şirket gibi herkes benim şirketime gelsin dersen olmaz

Herkesin fıtratı farklı. Bakara Suresinde işledik. “Musa’yı İslam asanı vur dedik” diyor “kayaya vurdu. 12 tane pınar fışkırdı herkes meşrebine” yani “içtiği yeri bildi”.

Bu tasavvufi kitaplar da ne var? Meşrep farklılığı var.

Demek ki 12 tane farklı meşrep farklılığı olmak üzere, her insanın esma terkibinin farklılığınca gidiş yolu var. Farklılığı var.

İşte bence Allahu âlem buna işaret ediyor. Ama demek ki 3 tane ana, temel yol varmış. Beyaz, kırmızı, koyu siyah.

Bunun dışında da muhtelif renklerde gidiş farklılıkları varmış.

Beyaz biliyorsunuz. İstiareye yatıldığında görüldüğü gibi, daha Allahi bir yol.

Kırmızı tasavvufta pek sevilmez. Peygamber Efendimizin (SAV) hiç kırmızı giymediği söylenir. Daha dünyevi, daha nefsani arzuların olduğu bir gidişat.

Siyahta, burada kuzguni siyahtan ne olduğunu anlayabiliyoruz. Karga var ya. Kargaya bu garabi kökünden garub deniyormuş. Yani kargaların gittiği yol manası da olabilir. Buna benzerde 3 tane ana yol olmak üzere muhtelif renklerde yollar varmış.

Allahu Teâlâ bize yeryüzünde kanıksadığımız, aleni olarak gördüğümüz şeylerin aslında Allahu Teâlâ’nın bizzat ikramı ile olduğunu anlama yetisi versin inşallah.

Çünkü böyle olursa, gizlenmiş olan sünnetullah’ın içerisinde Allah’ın zatına bizde müşade ederiz de, herkesin kaybolduğu gibi, bu materyalist dünya sisteminde boğulmayız.

Allah’ı yaşarken algılayan, farklılığında olan ve bununla da yakınlığına gidenlerden olmayı nasip etsin inşallah.

Allahu Teâlâ herkese fıtratı ölçüsünde, terkibi ölçüsünde değişik Allah’a gidiş yolları vermiş.

Bize de fıtratımıza en uygun olan yolu nasip etsin.

Ve asıl yol olan sıratı müstakimle bize hidayet etsin.

Hidayet etmekle de kalmasın, bizi orada daim kılsın.

Sabit kılmakla da yetmesin. “biz hidayet edenlerin hidayetini arttırırız” diyor

Hidayet nihayet Allah’a ulaştırır.

Allah’a en güzel, en yakın şekilde giden yolu bize nasip etsin.

Sadakallahül azim.

Elhamdülillahi rabbil alemin.