FATIR (13.Sohbet) 28-29. ayetler#

SOHBETİ DİNLE:


MP3 OLARAK İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/HlmEN9KmqLgMS


FATIR 28:

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ

Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhu kezâlike, innemâ yahşâllâhe min ibâdihil ulemâu, innallâhe azîzun gafûr(gafûrun).

1. ve min en nâsi : ve insanlardan
2. ve ed devâbbi : ve DABBE’ler
3. ve el en’âmi : ve hayvanlar
4. muhtelifun : muhtelif, çeşitli
5. elvânu-hu : onun renkleri
6. kezâlike : işte böyle
7. innemâ : sadece, ancak
8. yahşâAllâhe : Allah’a (karşı) huşû duyarlar
9. min ibâdi-hi : kullarından
10 el ulemâu : âlimler
11 inne allâhe : muhakkak Allah
12 azîzun : üstün ve güçlü olan
13 gafûrun : gafûr, mağfiret eden, günahları sevaba çeviren

Ve bunun gibi insanlardan, DABBE’LERDEN, ENAM’DAN da çeşitli renkte olanlar vardır. Ancak kullarından ulema (âlimler), Allah’a karşı HAŞYET duyar. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir (üstün, yüce), Gafûr’dur (mağfiret eden).


FATIR 29:

إِنَّ الَّذِينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللَّهِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَّن تَبُورَ

İnnellezîne yetlûne kitâballâhi ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirran ve alâniyeten yercûne ticâraten len tebûr(tebûre).

1. Inne : muhakkak
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. yetlûne : okuyorlar, okurlar
4. kitâbe allâhi : Allah’ın kitabı
5. ve ekâmû es salâte : ve namazı ikame ettiler
6. ve enfekû : ve infâk ettiler
7. mimmâ (min mâ) : şeylerden
8. rezaknâ-hum : onları rızıklandırdık
9. sirren : sır, gizli olarak
10 ve alâniyeten : ve alenî, açık olarak
11 yercûne : ümit ederler, umarlar
12 ticâreten : ticaret, kazanç
13 len tebûre : asla kesilmeyecek olan, devam edecek olan

Muhakkak ki Allah’ın Kitabı’nı okuyanlar, namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk edenler, asla kesilmeyecek (devam edecek) bir ticaret (kazanç) ümit ederler.


 SOHBETİN YAZILI METNİ:

FATIR  (13. SOHBET) 28. Ayetten itibaren

Geçen hafta 27. Ayeti işlemiştik. 27. Ve 28. Ayetler bağlantılı. Benzer durumlar var. Tekrar baştan gelerek gidelim.

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ”

“Görmedin mi ki? Allah suyu gökten indirdi.” Burada bir vurgu vardı hatırlarsanız.

“Elem tera” “Görmüyor musun, bakmıyor musun, dikkat etmiyor musun yani neden böyle aleni gelişi güzel davranıyorsun? ” Bütün insanlara hitap.

“Ennallâhe” “Allah, Allah başkası değil” yani doğa olayı değil, meteorolojik olay değil. Bizzat Allah indiriyor.

Neyi indiriyor? Suyu indiriyor.

Rabbim burada yağmur bile demiyor. Suyu indiriyor diyor.

Bir de nereden indiriyor? Gökten indiriyor.

Yani burada Arapça hocamla da konuştum. Gökten bile suyu indiriyor. Yani biz yerlerde, akarsularda denizlerde görüyoruz ama bak suyu gökten bile indiriyor.

Yani boşluk, onun içerisinde boş gibi duran bulutlar var. Hacmi yok değil mi? Oradan indiriyor.

Burada çok çok güzel vurgular var.

Ve de “Enzele” “indiriyor”.

İkram şeklinde indiriyor. Ayette neler vardı?

“Feahracnâ bihî semerâtim muhtelifen elvânuhâ”

“Su arza düştükten sonrada onunla ürünleri, meyveleri çıkarıyoruz.” Biz çıkarıyoruz artık sistematiğe giriyor. Sünnetullaha, belirli kanunlara geliyor biz derken de. “semerat” meyve bile demiyor. Faydalanılacak şey bir işin semeresini, faydasını, karını görmek. Hatta çocuklar içinde bu kelime kullanılıyor. Burada övgü var meyvelere değer açısından bir övgü. Ama renkleri de muhtelif muhtelif, tek renkte değil çeşitli renklerde de var.

Burada da aslında bunun güneşle ilgili alakalı kısmı da var. Güneşe değil de suya vurgu yapılması da, suyun daha ulvi, daha değerli bir nesne olduğuyla ilgili.

Burada da şunu söylemek istiyorum. Münir Derman hocanın suyu üç ciltte işlediği kitap serisi var. Tavsiye derim. Onun bir ifadesi var.

“İnsan, Allah ile peygamber arasındadır. İnsanla da Allah arasında su vardır.” Diyor.

Yani burada abdeste dikkat edin diyor. Abdest temizlik değildir yani.

Mesela Hz Ali diyor ya:” Abdest temizlik olsaydı mesh’in ayağın altına vurulması lazımdı, ama ayağın üstüne vuruluyor.”

İşte suyla beraber Allah’a yakınlaşmanın sembolik bir ifadesi.

Yani su olağanüstü bir şey. Size ilginç gelmiyor mu?

Rengi yok. kokusu yok. tadi yok. Belirli bir şekli yok. Neye koyarsan onun şeklini alıyor.

Bir niceliği, niteliği olmasına rağmen karşıya bakıyorsun, karşıyı gösteriyor.

Şeffaf içinde bir sürü atom var, molekül var ama şeffaf. Canlılığın sembolü. Sanki bu dünyadan değil gibi.

Ama geçen hafta konuştuk yukarının da yukarısında ifadesi vardı.

Güneşe nispetle suyun vurgusunu bu ayetin derinlerinden, direkt değil de anlıyoruz.

Aynı bunun gibi “Ve minel cibâli cudedum” “Dağlardan yollar” nasıl yollar,

“Bîduv ve humrum muhtelifun elvânuhâ ve ğarâbîbu sûd. “

“Beyaz ve kırmızı renkleri muhtelif yollar da var. ve de çok koyu renklerde (kuzguni siyah deniyor.) simsiyah “

Bunu hatırlarsanız uzaktan bakıldığında dağların muhtelif kırmızı, beyaz, siyahlı yolların olmasını zahiren söylemiştik.

Birde şunu ilave edelim. Mermerlere baktığımızda özellikle cilalanmış mermerlere, muhtelif renklerde damarlar var bu da kastediliyor olabilir. Çünkü hayvanın sırtındaki o çizgilere de buradaki ifadesi ile cüded deniyormuş.

Mermerlerde de aynı şekilde çizgiler var. Ya da o travertenlerin üzerindekini çağrıştırdı.

Bir de ne demiştik? Allah’a giden yollar, herkesin fıtratınca gittiği yollar var. Bunları da muhtelif renkte yollarla endekslemiştik.

  1. ayette bunun devamı gibi.

“وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَ اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ غَفُورٌ “

“Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhû kezâlik, innemâ yahşallâhe min ıbâdihil ulemâé’, innallâhe azîzun ğafûr.”

“İnsanlardan da, hayvanlardan da öyle, enamlardan da öyle, muhtelif renklerde aynı benzer şekilde, Allah’tan ancak âlimler korkar. Allah azizdir, gafurdur.”

Nasıl ki rengârenk, muhtelif renklerde meyveler var. Bırakın onu dağdan taştan yollardan da öyle muhtelif var. Aynı şekilde insanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da aynı bu şekilde muhtelif renklerde olanlar var.

Şimdi zahiri manaya bakarsak; insanların ten renkleri de farklı farklı. Beyaz ırk var,siyah ırk var, kızıl ırk var, beyaz ırk var. İnsan tenlerinde de böyle ciddi farklılıklar var.

Aynı şekilde hayvanlardan da (genel anlamıyla “Devabbi”’nin çoğulu), birde “En’âm” denilen de var.

“En’âm” nedir?

Süreside var biliyorsunuz. Nimet kelimesinin çoğulu bu. Nimet ten nimetlenilen, faydalanılan hayvanlar anlamına geliyor. Yani davarlar, koyun, keçi sınıfında olanlar. Yani kurban edilenler.

Mesela at bu sınıftan sayılmıyor. İnsana faydası var ama at eşek, katır gibi hayvanlar her ne kadar insana faydası olsa da bu sınıftan sayılmıyor.

“Muhtelifun elvânuhû kezâlik” “aynı bu şekilde onlarda da renkler var.”

Şimdi “kezâlik” kelimesi ne demek?

Türkçede de buna benzer kullanımlar var. Benzer şekilde demek.

Şimdi demek ki benzerliği yukarıya atfediliyor. Bir zahiren bunu anladık zaten çeşit çeşit Allahu Teâlâ tek çeşit yaratmıyor.

Bir yerde okumuştum. Allahu Teâlâ elmayı bir çeşit olarak yaratmakla kalmamış, elmanın da 40 ayrı çeşidini yaratmış. Her çeşidinde yine alacalı alacalı bir sürü renk var. Rabbim monoton yaratmıyor bir şeyi. Yarattığında da çeşitlilik veriyor ama öyle bir çeşitlilik veriyor ki ( başka bir ayette var) “sen iki meyveyi aynı görürsün, aynı dalda yetişir ama ikisinde de farklılık vardır.” Diyor.

Bırak onu değişik meyveleri falan.

Şimdi yukardan gelelim rızık, yenilenler, ağaçta yetişenler, sebzeler ayrılıyor. Meyvelerin birçok çeşidi var. Mesela elma diyelim. Elmanın birçok çeşidi var. Geliyorsun; Teferruat teferruat, aynı dalda iki tane elma yetişiyor. Biri farklı, diğeri farklı. Hatta onu bırak elmanın bir kısmı, güneş gelen kısmı farklı, görmeyen kısmı farklı.

Bu Allah’ın yaratma çeşitliliğini de gösteriyor.

Ne kadar insan varsa o kadar yol var demiştik ya. İşte” kezâlik” demesiyle beraber, onun manevi farklılığı gibi bunda da aynı şeyler var oluyor.

Bakın 3 e ayırmış insanlar, hayvanlar, davarlar diye.

Şimdi “Dâbbe” kelimesi Kuran’da çok geçiyor. Benimde ilgimi çekti on küsur yerde geçiyor. Biraz o dâbbe konusuna girmek istiyorum. Hani hayvanlar deniyor ama kuşlar buna dâhil değil.

Çünkü bakın En’âm Suresi 38. Ayette var. “Dâbbe” nin kökü debelenmektir( kımıldamak), ayaklarını vurarak yürümek manası da var ama en uygunu debelenmektir.

“Hem yerde debelenen hiçbir dâbbe yoktur ki, hem iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, (Bakın Rabbim bunu ayırmış) sizin gibi bir ümmet olmasınlar”

Yani burada rabbim debelenen hayvanlarla kuşları ayırmış. Demek ki kuşlar dâbbe sınıfına girmiyor.

Mesela başka meleklerle ilgili bir şey var. Melekler de hariç. Nahl Suresi (16,49) da der ki:

“hem göklerde ne var* yer de ne varsa hepsi Allah’a secde ederler. Gerek dâbbe kısmından olsun, gerekte, melaike. Bunlar kibirlenmezler.” Burada da Rabbim neyi ayırmış? Melekleri ayırmış

Bunu neden anlatıyorum? Dâbbe’ye canlı da diyorlar. Yani yine meleklerin bunun içerisinde olmadığının göstergesi.

Bunların iki anlamı var. Aslında bunda insanlar da hariç.  Neden?

İşte bu Ayet. Bakın Rabbim “İnsanlar, dâbbe’ler, en’am “ diye ayırmış.

Hatta koyun, keçi, sığır gibi hayvanlarda dâhil değil, görüyorsunuz bu Ayette rabbim ayırmış. dâbbe bunların dışında kalan özel bir sınıf.

Bu dâbbe ile ilgili başka bir şey çok ilginç konu. Hani kıyametin büyük alametleri arasında olanlar var. Duman çıkması gibi. Bir de dâbbetül arz denilen bir şey var. Kıyamete yakın bir şey çıkacak.

Neml suresi 82 Ayet’te var. “Söylenen başlarına geleceği vakitte, onlar için arzdan bir dâbbe çıkarırız da, insanların ayetlerimize inanmadıklarını kendilerine söyler.”

Konuşan bir mahlûkat. Biz bunun niteliğini bilmiyoruz. Ama işte Kuran Ayetlerinden eleyerek gittiğimizde bunun kuş sınıfından olmadığını, en’am denilen sınıftan olmadığını, insan olmadığını ve melek olmadığını anlıyoruz. Nereden anlıyoruz?

Rabbim Ayetlerde teferruatlı dâbbe’yi izah ettiği için buradan rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Peki, dâbbe nasıl bir varlık?  Bununla ilgili olarak Nur Suresi 45. Ayet’te

“Hem Allah her dâbbe’yi bir sudan yarattı. Öyle iken kimisi (yani dâbbe’leri izah ediyor) karnı üstünde yürüyor. (yani sürünüyor. Sürüngenleri anlatıyor) kimisi iki ayak üzerinde yürüyor. Kimisi ise dört ayak üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Hakikaten Allah her şeye kadirdir.”
Bakın burada sürüngenlerinde dâbbe’nin içinde olduğunu görüyoruz.

İki ayaklı yürüyenlerden ne var? İnsan olmadığına göre, maymunlar mesela, goriller, ayılarda mesela arada iki ayak üzerinde yürüyenler de bunlardan var.

Hatırlar mısınız?  Sebe Suresi 14. Ayet’te “ Sonrada vaktâ ki ona ölümü hükmettik. Kime? Hz. Süleyman’a. Onlara onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir dâbbetül arz dayandığı asasını yiyordu bu sebeple yıkıldığı zaman ( Hz. Süleyman ölmüş kimsenin haberi yok. Emrindeki cinlerin de haberi yok. Bu sebeple o kurt denilen şey asayı yiyince yıkılıyor.) ki cinler gaybi biliyor olsalar o zilleti azap içinde bekleyip durmazlardı.”

Bakın burada da ifade ilginç. Dâbbe geçiyor. Yani ne olarak geçiyor? Dâbbetül arz olarak geçiyor. O kıyamet alameti olan şeyin içinde de dâbbetül arz geçiyor. Buradan biz neyi anlıyoruz?

 Rabbim direk olarak bir şeyi söylemiyor bazen ama Ayetlerin içerisinde o döngü içerisinde sırları var. Demek ki ben 2 sini birleştirdiğim de;

(Allahualem tabi benim yorumum hakikat bu olmayabilir. Hem de şunu da söylemek istiyorum. Ben burada bazı şeyleri iddialı söylüyor gibi oluyorum ama bunlar tamamıyla bana ait görüşler. Bunlar hak olmayabilir. Gerçek olmayabilir. Fakat tefekkür belirli ilim, düşünce Ayetlerin bir araya gelmesiyle bizde oluşan şeyler. Bunları paylaşıyorum. Ama asıl hak Allah’a aittir. Biz sadece isabet etmeye çalışıyoruz. Rabbim onu nasip etsin inşallah bunu da söylemeden geçmek istemedim.)

Tahminim bu tabi. O dâbbetül Arz’ın bir sürüngen tarzında olabileceğini işte ben bu Ayetlerden görüyorum. Yani o şekilde hissediyorum. Neden? Ağaç kurdu diyor. Diğer Ayette de dâbbe diyor. Diğer bir Ayette de sürünenlerden, karnı üzerinde sürünenlerden diyor. Tabi Allahu âlem. Ama onun muhteşemliğini düşünün. Kurt şeklinde, toprağın altında kaç metre büyüklüğünde, hangi devasada ve çıktığı zaman konuşan bir şey olduğu zaman, insanların nasıl bir şok içerisinde olacağını düşünün artık.

Bu dâbbe’yi bunun için anlatmak istedim.

En’am kelimesine gelelim şimdi. En’am da bakın hayvan olmasına rağmen, yani Allahu Teâlâ şöyle diyebilirdi insanlardan ve hayvanlardan diyebilirdi. Ama hayvanları dâbbe ve en’am olarak 2 ye ayırmış.

Bunun da sırrı şu arkadaşlar. Geçen hafta hatırlıyor musunuz? Her insan çeşidince, her insan sayısınca yol var demiştik ya. Bunu da neye bağlamıştık. Allahu Teâlâ’nın esmalarının her insanda farklı tecellileri var. Bu esmalar da renkler şeklinde tezahür ediyor. Sıtkatullah denilen Allah’ın boyası da bunun işaretiydi. Her insanda bu terkip farklı olduğu için bu kadar da farklı yol diyordu. “Kezalike” derken aynı bunun gibi insanların içerisinde de nefis var.

Şimdi burası biraz tasavvufun alanına giriyor. Bu nefislerinde hayvanlar suretinde tezahür ettiği ifade edilmiş. Hatta Abdülkadir Geylani Hazretleri ile ilgili birçok hikâye anlatır. Hani “nefsimi bir yılanın kabuğundan soyulmuş şeklinde içimden sıyrıldığını gördüm ve köpek şeklinde orda gördüm” diyor. Ve ona “seni bir daha içime almayacağım” dediğinde melekler ona diyor ki “al onu içine at biz seni onunla seviyoruz.” Diye.

Bu tasavvurlar manevi şeylerle ilgilenenler bilirler. Her insanda bu hayvan suretinde bir şey vardır. Ve onu terbiye etmeye ya da değiştirmeye çalışır.

İçinizdeki hayvan denilen bir konu bununla ilgili bir şeydi. İşte burada Allahu Teâlâ bunun 3 çeşidinin olduğunu söylüyor.

1 insan çok nadir. Yunus emre ne diyor: “Ölen hayvan imiş, insanlar ölmez” âşıklar ölmez diyor başka bir ifadeyle. Kabir kazıldığında da bazı insanlar diri biliyorsunuz hiç bozulmamış. Bununla alakası var. İşte onlar insanlar.

Birde nefsi hayvan olanlar var. Bunlarda 2 ye ayrılmış. Bir dâbbe olanlar var. Köpek, kedi gibi.

Birde insanlığa faydalı olan en’am denilen bir grup var. en’am nimet kökünden faydalanma kökünden, birde insanlığa faydalı olanlar bunlarda koyun gibi, keçi gibi kurban edilebilen hayvanlar.

İşte Rabbim burada tabi direk mana da değil, Surelerinde bunlara işaret ediyor. Ama bunlara kuş dâhil değil. Bazıları kuşları da dâhil ediyor. Hayır, kuşlar dâhil değil.

Yukarda bahsettik iki kanadı ile uçanları Rabbim bunlardan ayırmış. Ben bazen ilginç konuları da bunlarına katıyorum ki, bunlar tefsir kitaplarında çok bulunmuyor. Ama bunla renkleniyor. Rabbim Kuran’ın içerisine nice övgüler yaptı. Derininde ne manalarının olduğunun da, bunların da hakikat olduğunu bu kitaplarda görebiliyoruz. Hani böyle macera romanı gibi olsun diye değil de, bunla ilgilenen çok fazla insan var. Bu sohbet kayıtlarını dinleyen çok var. Onlara da hani Kuran’da bunların işaretleri olduğuyla ilgili bir mesaj olsun diye düşündüm.

“İnnemâ yahşallâhe min ıbâdihil ulemâé’”

“İnnema” “Ancak” demek. İnne ve kardeşleri diye Arapçada bir konu var bilirsiniz.

İsim cümlesinin önüne geliyor. Müpteda ve haberi böyle irabını değiştiriyor. Normalde biraz teknik olacak ama açıklamak durumundayım.

Müptedayla haberde merfu. İnne ve kardeşleri geldiği zaman, müptedanın ismi isim oluyor artık diğeri haber oluyor. İlk kısmı ismi nakıs oluyor. Diğeri yine merfu olarak kalıyor.

“İnnallahe” diyoruz mesela “İnnallahu” dememiz lazımken. Fakat ne “İnnema” geldiğinde bu sistem bozuluyor. Her ne kadar aynı gruptan da olsa aynı şekilde merfu (ötre) durumu devam ediyor.

“innema” nın manasal farklılığı da şu:

Kasr edatı deniyor buna. Yani anlamı daraltma. Tahdit ediyor, sınırlıyor. Yani genel bir mana var. Genel bir manayı sonraki gelen cümleye kasrediyor. Kısaltıyor.

“İnnema” “Ancak”

“Yahşallâhe” “Allah’tan korkarlar”

“Min ıbâdihil” “kullarından”

“Ulemâé” “ulema”

Yani “Kulları içerisinden Allah’tan layıkıyla (ancak)(bak kasrediyor şimdi anlamı daralttı.) ulemalar korkar. Yani âlimler korkar.”

Manayı şu şekilde etkiliyor bunun böyle olması.

Şöylede mana kurulabilirdi. Âlimler hiçbir şeyden korkmazlar. Sadece Allah’tan korkarlar da olabilirdi.

Fakat ulemanın sona gelmesi, kulları içerisinden Allah’tan en fazla âlimler korkar vurgusu var burada.

Rabbimde işte cümle övgülerini böyle yapmasıyla manaya derinlik katıyor.

“İnnallâhe azîzun ğafûr. “ şimdi neden (kullar arasında) Allah’tan hakkıyla ulemalar, âlimler korkuyor?

“Min ibadihi” derken de Allah’ın kulları. Bakın Allah’ın mahlûkatı, insanları falan başka bir ifade kullanılmıyor. Allah’ın kulları derken de yine özel bir grup var. Yani Allah’a iman etmiş, Allah’ı tasdik etmiş grup dersek buna. Bunların içerisinden bile Allah’ın nasip ettiği ilim ile ilimden faydalananların yine o özel gruba göre, Allah’tan daha fazla korktuğunun da göstergesi.

Yani hem insanlık olarak düşünülebilir. Ama birde özel bir grup olarak onun kulları demesine özgü olarak söylüyorum. O gruptan bile Allah’ın el-alim esması tecelli etmiş olanlarının daha fazla layıkıyla korktuğunun da alimler olduğunun göstergesi.

Geçen derslerden de konuşmuştuk. Eğer siz bir ilim alıyorsanız, her şekilde ilim alıyoruz. Bu ilim faydalı mı, değil mi? Bunun göstergesi Allah’a yaklaştırıyor mu? Birde içinizde haşyet duygusu oluşturuyor mu? Test edin. Ben dâhil herkes.

Eğer böyle oluyorsa işe yarıyor. Yoksa size faydası olmayan bir şey.

Mesela entropi denilen bir durum var.  Örneğin siz bir duraktasınız. O sırada insanlara yağmur yağıyor demeniz anlamsız. Bir fayda sağlamıyor. Karmaşıklığın gitmesi yolunda da bir faydası yok. Ona faydası olacak ve karmaşıklığı giderecek bir bilgi önemli. Bizde aynı şekilde Allah’ın yaratmış olduğu algı sistemi ile kulakla, gözle alıyoruz alıyoruz. Ne alıyoruz? Aslında Allah’ın ilminden alıyoruz. Bizde bir farklılık oluşturacak bir bilgi değerli.

Hani Allah’ın resulü diyor ya.

“Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”

Derken de bu var birde ne var?

“onlar ki malayaniyi terk ederler” yani Allah’a yaklaştırıcı dışında her şey malayani kabul edilmiş. Malayani gibi gözüküp de Allah’a yaklaştırma konusunda fayda veriyorsa o malayani olmaz. Malayani gözüktüğü halde.

Bugün müzikle uğraşan, batı müziğiyle uğraşan o kadar çok insan var ki,  Allah’a yaklaşıyor onunla. O enstrümanı hangi amaçla kullandığına bağlı. Bunu da unutmayalım.

Tekrar söylüyorum başa dönecek olursak;

Bir ilim sizi Allah’a yaklaştırıyorsa, yani dinliyorsunuz, görüyorsunuz. Allah’a yaklaşma adına bir şey hissediyorsanız ya da bu ayetteki gibi de bir şekilde haşyet duygusu oluşturuyorsa. Yani Allah’a bir saygı ile korku, ürperti hali oluşturuyorsa faydalı.

Yani bu sohbeti birçok insan dinliyor. Yıllardan beride dinliyor. Bir düşünsün.

Sohbet olarak düşünmeyin Kuran ayetlerinin izahatı olarak düşünün. Sizde bir farklılık oluşturduysa güzel. Yoksa otobüs durağında bekleyen insanlara yağmur yağıyor denmesi gibi bir şey olur.

Burada ki özellikle vurgunun âlimlere olmasının sebebi de, nedir?

Yukarda Rabbim hep ilimle ilgili bilgiler veriyor. Suyun gökten inmesi, onunla muhtelif renklerin çıkması, rengin o kloroplastlarda oluşması, fotosentez olayı falan. Bunların hepsi o ilimin içerisinde olan şeyler. Bunları öğrenen kişi aman Allah’ım bu nasıl sistem deyip kendine gelmesi lazım.

Birde fazla ilim olması da gerekmiyor. Bakın ne diyor?

“suyun gökten indiğini görmüyor musun?” diyor.

Bunun için ilme gerek yok ki dağda ki çobanda ya Allah Allah bu suda gökten iniyor ne ilginç bir şey. Aman Yarabbi nasıl derse. O anlamda yine Allah’tan korkmasına vesile olacak bu.

Aman Yarabbi ne kadar davar yaratmışsın, inek yaratmışsın ne kadar çeşit çeşit yaratmışsın. Hiçbiri birbirine benzemiyor.

Şunu da söyleyeyim. Bir kar tanesi diğerine benzemiyor. Bakın sokağa yayılan şu kar tanesi kaç tane sayabilir misin? Hadi sen kendi çiziminle yap. Al kâğıt kalemi eline farklı farklı çiz. Bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlarsın.

Bir mahalleyi düşün, şehri düşün, bir dağı düşün kaç kat trilyon tane kar yağıyor. Ve kaç milyon yıldır yağıyor ve hiçbiri birbirine benzemiyor.

Çekirdek çitliyoruz ya. Üzerindeki çizgilere baktınız mı? Bir şey çağrıştırıyor mu size?

Barkod gibi. Biri diğerine benzemiyor. Yani zebralarda öyle, parmak izleri de öyle. Ben resimle biraz ilgilendim portre çalıştım.

Bir göz, iki göz, bir burun, bir ağız var mı başka bir şey? Kulaklarda var ama bereyi örtüyorsun yine insanı tanıyorsun.

Burun ameliyatı oluyor. Yine o kişiyi tanıyorsun. Yıllar sonra gördüğümüz çocukluk arkadaşlarımız bile tanıyabiliyoruz.

Gözlük, lens takılıyor yine de tanınıyor.

İki Çinli, iki ikiz kardeş birbirine benzemiyor. İşte Rabbim bu sima denilen şey ne ise bunda gizlidir. Her şey değişiyor ama sima değişmiyor.

Muhteşem farklılıklar oluşturmuş. Hadi insan bir nebze, penguenler birbirine benzemiyor. Bunların hepsi rabbimin ilmi. Bunları görmek için illa ki bilim adamı olmaya gerek yok. Üniversitelerde olmaya gerek yok. Dikkatli bakan bir göz bunları görür.

İşte “Elemtera” “görmüyor musun? Bakmıyor musun?” Derken de Rabbim bunu diyor.

Orda sadece bir misal veriyor. Suyun gökten indiğini görmüyor musun derken de bir şey var.

Allahu Teâlâ bize Rabbimizin ilmini anlamaya yönelik bakış nasip etsin.

Görmek Allah’a ait. Ben kulumla görürüm, işitirim diyor.  Ama bakmak irade olarak bize ait. “Elemtera” derken de orada görmüyor musun değil. Bakmıyor musun gibi bir ifade var. çünkü görmek Allah’a mahsus. Yani Allahi değerler. Ama bakmak, boyun kasları bizde kafamızı çeviriyoruz. Göz kasları bizde o bakışa yönlenmemiz gerekiyor. Allahi, ibretsel, tefekkürsel bakışa.

Allah’ta nasılmış?

“Şüphesiz Allah azizdir. Gafurdur.”

Bu aslında ikisi birbiriyle alakalı değil gibi.

Sen bu muhteşemliğe baktığında Allah’ın azamet sahibi aziz olduğunu, üstün olduğunu anlarsın demek burada aziz.

Eğer bunu layıkıyla da anlarsan sende senin nefsinde bir hal oluşması lazım. İşte bu sende oluşan hali de Allah bildiği için buda senin mağfiretine, affına vesile olur demektir.

“Gafur” “mağfiret eden” demektir. Bir “Gafur” geçer, bir “Gaffar” geçer, birde “gafir” geçer.

Üçü de hemen hemen aynı manadadır. “Gafere” “mağfiret etmek” demektir.

Mağfiret etmek ne demektir?

Örtmek demektir. Miğfer var ya bu kökten. Miğfer kafayı örterek koruyor. Bir şeyin üzerine örtme settere yakın manası vardır. Aftan farklıdır.

Allahu Teâlâ’nın silmesi demektir. Neyi? Bilgiyi. Her şey kayıt olmuyor mu? Oluyor.

Ahirette eğer sen Allah’tan mağfiret istersen, buna uygunda hareket yaparsan Allahu Teâlâ işte Gafur, Gaffar isimleri ile kayıttan siliyor.

Hatta öyle deniyor ki, El-Gafire bunu deniyor. Şahit olan meleğin bile hafızasından siliniyor diyor. Bir abartısı ile sen bile hatırlamıyorsun. Yani ne kadar büyük bir şey olduğunu düşünsenize. 30. Ayette de var işleyeceğiz.

Yani Allahu Teâlâ örtmesin ya yandık yandık. Rezil olduk.

Aynı zamanda El-Aziz demesiyle beraber de Allah’ın aziz olduğunu anlayan nefiste kibir oluşmazmış.

Allah’ın o azizliğini, izzetliğini, büyüklüğünü, yenilemeyeceğini, yani galip gelinemeyeceğini anlayan nefiste ne yapıyor?

Kibrini engelliyor. Sende ne yapıyorsun? Korkuyorsun Allah’tan, haşyet duyuyorsun. Allah’ta korkan nefsi bağışlıyor. Mağfiret ediyor.

Bu her zaman Ayetlerin sonunda gelen bu ikili Esmalara bu bağlamda dikkat etmek lazım. Bütün bunlarda” azîzun ğafûr ” bunu açıklıyor. yoksa “gafur”u burada açıklayamıyorsun. Yani ne alaka diyorsun. Renklerden bahsediyor bir şeyden. Sonra Allah gafur. Ama aziz.

“Kulları içerisinde Allah’tan en çok korkan âlimlerdir.” Âlim neyi idrak ediyor Allah’ın azizliğini idrak ediyor. O zaman da Allah’ın mağfiretine aday oluyor.

29 ayete bakalım.

“اِنَّ الَّذٖينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ “

“İnnellezîne yetlûne kitâballâhi ve egâmus sâlâte ve enfegû mimmâ razagnâhum sirrav ve alâniyetey yercûne ticâratel len tebûr. “
“İnnellezîne yetlûne kitâballâhi” “O insanlar ki Allah’ın kitabını tilavet ediyorlar.”

“Ve egâmus sâle egâmus sâlate” “Namazı ikame ediyorlar.”

“Ve enfegû mimmâ razagnâhum razagnâhum sirrav ve alâniyetey” “Sır olarak ve aleni olarak ta onlara verdiğimiz rızıklardan infak ediyorlar.”

“Yercûne ticâratel len tebûr.” “Len tebur olan bir ticareti de onlar ümit edebilirler.”

Şimdi bakın 18. Ayetle çok alakalı önce bu Ayete bakalım.18. Ayete bakacağız

“O kimseler ki Allah’ın kitabını okuyorlar, namazı dosdoğru kılıyorlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da gizlice, aşikâr olarak hak yolunda sarf ediyorlar.”

18 ayette de

“ Sen ancak o kimseleri uyarırsın ki onlar gayb hakkında Rablerinden korkarlar. Namazı ikame(dosdoğru) ederler, her kim temizlenirse ancak kendi nefsi için temizlenir. Sonunda dönüş Allah’adır.”

Yani burada 6 husus var. Üçü 18 ayette, üçü 29. Ayette. Ortak husus namazı dosdoğru kılmaları. Bu ortak değer Rabbim aynı kullanmış. Matematikte değişme kuralı gereğince, demek ki Allah’ın kitabını okuyanlar ile 18. Ayette ki” Gayb hakkında Rablerinden korkarlar” ortak.

Ve ilginç biraz evvelki ayetin son kısmıyla birleştiği yer. Bakın ne diyor.

“Haşyet duyarlar Rablerinden” 18 ayette haşyet duyarlar diyor. Gaybta

Bu son ayette ne diyor. 29. Ayette

“Allah’ın kitabını okuyanlar diyor.” Allah’ın kitabını okuyunca onun ilmini değerlendirince aynen kulları içerisinden en çok, layıkıyla korkanlar âlimler olduğu gibi işte 18. Ayetle de birleşiyor burada.

Demek ki neymiş ikisinin birleştiği nokta. Demek ki Allah’ın kitabını okumak bizim şu anda yaptığımız. Gaybta yani onu görmeden, Allah’tan korkmaya vesile oluyormuş.

Zaten bu Kuranı Kerim’in isimlerinden birinin zikir olması. Zikir diyor. Zikir ne demek?

Öğüt demek aynı zamanda. Birçok anlamı var. Bunlardan biriside öğüt.

Öğüt veriyor Rabbim. Sen o öğüdü aldığında haşyet oluşuyor. Aman Yarabbi gerçekler buymuş demek ki. Bende dikkat edeyim diyorsun. Peki, Allah’ı görüyor musun?

Yani aleni olarak görmüyorsun. Ne yapıyorsun? Gaybi korkuyorsun.

Görmeden korkuyorsun. Gördükten sonra zaten korkmamak mümkün mü?

Ama Allahu Teâlâ görmeden gaybi alarak kendisinden haşyet duyulmasını istiyor. İşte demek ki o zaman bu okuduğumuz kitabın amacı da bu haşyet duygusuna götürmesiymiş. Ama nasıl götürecek?

Tilavet edeceksin. Tilavet etmek ağır ağır okumak demek. Üzerinde dura sura okumak demek. Yüzünden okudun geçtin ne oluşturacak ki sende?

Sevabı var. Amenna Allah’ın kitabını okuyorsun ne güzel iş yapıyorsun. Ama tilavet ettiğinde, ağır ağır okuduğunda, üzerinde düşündüğünde demek ki Allah korkusuna ulaştıracak ilim verecekmiş sana.

Ve bakın ikincisi namazı dosdoğru(ikame) kılarlar.

Namazı kılmaktan önce geliyor arkadaşlar kitabı okumak. Namaz kılınmasın değil. Hepimiz burada bir vakti bile kaçırmamaya çalışıyoruz. Sünnetleriyle, nafileleriyle yapmaya çalışıyoruz. Allah kaim kılsın. Ama Allahu Teâlâ öncelik olarak Kuran okumayı söylemiş. Yani haftaya bir cüz okuyayım da sevap gelsin değil. Tekrar söyleyelim.

Ben haftada 1 cüz okuyorum elhamdülillah. Fakat tilavet diyor burada.

  1. ayete de baktığımızda demek ki inceleyeceksin, derine dalacaksın, hayret duygusu oluşacak. Geçen hafta nasıl işlendiğine bakın. Namaz kılmaktan önce Kuran okumak.

Kuranı tefekkür etmek. Daha sonra neymiş?

“ve onlar infak ederler,” bu Bakara Suresinde de geçiyor hatırlarsanız.

Bakara 2.3 Ayet

“Ellezîne yué’minûne bil ğaybi” “Onlar gayba inanırlar.” 18. Ayetteki gaybi olarak Allah’tan korkarlar kısmı.

“Ve yugîmûnes salâte” “ namazı dosdoğru kılarlar.

Namaz gelmiş görüyor musunuz? Sıralama aynı şekilde.

“Ve mimmâ razagnâhum yunfigûn.” “kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”

Gördünüz mü? Kuranı kerimin birbirini nasıl tefsir ettiğini. Bu ayet 18.ve 29. Ayet nasıl bir örgü içerisinde birbirini tamamlıyor. Ve bakın Bakara Suresinde de namazdan önce ne geliyor?

Gayba iman geliyor. sonra namaz geliyor. Namazdan sonra da infak etmek.

İnfak etmenin 1. En önde olanı zekâttır. Zekât olduğunu nasıl anlıyoruz?

Yine 18. Ayette diyor ki: “her kim temizlenirse ancak kendi nefsi için temizlenir” demek zekât kelimesi kökeni ile o temizlenme aynı olduğu için ve 29. Ayette de infak kelimesi olduğu için birleşiyor.

Demek ki Allah’ın verdiği rızıklardan vermek ana konusuyla zekât, temizlenmeye, nefsin temizlenmesine vesileymiş.

Ama en önemli vurgu ise infak. İnfak etmek zekâtı da kapsayan üst bir konudur ki, Bakara Suresinde zekât verirler demiyor. İnfak ederler diyor.

İnfak maddi olsun, manevi olsun bir şeyin senden çıkması demek. Nafaka çıkmak demek. Senin ailene verdiğin senin cebinden çıkıyor.

İnfak çıkmak demektir unutmayın.

Münafık kelimesi var ya. Kökeni olan tarla faresinin iki tane tünelinin olması, birinden olmazsa diğerinden çıkması münafık kelimesinin kökeni olmuş.

Senden çıkan fedakârlık ettiğin her şey bu infak konusunun aslıdır.

En üstü farz olan şekli zekâttır. Ama sadece zekât değil her türlü çıkma infaktır.

Kendine çay dolduruyorsun mesela, önce başkalarına verip kendine en son alman bile infaktır.

Otobüse binerken başkalarına yol vermen de infaktır.

Ama aslı rızıklardan verilen, başkasını kendine tercih etmek anlamında infaktır.

Allahu Teâlâ devam ediyor:

“Yercûne ticâratel len tebûr” “Bunlar ancak bir ticareti ümit edebilirler” ki o ticaret nedir?

Zarar etmeyecekleri, iflas etmeyecekleri bir ticareti umabilirler.

Gerek 18. Ayetteki gerekse bu ayetteki şeyleri yapanlar. Ancak; bir ticaretten zarar etmeyeceklerini umarlar.

Demek ki neymiş? Diğerlerinin yaptığı ticaret kesinlikle zarar edecek.

Zarar eden de iflas eder. Peygamber efendimiz diyor ya: “Size müflis eden, iflas eden birini göstereyim mi?”

Kim diyorlar.

İşte onlar ki birçok doğruyu yaptığını zannettiği halde, ahirette hesap gününde başkalarının haklarını ödedikten sonra geriye bir şeyi kalmayıp ta iflas etmiş olarak da cehenneme gidenlerdir” diyor.

Allahu Teâlâ bize bu ayetleriyle bize daha dünyada yaşarken nasıl davranmamız gerektiğini anlatıyor ki bu zikirdir. Ve bunu kitabında veriyor. Bizde layıkıyla Allah’tan korkup da azizliğini anlayıp da onun mağfiretine uğrayanlardan eylesin.

Yoksa ticareti zarar edipte, müflis olmuş, iflas etmiş insanlardan oluruz.

Allahu Teâlâ bizi bu sınıftan korusun.

Sadakallahülazim.
 

 

 

 

 

 

 

FATIR (12. Sohbet) 27.ayet “su”#

SOHBETİ DİNLE :


İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/n_4fXPt5q9GHG


FATIR 27:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ ثَمَرَاتٍ مُّخْتَلِفًا أَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بِيضٌ وَحُمْرٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهَا وَغَرَابِيبُ سُودٌ

E lem tera ennallâhe enzele mines semâi mâen, fe ahracnâ bihî semerâtin muhtelifen elvânuhâ, ve minel cibâli cudedun bîdun ve humrun muhtelifun elvânuhâ ve garâbîbu sûd(sûdun).

1. e lem tere : görmedin mi
2. enne allâhe : muhakkak Allah
3. enzele : indirdi
4. min es semâi : semadan, gökten
5. mâen : su
6. fe ahrecnâ : artık çıkardık
7. bi-hi : onunla
8. semerâtin : ürünler, meyveler
9. muhtelifen : muhtelif, çeşitli
10 elvânu-hâ : onun renkleri
11 ve min el cibâli : ve dağlardan
12 cudedun : dağlar arasındaki yol, yol
13 bîdun : beyazlık, beyaz
14 ve humrun : ve kırmızılık, kırmızı
15 muhtelifun : muhtelif, çeşitli
16 elvânu-hâ : onun renkleri
17 ve garâbîbu : kapkara, simsiyah, koyu siyah
18 sûdun : siyah, kara

Allah’ın suyu, semadan indirdiğini görmedin mi? Böylece onunla çeşitli renklerde ürünler (meyveler) çıkardık. Ve dağlardan beyaz, kırmızı, çeşitli renklerde ve kara ve kapkara (koyu siyah) yollar (kıldık).


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Fatır Suresi 12. Sohbet

Evet, Fatır Suresinin 27. Ayetinden itibaren devam edeceğiz.

Çok güzel konular var 27. Ayetle ilgili.

“اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجْنَا بِهٖ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفًا اَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بٖيضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَابٖيبُ سُودٌ“

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ, feahracnâ bihî semerâtim muhtelifen elvânuhâ, ve minel cibâli cudedum bîduv ve humrum muhtelifun elvânuhâ ve ğarâbîbu sûd.”

“ Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi? Onunla renkleri başka başka muhtelif meyveler çıkardık. Dağlardan da kırmızı, beyaz muhtelif renklerde ve kuzguni siyah yollar yaptık.”

Şimdi burada bu ayetin meallerine baktım. Biliyorsunuz internette birçok site var hasenat gibi. Orada bir ayetle ilgili birçok meali alt alta görebiliyorsunuz. Bu ayeti değişik şekillerde ifade etmişler. Fakat ben bugün ben Arapça kaideleri ile söyleyeceğim.

Arapçayı öğrendikten sonra manalara daha vakıf olmaya başlıyor insan. Sizde bugün burada bazı detaylarını, tesirlerini göreceksiniz. Biraz böyle teferruat olacak gibi ama nihayetinde anlayacağınızı umuyorum.

İlk kısmına bir bakalım.

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ,”

Şimdi bu “Enzele” kısmına bakmak istiyorum. Beni ilk o etkiledi.

“Ennallâhe enzele” “Allah indirdi”

“Mines semâi mââ” Şimdi normalde bu cümlenin şöyle olması lazımdı.

“Enzele mââ mines semâi” Olması lazım. Şimdi Arapça üzerine çalışıyoruz arkadaşlarla, onlar biliyorlarki: fiil fail meful olarak geçiyor. Yani önce fiil, fail yani özne sonra tümleç olarak geliyor. Fakat burada sıralama değişmiş. Yani;

“Enzele mââ mines semâi” Olması gerekirken, “Mines semâi” ile “Mââ” yer değiştirerek

“Enzele mines semâi mââ” olmuş.

Yani “Mines semâi” “gökten, semadan” kelimesi öne gelerek vurgu oluşturmuş.

Şöyle, Arapçada bir kaide var. Bu Türkçede kesinlikle farklı. Bir şey ne kadar önce söylenirse onda o kadar vurgu var manasına geliyor.

Türkçede ise vurgu yüklemin yanına gelir. Mesela “Ahmet dağa gitti.” Derken.

Burada gitti’nin yanında dağ olduğu için Dağ’a vurgu var. Yani “Ahmet dağa gitti”

“dağ Ahmet’e gitti” dediğimizde gitti fiilinin yanına yüklemin yanına Ahmet geldiği için vurgu Ahmet’e

Yani Türkçedeki vurgu farklı. Tekrar ediyorum Arapçada ne kadar öne, cümlenin önüne geliyorsa vurgu onda, Türkçede ise yüklemin yanına ne geliyorsa vurgu ona. Bunun neden açıklıyorum bakın.

“Enzele” “indirdi suyu gökten” dediğinde burada suya vurgu var. Fakat semadan olduğunda ise dikkat çekiyor Rabbim semaya bakın, suyu semadan indirdi.” Semadan suyu indirdi” olarak geçiyor meallerin çoğunda. Bu işte Arapça incelikleri hesaba katmayarak bir tercüme olduğunun göstergesi.

Bakın, bu gözle bakın mesela Kuranmeali.org var. Orada bakın en yukarda bir meal var. O doğruyu vermiş.

Bir üstünü söyleyeceğim ve toplayacağız. Bir de bu cümle “Enne” kelimesinden sonra yani “Ennallâhe” diye başlayan cümle de isim cümlesi. Şimdi Arapçada 2 çeşit cümle var isim cümlesi ve fiil cümlesi.

Eğer cümle fiil ile başlarsa fiil cümlesi oluyor. İsim ile başlarsa isim cümlesi oluyor. Sonuçta tercüme edildiğinde mana aynı. Fakat burada bir vurgu var. Arapça hocamız ifade etmişti.

“isim cümlesi ile başlarsa bir şey orada da faile, yani işi yapan kişiye dikkat çekiyor.”

Yani buraya bakarsak diyor ya “Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi.” Diyor ya burada. Şunu demek istiyor Rabbim burada isim cümlesi olarak. Hani Rabbim suyu gökten indiriyor ya, hani su gökten iniyor ya. Bunu Allah yapıyor Allah. Allah’tan başkası yapmıyor manasına geliyor.

Yani bu cümle Arapça birçok farklı şekilde ifade edilebilirdi. Ama

“Ennallâhe enzele mines semâi mââ,” derken, kelimelerde inanılmaz bir vurgu var.

Toparlarsak Rabbim şöyle diyor bu Ayeti Kerime’de;

“Ben suyu başka yerden değil gökten, semadan indirdim. Bunu yapan Allah’tır. Allah’tan başkası değildir. Yani Allah bunu zatı ile yapıyor.” Demek. Bitmemiş cümlenin başında birde “Enne” varya, normalde bunun aslı “İnne” .

“İnne” yi çok duyarsınız “İnnallahe” mesela Kuran’la alakalı olanlar bilir. Burada bir vurgu vardır. Şüphesiz, kesinkes, muhakkak gibi anlamlar var. Normalde “İnne” neden” Enne” olmuş? Üstünde üstüne gelmiş. Bu cümlenin sadece başında iken “İnne” olarak geliyor. Cümlenin ortasında olduğunda “Enne” olarak geliyor.

Peki, cümlenin başında ne var? İşte burası çok mühim “Elem tera” yani “görmedin mi?”

Şimdi burada ciddi bir ikaz var. Yani şunu diyor: “Bakmıyor musun? Görmüyor musun? Defalarca bu başına geldi. Hiç mi görmezsin? Hiç mi dikkat etmiyorsun?” şeklinde burada da bir vurgu var. Neye dikkat etmiyoruz?

Gökten yağmur iniyor. Doğru mu ifadem? Doğru değil.

Bakın Allahu Teâlâ burada gökten yağmur indi bile demiyor. Ne diyor? “Su.”

Yani biz bazı şeyleri doğduğumuzdan itibaren gördüğümüz için bize normal geliyor. Ama diyor ki Rabbim: “Bak gökten yağmur olarak senin romantik olarak gördüğün şey var ya bu su.” Diyor. “Su.”

Allahu Teâlâ gökten su indiriyor. Şimdi suyu nerde görüyoruz? Yer çekiminden dolayı yerde görüyoruz. Denizlerde, ırmaklarda, su birinkilerinde, bardakta görüyoruz. Normalde yerçekimi nedeniyle aşağılarda. Bunun yukardan yağması aslında olağanüstü bir şey. Yukardan su iniyor ya. Yani rahmet. Rahmet diyoruz ya. Yağmura rahmet demişler. Gökten rahmet iniyor su da değil. Su fakat suyun manevi boyutuyla çok ciddi bir ikram olarak iniyor.

Şimdi burada neden sema demiş? Kuran’ın geneline baktığımızda semavat ve arz diyor. Sema Arapçada senin bulunduğun, yaşadığın alana arz deniyor. Senin yani idrakinin olduğu alana ne deniyor? Arz deniyor. Ama senin bulunduğun yaşam alanının üstündeki yukarıdaki yerlere ise sema deniyor. Coğrafi olarak dünyayı düşünün yer var. Bir de semalar var. Yani gökyüzünün katları var.

Bu kastedildiği gibi, aynı zamanda da manevi semalar da kastediliyor. Bu manevi semaların ifadesini hem boyut olarak algılayabiliriz. Hem de Kuran’da birçok yerde geçen manevi gök katmanları olarak görebiliriz.

Mesela meleklerin yaşadığı âlemi düşünün. Buna ne deniyor? Sema deniyor. Biz bunu algılayabiliyor muyuz? Algılayamıyoruz. Daha bizim şu anki algıladığımız 1. Kat semamızda bile en yakın sema deniyor buna bir de burada melekleri göremiyoruz. Bir de özellikle mukarrebun meleklerinin olduğu semayı hiç göremiyoruz çünkü bu çok büyük algı gerektiriyor.

Maneviyatta bu bilinen bir şeydir. Bir bu dünya da arz var. 1.kat sema var. Bir de yukarlarda semalar var 7 kat olarak ifade edilen. Bunu hani Âdem kıssasında söylemiştik. Cennet katları yani cennete gidildiğinde algılanacak katlar, bu dünyada da mevcut ama bizim algılama, idrak boyutumuzda değil. Ve o semalardan birisi de 8. Kat cennetten sonra olan meleküt âlemi denilen sema var. Bunun gibi Allahu Teâlâ’nın yarattığı semalar var. Şimdi bunu neden anlatıyorum.

“Semadan su indirdik” derken de aslında suyun, bizim alışageldiğimiz, kanıksadığımız suyun aslında manevi bir değer olduğunun da ifadesi burada.

Hani “iki deniz vardır.” Demiştik ya önceki ayetlerde. Bunun için tasavvuf kitaplarında, manevi kitaplarda şöyle bir ifadesi var. “ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy“ derken “ Biz canlı olan her şeyi sudan halk ettik” derken en yukarıdaki, yaşamın en başındaki şu an bizim algılayamayacağımız su kastediliyor orada. Yani şöyle bir ifade var, çok zor ifadeler ama basitleştirerek söylemeye çalışıyorum. Allahu Teâlâ hani “ ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi muhabbet ettim.” Derken “Kün” emriyle halk ettiğinde, bütün güç kuvvetleri su denilen suyun asıl aslı olan bir bahrdan, denizden geçerek oluş âlemine, tekfin âlemine giriyor.

Yani bunu şuna benzetebilirsiniz. Prizmayı düşünün. Prizmaya beyaz bir ışık geliyor ama muhtelif renklerine ayrılıyor ya 7 rengine. Bu şekilde ayrılan renkler gibi. O kendi zatında gizli olan tecellilerin prizma gibi sudan geçmesiyle beraber sıfatların tecellisi oluş âleminde değişik tezahürler şeklinde gözüküyor.

Bununla da bitmiyor. Hani” Altından ırmaklar akan cennet” derken de. Irmağın aslı nedir? Su.

“Altından ırmaklar akan cennet” derken de ikinci olarak da arza geçişten evvel, hani yukardan aşağı düşünün, burada da bir suyun olduğunu haber veriyor Rabbim. Yani iki tane su tabakası var.

1.si en yukarda Allah’ın zatına yakın oluşundan tecellilerin ilk başladığı su.

2.si de Cennet’in altında olan su ve su bizim şu anda dünyada algıladığımız su.

İşte bu tane su prizmasından diyelim artık, boyutundan geçerek yeryüzüne inmiş su. Bunun aslı yukardaki manevi âlemlerde.

Nasıl ki biz şu an ışığı görüyoruz ya. Bu ışığın aslı ne? Nur.

Yani manevi âlemlerde nur, fakat biz bunu bu dünyamızda ışık olarak algılıyoruz.

Fakat biz bunu Allah nasip ederde cenneti şeylerde gördüğümüzde çok farklı boyutta algılayacağız. Mesela Nur Suresine bakın “Allâhu nûrus semâvâti vel ard.” Diyor. Yani “ arzın ve semavatın nuru” demek ki arzdaki ışık olan nurdan daha fazlası yukarda.

Mesela Einstein’ın ilk Nobel ödülünü aldığı şey neydi? Işığın hem tanecik modelinde hem de dalga modelinde olduğunu gösteriyor. Yani ışık garip bir şekilde hem top gibi tanecik özellik gösteriyor. Yani duvara atıyorsun aynı doğrultuda çarpıyor aynı zamanda denizdeki o sudaki dalga var ya, birbirinin içerisinden geçen dalgalar şeklinde özellik gösteriyor.

Neden? Çünkü bu âleme ait bir şey değil. Biz bunun aslını üst âlemlerde nur olarak göreceğiz. Fakat bizim bu fiziksel şartlarımıza geldiğimizde iki farklı fiziksel özelliğini gösteren bir yapıya dönüşüyor. Aynı bunun gibi suyun da aslı yukarlarda ama biz bunu bilmiyoruz.

Şimdi bütün bunları neden anlatıyorum?

Biz bu suyu diyor. Bakın yağmuru bile demiyor. “Semadan indirdik” derken. Size ikram olsun diye aslı yukarlarda olan bir şeyi, sema gibi manevi bir şeylerden aşağıya tenezzül ettirdik, indirdik diyor. Semadan indirdik demesi bu. Yani bir ikram, ikrami ilahi.

Ve de dikkat edilirse suyun bazı özellikleri var. Su, sadece dünyada olan bir şey, yani sadece değil de mesela güneş sistemini düşünün. Bir sürü gezegen ve bunların uyduları var. Kırk küsur tane deniyor. Bunun içerisinde belki de sadece dünyada var. Diğerlerinde de olsa bile dünyadaki yüzeysel olarak söylüyorum dörtte üçü su. Dünya haritasına bakın mavi gezegen deniyor. Neden mavi gezegen?

Su. E Rabbim bu suyu nasıl yaptı? Okul kitaplarını hatırlayın nasıl oluştuğunu gezegenin, bir gaz bulutu, sımsıcak bir kavram bir anda su geliyor. Ve şu an romantik olan masmavi şey oluyor. Dünyada bile Rabbim suyu ne yapıyor? İkram ediyor.

Bununla ilgili konuşacak çok şey var ama devam edelim. Zaten ikinci kısımda bununla çok alakalı.

Peki, Rabbim bu su ile ne yapıyor?

“Feahracnâ bihî”

“Feahracnâ” “Çıkardık”, “Bihî” “onunla”.

Onunla dediği ne? “Hi” zamiri nereye gidiyor? Suya gidiyor.

Su ile ne yapmışız? Çıkarmışız.

“Semerâtim” nedir? Yani bir işin semeresini görmek denir ya.

“Ürün” ve asıl manasıyla “Meyve” demek.

Yani ağacın ürünü. Sen bir meyve ağacını niye yetiştirirsin?

Ürünü için. Yani ürünü olmasa meyve ağacını neden dikeceksin ki?

Zeytin ağacını neden dikeceksin ki? Tamam, gölgesinden faydalanmak içinde olabilir ama sadece gölgesinden faydalanmak için olsa ormanlar kesilip te oraya meyve ağaçları dikilmez. Bütün dünyada hemen hemen aynı şey oluyor. Sadece gölgesinden, yeşilliğinden faydalanacağın ağaçlar kesiliyor, onun yerine semeresinden faydalanacağın ağaçlar dikiliyor.

Demek ki asıl amaç semere, ürün. Diğer özellikler olmasıyla beraber bu.

“Muhtelifen elvânuhâ”

“elvan” “renkler” demek. Türkçede de kullanılıyor. Bir gazoz markası vardı elvan diye.

“Renkleri çeşitli çeşitli, muhtelif meyveler yetiştirdik” ne ile?

Su ile. Ama burada ilginç bir ifade kullanıyor Rabbim:” Feahracnâ” ihraç fiilini yani çıkarmak fiilini kullanıyor.

“Haraca” çıkmak, “Ehraca” çıkarmak.

Şimdi bakın gökten indirirken ne fiilini kullanıyor? “enzele” indirmek fiilini kullanıyor.

Şimdi toprağa geldi, gördüğümüz yere geldi. Toprağın neresinde? İçinde hatta altında, oradan da bakın çıkarmak.

Yukarı doğru değil mi? Aşağı değil, yukarı doğru bir fiili söylüyor.

Şimdi bu, bunu gelmeden önce biyolojik olarak araştırdım. Olağanüstü bir şey. Şimdi bize normal geliyor ama. Ağacı düşünün meyveyi yetiştiren bir şey ama hurma ağacını düşünün mesela gördünüz değil mi? Hacca gidenler görmüştür. Onlarca metre boyutunda, onun ün üst dalına kadar su gidiyor arkadaşlar.

Ağacın içerisinde hangi pompa var? Hangi kompresör var?

Hiçbir şey yok. Makinesiz bir sistemle o yukarı çıkıyor. Bu nasıl oluyor peki?

Biz bugün ki fizik bilgilerimizle bunu biliyoruz.

1.si Kılcallık olayından oluyor. Kılcallık olayı nedir? İnce boru gibi şeylerin içerisine suyun içerisindeki bazı özelliklerden dolayı yüzey gerilimi oluşuyor ve oradan yukarı çıkma özelliği oluyor.

Birde Rabbim suya o kadar çok özellik vermiş ki, enler özelliği var.

Diğer sıvılardan. Diğer moleküllerden farklı olarak en fazla olan, en az olan diye söylediğimiz birçok özellik vermiş Rabbim. Mesela konudan çıkmadan şunu söylemek istiyorum suyu gözünüzde farklılaştırmak için.

Bütün sıvılar donduğu zaman hacimleri küçülüyor. Ama su +4 derecesine kadar bir büzüşme oluyor. +4 derecesinden donmaya doğru geçerken genişlemeye başlıyor. Bunu buzdolabına benim gibi yanılıp ta madensuyu koyanlar biraz unutunca görmüştür, genişlemeden dolayı şişeyi patlatıyor. Neden? Donarken hacmi artıyor. Ve bu sıvılar içerisinde bir tek su da olan bir özellik.

Mesela doğada bunun ne faydası var?

İşte büyük bir sır var ve bunun da izah edildiğini zannetmiyorum. Yani fizikte bu neden oldu? Bildiğim kadarıyla bulunamadı. Ama bunun doğada bir faydasını görüyoruz.

Mesela kuzey kutbunda görmüşsünüzdür. Belgesellerden izliyoruz. Su donuyor fakat yüzeyde kalıyor. Tersi olsa ne olurdu biliyor musunuz?

Su dipten itibaren donardı. O zaman da yaşam olmazdı ve o suyun erimesi mümkün olmazdı. Fakat üstte buz altta yaşam devam ediyor. Yukarısı -50 bilmem kaç derece bile olsa buzun altında o kadar soğuk olmayarak yaşam sağlanıyor. Tabi bizim bundan faydalanan kısmı. Allahu Teâlâ bunun için yaratmıyor o özelliği ona vermiyor. Onun içerisinde sırrani öyle bir özellik var. Fakat biz menfaatleniyoruz.

Yani burunu Allahu Teâlâ çok farklı cemali özelliklerde yaratıyor fakat biz bunla nefes alıyoruz. Bunun gibi bir şey.

Gözyaşı, gözün dış tabakasının mikroplardan korunması ve kurumaması için, fakat duygulandığımızda ağlıyoruz. Ne alaka değil mi?

Yani Rabbimin muradı ile dünyadaki fiziksel özellikleri, avantajları farklı.

Birisi ilim, birisi O’nun hikmeti daha boyutunda da sırrı var. Aynen bunun gibi

Şimdi bunları neden anlatıyorum burada?

“Ahracnâ bihî” Diyor ya burada. Rabbim onunla meyveler üretiyor. Demek ki biyolojik olarak meyvelerin üretilmesi sisteminde suyun bazı özellikleri varmış ki, bu onun yetişmesinde katkıda bulunuyor. Bakın orda “Bihi” demezse. “Onunla” demezse, “Ahracnâ” dese “Semerat” olsa, birçok biyolojik özelliklerle bu meyvelerin yetiştiğini anlayabiliriz. Ama Allahu Teâlâ özellikle “Bihi” derken “Su ile” derken, bazı özelliklerden ötürü. Bu sistemin o0lduğunu gösteriyor. Mesela biraz evvel işte bunlardan birisi, birçok özellik olabilirde benim aklıma gelen şu oldu.

Sudan hepimiz biliyoruz H2O değil mi? 2 tane hidrojen atomu, 1 tane oksijen atomu bu hidrojen atomunun arasındaki yüklerinden kaynaklanan bazı farklılıklarından ötürü zayıf çekme kuvvetleri oluşuyor.

Biyolog arkadaşımla konuştuk “sanki el ele tutuşuyor” gibi diyor moleküller. Ve birbirlerini zayıf olarak çektikleri için işte bu ağacın en tepelerine kadar suyun gidebilmesine olanak veriyor. Bu diğer sıvılarda yok belki de çok az olan bir özellik. Rabbim işte suya bu özelliği vermesiyle suyun ağacın en üst kısmına ve dallarına kılcal damarlar gibi düşünün gitmesiyle beraber meyvelerin yetişmesine olanak veriyor. En azından bu, bunun suyun bilmediğimiz birçok özelliği dolayısıyla meyvelerin yetişmesine olanak sağlıyor.

Bu suyun bir fiziksel özelliği.

Bir de bu benim alanıma girdiği için teferruatlandırmak istiyorum;

Daha evvel ki konuşmalarda da olmuştu. Ağaçlarda fotosentez denilen bir olay var. Bunlar çok karmaşık şeyler değil. Hatırlarsanız ilkokul seviyesinde öğrendik biz.

Aslında çok karmaşık bilgiler değil. Fotosentez nedir?

Ağacın güneşten enerji alarak ve de sudan faydalanarak, birde karbondioksiti kullanarak glikoz üretmesi.

Yani şimdi glikozu biz yiyoruz değil mi?

Şöyle bir bilgi vereyim. Bütün yeryüzündeki mahlûkat bir şeye muhtaç enerji açısından. Mesela biz şöyle güzel kuzu bonfile yiyoruz değil mi? Onu yiyoruz enerji alıyoruz. Peki, bu kuzu onu nasıl elde ediyor?

Yeşilliği, bitkiyi yiyor. Bütün besin zincirleri nihayetinde bitkiye gider. Bitki enerjisini kendi kendine üreten tek mahlûkat grubudur. Hem kendi enerjisini kendi üretir, hem de başkalarına enerji sağlayacak mekanizmalar üretir. Bunun en başında da glikoz gelir.

Glikoz molekülü de karbon atomu, oksijen ve hidrojenden oluşur. Karbonu nerden sağlıyor? Karbondioksitten sağlıyor. Havadan karbondioksit alıyor. Diğer yapısında bulunan oksijen ve hidrojeni nereden alıyor? Sudan alıyor.

Eğer su olmazsa bu sistem gerçekleşemiyor. Ne kendi enerjisini üretiyor, ne de bütün mahlûkatın enerjisini sağlayabiliyor. Yaşam döngüsü biter.

Şimdi benim aklıma şu geliyor. Ben bu alanda güneşin çok etkin olduğunu biliyorum. Güneşten de faydalanıyor. Ondan elektron alarak yani enerji alarak faydalanıyor. Şimdi bütün enerjiyi glikozdan ve glikozun alt yapısındaki atp denilen bir şeyden alıyoruz fosfat bağlarının kırılmasıyla. Fakat bitki bundan faydalanmıyor ya. Enerjisini nereden alıyor biliyor musunuz?

Güneşten alıyor. Yani biz aslında neyi yiyoruz biliyor musunuz? Güneşi yiyoruz.

Fakat bu bile değil. Eğer su olmasın var ya. Bitki bunu da yapamıyor.

Mesela ortaokulda bir deney yapmıştık. Fasulyeyi filizlendirmiştik. Fakat karanlık bir odaya koymuştuk. Yine de filizlenmiş 1 karış kadar olmuştu. Yani ışık olmasın yine bu olay oluyor. Fakat sulamazsan o fasulye taneleri, tohumların da hiçbir hayat olmuyor.

Rabbim diyor ki işte Birinci etken “su”.

İkinci etken güneş. Hatırlıyor musunuz biraz önce söylediğim ayeti.

“Ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy” “Biz hayy olan canlı olan, diri olan her şeyi sudan halk ettik”

Bunun tasavvufi yaradılışına giderseniz, bakarsınız ki. Birinci olarak dedik ya Allah’ın yaratma emrinde, ilk nereden geliyor? Su denilen yani o âlemin suyu ne ise, ağma denizi de deniyor ona tasavvuf kitapların da görmüşsünüzdür. O denizden çıkıyor. Yani daha zati bir olay.

Yaratma sisteminde aşağı doğru gidildikçe onu Âdem kıssalarından hatırlarsanız.

Cennetin en üstünde nimet olarak ne vardı? Cemalullah vardı. O Cemalullah’ta yeryüzündeki göstergesi güneştir.

Şimdi bitkiye gelelim. Güneşten mi birinci olarak faydalanıyor? Sudan mı?

Sudan. İşte ayet “Bihi” diyor. “Onunla”. Meyveler çıkarılıyor. Rabbim etken olarak “Onunla çıkarılır” diyor.

Demek ki su güneşten daha etken. Güneşin biraz evvel ne olduğunu, o muhteşem şey olduğunu söyledik. Ama demek ki suyun yerin yukarlarda zata yakınmış.

Zaten bir ipucu olarak vereyim. Hz âdem neden cennete indirildi kısmında ne yaptı ki? Cennete indirildi kısmında, bu bir işaret aynı zamanda.

Devam edelim. Detaylar sizi sıkıp boğmuyordur umarım bu şekilde daha verimli olduğunu düşünüyorum.

Dinleyenlerden bir kişi: “Bu şekilde Kuran’a hayranlığımız daha fazla artıyor” diyor.

Cevap: “Aynen öyle”. Zaten biraz sonra göreceğiz.

Mesela 29. Ayette “Gerçekten Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâr hak yolunda sarf edenler asla zarar etmeyecekleri bir ticaret ümit edebilirler.” Derken

Birinci sırada “Allah’ın kitabını okuyanlar” diyor.

Bakın ikinci sırada namaz var. Yani bu bize anlatılmayan şeyler. Belki de bu devirde böyle olması gerekiyordu, idrakin biraz açılması gerekiyordu.

Bir şey daha söyleyeceğim burada.

“Elem tera ennallahe” derken burada Allahu Teâlâ, gökten su indirirken zatının ismini kullanıyor. Ama suyu “Biz su ile meyveler çıkartırız” derken, “Ehracna” diyor “Biz çıkardık” diyor.

Yani birinde Allah ismi direk kullanılıyor. Diğerinde biz diyor. Maalesef bu kitaplar da tam anlaşılmadığını düşünüyorum. İkinci vurgunun birinci vurgudan daha kuvvetli olduğunu söylüyorlar. Burada çok büyük tefsir kitapları da var ama bence mantıklı değil. Çünkü koskoca suyun, biraz önce konumunu anlattık, tam olarak aşağı indirilmesi mi daha büyük bir şey? Yoksa yeryüzündeki fiziksel kanunlar mı daha kuvvetli?

Elbette bu suyun indirilmesi. Daha azametli olan Allah’ın zatının ismi var. Bir de “Biz” diyor. Ama ne hikmetse? Ben ve biz konusu Kuran’da geçen yeteri kadar anlaşılamadığı için. Burada azamet bildirmek için “Biz” dedi diyor. Benim bildiklerime uymuyor. Tabi ki ben cahilim yani daha farklı bir şeyler olabilir.

Fakat benim bildiğim kadarıyla şöyle, ben dediği zaman Allahu Teâlâ bizzat zatıyla söylüyor. Ben yaptım diyor. Ama biz biliyoruz ki Allahu Teâlâ bir zatı ile iş görüyor bir de sünnetullahı ile iş görüyor. Allah’ın kendi kurduğu sistemiyle iş gördüğü zaman buna melekler de dâhil. O zaman “Biz” diyor.

Mesela bir devlet başkanının ben yaptım diyor., bir de devlet sistemiyle beraber yapması. Yani devlet sistemiyle yaptığında kendisi yapmış olmuyor mu? Oluyor.

Ama sistemle olduğu zaman biz.

Bir de “O yaptı” var. O hu’ya giriyor. Onu açıklamayayım.

Demek ki yeryüzündeki sistem sünnetullah’ın göstergesi. Yani Allahu Teâlâ fiziksel kanunlarla nerdeyse kendi kendine işleyen öyle bir sistem kuruyor ki, sistem kendi kendini götürüyor ve yaratmanın şeyi olarak gözüküyor. İşte bu ateist, materyalist denilen kimselerin yanıldığı öyle. Allahu Teâlâ o kadar muhteşem bir sistem koyuyor ki, kendi kendine öyle bir işliyor ki, hataya kapılıp Allah’ı göremiyorlar onda.

Doğa yaptı diyorlar. Doğa böyle diyorlar. Onlar ne yapsın sistem o kadar mükemmel ki hataya düşüyorlar.

Ama Müslüman olan bizler ne yapıyoruz?

O sistemde ki Allah’ı görüyoruz. İşte zaten imanın güzelliği. Yani biz içindeki beni görüyoruz.

Allah nasip ediyor bunu bize iman ile beraber. Bunu da işte okuyup geçmeyelim diye “Allah” diyor orada, birde “biz” diyor. Bunun ilmini göstermek istedim.

Demek ki koskoca muhteşem, aziz olan suyun yeryüzüne ikram olarak indirilmesi ancak Allah ile oluyor. Zatının ikramı ile oluyor.

“Görmedin mi bunu?” diyor. Niye o gözle bakmıyorsun? Niye yağmur yağdığı zaman eyvah bugün yine hava yağışlı mı ya?” Çarşıya, pazara çıkamayacağız” diyenler gibi niye bakıyorsun?

Eğer bunu Allahu Teâlâ rahmet üzerine indiriyorsa. Bil ki o çok büyük bir ikram.

Sen bu olaydaki Allah’ı da mı görmüyorsun?

Rahmet olarak görsen bile, Allah’ı ıskaladığın da haşa yine hatadasın.

“elemtera” “lem” birde cahtı mutlak Arapçada. Hiç mi görmedin de görmüyorsun hala? Kesinlik bildiren bir geçmiş zamandır.

Sonsuza kadar devam eder o olumsuzluk.

Hala mı böyle yapıyorsun? Niye böyle yapıyorsun?

Görüyor musunuz? Ayetleri bir okuyup geçiyorsunuz. Bir de baktığınızda neler veriyor. Yani imanı kuvvetlendirici. Allah’ın Arapçada gramerlere yüklediği özelliklerle Mübin olan açıklayıcı Arapça ile ne türlü manalar var. Tabi bunlar görebildiklerimiz. Göremediğimiz daha ne hazineler var. Ne derinlikler var. Allahu Teâlâ bunları bize açsın. Açtığı kadar da O’na yakın olanlardan eylesin.

Bu” semerâtim muhtelifen” derken de şunu diyor.

Ya toprağı görüyorsun, kahverengi bir toprak. Ağacı görüyorsun kırmızı yeşil, sarı değişik değişik renklerde. Ben çocukken çok merak ederdim. Ya nereden geliyor bu kadar renk?

Domatesi düşünün kıpkırmızı. Toprağa bakıyorsun kahverengi bir şey. Yani sır gibi olağanüstü bir şey.

Değişik değişik renkleri nasıl veriyor Rabbim? Yok, orada yok o.

Aynı karbon, aynı oksijen, aynı hidrojen öyle bir araya geliyorlar ki farklı farklı şeyler oluşuyor. Bir pazara gidin.

Mesela bir abimiz var. Diyor ki: “Pazara gittiğimde ben alışveriş edemiyorum. Alışveriş ettiğimde de onu yiyemiyorum.” Diyor. Yani bu hayret diyor. Aman Yarabbim bunlar ne? Çiçek gibi, İçini açıp bakıyorsun. Yani Pazar alışveriş yeri değil. İnsanların birbirlerini kazıklamak için bulunduğu yer değil. Allah’ın nimetlerinin temaşa yeri.

Hatta sahabe efendilerimiz birbirlerine haber verirlermiş. Hadi pazara gidelim. Bizim mantıkla değil.

Millet alışverişe dalmış Allah’ı unutmuş ya. Allah’ı unutulan yerde zikir edelim ki nice şeylere kavuşalım diye.

“Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber” bakıyorlar “ vela havle vela kuvvete illah billahil aliyül azim”

“Lâ ilâhe illallah, Muhammedur Resûlullâh”

Yani zikir alanı haline getiriyorlar. Peygamber efendimiz (SAV) ne diyor:

“Sizin için yeryüzü mescit kılındı” diyor.

Namazı biz sadece tekbirle, sağa sola selam arasında zannediyoruz. Ama sahabe efendilerimiz bütün yaşamları içerisine koymuşlar.

Evine aldın. Hapur hupur götürmek yerine, nefis biliyorsunuz hop diye çekiyor ya.

Bakıyorsun içinde neler var? Görüntüsü nasıl? Hiç portakalı şöyle bir kesip baktınız mı ya?

Nasıl âşık oluyorsunuz? Böyle sapsarı bir şey sulu sulu.

O kiviyi kesiyorsunuz ortadan. Neye benziyor? Ben irise benzetiyorum, göz bebeğine.

Allahu âlem araştırılsın, göze şifadır o.

Domatesi kesiyorsun böbreğe benziyor. Her yiyecek bir şeye benziyor.

Ehli ilim bu şekildeki ledünni şeylerle onun nereye faydalı olduğunu anlarlarmış.

Akşemseddin Hz’lerinde, Lokman Hekim’de böyle ilimler varmış. Bunun babası da Hz Süleyman biliyorsunuz.

Yani işte Rabbim ilimi öyle birbiri içerisine katmış ki neler neler var.

Burada “muhtelifen elvânuhâ” “muhtelif renkler” derken, bir şey dikkatimi çekti. Bunu araştırın.

Her renk meyve var. Bir renk meyve yok.

Mavi. Bunu bir düşünün neden mavi? Her renk var da neden mavi yok?

Ama mavi çiçek var. Nadir de olsa var. Firuze çiçeği biliyorsunuz mavi.

Ama mavi meyve yok neden?

Hem bunun fiziksel bazı şeyleri var. Üç renk ana renk sarı, kırmızı, mavi. Her renk bu renklerden oluşur. Elbette hikmetsel bir sebebi vardır. Bunu bir tefekkür malzemesi olarak ortaya sunuyorum.

Evet devam edelim.

“Ve minel cibâli” “Dağlardan cüdudlar yaptık.”

“Cüdud” “yol” deniyor. Dağların arasında kendinden oluşmuş yollar.

Bunların renklerini söylüyor Rabbim.

“Bîduv” bu beyza var. Biliyorsunuz beyza renkleri. Beyza beyaz demek. Beyazmış o yollar. Beyaz yol da nasıl oluyormuş? Bilmiyorum.

“Ve humrum” “Kırmızı” siz hiç kırmızı yol gördünüz mü? Bilmiyorum işte bu ayet biraz ilginç.

“Muhtelifun elvânuhâ” “Renkleri de muhtelif muhtelif” yani sadece beyaz, kırmızı değil. Renkleri de muhtelif.

“Ve ğarâbîbu sûd”

“Sûd” “sevde” biliyorsunuz kara sevda diyorlar ya “siyah” demek. Sevde ismi esved, hacerül esved siyah buradan geliyor.

“ğarâbîbu” da bu garb kelimesinden geliyor. Hani güneşin batması var ya. Güneş battığı zaman ne ortaya çıkar?

Karalık ortaya çıkar. “Çok koyu karalık” manasına geliyor.

Yani aslında saatlerce araştırdım bunu ama bu Ayet pek anlaşılamamış.

Hatta ruhul beyan var ben çok faydalanıyorum. O, onu demiş. Bu, bunu demiş gibi ifadeler var.

Burada kastedilen dağların renklerinin muhtelifliği mi? Yoksa dağların aralarındaki o yolların renklerinin muhtelifliği mi? Buna tam karar verememişler.

Çünkü Rabbim neden yolların renklerine dikkat çeksin ki? Şeyi anlıyoruz. Meyvelerdeki renkliliği ama dağların yürüyüp gittiğin yollarının renklerini, biz burada;

Allah Allah ya onlarda mı farklı ya? Kırmızı yol mu var? Beyaz mı yol? Diyoruz.

Mesela ben bunu şurada gördüm. Uçakla giderken ben aşağı bakmayı çok severim. Ben havacıyım. Paraşütle uğraştım. Yelken kanat ile uğraştım. Çok aşinayım onlara.

Aşina olmam lazım ama hep cam kenarı bilet alırım. Burnum yapışık giderim. Hatta ikramları bile kaçırdığım olur izlerken.

Dikkatimi çekiyor bu ayet. Hani o kırmızı, beyaz yol. Yukarıdan baktığınız da çok net algılıyorsunuz. Fakat bunu biz şu zaman da uçakta giderken kaç kişi aşağı bakarsa, o gözle bakarsa görüyoruz. Yıllarca çölün ortasında dolaşmış olanlar bu acaba renklere Rabbim niye dikkat çekmiş diye düşünmedim değil doğrusu.

Şimdi meyvelerdeki renk çeşitliliğini düşün. Aynen burada muhtelif renklerde derken aynı kelimeyi kullanıyor. Sanki meyvelerde çiçeklerde olan renk çeşitliliği gibi dağların içerisindeki yollarda da sanki çeşitlilik varmış gibi burada bir vurgu var.

Yani bu garip bir ayet. Anlaşılmamış bir ayet hemen öyle geçip gitmemek lazım diye düşünüyorum. Benim aklıma şu geldi.

Yol deyince arkadaşlar. Hani “Biz onları yollarımıza iletiriz” diye bir ayet var ya. Sırati müstakim bir tane olmasına rağmen, her fıtrati insan boyutunda.

Her insan fıtratı kadar, Allah’a gitme yol farklılığı var.

Her insanın çeşitliliği kadar yol farkı var.

Neden?

Herkesin karakteri farklı. Herkesin ırsi özellikleri farklı. Herkesin genetik özellikleri farklı ve herkeste ki esma tertipleri farklı.

Esmalar bakın, renkler. Bir ayet var.

“Sıbğatallâh” diyor. “Allah’ın boyası” (Bakara 2.138)

Burada ki Allah’ın boyası tasavvufi olarak Esmalara denk geliyor.

Yani her Esma’nın farklı bir renkle ifade edilmesi söz konusu.

Şimdi her Esma’nın rengi farklıysa ve her insanın da bu esma tertipleri farklıysa. Renklerin de farklılığı söz konusu olacak. Buda gidişteki yolların muhtelif renklerde olmasının göstergesi. Bu neyi işaret ediyor biliyor musunuz?

Dayatılıyor ya illa şu yoldan gideceksin diye. Bunu anladınız.

Ya adamın fıtratı farklı nasıl oradan gidecek?

Bir tane tarikat yok yol farklılığı var. Haniflik konusunda bunu çok işledik. Şirket gibi herkes benim şirketime gelsin dersen olmaz

Herkesin fıtratı farklı. Bakara Suresinde işledik. “Musa’yı İslam asanı vur dedik” diyor “kayaya vurdu. 12 tane pınar fışkırdı herkes meşrebine” yani “içtiği yeri bildi”.

Bu tasavvufi kitaplar da ne var? Meşrep farklılığı var.

Demek ki 12 tane farklı meşrep farklılığı olmak üzere, her insanın esma terkibinin farklılığınca gidiş yolu var. Farklılığı var.

İşte bence Allahu âlem buna işaret ediyor. Ama demek ki 3 tane ana, temel yol varmış. Beyaz, kırmızı, koyu siyah.

Bunun dışında da muhtelif renklerde gidiş farklılıkları varmış.

Beyaz biliyorsunuz. İstiareye yatıldığında görüldüğü gibi, daha Allahi bir yol.

Kırmızı tasavvufta pek sevilmez. Peygamber Efendimizin (SAV) hiç kırmızı giymediği söylenir. Daha dünyevi, daha nefsani arzuların olduğu bir gidişat.

Siyahta, burada kuzguni siyahtan ne olduğunu anlayabiliyoruz. Karga var ya. Kargaya bu garabi kökünden garub deniyormuş. Yani kargaların gittiği yol manası da olabilir. Buna benzerde 3 tane ana yol olmak üzere muhtelif renklerde yollar varmış.

Allahu Teâlâ bize yeryüzünde kanıksadığımız, aleni olarak gördüğümüz şeylerin aslında Allahu Teâlâ’nın bizzat ikramı ile olduğunu anlama yetisi versin inşallah.

Çünkü böyle olursa, gizlenmiş olan sünnetullah’ın içerisinde Allah’ın zatına bizde müşade ederiz de, herkesin kaybolduğu gibi, bu materyalist dünya sisteminde boğulmayız.

Allah’ı yaşarken algılayan, farklılığında olan ve bununla da yakınlığına gidenlerden olmayı nasip etsin inşallah.

Allahu Teâlâ herkese fıtratı ölçüsünde, terkibi ölçüsünde değişik Allah’a gidiş yolları vermiş.

Bize de fıtratımıza en uygun olan yolu nasip etsin.

Ve asıl yol olan sıratı müstakimle bize hidayet etsin.

Hidayet etmekle de kalmasın, bizi orada daim kılsın.

Sabit kılmakla da yetmesin. “biz hidayet edenlerin hidayetini arttırırız” diyor

Hidayet nihayet Allah’a ulaştırır.

Allah’a en güzel, en yakın şekilde giden yolu bize nasip etsin.

Sadakallahül azim.

Elhamdülillahi rabbil alemin.

FATIR (11.Sohbet) 18-26. Ayetler#

 

SES KAYDINI DİNLE:


SOHBETİ İNDİRMEK VEYA MP3 OLARAK DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/2J2mYyrppxBYp


FATIR 18:

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَإِن تَدْعُ مُثْقَلَةٌ إِلَى حِمْلِهَا لَا يُحْمَلْ مِنْهُ شَيْءٌ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى إِنَّمَا تُنذِرُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالغَيْبِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَمَن تَزَكَّى فَإِنَّمَا يَتَزَكَّى لِنَفْسِهِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ

Ve lâ tezirû vâziratun vizra uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salât(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr(masîru).

1. ve lâ tezirû : ve günahını yüklenemez
2. vâziretun : yük taşıyan, günahkâr
3. vizre : ağırlık, yük, günah
4. uhrâ : başka, diğeri
5. ve in ted’u : ve eğer çağırırsa
6. muskaletun : günahları yüklü olan
7. ilâ himli-hâ : onu taşımaya
8. lâ yuhmel : yükletilmez
9. min-hu : ondan
10 şey’un : bir şey
11 ve lev kâne : ve olsa bile
12 zâ kurbâ : onun akrabası, yakını
13 innemâ : ancak, sadece
14 tunziru : sen uyarırsın
15 ellezîne : onlar
16 yahşevne : huşû duyarlar
17 rabbe-hum : onların Rabbi, Rab’leri
18 bi el gaybi : gayba, gaybte
19 ve ekâmû es salâte : ve namazı ikame ettiler
2 ve men : ve kim
21 tezekkâ : tezkiye oldu
22 fe : o taktirde
23 innemâ : ancak, sadece
24 yetezekkâ : tezkiye olur
25 li nefsi-hi : kendi nefsi için
26 ve ilâllâhi (ilâ allâhi) : ve Allah’adır
27 el masîru : dönüş

 Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır ,döner, ulaşır).


FATIR 19:

وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ

Ve mâ yestevîl a’mâ vel basîr(basîru).

1. ve mâ : ve değil, olmaz
2. yestevî : onlar, olanlar
3. âmenû : âmâ, kör, görmeyen
4. lâ yahıllu : ve gören, basiret sahibi olan

Ve âmâ (kör) olanla basiret sahibi olan (gören) müsavi (eşit) olmaz.


FATIR 20:

وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُ

Ve lâz zulumâtu ve lân nûr(nûru).

1. ve lâ : ve değil, olmaz
2. ez zulumâtu : ne oluyor ki
3. lehum : ve değil, olmaz
4. en nûru : ve nur, aydınlıklar

 Ve zulmet (karanlık) ve nur (aydınlık) da (eşit olmaz).


FATIR 21:

وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُ

Ve lâz zıllu ve lâl harûr(harûru).

1. ve lâ : ve değil, olmaz
2. ez zıllu : gölge
3. ve lâ : ve değil, olmaz
4. el harûru : sıcaklıklar

Ve gölge ve sıcaklık da (eşit olmaz).


FATIR 22:

وَمَا يَسْتَوِي الْأَحْيَاء وَلَا الْأَمْوَاتُ إِنَّ اللَّهَ يُسْمِعُ مَن يَشَاء وَمَا أَنتَ بِمُسْمِعٍ مَّن فِي الْقُبُورِ

Ve mâ yestevîl ahyâu ve lâl emvât(emvâtu), innallâhe yusmiu men yeşâu, ve mâ ente bi musmiin men fîl kubûr(kubûri).

1. ve mâ yestevî : ve musavî, eşit değil
2. el ahyâu : hayy, diri, canlı
3. ve lâ : ve değil, olmaz
4. el emvâtu : ölüler
5. inne allâhe : muhakkak Allah
6. yusmiu : işittirir
7. men : kim, kimse, kişi
8. yeşâu : diler
9. ve mâ : ve değil, olmaz
10 ente : sen
11 bi : ile
12 musmiin : işittiren (işittirici)
13 men : kim, kimse, kişi
14 fî el kubûri : kabirlerde

 Ve hayy (diri) olanlar ve ölüler eşit olmaz. Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir. Ve sen, kabirlerde (mezarlarda) olanlara işittirici değilsin.


FATIR 23:

إِنْ أَنتَ إِلَّا نَذِيرٌ

İn ente illâ nezîr(nezîrun).

1. in : eğer olsa
2. ente : sen
3. illâ : ancak, sadece
4. nezîrun : nezir, uyarıcı

 Sen sadece bir nezirsin (uyarıcısın).


FATIR 24:

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِن مِّنْ أُمَّةٍ إِلَّا خلَا فِيهَا نَذِيرٌ

İnnâ erselnâke bil hakkı beşîran ve nezîrâ(nezîran), ve in min ummetin illâ halâ fîhâ nezîr(nezîrun).

1. innâ : muhakkak biz
2. hemmet : seni gönderdik
3. bi el hakkı : hak ile
4. beşîren : müjdeleyici
5. ve nezîren : ve nezir, uyarıcı
6. ve in : ve eğer
7. min : den
8. ummetin : bir ümmet
9. illâ : sadece, hariç, olmadan
10 halâ : gelip geçmiş olan
11 fîhâ : orada
12 nezîrun : nezir, uyarıcı

 Muhakkak ki Biz seni, hak ile müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olarak gönderdik. İçinden bir nezir gelip geçmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.


FATIR 25:

وَإِن يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ جَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالزُّبُرِ وَبِالْكِتَابِ الْمُنِيرِ

Ve in yukezzibûke fe kad kezzebellezîne min kablihim, câethum rusuluhum bil beyyinâti ve biz zuburi ve bil kitâbil munîr(munîri).

1. ve in : ve eğer
2. yukezzibû-ke : seni yalanlıyorlar
3. fe : artık, oysa
4. kad : olmuştu
5. kezzebe : yalanladı
6. ellezîne : onlar, o kimseler
7. min kabli-him : onlardan önce
8. câet-hum … (bi) : onlara getirdiler
9. rusulu-hum : onların resûlleri
10 bi el beyyinâti : apaçık delilleri, beyyineleri
11 ve bi ez zuburi : ve zeburu, sayfaları
12 ve bi : ve ile, … ı
13 el kitâbi : kitap
14 el munîri : nurlandırıcı

Ve eğer seni tekzip ediyorlarsa (yalanlıyorlarsa), o taktirde (bil ki) onlardan öncekiler de (resûllerini) yalanlamışlardı. Onların resûlleri, onlara beyyineler (mucizeler, açık deliller) ve zuburi (sayfalar) ve nurlandırıcı kitap getirdiler.


FATIR 26:

ثُمَّ أَخَذْتُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ

Summe ehaztullezîne keferû fe keyfe kâne nekîr(nekîri).

1. summe : sonra
2. ehaztu : aldım, yakaladım
3. ellezîne : onlar
4. keferû : inkâr ettiler
5. fe : artık, bundan sonra, bunun üzerine
6. keyfe : nasıl
7. kâne : oldu
8. nekîri : inkarım

Sonra inkâr edenleri yakaladım. Bundan sonra inkârım (inkâr edilmem) nasıl oldu?


 SOHBETİN YAZILI METNİ:

Fatır Suresi (11. Sohbet) 18. AYETTEN İTİBAREN

Ayetin yarısını işlemiştik. Diğer yarısından devam edeceğiz inşallah.

Sadece meali ile söylüyorum:

“Günahkâr bir nefis başkasının günahını yüklenemez. Yükü ağır basan kimse de onun bir kısmının alınması için çağırırsa, kendisinden o yük alınmaz. Velev o kişi yakını olsun.”

Buna ne demiştik hatırlıyorsunuz. Ayetlerde bunun başka yerlerde de bir misali var.

Mesela Ankebut suresi 13. Ayet var. Orada diyor ki:

“Elbette kendi yüklerini(veballerini),kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacak ve uydurup durdukları şeylerden mutlaka kıyamet günü sorguya çekileceklerdir.”

Yani burada ekstra bir yükten bahsediyor. Ama bu yük geçen hafta bahsettiğimiz gibi kendilerini saptırdıklarının günahından da kendilerine bir pay var. Yani yüklendikleri o kişilerin masum, yani ondan alınıyor da tamamen kendisine geçiyor değil; saptırdığı için kendisine ekstra bir de fatura ediliyor. Bununla ilgili bir ayet vardı.

Onun dışında. Bir kişi; “Ya sen günah işle onun sorumluluğu bana ait.” diye bir şey olmuyor.

Aynı zamanda bu; velev o kişi bunun akrabası olsun, yakını olsun derken de bu kıyametle ilgili hadislerde sahneler anlatılıyor. Orada da bir kişi dolaşıyor o şiddetli günde. “Ya!” diyor.

“Ben senin annen değil miyim?

Ben senin oğlun değil miyim?

Ben senin akraban değil miyim?

Şu yükümü biraz sen al. Günah yükümü biraz sen al.”

Bunun da mümkün olmayacağını söylüyor. Kişinin kendi kendine kazandığı, elde ettiği günahı bir başkasına satamıyor, bir başkası zaten onu almıyor. O ilk başta bahsettiğimiz istisna, başkalarının sapıtılmasına vesile olan şeylerden, onun yüklerinden de aynı zamanda kendisine geliyor.

Burada “vizra” kelimesi var. “vizr” sözlüklerde “dağ” manasına geliyor. Hani dağını alamaz gibi bir anlam yok burada. El müfredat sözlüğünde şöyle bir ifade var: “Dağın kendisine sığınanın ağır yükü yüklenmesi gibi bir şey.”

Ya da şöyle diyebiliriz:

Birisinin yükünü alacak dağ gibi kuvvetli birisi. Bu şekilde geçiyor.

Yani, birisinin yükünü alabilmesi, taşıyabilmesi için birisinin dağ gibi bir ağırlıkta olması gerekiyor.

  1. si şöyle o “vizr” denilen yük dünyada biraz hafif geliyor. Fakat ahirette görecek ki o kişi dağ gibi bir şey.

Çünkü burada sırtına yüklenme var. Mesela ayetin 1. Satırında:

“Ve in ted’u musgaletun ilâ hımlihâ” “Onu yüklenmesi için çağırsa” diyor.

Yani sırtına alınan bir şeyi Rabbim orada aslında o basit bir yük değil, dağ gibi ağırlığı olan bir şey;

Onu sırtında taşımaya bir başkasını nasıl çağırabilirsin?

Başkası onu nasıl yüklenir?

Ama bu tarafta bize o hafif geliyor. Günah ne olacak ki?

Altından kalkılamayacak yük denir ya. Bunun gibi bir yük yani. Hatta bu İnşirah suresinde vardı. Geçen hafta bahsetmiştim.

“Elem neşrah leke sadrek” “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?”

“Ve vada’na ‘anke vizreke” “Senin yükünü senden almadık mı? Gidermedik mi?”

“Elleziy enkada zahreke” “Ve o senin belini çatırdatmıyor muydu?”

Yani Peygamber Efendimiz de bile böyle bir yük var. Ve bunu Rabbim hafifletiyor. Tabi Peygamber Efendimizin sorumlulukla ilgili bir yükü de var aynı zamanda. Bizim de günah yükümüz var. Bu da ahirette çok ağır bir yük olduğunu söyleyerek, bu dünyada bizi uyararak Rabbim “Dikkat edin, o yük birisine satabileceğiniz, birisinin yüklenebileceği bir yük değil. Ona göre yaşayın.” Uyarısı var.

İşte uyarı dedik. Bakın işte bu kısım.

“Sen ancak o kişileri uyarırsın ki…”

“İnnemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil ğaybi”

“Sen ancak o kimseleri uyarırsın ki, onlar Rablerinden gaybta korkarlar. Ya da onlar gayb hakkında Rablerinden korkarlar.”

“Ve egâmus salâh” “Ve onlar namazları ne yaparlar? İkame ederler. Namazları dosdoğru kılarlar.”

Rabbim, biraz evvel hani ağır yük konusunda uyardı ya ama diyor ki bu uyarı, bu ikaz, bu nezir ancak kimin içinmiş yani herkes için geçerli değilmiş. Yani tesiri yok bu uyarmanın. O uyarıyı dikkate alabilecek kimseler, yani biz de onun içerisindeyiz, ancak şu özellikler olursa tesir ediyormuş.

1.si

“Yahşevne” “Haşyet” bu. Haşyet durma, korku duyma. Kimden?

Rablerinden haşyet duyma. Ama nerde?

“Bil ğaybi” “Gaybi olarak.”

Yani Allah’ı biz zahiri olarak, şahit miyiz? Görüyor muyuz?

Hayır. Allah bizim için gayb. İmani olarak demiyorum. Duyu, algı meselesi ile söylüyorum. Bu gayba ya da gaybi meseleler bir izaha göre. Yani Allah bizi uyarıyor ya ahirette. Ahiret bizim için gayb değil mi? Şu an şehadet âleminde olan bir şey değil, görünen bir şey değil. O konularda Allah’tan haşyet duyuluyor. Korku.

Şimdi korku ile ilgili o kadar çok kelime var ki Arapçada. Haşyetin ifadelerden farklı olarak, korku manasındaki farklılığı ne?

Azameti bir olaydan dolayı korku. Mesela havf genel anlamda korkudur. Lakin havfta zarar görme endişesi vardır. Mesela Kureyş Suresi var ya. Onları biz “âmenehüm min havf” diyor. “kaygıdan giderdik” yani orada ne var “Ticaret ve ticaretlerini yaparken yolda başlarına gelebilecek olan tehlikelerden koruduk.” manasında bir ifade var.

Orada ki havf o. Fakat bu 18.  Ayetteki  “haşyet” ise Rabbinin azametinden dolayı bir ürperti duygusuyla (ürperti az gelir ama) korku. Manevi bir korku, yani elinde değil. Geldiği zaman yani onu idrak ettiği zaman, imani bir meseledir. Aynı zamanda, gaybi olarak korkuyorlar. Bakın burada gaybi denmesindeki bir şey de şu; eğer gaybi olsa kişinin haşyet duyup, duymama konusunda tercihi olamaz.

Yani Allahu Teâla’nın o azametini görecek de yani gaybi değil şehadeti olacak da, ya haşyet duysam mı? Duymasam mı? Gibi bir şey yok. Burada “Bil ğaybi” demesiyle beraber “gaybta Rabbinden korkar” demesinin sebebi biraz imani bir mesele.

Ya da diğer ayetlerde geçecek Allah’tan en fazla âlimler korkar meselesinde kişinin ilmi arttıkça, gaybi de olsa Allahi konularda bir haşyet duygusunun da oluşması gerektiği ile ilgili bir şey.

Bunu yıllar evvel konuştuğumuzda hatırlar mısınız? Bazı sohbetlerin vurucu cümleleri var. Tesir altında bırakıyor onlardan birisi şu.

Bu kadar ilim öğreniyorsunuz. Yani bu ilim faydalı mı? Değil mi? Şunu yapın.

Sizde Allahi bir olayda gelişme sağlıyor mu?

Ve Allah korkusunu oluşturuyor mu? Oluşturmuyor mu?

Bakın buraya yıllardır geliyorsunuz. Gelenleriniz var. Eğer bir haşyet oluşturuyorsa.

İlim, size menfaatli bir ilimdir. Korkutuyorsa, Allah korkusunu oluşturuyorsa, haşyet duygusunu oluşturuyorsa bu öyle bir duygu. Bu da kişinin testidir aynı zamanda. Yoksa ne güzel vakit geçirdik, ilim aldık sevap kazandık gibi bir durumu olur.

“İlim, ilim bilmektir. İlim, kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin. Bu nice okumaktır.” Yunus Emre Hazretlerinin sözüdür.

“Gaybta korkarlar” ve ne yaparlarmış?

“Egâmus salâh” “ Namazı kılarlar değil. İkame ederler.”

Kuranı Kerim’in hemen hemen hiçbir yerinde namazı kıl diye bir ifade yok. Çok daha şiddetlisi olan ikame ederler var.

Hani Sırat-ı müstakim kelimesini işlerken “kame” “قَامَ “ fiilinin ayağa kalkmak fiili olduğunu söylemiştik. Dik durmak yani oturan birisinin ayağa kalkması gibi, yatan birisinin ayağa kalkması gibi.

Burada da ikame derken de ifal babı denilen bir şey var Arapçada. Etki karşı tarafa geçiyor, kaldıran. Yani namazı kaldıran, ayağa kaldıran, dik tutan bir kavram var. İkame etmek öyle basit, arada bir namaz kılmak değil. Allahu Teâlâ namaz kılınmasını emrediyor ama namaz kılanlara da, namaz kılma konusunda aşırı hassas olmalarını söylüyor.

Mesela “Namazın kazası yoktur.” Diye bir ifade var. Bu ne demek?

Bu ilmihali bir bilgi.  Daha vakit var, işim de zor sonra kaza ederim gibi bir şey yok.

Bir mümin karar verdikten sonra bütün işlerini namaza göre yapacak. “Sürekli abdestli dolaşın” diyorlar. Neden?

Onu bir manevi, Allahi yakınlıkla ilgili bir ifadesi var onun. Bir de her an hazır olursunuz, antrenmanlı olursunuz, anında şartlarınız uygun olduğunda namaz kılarsınız. Diğer türlü imtihanla karşılaşırsınız. Kendi zaaflarınızın sonucu olarak bir imtihanla karşılaşırsınız.  Çok zorluk çekersiniz. Özellikle bayanlar bu konuda çok gevşek görüyorum. Çarşıya, pazara misafirliklere gittiklerinde, tatile gittiklerinde biraz daha gevşek oluyorlar. Tabi bu biraz herkeste var. Biraz daha dikkatli olmakta fayda var.

Diğer ifadesi de namazın içeriğine de dikkat etmek. Yani bir ifade var kendi aramızda, arkadaşlarla konuştuk. “Ya namazını kıldın mı?”

Yani geçiştirdin mi? O sorumluluğu üzerinden attın mı? Manasında.

Tabi ki namaz kılmama durumuna göre artı bir şeydir bu. Fakat Allah’la buluşma, Onun’la diyalog, O’na yönelme olarak değerlendirdiğimizde; “ikame etmek” daha ciddiyete alınması gereken bir durumdur.

“Kame” fiili Kuranı Kerimde yaklaşık 600 kez kullanılmış. 6000 civarında ayet olduğunu düşünürsek, her 10 ayette bir gelmiş her 10 ayet de yaklaşık bir Kuran sayfasıdır. Yani hemen hemen her sayfada bu “kame” fiilini yani ayağa kalmak, dik durmak fiilini kullanmış. Yani bu çok dikkat edilecek bir şey. Çok ciddi fiil, bunu Fatiha Suresinde işledik.

“İhdinas siratal müstakim” ayetiyle ilgili duruma bakabilirler. Çok ciddi bir şey.

El-Hayy, El Gayyum beraber nitelendirilir ipucu olarak. Yani sistemin Allah ile kayim olmasıdır. Bu fiili Rabbim buna kullanmak üzere vermiş. Ve 600 küsür yerde kullanarak önemini bahsetmiş. Çok teferruatlı çok girmek istemiyorum konuya.

Burada dikkatinizi çekecek bir şey var. Namazı kılmak Allah’tan korkmaktan sonra gelmiş. Yani sıralamada önce namaz kılmak sonra korku yok. Yani namaz kılına kılına da bir haşyet duygusu oluşur doğru. Ama önce haşyet var. Gaybi olarak Allah’tan haşyet var, ondan sonra da namaz var. Eğer böyle olursa namaz çok daha anlamlı olur.

Rabbim önceliği haşyete vermiş. Bunun önemine binaen olduğunu düşünüyorum. Çünkü birde şu var. Bakın, namaz muayyen vakitlerde. Yani sürekli namaz modunda da olabilirdik ama günde beş vakit var. Fakat haşyet daimi, yani haşyet hal. Namaz biraz daha muayyen. Buna biraz dikkat edilmesi gerekiyor. Yani o haşyet duygusunun oluşmasının ifadesi bence önemli.

Bir sonrasında ne var?

“Ve men tezekkâ feinnemâ yetezekkâ linefsih” burada bir şart cümlesi var.

“Ve men tezekkâ” bu “tezekkâ” fiili mazi tezekki etmek manasında.

“Fe” burada şartın cevabı. “innema” ile geliyor.

Geçen bir kural okumuştuk arapça bilenler için söylüyorum. Cevabın başına “fe” gelir bir de arkasına “innema” gelirse orada cezm edilmiyor. Fiili muzaridir.

“yetezekkâ linefsih” “nefsi için temizlenir. Nefsi adına temizlenir.”

Nefis biliyorsunuz 2 manada kullanılıyor. Bizzat kişilik anlamında kimlik anlamında, kendisi için temizlenir başkası için değil manasında. Birde, kişiyi oluşturan ruh, nefis ve beden üçlemesinden biri olarak da kişi kendi nefsini temizler.

Burada 3. Sırada da şu var. Allah’tan haşyet duydun, namazı ikame ediyorsun yani ibadet konusunda Allah’a yöneliyorsun, kulluk ediyorsun bu da yetmiyor artık 3. Aşamada nefsini de temizlemen gerekiyor.

Yani bugün mesela çok ilginç 5 vakit namazını kılıyor cami cemaatinden biri. En ufak yer konusunda ya da ayakkabı çalınma konusunda bir şey de anında birbirlerinin boğazına sarılacak duruma geliyorlar.

Maalesef dinden uzaklaşıldı, maneviyattan da uzaklaşıldı. Eskiden nefis terbiyesi cemaatlerin, grupların çok dikkat ettiği bir şeydi. Yani sadece ibadet yetmez. Yani bu şeriati şeyler. Nefsini de düzenlemen, temizlemen, buradaki ifadesi de tezkiye etmen gerekir.

Zaten biz birazda dünyaya bunun için geldik.

Yani “esfele safilin” e indirildi ya, aslında insan olan yapı. Tasavvufi bir ifade olsun diye söylüyorum. Nefislerin birde hayvansal suretleri vardır.

Ama Allah bizi “ahsen-i takvim” yarattı.

“Summe radednâhu esfele sâfilîn” “aşağıların aşağısına indirdi.” (Tin Suresi 5. Ayet)

Senin bu hayvan silüetinde olan iç yapınıda tezkiye etmen gerekiyor.

Bir yatay tezkiye var ki bu tasavvufta nefis kademeleri, nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mülhime, nefsi mutmainne, nefsi raziye, nefsi safiye gibi makamları var bu yatay kattaki temizlik. Birde dikey, insanlığa doğru giden dikey anlamda da var.

Farz-ı ayn olarak yatay temizlenirsin. Farz-ı kifaye olarak da dikey olarak insanlığa varan 7. Kademeye kadar da gitmen lazım. Bu anlamda bir hatırlatmak istedim nefis konusuna gelmişken.

Nefs konusu, nefis bir konudur.

Burada ki “tezekka” ifadesi ile zekât aynı kökten.

Zekât biliyorsunuz. Kişinin kazandığı ve sahip olduğu mallardan, değerlerden belirli bir miktarını vermesi manasına geliyor. Zekât aynı zamanda temizlenme. İkisinin birleştiği yer şu. Malını verdiğin takdirde şöyle devam edelim.

Malın var. Malının bir kısmına zekât deniliyor. Temizlenme kısmı. Onu verdiğinde malını ya da kazancını temizlemiş oluyorsun.

Mesela bir esnaf olduğunu düşünün kasasına para girdi. Onu da diyor ki ayeti kerime de:” İhtiyaç sahipleri için orada malum bir pay vardır.” Diyor. O payını ayıracaksın kalan kısmı senin. Ayırdığın kısmı zekâtı işte. Bunu ayırdığın zaman temizlenmiş oluyor. Yine de bir yıllığına temizlenmiş oluyor. Üzerinden 1 yıl geçmiş ve saklarsan Allah’ın muradı bu değildir.

Bakın bir hadis okuduk geçenlerde. Peygamber Efendimiz SAV diyor ki: “Uhud dağı kadar malım olsa içinden sadece borçlarımı ödeyecek kadar, 3 günlüğüne bende bulunmasına razı olabilirim. Önüne, sağına, soluna verme işaretleri yaparak, onu dağıtırdım.” Diyor. Uhud dağı kadar olsa diyor. Malımın kendimde bulunmasını istemem dağıtırdım.

İstisna olarak şunu vermiş. Borcunu ödemek için o da 3 günlüğüne.

Şimdi bir yıllığına gelecek de üzerine, ya neden koyuyorsun kenara? Yani neden koyacaksın ki kenara? Ancak borcunu ödemek konusuyla ilgili bir şey var. Bize bir şeyler yanlış anlatılmış özellikle zekât konusunda yanlış anlatılmış. Bunu çok konuştuk. Bir kişinin zekât vermesi için illa 1 yıl geçmesi borcunu falan ödemesi mümkün değil. Şu anki ekonomik sisteme göre mümkün değil. Bugün en büyük ekonomiye sahip olan kişileri düşünün buna kredi alabilme miktarı deniyor. Kendi mal varlığından daha fazlasına borçlanıyor. Bu mantığa göre; Koç’un, Sabancı’nın zekât vermemesi lazım. Bütün borcu bitecek, üzerinden de bir yıl olacak. Sermaye sahipleri ve zenginler buna güler biliyor musunuz?

Bu sistem yok ki zaten. O dönemde vardı. Ama şu an kapitalist sisteme göre bu yok.  Herkesin kredi kartlarıyla otuz altı aya kadar varan borcu var. Kimsenin zekât vermemesi lazım.

Hayır, Ahmet İndihambel Hazretleri bu fetvaları veren kimse; aldığı kiradan zekât vermiş.  Hani üzerinden bir yıl geçecekti, malı olacaktı? Hayır! Gelirin zekâtı var. Anında da verebilirsiniz. Bunun fetvaları verilmiş biliyorsunuz. Verdiğin kısım malını temizliyor. Öbür türlü bir şekilde kirli oluyor.  Bunu bizim anlamamız zor ama manen kirli oluyor.

Peki, şunu söyleyeceğim: Eğer nafaka, yani şöyle. İnfak, ailenin infakı ise doğru. Başkalarının infakıysa, aslında zekâtın en üst aşaması infaktır. Vermektir. Hem maddi, hem manevi olarak vermektir.

Ben temizliğe gireceğim. Bakın namaz beş vakit. Zekât senede bir diyelim.  Öyle değil ya. İkisi musabi tutulmuş. Namazlarını kılarlar, zekâtını verirler. Peki, nasıl oluyor bu? Zekâtını verdiğin andan itibaren öyle bir nefsinde, en azından maddiyatın maneviyata dönüşmüş şeklinde, bir temizlik hali oluşuyor ki; bir sene boyunca tesirini görüyorsun.  Bu kadar kıymetli. Nefsinin de pozitif şeyleri algılamasına, temiz olmasına yönelik demek ki tesiri olduğunu bu ayetten anlıyoruz.  Nefsi için temizlenir diyor ya burada;  burada hani zekâttan özellikle bahsedilmiyor ama bazı tefsirlerde bunu zekata işaret olduğunu söylemişler. Aynı kelime kökeninden olduğu için.

Ama aslında burada kastedilen Allah’tan korkacaksın, namaz kılacak, ibadet edeceksin. Bunu ikame şeklinde yapacaksın. Nefsini de temizleyeceksin. Bu da neyi sağlıyor? Senin Allah’a, uyarılara tesir edebilmek için zemin doğuruyor.

Uyarı herkes için geçerli ve her iman konusunda geçerli. Yani bir kez uyarıldım geçtim değil.

Subhan mıyız biz? Haşa! Subhan olan Allah. Hangi kademede bulunursa bulsun, işte eksikse; eksik olan kısmına uyarı gelmesi gerekmiyor mu?  Gerekiyor. Bunun olması için de en azından bu üçlüyü diyor, bu ayete göre, arkasında başka şeyler olduğunu da görüyoruz 28. Ayette.

En azından burada, bunların temel şartlar olduğunu, ön şart olduğunu görüyor. Peki, bu ne için uyarıyordu Rabbim ayetin öncesinde?

Vizr denilen dağ gibi altından kalkamayacağımız yükü (ki asıl ahirette anlayacağız) yüklenmememiz için her iman düzeyinde farklı olacak şekilde; Rabbim bunu da zemin oluşturacak şekilde en azından 3 unsurla beraber bize söylüyor.

Daha büyük bir ikaz yapıyor. Ne diyor?

“Ve ilallâhil masîr.” “Dönüşte Rabbinedir.”

Yani sen bu dünyayı daimi zannetme, bir şey rücu edecek aslına. Allah’a döndürüleceksin. Ona göre de dikkatli olarak yaşa var.

Bu “ileykel masir” konusunda ben dakikalarca, saatlerce konuşabilirim ama gerek yok. Devam edelim.

19 ayetten devam edelim.

“~~35.19~
وَمَا يَسْتَوِى الْاَعْمٰى وَالْبَصٖيرُ “

“Ve mâ yestevil ağma vel basîr.”

“Yestevil” bir şeyin aynı seviyede olması, müsavi olması. Hani tesviye var ya! Marangoz ya da demir ustası ne yapıyor?

Tesviye ediyor. Ne yapıyor?

Pütürlü kısım ile diğer alçak kısmı zımpara ile aynı seviyeye getiriyor.

Yani denk, müsavi, eşit olmaz. Kim?

Ama ile, ama ne demek? Gözleri görmeyen, kör, görme özürlü manasında.

Ama ile basir, başara fiili görme diyelim biz buna.

Görme fiilini sürekli üzerinde bulunduran kimse ile aynı olmaz.

Şimdi burada iki zıtlıktan bahsediliyor. Bunun çok ilginç kelimesel derinlikleri var. Basit ayetler gibi geliyor ama vakit yeterse anlatacağım.

Devam ediyor 20. Ayette.

“~~35.20~
وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُ”

“Ve lez zulumâtu ve len nûr.”

“Karanlıklar nur ile eşit olmaz.” Devamı var.

Devam ediyor 21. Ayette.

“~~35.21~
وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُ“

“Ve lez zıllu ve lel harûr.”

“Gölgede harur ile hararetle yani sıcaklıkla bir olmaz.” Devam edelim.

  1. Ayette ne diyor?

“وَمَا يَسْتَوِى الْاَحْيَاءُ وَلَا الْاَمْوَاتُ اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِعُ مَنْ يَشَاءُ وَمَا اَنْتَ بِمُسْمِعٍ مَنْ فِى الْقُبُورِ“

“Ve mâ yestevil ahyâu ve lel emvât, innallâhe yusmiu mey yeşâé’, ve mâ ente bimusmiım men fil gubûr.”

“Ve mâ yestevil ahyâu ve lel emvât,” “Diriler, ahya olanlar, hay olanlar, diriler de; emvat, mevt olanlarla, ölülerle bir olmaz.”

Burada kapalı kalsın buraya kadar bakalım.

Burada bazı zıtlıklarla örnekler veriyor.

Yani ama ile gören bir olmaz. Karanlıklar ile nur bir olmaz. Gölgelik, o serinlik ile sıcaklık, hararet bir olmaz. Bir de neyi örnek veriyor?

Hayatta olan diriler ile ölüler bir olmaz.

Bunu neyin arkasına söylüyor? Hani sen bir ayet vardı Yasin’de “sen uyarsan da uyarmasa da değişmez.” Vardı ya. Oraya burada bir işaret ediyor.

Uyarsan da uyarmasan da bir olmaz neden? Onlar o ikinci kısımda olanlar yani zıtlıkta olanlar. Kim onlar? Ama olanlar. Onları uyarsan da uyarmasan da birdir.

Şimdi burada normal körden bahsetmiyor. Yani dünyevi körden bahsetmiyor. Misal olarak veriyor.

Nasıl ki dünyada gözü gören ile görmeyen aynı değilse, manevi olarak gözü kör olan ile gören kişi de aynı olmaz. Yani ona senin yapacağın bu ikazların, uyarmaların tesiri aynı seviyede olmaz. Aynı şu şekilde karanlığı görüyor musun? Karanlığı.

Bir de nuru görüyorsun. Bu ikisi ne kadar farklı değil mi? Karanlık ve aydınlık. Aynen bunun bir olmayacağı gibi. Bu sefer de iç âlemlerini söylüyor Rabbim. İç âlemleri birilerinin karanlık, bir de nur var, ışık var. Aynı olamayacağı gibi onların iç âlemleri de karanlıktır. O kişiye de uyarı versen de onlara fayda etmez.

Aynı şekilde şunun gibi. Gölgeyi görüyorsun değil mi? Seni hararetten nasıl koruyor?

Şimdi onunla beraber aşırı sıcakta, hararet de bir olur mu? Aynı bunların farklılıkları gibi imanın o serinleten gölge kısmı, küfrün o hararetli kısmı gibi de eşit olmaz diyor.

Bir de yetmiyor bununla beraber. Sen o dirileri görüyor musun? Dirileri, hayatta olanlar. Bir de kabirde yatan ölüler var. Ne kadar? Dağlar kadar fark var onun içinde değil mi? İşte onların kalpleri de aynı şekildedir. Onların içinde musabilik olmaz.

Şimdi burada biraz teferruata girersek müthiş teferruat var. Mesela burada

“Ve mâ yestevil ağma vel basîr.” Basar gelmiş bak. Önce kötü misal sonra iyi misal.

İkinciye bakın.

“Zulumâtu” gelmiş önce kötü sonra iyi misal nur. Fakat diğerinde

İyi bir şey öne gelmiş gölgelik öne gelmiş. Hararet ikinciye gelmiş.

Dördüncüde ise; dirilik iyi bir şey canlılık hali öne gelmiş. Ölümlük de sona gelmiş.

Yani ikisinde Rabbim kötüyü öne almış. İki de iyiyi öne alarak farklı anlamlarda misal vermiş.

Burada bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bakın ayetlerin sonu nasıl bitiyor.

“Basiru, en nur, el harur” şeklinde bitiyor bakın diğer ayetlere de bakın.

Hepsi “gubur, nezir, münir, nekir” gibi devam ediyor.

Aynen bir şiirin kafiyesi gibi kafiyeli gelmiş. Bu 21. Ayette de bu bozulmamış. Önce bir şaşırmıştım ben. Bu bilgiyi Ruhul Beyan’dan almıştım bu bilgiyi.

İyi de dedim sadece kafiye uyumu olsun diye mi Rabbim bunu yapar?

Ama sadece kafiye değil. Onun desteği olarak da işte “Ahyâu ve lel emvât” ta da iki ikili misal gelmesi de hem kafiye uyumu açısından muhteşem bir icaz olduğunu gösteriyor bunun hem de anlam olarak iki iyi önde, iki kötü önde olarak da takdim deniyor. Burada anlam bütünlüğünü de koruduğu görülüyor.

Şimdi burada bir şey daha var. Ama ile basir aynı olmaz derken. Bakın burada zaten bu meallerde kırmızı kırmızı gözüküyor, diğer meallerde hep “Ve lez zulumâtu” demiş. La olumsuzluk ekidir. “ve len nûr” yine olumsuzluk eki gelmiş. “Ve lez zıllu”, “ve lel harûr” derken de aşağıda da var. Hep olumsuzluk ekleri ile gelmiş. La diye.

Ama ilk kısma bakın. “Ve mâ yestevil ağma vel basîr” derken bu olumsuzluk kelimeleri kullanılmamış.

Burada şöyle deniyor. Tamam, görme durumu ile ama durumu birbirine zıt gibi gözüküyor ama diğerleri kadar da zıt değil. Yani bir ama durumu ile görme durumu aynı bedende bile olabilir. Bir gözü kişinin görür, bir gözü görmez. Ki görmemek durumu da o kadar kötü değildir. Ama diğerlerindeki zıtlık daha fazladır olarak yorumlanmış.

Bunları size anlatıyorum ki gelişi güzel Kuran’da her harfin manaya tesir eden küçük incelikleri de var. Bu Kuran’la ilgileniyorlar arkadaşlar. Kuran’ı anlamak için Arapça öğreniyorlar. Ben de böyle incelikleri de onlara, belki teferruat gibi gelebilir ama söylüyorum ki bu herhangi bir kitap değil. Her ifadenin burada bir manası var diye.

Bir şey daha var burada mesela. Bunu bahsettikten sonra diyor ki: “Diriler ile ölüler müsavi olmaz” derken “Yestevi” fiilini Rabbim bir daha kullanmış. Yukarda üç kısım için bir kere kullanmış. Bunu kullanmadan bile cümle gelebilirdi. Neden burada özellikle bir daha kullanılmış? Yukardakiler de zıtlıktı ama en büyük zıtlık burada ölü ile dirinin farkı gibi olması. Burada özellikle asıl ciddi farklılığın burada olduğunu söylüyor Rabbim.

Bir farkta şu var. Bakın “zulumat” çoğul olarak gelmiş. “Nur” tekil olarak gelmiş. Biri cemil olarak gelmiş, biri müfret olarak gelmiş.

Buradan nasıl mana çıkabilir? Yani zulümlere, karanlıklara götüren yollar çok olabilir fakat nur tektir.

Yani sıratı müstakim tektir.

Tevhit budur zaten.

Bakın görüyor musunuz? Atlanarak geçilecek gibi ama Rabbim ne kadar incelik vurgusu yapıyor. Yani işte burada Kuran’a saygı artıyor. Kuran’ın herhangi bir kitap değil. Âlemlerin Rabbinin kitabı olduğunun da burada bir göstergesi var. Biraz daha ilerleyelim. Daha çok teferruat var ama.

“Dirilerle ölüler bir olmaz” dedikten sonra Rabbim şunu diyor:

“innallâhe yusmiu mey yeşâé’,” Allah dilediğine işittirir.”

Bak burada işittiren kim?

Allah. Bakın devamında ne diyor?

“Ama sen kabirdekilere işittirecek değilsin.” Zaten 23. Ayete de bunun sebebini söylüyor.

“İn ente illâ nezîr” “Sen ancak bir uyarıcısın.”

Yani burada kulum sen işittiremezsin. Bir ayette de vardı. Kasas Suresi 56. Ayette.

“Resulüm sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilakis Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları da en iyi O bilir.”

Bir de Ali İmran Suresi 28. Ayette,

“Bu işte senin yapabileceğin bir şey yoktur.” Manasına da geliyor burada.

Yani bir adamın artık kalbi öldü ise, kalbine o mühür vurulmuşsa deniyor ya, artık onun işi bitti. Yani senin ona yapabileceğin bir ley yok. Allah ona işittirir ama dilediğine işittirir. İşittiren de Allah’tır. Diyerek burada bir vurgu var

Bir de şunu gördüm ben el-basir ve el semir esmaları var. Burada her zaman Kuran’da semir, basir den önce gelmiştir. Bir tek tahmin ediyorum İsra Suresinde farklı diğerlerinde semir, işitme esması, basir esmasından önce gelmiştir. Daha üstün. Burada ise aynı vurgu var.

Bakın sen âmâya işittiremezsin diyor. Örnekler verilmiş ama en ciddi örnek olan ölülerle, dirilerin o birbirlerindeki kesin farklılığına da Allah işittiremezsin derken de, işitmenin görmekten daha kuvvetli bir imani unsur olduğunu gösteriyor burada.

İşittiremezsin derken burada kasıt imanına yol açacak şeyleri söyleyemezsin

“Semiğna ve Atağna” derken ne var? “İşittim ve iman ettim” derken.

İşitme nasihati alıp hayata geçirme manasına kullanılıyor.

“Sen işittiremezsin” derken de burada imani bir ilave yapamazsın manasında kullanılıyor.

Görüyor musunuz? Bakın! “Semiğ” nin el-semir’in el-basir’den üstün olduğunu Rabbim ayetlerin içerisine nasıl örgüyle örmüş? İşlemiş, nakşetmiş.

Sen kabirdekilere işittirecek değilsin derken de şu var.

Biz biliyoruz ki Peygamber Efendimiz SAV kabirdekilerle konuştuğunu biliyoruz. Burada “sen işittirecek değilsin” de ne var?

Burada ki zahiri kabirdekiler değil. Manevi kabirdekiler. Yaşıyor adam ama kalbi ölmüş. Rabbim bunu ölü olarak kabul ediyor.

Çünkü hadis var mesela;

Peygamberimiz SAV Bedir günü kabelilerin cesetlerinin bedir kuyusuna atılmalarını emretti ve onlara “ Ey kâfirler, ben Allah’ın bana vadettiğini hak olarak buldum. siz de Allah ve Resulünün size vadettiğini hak olarak buldunuz mu?” diye nida etti.

Bunun üzerine Hz Ömer “ Ya Resülallah sen bu cesetlerle nasıl konuşuyorsun?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz SAV “benim onlara söylediğimi siz onlardan daha iyi duyamazsınız. Onlar pekiyi duyarlar ancak cevap vermeye muktedir değiller” diye buyurdu.

Şimdi çok net bir hadis. “Sen kabirlerdekilere işittiremezsin” derken iki şey var.

1.si Allah’ın izni ile işittirirsin. Çünkü ne diyor burada?

“innallâhe yusmiu mey yeşâé’” “Allah dilediğine işittirir” derken de aslında işittiren Allah. Çünkü farklı bir fiziki âleme, berzaha gitmişler. Oraya işittirirken de Allah’ın izni ile görürsün.

Yani bu ehli kubur denilen bir grup var. Yaşayanlardan, maneviyatı olanlardan, kabirdekilerle diyalog sağlıyor. Nasıl sağlıyor? Allah’ın izni ile sağlıyor. Kendindeki bir mekanizma ile değil. Ona belki de sözünü işittiriyor. Bu da Allah’ın işittirmesi ile oluyor. Normal fiziki kaidelerle değil.

2.si sen hidayeti onlara ulaştırdığını zannediyorsan bil ki, yani işitme duyusu ile hidayetin birleştiği yer, onu Allah hidayete erdiriyor. Sen değil. Dilediğine bunu yapıyor manasına da bunlar yorulabilir.

Devam edelim

“İnnâ erselnâke bil haggı” “Biz seni hak olarak gönderdik”

“Beşîrav ve nezîrâ” “Beşir müjdeleyici olarak ve nezir uyarıcı olarak”

Burada “beşir” in öne gelmesi de Allah’ın rahmetinin gazabından öne geçmesi ile ilgili bir şey. Aynı zamanda ne var?

“Siz insanlara bir şey tebliğ ederken önce müjdeleyici taraflarını söyleyin sonra ikaz edici taraflarını söyleyin” derken de Allahu Teâlâ’nın burada eğitim metodunda bir ikazı var.

“Ve im min ummetin illâ halâ fîhâ nezîr” “Hiçbir ümmet yoktur ki onlardan gelip geçmiş bir nezir olmasın.”

Yani burada Rabbim sünnetullahını söylüyor. Yani sadece sen değil. Biz seni gönderdik ama senden önce de gelip geçmiş bir çok ümmet var. Bu ümmetlere de nezir zaten gelip geçmişti.

Yani sen ilk değilsin. Bu olaylar da ilk olmuyor. Yani burada Rabbimin bir tesellisi var. Şöyle devam edelim teselliyi daha iyi anlayacaksınız.

“Ve iy yukezzibûke” “ Eğer seni yalanlıyorlarsa”

“Fegad” “Kesin kez”

“Kezzebellezîne min gablihim” “Onlardan önce gelenler de zaten yalanlayıp durmuşlardı.”

Devam edelim bunlar beraber

“Câethum” “Onlara geldi”

“Rusuluhum” “ Resülleri”

“Bilbeyyinâti” “Apaçık şeylerle mucizelerle geldi”

“Ve bizzuburi” “Zuburlarla, Zeburlarla geldi” Bunu açıklayacağım.

“Ve bilkitâbil munîr” “ Münir olan nurlu kitaplarla gelmişti”

“Summe” “Daha sonra”

“Ehaztullezîne keferû” “Küfredenleri, kâfir olanları ben yakaladım”

“Fekeyfe kâne nekîr” “Gör bak bakalım beni inkâr, nekir nasıl olmuş”

Burada Rabbim Resulullahı bir teselli ediyor. Bak seni burada yalanlayıp duruyorlar ya, bu kadar hak üstüne geldin. Buna rağmen yalanlıyorlar ya bu ilk olmuyor. Ben Hz Âdem’den itibaren devamlı peygamberler gönderdim. Bunlarda farklı bir şey yapmadılar ki. Onları hep yalanlayıp durdular.

Resuller göndermiş. Yetmemiş. Mucizeler göndermiş. Yetmemiş.

Zeburlar göndermiş. Yani sahifeler, uyarılar, hikmetli sözler bunu gelecek haftaya açıklayalım.

O da bitmemiş. Nur veren. Hani yukarda diyor ya zulmetmekle nur bir olmaz diye.

Nur veren kitaplarla da göndermiş. Ama bunlara rağmen olmamış. Üzülme resulüm bu ilk değil. Sen elinden geleni yapıyorsun. Zaten bu insanlığın durumu. Fakat tehlikeyi söylüyor.

“Ben onların hepsini cezalandırdım.” Yakalayıp cezalandırdım. Hadi bakalım görsünler bak beni inkâr, küfür nasıl oluyormuş? Derken de burada hidayetin kendisine ait olduğunu, sana ancak tebliğin düştüğünü o yüzden de sistemin sahibi benim resulüm sen de kendini o kadar yıpratma diyerek de burada SAV e bir ikaz var.

Allahu Teâlâ bizi uyarılara açık olan insanlardan eylesin ki, uyarılmak zannedildiği gibi basit değil.

Allah’tan haşyet duymak gerekiyor. 2.si namazla Allah’a yönelmek gerekiyor. Hem nefsi şeylerle hem de Allah’ın zekât gibi emrettiği şeylerle de gönlümüzü, nefsimizi temizleyerek bunlara uygun hale gelmeye alt zeminini oluşturuyor.

Allah korusun görenle görmeyen gibi, zulümatla nur gibi, gölgeyle sıcaklık gibi böyle zıtlıklar insanlar arasında oluşturma tehlikesi var.

Bırakın onu yaşarken bile ölüyle dirinin olduğu gibi fark var. Allah bizim de bütün bu gereken şeyleri yaparak Allah’ın işittirmesiyle de yaşarken gerçek anlamda diriler olmamızı nasip etsin

Yoksa Allah korusun ahirette dönüşün O’na olmasıyla beraber Rabbimin önceki ümmetlere hem bu dünyada hem ahirette yapacağı çok ciddi bir cezalandırma var. Allah’ta bizi bunlardan korusun.

“Sadakallahülazim”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

FATIR (10.Sohbet) 14-18.ayetler#

SOHBETİ DİNLE :


SOHBETİ MP3 OLARAK İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/2ed4LBUMpgqaS


FATIR 14:

إِن تَدْعُوهُمْ لَا يَسْمَعُوا دُعَاءكُمْ وَلَوْ سَمِعُوا مَا اسْتَجَابُوا لَكُمْ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكْفُرُونَ بِشِرْكِكُمْ وَلَا يُنَبِّئُكَ مِثْلُ خَبِيرٍ

İn ted’ûhum lâ yesmeû duâekum, ve lev semiû mâstecâbû lekum, ve yevmel kıyâmeti yekfurûne bi şirkikum, ve lâ yunebbiuke mislu habîr(habîrin).

1. in : eğer
2. ted’û-hum : onlara dua edersiniz
3. lâ yesmeû : işitmezler
4. duâe-kum : sizin dualarınız
5. ve lev : ve olsa bile, eğer
6. semiû : işittiler
7. mâ istecâbu : icabet etmezler
8. lekum : size
9. ve yevme el kıyâmeti : ve kıyâmet günü
10 yekfurûne : inkâr edecekler
11 bi şirki-kum : sizin şirkiniz, şirk koşmanız
12 ve lâ yunebbiu-ke : ve sana haber vermez
13 mislu : gibi, benzer
14 habîrin : haberdar olan, haber veren

Eğer onlara dua ederseniz sizi, dualarınızı işitmezler. Şâyet işitmiş olsalar (bile) size icabet edemezler. Kıyâmet günü sizin şirkinizi inkâr edecekler. Ve sana bunun (bu haberin) mislini (benzerini) verecek (kimse, şey) bulunmaz (Allah’tan başkası haber veremez).


 

FATIR 15:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ أَنتُمُ الْفُقَرَاء إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ

Yâ eyyuhân nâsu entumul fukarâu ilâllâhi, vallâhu huvel ganiyyul hamîd(hamîdu).

1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. entum : sizler
4. el fukarâu : fakirler
5. ilâllâhi (ilâ allâhi) : Allah’a
6. vallâhu (ve allâhu) : ve Allah
7. huve : o
8. el ganiyyu : gani, zengin, ihtiyacı olmayan
9. el hamîdu : hamid, hamdedilen, övülmeye lâyık

Ey insanlar! Sizler, Allah’a muhtaç fakirlersiniz. Ve Allah ki, O; Gani’dir (zengin, ihtiyacı olmayan), Hamîd’dir (hamdedilen).


FATIR 16:

إِن يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ

İn yeşe’ yuzhibkum ve ye’ti bi halkın cedîd(cedîdin).

1. in : eğer
2. yeşe’ : diler
3. yuzhib-kum : sizi giderir
4. ve ye’ti : ve getirir
5. bi halkın : bir halkı
6. cedîdin : yeni

 Eğer dilerse sizi giderir (yok eder) ve (sizin yerinize) yeni bir halk getirir.


FATIR 17:

وَمَا ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ بِعَزِيزٍ ﴿١٧﴾

Ve mâ zâlike alâllâhi bi azîz(azîzin).

1. ve mâ : ve değil
2. zâlike : işte bu
3. alâllâhi (alâ allâhi) : Allah’a
4. bi azîzin : azîz, güç

 Ve bu, Allah’a (Allah için) azîz (güç) değildir.


FATIR 18:

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَإِن تَدْعُ مُثْقَلَةٌ إِلَى حِمْلِهَا لَا يُحْمَلْ مِنْهُ شَيْءٌ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى إِنَّمَا تُنذِرُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالغَيْبِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَمَن تَزَكَّى فَإِنَّمَا يَتَزَكَّى لِنَفْسِهِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ

Ve lâ tezirû vâziratun vizra uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salât(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr(masîru).

1. ve lâ tezirû : ve günahını yüklenemez
2. vâziretun : yük taşıyan, günahkâr
3. vizre : ağırlık, yük, günah
4. uhrâ : başka, diğeri
5. ve in ted’u : ve eğer çağırırsa
6. muskaletun : günahları yüklü olan
7. ilâ himli-hâ : onu taşımaya
8. lâ yuhmel : yükletilmez
9. min-hu : ondan
10 şey’un : bir şey
11 ve lev kâne : ve olsa bile
12 zâ kurbâ : onun akrabası, yakını
13 innemâ : ancak, sadece
14 tunziru : sen uyarırsın
15 ellezîne : onlar
16 yahşevne : huşû duyarlar
17 rabbe-hum : onların Rabbi, Rab’leri
18 bi el gaybi : gayba, gaybte
19 ve ekâmû es salâte : ve namazı ikame ettiler
2 ve men : ve kim
21 tezekkâ : tezkiye oldu
22 fe : o taktirde
23 innemâ : ancak, sadece
24 yetezekkâ : tezkiye olur
25 li nefsi-hi : kendi nefsi için
26 ve ilâllâhi (ilâ allâhi) : ve Allah’adır
27 el masîru : dönüş

 Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır ,döner, ulaşır).


 SOHBETİN YAZILI METNİ:

Evet, Fatır suresine kaldığımız yerden devam edeceğiz.

  1. ayeti işlemiştik. Ama biraz yarım kalmıştı. İşte oradan devam edelim inşallah.

Bir önceki ayet olan 3. Ayetin sonunda diyor ki,

“Onu bırakıp yani Allahu Teâlâ’yı bırakıp taptıklarınız, bir kıtmire -yani hurma çekirdeğinin zarına -bile malik değillerdir.”

14 den devam ediyoruz:

“İn ted’ûhum lâ yesmeû duâekum” “Kendilerine dua etseniz duanızı işitmezler.”

“Ve lev semiû mestecâbû lekum,” “İşitseler bile size icabet edemezler.” Cevap veremezler.

“Ve yevmel gıyâmeti” kıyamet gününde

“yekfurûne bişirkikum,” şirkinizi inkar ederler.

“Ve lâ yunebbiuke mislu habîr.” Habir gibi -haberdar olan gibi -bunu sana haber veren olamaz.

Yani Rabbim, ilahlığını kimse ile paylaşmıyor. En ciddi sonuç buradan bu.

Hatta bırakın onu; buna meyledecek, bu görüşe meyledecek en ufak bir sapmayı bile ciddi hata olarak değerlendiriyor.

Ben değil miyim? Diyor, Yerleri, gökleri, sizleri yaratan. Öyleyse hem ibadet olarak ,hem yöneliş olarak , hem de dua olarak, tamamıyla bana yöneleceksiniz. Sağa sola en ufak meyledilişi, dalalet, sıratı müstakim den sapma olarak değerlendiriyor. Kuran’ın her yerinde -Kuran’la alakalı olanlar çok aşinadırlar- çok ciddi  ikazlar var. Yani yukarıda ‘onu bırakıp dua ettikleriniz’ diyor. Gerçi burada ‘taptıklarınız’ demiş ama dua ettiklerinizi aşağıdaki ifadede “bişirkikum” derken, şirk olarak nitelendiriyor. Şimdi  aleni olarak ‘Allah’ı tamamen bırakıp başka bir takım şeylere putlara /ilahlara dua etmek’  kastediliyor olabilir burada . Ama Kuran’ın muhatabı olan bizlere,  Allah’la beraber “ciddi talebimizin olduğu, onlarda belirli bir izzet addederek  yönlenilen her şeye  yönelinmesi, onları  yardıma çağırılması bile -buradaki ifade ile- ŞİRK olarak değerlendiriliyor.

Okumaya devam et

FATIR (9.Sohbet) 12-13-14.ayetler#

SOHBETİ DİNLE:


Sohbeti mp3 olarak İNDİRMEK veya dinlemek için alternatif  link:

https://yadi.sk/d/d97xKaR2pG9pS


FATIR 12:

وَمَا يَسْتَوِي الْبَحْرَانِ هَذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ سَائِغٌ شَرَابُهُ وَهَذَا مِلْحٌ أُجَاجٌ وَمِن كُلٍّ تَأْكُلُونَ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُونَ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ فِيهِ مَوَاخِرَ لِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Ve mâ yestevîl bahrâni hâzâ azbun furâtun sâigun şerâbuhu ve hâzâ milhun ucâcun, ve min kullin te’kulûne lahmen tariyyen ve testahricûne hilyeten telbesûnehâ, ve terâl fulke fîhi mevâhira li tebtegû min fadlihî ve leallekum teşkurûn(teşkurûne).

ve mâ yestevî : ve musavi olmaz, eşit olmaz
el bahrâni : iki deniz
hâzâ : bu
azbun : lezzetli, tatlı
furâtun : tatlı, susuzluğu gideren
sâigun : boğazdan kolay geçen, içimi kolay
şerâbu-hu : onun içimi
ve hâzâ : ve bu
milhun : tuzlu
ucâcun : acı
ve min kullin : ve hepsinden
te’kulûne : yersiniz
lahmen : et
tariyyen : taze
ve testahricûne : ve çıkarırsınız
hilyeten : süs eşyaları
telbesûne-hâ : onu takarsınız
ve terâ : ve görürsün
el fulke : gemi(ler)
 fihi : onun içinde, orada
mevâhire : yarıp giden
li tebtegû : aramanız, talep etmeniz için
min fadli-hi : onun fazlından
ve lealle-kum : ve umulur ki siz
teşkurûne : şükredersiniz

 Ve iki deniz müsavi (eşit) olamaz. Bu lezzetli, tatlıdır. Susuzluğu gideren, içimi kolay olandır. Ve bu (diğeri) tuzludur, acıdır. Hepsinden taze et yersiniz. Ve giyeceğiniz (takacağınız) süs eşyası (inci, mercan) çıkarırsınız. Ve onun fazlından istemeniz için onda (suyu) yarıp giden gemiler görürsünüz. Umulur ki böylece şükredersiniz.


FATIR 13:

يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُّسَمًّى ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ وَالَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِهِ مَا يَمْلِكُونَ مِن قِطْمِيرٍ ﴿١٣﴾

Yûlicul leyle fîn nehâri ve yûlicun nehâre fîl leyli ve sahharaş şemse vel kamere kullun yecrî li ecelin musemmâ(musemmen), zâlikumullâhu rabbukum lehul mulku, vellezîne ted’ûne min dûnihî mâ yemlikûne min kıtmîr(kıtmîrin).

1. yûlicu : içine sokar
2. el leyle : gece
3. fî en nehâri : gündüzün içine
4. ve yûlicu : ve içine sokar
5. en nehâre : gündüz
6. fî el leyli : gecenin içine
7. ve sehhare : ve emre amade kıldı, emri altına aldı
8. eş şemse : güneş
9. ve el kamere : ve kamer, ay
10 kullun : hepsi, bütün
11 yecrî : akar, akıp gider
12 li ecelin : bir ecele kadar, bir süre
13 musemmen : belirli, belirlenmiş
14 zâlikum : şte bu
15 allâhu : Allah
16 rabbu-kum : sizin Rabbiniz
17 lehu : onun
18 el mulku : mülk
19 ve ellezîne : ve onlar
2 ted’ûne : tapıyorsunuz
21 min dûni-hi : ondan başka
22 mâ yemlikûne : sahip olamazlar, malik olamazlar
23 min kıtmîrin : hurma çekirdeğinin zarı

(Allah), geceyi gündüzün içine, gündüzü gecenin içine sokar. Güneş’i ve Ay’ı emri altına almıştır. Hepsi belirlenmiş bir zamana kadar akar (yörüngelerinde dönerler). İşte bu Allah, sizin Rabbinizdir. Mülk, O’nundur. O’ndan (Allah’tan) başka taptıklarınız, bir kıtmire (hurma çekirdeğinin zarına) bile malik değildir.


FATIR 14:

إِن تَدْعُوهُمْ لَا يَسْمَعُوا دُعَاءكُمْ وَلَوْ سَمِعُوا مَا اسْتَجَابُوا لَكُمْ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكْفُرُونَ بِشِرْكِكُمْ وَلَا يُنَبِّئُكَ مِثْلُ خَبِيرٍ

İn ted’ûhum lâ yesmeû duâekum, ve lev semiû mâstecâbû lekum, ve yevmel kıyâmeti yekfurûne bi şirkikum, ve lâ yunebbiuke mislu habîr(habîrin).

1. in : eğer
2. ted’û-hum : onlara dua edersiniz
3. lâ yesmeû : işitmezler
4. duâe-kum : sizin dualarınız
5. ve lev : ve olsa bile, eğer
6. semiû : işittiler
7. mâ istecâbu : icabet etmezler
8. lekum : size
9. ve yevme el kıyâmeti : ve kıyâmet günü
10 yekfurûne : inkâr edecekler
11 bi şirki-kum : sizin şirkiniz, şirk koşmanız
12 ve lâ yunebbiu-ke : ve sana haber vermez
13 mislu : gibi, benzer
14 habîrin : haberdar olan, haber veren

 Eğer onlara dua ederseniz sizi, dualarınızı işitmezler. Şâyet işitmiş olsalar (bile) size icabet edemezler. Kıyâmet günü sizin şirkinizi inkâr edecekler. Ve sana bunun (bu haberin) mislini (benzerini) verecek (kimse, şey) bulunmaz (Allah’tan başkası haber veremez).


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Fatır Suresi (9. Sohbet) 12-14. Ayetler

Evet, Fatır suresinin 12. Ayetinden itibaren devam ediyoruz.

Geçen hafta biraz girmiştik biraz daha teferruatlı gireceğiz ama çokta teferruatlı olmamasına gayret göstereceğiz.

  1. ayet;

“İki deniz bir olmaz. Şu çok tatlı, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur acıdır. Onların her birinden taze et yer takınacağınız süs eşyası çıkarırsınız. Gemilerinde suyu yara yara gittiklerini görürsün. Bunlar Allah’ın nimetlerinden rızıklarınızı aramanız ve şükretmeniz içindir.”

13 de okuyacağım bugün onunda mealini okuyalım hemen

“O geceyi gündüze gündüzü geceye katar. Güneşi ve ayıda emrine boyun eğdirmiştir. Onların hepsi belli bir vakte kadar akıp gider. Rabbiniz olan Allah işte budur. Mülk ve hâkimiyet tamamıyla ona aittir. Sizin ondan başka yakardıklarınız, çağırdıklarınız ise bir çekirdeğin zarına bile bir kıtmire bile sahip değillerdir.”

Burada Fatır 3. Ayete dikkat etmenizi istiyorum. Bu ayet üzerinde çok durmuştuk hatırlarsınız.

35.3 يَا اَيُّهَا النَّاسُ اذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللّٰهِ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنّٰى تُؤْفَكُونَ

Yâ eyyuhen nâsuzkurû niğmetallâhi aleykum, hel min hâligın ğayrullâhi yerzugukum mines semâi vel ard, lâ ilâhe illâ huve feennâ tué’fekûn.
“Ey insanlar. Hatırlayın ( neyi hatırlayın) Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Allah’tan başka onun gayrısından başka bir yaratan mı var? Size gökten ve yerden rızık verecek. Ondan başka ilah yoktur. O halde nasıl döndürülüyorsunuz.”

Bu 12,13 birde 14.ayetler var. işte bu ayetin sanki teferruatı açıklaması, izahı gibi.

Çünkü dikkatinizi çekerse bu 3. Ayette ne diyor. Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın diyor. Ondan sonra ilk bahsettiği nimet neydi?

 Yaratılma nimeti  “min hâligın ğayrullâhi” Allah tan başka yaratan var mı?

Okumaya devam et

FATIR (8.Sohbet) 10-11-12.Ayetler#

SOHBETİ DİNLE :


 SOHBETİ MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/5ardXxnLoqS9J


 

مَن كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ وَالَّذِينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّئَاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَكْرُ أُوْلَئِكَ هُوَ يَبُورُ

Men kâne yurîdul izzete fe lillâhil izzetu cemîâ(cemîan), ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu, vellezîne yemkurûnes seyyiâti lehum azâbun şedîdun, ve mekru ulâike huve yebûr(yebûru).

1. men : kim, kimse
2. kâne : oldu
3. yurîdu : istiyor
4. el izzete : izzet
5. fe : artık
6. li allâhi : Allah’a ait
7. el izzetu : izzet
8. cemîan : hepsi, bütün, tamamen
9. ileyhi : sizi
10 yes’adu : yükselir, erişir
11 el kelimu : söz, kelime
12 et tayyibu : temiz, güzel
13 ve el amelu es sâlihu : ve salih amel  yaptı
14 yerfeu-hu : onu yükseltir
15 ve ellezîne : ve onlar
16 yemkurûne : hile yaparlar, tuzak kurarlar
17 es seyyiâti : kötülükler, günahlar
18 lehum : onlara, onlar için vardır
19 azâbun : azap
21 şedîdun : şiddetli
21 ve mekru : ve hile, düzen
22 ulâike : işte onlar
23 huve : o
yebûru : helâk olur, boşa gider

Kim izzet istediyse, işte izzet tamamen Allah’a aittir. Güzel kelimeler (sözler), O’na erişir. Onu da, salih amel yükseltir. Kötülüklerle tuzak kuranlar; onlar için şiddetli azap vardır. Ve onların tuzakları boşa gider.


FATIR 11:

وَاللَّهُ خَلَقَكُم مِّن تُرَابٍ ثُمَّ مِن نُّطْفَةٍ ثُمَّ جَعَلَكُمْ أَزْوَاجًا وَمَا تَحْمِلُ مِنْ أُنثَى وَلَا تَضَعُ إِلَّا بِعِلْمِهِ وَمَا يُعَمَّرُ مِن مُّعَمَّرٍ وَلَا يُنقَصُ مِنْ عُمُرِهِ إِلَّا فِي كِتَابٍ إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ

Vallâhu halakakum min turâbin summe min nutfetin summe cealekum ezvâcâ(ezvâcen), ve mâ tahmilu min unsâ ve lâ tedau illâ bi ilmihî, ve mâ yuammeru min muammerin ve lâ yunkasu min umurihî illâ fî kitâbin, inne zâlike alâllâhi yesîr(yesîrun).

vallâhu (ve allâhu) : ve Allah
halaka-kum : sizi yarattı
min turâbin : topraktan
summe : sonra
min nutfetin : bir nutfeden
summe : sonra
ceale-kum : sizi kıldı
ezvâcen : eşler, zevceler
ve mâ tahmilu : ve yüklenmez, gebe kalmaz
min unsâ : kadın(dan)
ve lâ tedau : ve doğum yapmaz
illâ : ancak, den başka, olmaksızın
bi : ile
ilmi-hi : onun ilmi
ve mâ yuammeru : ve ömür verilmez, ömrü uzatılmaz
min muammerin : ömür verilen bir kimseden
ve lâ yunkasu : ve eksiltilmez, kısaltılmaz
min umuri-hi : onun ömründen
illâ : ancak, den başka, dışında
: içinde, de
kitâbin : kitap
inne : muhakkak
zâlike : işte bu
alâllâhi (alâ allâhi) : Allah’a, Allah için
yesîrun : kolay

 Ve Allah sizi topraktan yarattı. Sonra bir nutfeden. Sonra (da) sizi çiftler kıldı. O’nun ilmi olmaksızın bir kadın yüklenemez (hamile kalamaz) ve doğum yapamaz. Ömür verilen bir kimsenin ömrü kitapta olanın dışında uzatılmaz veya onun ömründen eksiltilmez. Muhakkak ki bu, Allah için çok kolaydır.


FATIR 12:

وَمَا يَسْتَوِي الْبَحْرَانِ هَذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ سَائِغٌ شَرَابُهُ وَهَذَا مِلْحٌ أُجَاجٌ وَمِن كُلٍّ تَأْكُلُونَ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُونَ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ فِيهِ مَوَاخِرَ لِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Ve mâ yestevîl bahrâni hâzâ azbun furâtun sâigun şerâbuhu ve hâzâ milhun ucâcun, ve min kullin te’kulûne lahmen tariyyen ve testahricûne hilyeten telbesûnehâ, ve terâl fulke fîhi mevâhira li tebtegû min fadlihî ve leallekum teşkurûn(teşkurûne).

ve mâ yestevî : ve musavi olmaz, eşit olmaz
el bahrâni : iki deniz
hâzâ : bu
azbun : lezzetli, tatlı
furâtun : tatlı, susuzluğu gideren
sâigun : boğazdan kolay geçen, içimi kolay
şerâbu-hu : onun içimi
ve hâzâ : ve bu
milhun : tuzlu
ucâcun : acı
ve min kullin : ve hepsinden
te’kulûne : yersiniz
lahmen : et
tariyyen : taze
ve testahricûne : ve çıkarırsınız
hilyeten : süs eşyaları
telbesûne-hâ : onu takarsınız
ve terâ : ve görürsün
el fulke : gemi(ler)
 fihi : onun içinde, orada
mevâhire : yarıp giden
li tebtegû : aramanız, talep etmeniz için
min fadli-hi : onun fazlından
ve lealle-kum : ve umulur ki siz
teşkurûne : şükredersiniz

 Ve iki deniz müsavi (eşit) olamaz. Bu lezzetli, tatlıdır. Susuzluğu gideren, içimi kolay olandır. Ve bu (diğeri) tuzludur, acıdır. Hepsinden taze et yersiniz. Ve giyeceğiniz (takacağınız) süs eşyası (inci, mercan) çıkarırsınız. Ve onun fazlından istemeniz için onda (suyu) yarıp giden gemiler görürsünüz. Umulur ki böylece şükredersiniz.


SOHBETİN YAZILI METNİ

Fatır Suresi (8. Sohbet) 10-12. Ayetler

Evet arkadaşlar

Fatır suresinin 10. Ayetinden itibaren devam ediyoruz.

Geçen hafta yarım kalmıştı devam edeceğiz inşallah.

Ne diyordu? Kim izzet isterse, izzetin tamamı Allah’ındır. Hoş sözler ona ulaşır onu da salih ameller yükseltir. Kötü mekirler (mekr, hile, tuzak) kuranlar için onlara çok şiddetli azaplar vardır. Onların kurdukları tuzaklar kendilerini mahveder. Burada hatta başından alalım, yarısına kadar geldik ama konu bütünlüğü için baştan alalım.

Men kâne, men orda şarttı.

Men kâne yurîdul bakın burada men yuridu demiyor.  Yani kim isterse, talep ederse değil. Kim izzet istiyor idi ise ya da kim izzet isteme durumunda olursa yani geçmişi ve anı kapsayan bir ifade.

Ne isterse?

İzzet isterse. şimdi izzeti kendi aramızda konuştuk. Bazı kitaplarda güç kuvvet gibi ifadeler olmuştu ama izzet Allahu Teâlâ’nın el-aziz esması vardı. Geçen hafta söylediğimiz gibi bu aziz esması, kullarından istediğine veriyor. Onları izzet sahibi kılıyor. Hani “ey aziz İstanbul” deniyor ya, ya da “su gibi aziz ol” deniyor. Ya da Hristiyanlarda sent Saint yazılıyor, Saint Joseph gibi ifadeler var. Aziz manasına geliyor çevriminde, yani ona yakın bir ifade. İzzet sahibi manasına geliyor. Mesela bir evliyaullah tada en fazla tecelli eden Esmalardan biriside el-aziz esması. Bir manası da mağlup edilemeyen yani izzeti öyle yüksek ki, mağlup edilemeyen galebe çalınamayan manalarına da geliyor. Aynı zamanda da dünya kullanımıyla şerefli, seçkin, elit manalarına gelebiliyor. Yanlış kullanım olarak söylüyorum. İnsanların talepleri doğrultusunda.

Yani diyor ki sen izzet mi istiyorsun?

Yani öyle misin? Öyle miydin?

Hali hazırda onumu istiyorsun kendinde?

Bu kimse kendinde izzet görmesin. o öyle bütünüyle bir kere Allah’a aittir. Okumaya devam et

FATIR (7.Sohbet) 8,9,10.Ayetler#

DİNLE:


SOHBETİ İNDİRMEK VEYA MP3 OLARAK DİNLEMEK İÇİN  ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/DL6_6n8QoTUF6


 

 FATIR 8:

أَفَمَن زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهِ فَرَآهُ حَسَنًا فَإِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء فَلَا تَذْهَبْ نَفْسُكَ عَلَيْهِمْ حَسَرَاتٍ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا يَصْنَعُونَ

E fe men zuyyine lehu sûu amelihî fe raâhu hasenâ(hasenen), fe innallâhe yudıllu men yeşâu ve yehdî men yeşâu, fe lâ tezheb nefsuke aleyhim haserâtin, innallâhe alîmun bimâ yesneûn(yesneûne).

e : mı
fe : artık, işte, böylece, fakat
men : kim, kimse, kişi
zuyyine : süslendi, güzel gösterildi
lehu : ona
sûu : kötü
ameli-hi : onun ameli
fe : artık, böylece, fakat
reâ-hu : onu gördü
hasenen : güzel
fe : artık, işte, böylece, fakat
innallâhe (inne allâhe) : muhakkak ki Allah
yudıllu : dalâlette bırakır
men yeşâu : dilediği kimse, kişi
ve yehdî : ve hidayete erdirir
men yeşâu : dilediği kişi, dilediği kimse
fe : artık, işte, böylece, fakat
lâ tezheb : gitmesin, olmasın
nefsu-ke : senin nefsin
aleyhim : onlara, onlar için
haserâtin : hasretler, hüzünler
  innallâhe (inne allâhe) : muhakkak ki Allah
  alîmun : en iyi bilen
  bimâ : şeyleri
  yesneûne : yapıyorlar

Fakat kötü ameli, kendisine süslenen (güzel gösterilen), böylece onu güzel gören kişi mi? İşte muhakkak ki Allah, dilediği kişiyi dalâlette bırakır ve dilediği kişiyi hidayete erdirir. Artık onlar için nefsin, hasret duymasın (hüzünlenmesin). Muhakkak ki Allah, onların yaptıklarını en iyi bilendir.


FATIR 9:

وَاللَّهُ الَّذِي أَرْسَلَ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَسُقْنَاهُ إِلَى بَلَدٍ مَّيِّتٍ فَأَحْيَيْنَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا كَذَلِكَ النُّشُورُ

Vallâhullezî, erseler rîyâha fe tusîru sehâben fe suknâhu ilâ beledin meyyitin fe ahyeynâ bihil arda ba’de mevtihâ, kezâliken nuşûr(nuşûru).

1. vallâhu (ve allâhu) : ve Allah
2. ellezî : onlar
3. ersele : gönderdi
4. er rîâha : rüzgâr(lar)
5. fe : artık, böylece
6. tusîru : hareket ettirir
7. sehâben : bulutlar
8. fe : artık, böylece
9. suknâ-hu : onu sevkederiz
10 ilâ beledin : beldeye
11. meyyitin : ölü
12 fe : artık, böylelikle
13 ahyeynâ : diriltiriz
14 bi-hi : onunla
15 el arda : yeryüzü
16 ba’de : sonra
17 mevti-hâ : onun ölümü
18 kezâlike : işte böyle
19 en nuşûru : nüşur, yeniden dirilip yayılma

Ve o Allah ki, rüzgârı gönderir, böylece bulutları hareket ettirir. Sonra da onu ölü beldeye sevkederiz. Böylelikle arzı, ölümünden sonra onunla (yağmurla) diriltiriz. Nuşur (yeniden dirilip yayılma), işte bunun gibidir.


FATIR 10:

مَن كَانَ يُرِيدُ الْعِزَّةَ فَلِلَّهِ الْعِزَّةُ جَمِيعًا إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ وَالَّذِينَ يَمْكُرُونَ السَّيِّئَاتِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَكْرُ أُوْلَئِكَ هُوَ يَبُورُ

Men kâne yurîdul izzete fe lillâhil izzetu cemîâ(cemîan), ileyhi yes’adul kelimut tayyibu vel amelus sâlihu yerfeuhu, vellezîne yemkurûnes seyyiâti lehum azâbun şedîdun, ve mekru ulâike huve yebûr(yebûru).

1. men : kim, kimse
2. kâne : oldu
3. yurîdu : istiyor
4. el izzete : izzet
5. fe : artık
6. li allâhi : Allah’a ait
7. el izzetu : izzet
8. cemîan : hepsi, bütün, tamamen
9. ileyhi : sizi
10 yes’adu : yükselir, erişir
11. el kelimu : söz, kelime
12 et tayyibu : temiz, güzel
13 ve el amelu es sâlihu : ve salih amel  yaptı
14 yerfeu-hu : onu yükseltir
15 ve ellezîne : ve onlar
16 yemkurûne : hile yaparlar, tuzak kurarlar
17 es seyyiâti : kötülükler, günahlar
18 lehum : onlara, onlar için vardır
19 azâbun : azap
20 şedîdun : şiddetli
21 ve mekru : ve hile, düzen
22 ulâike : işte onlar
23 huve : o
yebûru : helâk olur, boşa gider

Kim izzet istediyse, işte izzet tamamen Allah’a aittir. Güzel kelimeler (sözler), O’na erişir. Onu da, salih amel yükseltir. Kötülüklerle tuzak kuranlar; onlar için şiddetli azap vardır. Ve onların tuzakları boşa gider.


SOHBETİN YAZILI METNİ

 

Fatır Suresi (7. Sohbet) 8-10. Ayetler

Evet, Fatır suresinin 8. Ayetinden devam edeceğiz inşallah.

8 ile 7 ayetin çok alakası var o yüzden geçişler yapabiliriz sohbetimiz sırasında.

Evet, 8. Ayete şöyle bir bakalım:

Bismillâhirrahmânirrahîm

Efemen zuyyine lehû sûu amelihî feraâhu hasenâ, feinnallâhe yudıllu mey yeşâu ve yehdî mey yeşâé’, felâ tezheb nefsuke aleyhim haserât, innallâhe alîmum bimâ yasneûn.

(اَفَمَنْ زُيِّنَ لَهُ سُوءُ عَمَلِهٖ فَرَاٰهُ حَسَنًا فَاِنَّ اللّٰهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدٖى مَنْ يَشَاءُ فَلَا تَذْهَبْ نَفْسُكَ عَلَيْهِمْ حَسَرَاتٍ اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ بِمَا يَصْنَعُونَ)

“Kötü ameli kendisine süslü gösterilip de onu güzel gören kimse mi? Şüphesiz Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseye de hidayet verir. O halde nefsini onlar için hasretle tüketme gerçekten Allah onların ne yaptıklarını çok iyi bilendir.”

Tabi meali böyle okuyoruz fakat teferruatına inince bazı kelimelerde elbette ki değişiklik olacaktır.

Şimdi öncekilerde şeytanı düşman tutun, hayat dünya hayatı ve aldatıcılar sizi aldatmasın, Allah ile aldatmasın. Gerçekten şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman tutun çünkü o kendi taraftarlarının yani hizbinin cehennem ashabından olmaları için çağırır. Okumaya devam et

FATIR (5.Sohbet) 5.AYET#


SOHBET KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/ocDSraGwnfajN


FATIR 5.AYET

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ

Yâ eyyuhân nâsu inne va’dallâhi hakkun fe lâ tegurrannekumul hayâtud dunyâ, ve lâ yegurrannekum billâhil garûr(garûru).

1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. inne : muhakkak
4. va’dallâhi (va’de allâhi) : Allah’ın vaadi
5. hakkun : hak
6. fe : artık, öyleyse
7. lâ tegurrenne-kum : sakın sizi aldatmasın
8. el hayâtu ed dunyâ : dünya hayatı
9. ve lâ yegurrenne-kum : ve sakın sizi aldatmasın
10. billâhil (bi allâhi) : Allah ile
11. el garûru : aldatıcılar

“Ey insanlar! Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi sakın aldatmasın. Aldatıcılar da sizi Allah ile  aldatmasınlar.”


 SOHBETİN YAZIYA DÖKÜLMÜŞ METNİ:

 

Evet arkadaşlar geçen hafta 4. ayette ne demiştik:

“Eğer seni yalanlıyorlarsa gerçekten senden önceki peygamberleri de yalanladılar. Bütün işler Allah’a döndürülür.”

Burada Peygamber Efendimiz(SAV)’e bir teskin vardı. Yni sadece sana değil bu yıllardır insanlık tarihi boyunca olan biten bir şey demişti.

5. ayette de “ya eyyühen nas” – Ey insanlar. Burada dikkat ederseniz “Ey iman edenler” değil de “Ey insanlar” diyerek bütün insalığa bir hitap vardı. zaten “ya eyyühen nas” dendiği zaman biraz geniş düşünmek gerekiyor. Bütün zamanları da içine alacak şekilde bir hitap olduğunun göstergesi. Yani sadece günümüzdeki müminlere hitap eden değil bütün insanlığa hitap eden bir şey.

“inne vağdallahu haggun” – Şüphesiz Allah’ın vaadi haktır. Allah’ın vaadi denilince genellikle kıyametle ilgili, yeniden dirilme ile ilgili, dünyanın sonu, kainatın sonu ile ilgili şeylere bir vurgu oluyor. Allah’ın vaadi var. Allah bir şey vaadetmiş. Bize de vaadetmiş aynı zamanda. En büyük vaat, o büyük proje “ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim mahlukatı yarattım” projesinin bir evresi olan aşama... Elest meclisi, galu bela denilen yerde bir eleme yapılıyor. Elemeye tabi tutuluyor, bir imtihan. Bunun sonucunda da bir süreç yaşanmaya başlanıyor. Bu sürecin bir aşaması başka bir açıdan değerlendirirsek Allahu Teala Hz. Adem’i yaratıyor, ona ruhundan üflüyor aynı zamanda esmalarını yüklüyor. Biz bütün esmaları öğrettik derken de orada bir yükleme var. Orada bir ifadesi var Allah’ın: “ene câilun fîl ardı halîfeten” diyor. Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim. Bakın orada arz kelimesi geçiyor. Yeryüzü. Halife ama arzda. Ben yeryüzünde bir halife var edenim diyor. bunu meleklere diyor. Yani burayı kastediyor taa orada. Allahu Tealanın esmalarının yaygın olarak bir mahlukatta tecelli etmesi halifelik oluyor. Allah, Allahlığını kimse ile paylaşmaz. Esmalar Allah değildir. Allahın güç ve kuvvetinin tezahürüdür. Bunun tecellisini, tezahürünü mahlukata veriyor. İşte mahlukatı içerisinde en fazla esma tecellisine sahip olan(potansyiel olarak) insandır. Kudret aleminde bunu biraz anlayabiliyoruz. Meleklerin biraz itirazvari dedikleri şu:”Ya rabbi yeryüzünde mi?”. Yeryüzü çöplük onlara göre. Kutsi alem. Melekut alem. Yani burada var eden ama arzda nasıl olut böyle? Ama işte arzda o esma tecellilerinin küllisinin yüklendiği insandan da bir beklenti var.

Yeryüzünde insan ne yapacak?

Allahu Teala ben bunun hesabını soracam sizden diyor tabiri caizse. Malikiyevmiddin kısmı işte burası. İşte bunu vaadediyor Allah. Böyle bir gerçek var ve bunun da oluşacağı bir gün var. Bunun hesabı görülecek. Bir şekilde imtihan için bu dünyaya gönderiliyoruz. İşte Allahu Teala burada ikazını yapıyor.

vela tegurannekum – Sakın ha sizi gurura sürüklemesin, aldatmaya sürüklemesin, kandırmasın. Ne kandırmasın?

el hayateddünya- Dünya hayatı.

Dünya hayatı sizi aman ha kandırmasın.

vela yegurannekum billahil el garur – Bu sefer de “el-garur” denilen şey de sizi Allah’la aldatmasın.

“Garre” arapçada kullanılan bir fiil. Türkçeye de gurur olarak geçmiş. Aralarında çok fazla benzerlik yok. Gurur Türkçede kibire yakın bir manada kullanılıyor. Gururun içinde kibirlenme ve inat da var. “Gururlu bir adam, inadından vazgeçmiyor” gibi ifadeler var. Arapçada bunun karşılığı farklı. Garre kelimesinin farklı anlamları var. Birkaçından bahsedeyim.

Bir şeyin izi, alameti. Mesela atın ön kısmında beyaz bir iz olurmuş, o onun ayırt edici özelliği imiş. Alameti farika gibi.

Kılıcın keskin yeri, ağzı. Kılıcın en önemli kısmı keskin kısmıdır.

Garrun sevb – Elbisedeki katlama izi. Elbiseyi sen nereden katlarsın. Sürekli iz yaptığı yerden katlarsın değil mi? Orada bir iz yapmıştır. Oradan katlarsın. Peki orası onun nesidir? Zayıf yeridir. Yani kırılan yeri. mukavva gibi düşünün. Mukavvayı katlamak için orada bir iz yaptıysanız, rahat katlarsınız. Siz oradan faydalanarak orayı rahat katlıyorsunuz. Şöyle bir ifade var: “Filan kişinin girresini buldum  da ondan dilediğimi, istediğimi aldım”. Yani zayıf noktası, zaafı anlamına geliyor. İşte bundan hareketle aldatma deniyor. Alsanma, kanma, aldatılma gibi ifadeler kullanılmış. 

Araf Suresi’nde Hz.Adem kıssası ile ilgili olarak 22. ayette şöyle bir ifade geçiyor:

فَدَلّٰیهُمَا بِغُرُورٍ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْاٰتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِ وَنَادٰیهُمَا رَبُّهُمَا اَلَمْ اَنْهَكُمَا عَنْ تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَاَقُلْ لَكُمَا اِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُبٖينٌ

“Fedellâhumâ biğurûrin” (فَدَلّٰیهُمَا بِغُرُورٍ) – Böylece şeytan her ikisini de kandırarak tevessül ettirdi.

“felemmâ zâgaş şecerate” (فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ) – O zaman ağacın meyvesinden tattılar. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi.

Burada “biğururin” ifadesi var yani gururla. Yani gurur ile onları kandırdı, ayaklarını kandırdı. Gurur sebebi ile.

Hz.Adem ve Hz.Havva’nın zaafları var. O zaaflarına yaklaşıyor. Burada şeytan ikisini de kandırdı diyor ama siz duracaksınız orada. Niye kansın ki? Hz. Admeden bahsediyoruz. ruhunun üfürüldüğü, bütün meleklerin secde ettiği ve allahın bütün esmalarının yüklendiğinde bahsediyoruz. Bir şekilde yukarıda hata yapıyor cennete indiriliyor. Cennette de hata yapıyor. HAataya zorlayan ne? Yukarıda iken kendi kendine hata yapıyor. Fakat aşağıda cennette şeytan hataya zorluyor onu. Delalet ediyor. Onun ayağını kaydırmasına vesile oluyor ama Allahu Teala burada mekanizmayı söylüyor. Kandırdı, onun ayağını kaldfırdı, aldattı. Ama nasıl aldattı? Zaafı ile aldattı. Bu zaafı ne?

Araf Suresi 11-17. Ayetler:

Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” dedik. İblis’ten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı.

Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi.

Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın” dedi.

Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.”

Allah da, “Sen süre verilenlerdensin” dedi.

Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.”

“Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.”

Araf Suresi 20. Ayete gelirsek:

“Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.”

İşte şeytan şuradan kandırıyor onları: “Melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye”

İşte şeytanın Adem ve Havva’yı, insanlığı yakaladığı yer burası. Neymiş? İki melek olmayasınız diye, ebedi olanlardan olmayasınız diye. Demek ki insanlığın zaafı bu. Birisi ebedilik, başka bir ayette de “ebedi mülk” olarak geçiyor. Orada da mülk var. Diğeri de melek olma arayışı. Melek orada güç ve kuvveti, ebediliği, uzun ve bitmeyen bir ömrü temsil ediyor.

Koskoca Hz. Adem’in ve Hz. Havva’nın şeytanın tuzağına düşmesinin sebebi, yani zayıf noktası: Tükenmez mülk ve ebedi hayat. Bunlar onların gururları, zaafları. Bunlar hepimizin zaafları. Bütün sistemin içerisinde şeytanın bize vesvese vererek aldatmasının sebebi bizde olan iki hata: Tükenmez mülk, ebedi hayat.

Ebedi hayat ne demek? Baki olmak sevdası. Halbuki baki olan sadece Allah. Nefsin en çok korktuğu şey, yok olmaktır. Neden bu dünyada ölümden korkuyor?  Yok olacağını zannediyor. Halbuki öbür tarafta sistem devam ediyor. Fakat yukarı doğru gittiğimizde de nihayetinde muhteşem bir final olmasına rağmen ama yine de bütün mahlukat, bütün insanlık, bütün evren ve kainat, yaratılmış ne varsa tabi ki yok olacak. Biz Allah mıyız? Haşa. Mahlukat Allah mı? Hayır. E Allah baki ise bitecek bu sistem. Ama işte nefis bunu kabullenmek istemiyor. O yüzden faaliyetleri ile, amelleri ile yok olmamaya çalışıyor. İşte şeytan da bunu bildiği için, sistemi bildiği için onunla aldatıyor. Diyor ki “Bak şu ağacı niye yasak etti biliyor musun? – Neden? Çünkü bundan yerseniz siz ebedi olacaksınız. Ebedi olmayasınız diye size bu ağacı yasak etti.”

İkincisi ne peki? “İki melek olmayasınız diye”. Meleklere özeniyor. Melekliğe özeniyor daha doğrusu. Hz. Adem’e secde edilmedi mi? Nerede geçti bu olay? Kudret aleminde. Melekut, yüksek alemde. Orada ruh üfürüldükten sonra adem şahit olmadı mı? O mekana şahit olmadı mı? O muhteşem mekanı latif alemi görmedi mi? Peki şimdi nerede? Cennette. Üst aleme göre bir alt alemde. Yani bize göre muhteşem yerler. O indirildiği alana göre sürgün yeri. Oraya tekrar çıkmak istiyor. Peki neden iki melek olmak istiyorlar? Melek olmak istemiyorlar aslında, insanlıktan. Şimdi şahit oldular, melekler onlara secde etti. Üst olan bir şeye secde edilir değil mi? İnsanlığın, Allah’ın yaratması bakımından içine koydukları ile daha şerefli olduğunu biliyorlar. Neden meleklere özensinler? Burada meleklik şu: Orası öyle bir latif alem ki melekut alemi, orada çok büyük farklılıklar yok. Orada o kadar latif, o kadar ışınsal, o kadar nurani ki her şey; melek, insan, iblis çok farklı değil. Bakın iblis orada. Yani oraya tekrar çıkmak istiyorlar, melekut alemine tekrar çıkmak istiyorlar. Ama oraya çıkmak istemelerinin bir sebebi de melek kelimesinde hem meliklik var hem de mülk var. Yani güç, kudret ve mülkiyet talebi var ya; biraz da o isteniyor. Şimdi aşağıda cennette o kadar yok. Yukarıda o hissediliyor. İnsanlığa geleyim, bize geleyim. Demek ki o erk denen, mülkiyet denilen şey ve sonsuz olma, ebedi olma insanın en büyük iki zaafı. Mülk ve ebedilik. Bunlar Allah’ın özellikleri arkadaşlar. Malikül mülk. El melikü el kuddüs diyor. En yukarıda meliklik var. Maliki yevmiddin diyor. Meliklik Allah’a özgü. Bütün her şey fani, Allah’ın zatı baki. Demek ki insanın zaaflarını bildiği için şeytan ne yapıyor, onlara o şekilde yaklaşıyor.

Şimdi ayete gelelim:

Ayetin ilk kısmında aldatmasın, sakın aldanmayın var. Siz o zaaflarınızdan dolayı aldanmayın. Aldatacak olan ne ilk ayette? Dünya hayatı. Bakın daha şeytan değil. Allahu Teala ilk kademeyi söylüyor daha. Sende bulunan zaaflardan ötürü seni aldatacak olan birinci aşama ne? Dünya hayatı.  Daha şeytan falan yok. Dünya hayatının kendisi Allah’ın ona yükledikleri ile beraber, süsledikleri ile beraber zaten ne? Seni aldatmaya yatkın bir sistem.

İmamı Gazali’ nin “Kıyamet ve Ahiret” kitabında şöyle bir sahne okumuştum. Oraya muhteşem güzellikte bir kadın getirilir. Devasa. Herkes bakar: “Aman Ya Rabi bu güzellik de ne?” Sonra birdenbire çok çirkin bir kocakarıya dönüşüyor. Bu ahiret sahnesi. İnsanlar bu sefer tiksinir diyor. Yani nasıl bu böyle idi? Bu ne diye sorarlar. İzah ederler: “Bu dünya idi”. Dünya da böyledir. Aslında koca karı olan ama güzel gözüken bir kadın.

İşte nefsinin talepleri seni ona yönlendiriyor, kanıyorsun. Allahu Teala diyor ki: Bu dünyaya fazla bağlanmayın, sizin yeriniz yukarısı. Buna rağmen imtihan vesilesi olarak dünya da süslendiriliyor. Züyyinet deniliyor. Yani ziynetlendi. Birinci aşama bu.

Sen bu dünya hayatının şeylerine kanmadın. Ayetlere, hadislere uydun, aklını kullandın. Dini yaşarken daha mütedeyyin, daha muttaki bir hayat seçtin. Her şey bitti değil mi? İşte imtihan bitmiyor. İkinci aşama başlıyor. İşte ayetin ikinci kısmı bunu açıklıyor.

vela yağurannekum billahi el garur – el garur olan şeyler, seni bu sefer aldatmasın diyor. Bu sefer Allah’la seni aldatmasın. Şimdi ikinci aşamayı söylüyor Rabbim. İnsanların çoğu birinci aşamada gidiyor zaten. ya eyyühennas diyor ya, insanlıkla başladı zaten. Birinci kısımda dünya hayatı cazip geldi tamam. Ona razılar gittiler. İkinci aşamaya geçenler, Allah’ın dediklerini yapanlar için bile bir tehlike var. Bir de Allah ile aldatılıyorlar. Allah ile aldatma nasıl olur?

Tekrar Araf Suresine gelelim:16. ayete bakarsak :

“Gâle febimâ ağveytenî leag’udenne lehum sırâtakel mustegîm.”

Şeytanın ifadesi bu.

“Beni azdırmandan dolayı muhakkak onlar için senin doğru yolunun üzerine oturacağım.”

Senin sıratı mustakiminin üzerine oturacağım diyor. Fatiha Suresindeki sıratı mustakim. Sıratı müstakimin üzerinde kimler bulunur? Fatihada biz yana yakıla “Aman ya Rabbi beni sıratı müstakim üzerine hidayet et” demiyor muyuz. Sıratı mustakim üzerine gelmek öyle kolay değil. Oraya geldin. Bak ne diyor Allah’a iblis:

“Ben muhakkak senin sıratı müstakiminin üzerine oturacağım” diyor. Sıratı müstakim üzerine oturacağım demiyor, senin sıratı müstakiminin üzerine oturacağım diyor. O yolda kimler var? Dünya hayatı aldatmayacak seni. Zaaflarına rağmen kanmayacaksın, mütedeyyin olacaksın, Allah’ın dinini yaşamaya çalışacaksın. En son noktada dahi  tehlikeler var. Şeytan var. Sırati müstakim üzerinde şeytan var.

Sırati müstakim üzerine geldin iş bitmedi. Tehlike nerede? 17. ayete bakalım:

“Sonra muhakkak onların önlerinden geleceğim, arkalarından geleceğim, sağlarından geleceğim, sollarından geleceğim.”

Sollarından yaklaşacağım diyor, yani haramlarla yaklaşacağım demek istiyor. Şunu yapsana, bunu etsene, kimse görmüyor zaten, ne güzel kadın, içki de haram mı olur, faiz de haram mı olur, şu parayı çalsana. Solundan yaklaştı. Soldan yaklaşmasını anlamak daha kolay.

Arkalarından yaklaşacağım demek ne demek? Geçmişi ile ilgili bıraktıklarından. Keşke diyen yanılır diyor ya Peygamberimiz. Bir de şunu Müslüman çok yapıyor: Adamın belirli bir hayatı vardı, sonra tövbe etti, farklı bir hayata gitti. Şimdi güya yeni hayatını övmek için anlatıyor: “Eskiden şöyle yaşardım böyle yaşardım ama şimdi tövbe ettim”. Şeytan yine başardı yapmak istediği şeyi. Eski hayatını sana cazip göstererek arkandan yanaşıyor. Yani tövbe etmiş gibi olmuyorsun, övünmek için anlatıyorsun. Eski hayatımda şöyle şöyle yapmıştım. Tövbe ettim. Artık camiden çıkmıyorum falan filan. Yani sürekli olarak sana tazelettirerek senin hoşuna gittirerek arkandan yanaşıyor. Arkadan yanaşmalardan biri bu. Keşkeler, kafaya takmalar, şöyle yapsaydım böyle yapsaydım demeler de arkadan yanaşmalara örnek.

Sağdan yaklaşma ne demek? Sağ denince daha pozitif şeyler anlaşılıyor. Bu sefer de pozitifliklerle aldatmak. Yani “Ulan ya ne güzel sadaka veriyorum ben görüyor musun”, “Aman be ne namaz kılıyorum ya, ama ne boyun kırarak namaz kılıyorum”, “Her yerde anlatmam bunu”, “Şöyle şöyle yaptım, oruç tuttum” bilmem ne. Allah için ihlaslı yapmadın mı? Allah bilsin, gerisine ne gerek var? “Teheccüde bir kalktım ki kimsede ışık yok”. Keşke teheccüde kalkmasaydın da sen bu sözü söylemeseydin. İşte bunun gibi şeyler de arkadaşlar sağ ile aldatmak. “Ulan İslamiyeti en güzel ben yaşıyorum kimse yaşayamıyor görüyor musun”. Ama bunlardan en tehlikelisi önden yaklaşmak.

Ne demek önden yaklaşmak? Kuran tefsirlerinde en çok bu yazıyor. önümüzde ne var? Hakikatte neyi önümüze alıyoruz? Nereye yöneliyoruz? Allah’a. Allah’la aldatmak işte bu. Önün senin geleceğindir fakat yöneldiğin yer kıbledir, yani Allah. Allah’a yönelirken insan farkında olmadan hatalar yapabilir: Yanlış Allah tasavvuru, yanlış Allah sıfatlandırmaları. “Allah’a iman ettim” demek inandım inanmadım demek değil. O çok basit. Ayette ne geçiyor: “Yerleri ve gökleri kim yarattı diye müşriklere kafirlere sorsanız Allah diyeceklerdir” diye geçiyor. Şimdi onlar cehennemin en altındalar. Allah’a inanıyorlar arkadaşlar. Bizim bildiğimiz şekilde onların imanı olsa cennetin en üstünde olmaları lazım. Değil. İman gerçek anlamda, doğru bir şekilde ona yönelmek. Kitaba doğru şekilde yöneleceksin, mekleklere, resullere doğru bir şekilde yöneleceksin. Allah’a inandım demek yeterli değil. Allah bunu kabul etmiyor. Bana doğru bir şekilde yöneleceksin diyor. Doğru bir şekilde yönelmezsen olmuyor. Subhane rabbike rabbil izzeti amma yesifun”. Amma yesifun. “Allah izzetlidir, azizdir” diyor. Neden “amma yesifun”? O şeyler ki yesifun’da sıfat var. “Sıfatlandırdıkları şeyden Allah izzetlidir” diyor. Yani kafanda sıfatlar tayin ediyorsun Allah’a. “Allah şöyledir, böyledir”. Ne kadar sıfat tayin edersen et Allah ondan yücedir. Bakın Hz. İsa’ya “Tanrı” denmesine Allahu Teala yer arz çatlayacak diyor. Sen koskoca Allah imajını alıp bir insana indiriyorsun. İnsana indirdiğin için insani sıfatlarla sıfatlandırıyorsun, sorun orada. İşte şeytanın Allah’la aldatması bu. Eğer sen Allah’a doğru bir şekilde yönelmezsen esmalarını unutursan. Bugün tasavvufi anlamda bir şeyler söyleyecem diye uçuk laflar ediliyor. Ben Allah’ım a kadar gidiyor bu. İnsan kendini Allahlaştırıyor. “Allah’ın sıfatları bende değil m?” diyor. Her şey Allah’ın esmalarından oluşmuş demiyor mu? Devamında da farkında olmadan Allahlaşmış oluyor. O yüzden “el garur” senin zaafın, senin içindeki Allahlaşma ilahlaşma temayülü seni Allah’la bile aldatabilir diyor. “Sen nefsinin hevasını ilah edineni gördün mü?” diyor ayeti kerimede. Nice aşamalardan geçtin, dünyadan vazgeçtin, sıratı müstakimi geçtin soldan arkadan sağdan da yırttın geriye Allah’a yöneliyorsun. Orada bile tehlike var. Her aşamasında Müslümanın, ileri boyutta Allah’a yönelenlerin bile her an dikkatli olması lazım. Çünkü bizim zaaflarımız var, gururumuz var, melekleşme yani mülke ve ebedi hayata meyil eden bir yanımız var. Bu yan bizi Allah’a yönelirken bile tehlikeye sokabilecek bir şey teşkil ediyor. Bu nedenle her aşamada bu konulara dikkat edilmesi lazım.

Haftaya bu konuya devam edeceğiz  inşallah.

Allahu Teala bizi yaratılışımızda Allah’a verdiğimiz sözün üzerinde sabit kılarak dünya hayatının geçici menfaatlerine ve süsüne kanmayarak, Allah’ın doğru yolunun üzerindeyken bile zaaflarımıza kanmayarak, Allah’a doğru bir şekilde yönelen ve güzel kulluk eden kullarından eylesin inşallah. Bunun da yolunu kolaylaştırsın inşallah.

Sadakallahulazim.

FATIR (4.Sohbet) 4-5.ayetler#


SOHBET KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/kovAzUCinCzoD


 

FATIR 4.AYET

وَإِن يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِّن قَبْلِكَ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ

Ve in yukezzibûke fe kad kuzzibet rusulun min kablike, ve ilâllâhi turceul umûr.

1. ve in : ve eğer
2. yukezzibû-ke : seni yalanlıyorlar
3. fe : artık, da
4. kad : olmuştu
5. kuzzibet : yalanlandı
6. rusulun : resûller
7. min kabli-ke : senden önce
8. ve ilâllâhi (ilâ allâhi) : ve Allah’a
9. turceu : döndürülür
10. el umûru : emirler, işler

 

 Ve eğer seni tekzip ediyorlarsa (yalanlıyorlarsa), senden önceki nice resûller (de) yalanlanmıştı. Emirler (bütün işler), Allah’a döndürülür.


FATIR 5.AYET

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ

Yâ eyyuhân nâsu inne va’dallâhi hakkun fe lâ tegurrannekumul hayâtud dunyâ, ve lâ yegurrannekum billâhil garûr(garûru).

1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. inne : muhakkak
4. va’dallâhi (va’de allâhi) : Allah’ın vaadi
5. hakkun : hak
6. fe : artık, öyleyse
7. lâ tegurrenne-kum : sakın sizi aldatmasın
8. el hayâtu ed dunyâ : dünya hayatı
9. ve lâ yegurrenne-kum : ve sakın sizi aldatmasın
10. billâhil (bi allâhi) : Allah ile
11. el garûru : aldatıcılar

Ey insanlar! Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi sakın aldatmasın. Aldatıcılar da sizi Allah ile  aldatmasınlar.


SOHBETİN YAZIYA DÖKÜLMÜŞ METNİ:

Geçen haftaki ayeti hatırlarsanız “Ey insanlar Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın” derken birçok nimetten bahsedilebilir. Her şey nimettir. Biz bunlara şükürden aciziz. Ama burada biraz üzeri örtülü bir şekilde asıl nimetin, en büyük nimetin ne olduğunu söylüyor. Ne ile anlıyoruz biz bunu? Hemen arkasında “hel min halikun gayrullah” –  Allah’ın gayrısından başka bir yaratan mı var derken asıl nimetten yani yaratılmış olma nimetinden bahsediyordu. Yani biz yoktuk. Allah yoktan yarattı diyoruz. Ya da yoktan yarattı diyoruz. Eğer yaratmasa idi, biz bu bilinçte olmayacaktık. Halıkımızı, yaratanımızı tanıma fırsatını bize verdi. İçinde muhabbet olan bir tanıma ve bilme ile oldu. Bu nimetlerin en büyüğü bence.

“Hel” diye soru var orada? Hel Arapçada soru edatı mi?, mı? Türkçesi. Türkçede sonda gelen mi?, mı? Arapçada başta geliyor. Niye orada soru soruyor? Sizin için Allah’tan başka yaratan yok da diyebilirdi. Ama soru soruyor orada. Kime soruyor? Bize soruyor. Bir üstünde insanlara soruyor?  Ne ile başlıyor? Ya “eyyühennas”. Demek ki bütün insanları ilgilendiren bir şey olmalı. Mesela bu İslam nimeti olsa ya “eyyühennas” demezdi. Ya “eyyühellezine amenu” derdi. Demek ki ya eyyühennas dediğine göre bütün insanlığı ilgilendiren bir nimet. İşte biz buradan yaratma nimetini anlıyoruz.

Hel diye neden soru soruyor? Bir düşünün. “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın”la ilgili, benzer ayetleri geçen hafta sıralamıştık. Bu yaratılma nimetini o kadar vurgulu bir şekilde  değinmiyordu diğer ayetler. Bu genel tarza aykırı aslında. Rabbim bir yerde bir şeyi açıklıyorsa -varsa- Kuran’ın diğer yerlerinde benzer ifadelere baktığınız takdirde onu bulabiliyorsunuz. Fakat bunu göremedim. Ama bakın bizden bulmamızı istiyor. Hel soru soruyor? Yani Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın diyor. Müphem, kapalı. En büyük nimet nedir diye düşünürken ipucu veriyor. “Hel min halıkı min gayrullah”. Allah’ın gayrısından başka bir yaratıcı mı var? Seninle orada soru sorduruyor sana. Yani irdele. Kendi kendine soru sor. Ezbere gitme. Düşün. Tefekkür et. Bakın bunu anlayan Peygamber Efendimiz(SAV) geceleyin ayakları şişinceye kadar namaz kılarken ne diyor Hz. Aişe annemize: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” diyor.

İkinci olarak “uzkuru nimetallah”. Orada nimet müfret gelmiş, tekil gelmiş. Çoğul olarak gelmemiş. Nimet çoğul olarak gelmemiş. Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın demiyor. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın diyor. Niye tekil gelmiş? Özellikle bir nimete dikkat çekiliyor. Yaratılışa. Birçok nimetler var. Ama burada müfret. Bunu nasıl yorumluyoruz? Allah’tan başka bir yaratan yok. Ama nimet tekil gelmiş. Hayat nimeti eşittir yaratılma.

Hel sorusu sorulmuş?Arkasından Allah’ın yaratmasından bahsediliyor? Nimet tek olarak gelmiş. Bunları birleştirdiğimizde diğer nimetlerle beraber ama daha önde olarak yaratılmanın en büyük nimet olduğu ifadesini görüyoruz.

Sonunda döndürülürsünüz ifadesi var. “feennâ tué’fekûn”. E nasıl mı döndürülüyorsunuz? Bu gerçekleri anladınız mı? Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetlerini yaratıcı olmasını ve sizden gökten ve yerden rızık verecek olduğunu ve ondan başka bunu yapabilecek bir ilah olmadığını anladın mı? Buna ki tevhid deniyor. Nasıl döndürülüyorsunuz?

Şimdi bakın nasıl dönersiniz değil, döndürülüyorsunuz. Meçhul, edilgen gelmiş fiil. Burada negatif sisteme dikkat çekiliyor. Yani bu kadar gerçeğe rağmen tırnak içerisinde aklınızı kullanmayarak şeytanın vesveselerine açık olarak nasıl döndürülüyorsunuz diye bir soru var. Nasıl böyle bir şey olabilir? Fe enne. Fe ile gelmiş. Nasıl olabilir böyle bir şey?

Şimdi dönmek Kuranı Kerimde 3 tane fiil ile ifade ediliyor. Benim denk geldiklerim şöyle.

Birincisi buradaki “ifk” kelimesi.

İkincisi “sarf” – kuyumcular kullanır. Sarf ediyor. Bozuyor, döktürüyor manasında. tusrefun olarak geçiyor bazı ayetlerde. 39/6 da var mesela. 10/32 de varmış.

Üçüncü olarak “tevelli” var. Velleye. Fe in tevellev diyor. “Fe in tevellev fe kul hasbiyallahü”(Tevbe 129). Yani sen anlatıyorsun anlatıyorsun karşındaki bütün buna rağmen dönüyor. Arkasını dönüyor ve gidiyor.

Bir de “arada an” var. Geri çevrilip dönmek var. Böyle birkaç tane dönmek var. Fakat neden burada Rabbim ifk kelimesini kullanmış. İfk, tufekun derken gerçeklerin farklı algılanmasıyla bir dönüş var. Hani iftira deniyor ya Hz. Aişe’nin olayında. O hadiseye ifk deniyor. Yani bir tane gerçek var. Ama içine yalan karıştırılarak hile karıştırılarak olduğundan farklı gösteriliyor. İnsanlar bu sayede gerçekten dönmüş oluyorlar. İşte buradaki dönme bu manada.

Dördüncü ayete geçelim:

وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ

Ve iy yukezzibûke fegad kuzzibet rusulum min gablik, ve ilallâhi turceul umûr.

Eğer seni yalanlıyorlarsa gerçekten senden önceki peygamberler de yalanlandı. Bütün işler Allah’a döndürülür.

Şimdi iki tane ayet gördüm. Bu ayet sanki 3 ile 4 arasında bir aracı gibi. Ankebut suresinde 17.ayet.

“Siz Allah’ı bırakarak anca putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Allah’ı bırakarak taptıklarınızın size hiçbir rızık vermeye güçleri yetmez. Öyle ise rızkı Allah katında arayın. Ona kulluk edin ve ona şükredin. Siz yalnız ona döndürüleceksiniz.”

Bakın başka bir sure başka bir ayet fakat ortak kelimeler ne kadar var. Bu ayette ifk geçiyor. Siz Allah’ı bırakarak ancak putlara tapıyorsunuz. Sanem geçiyor orada tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz derken “tahlikune ifkan”. Şimdi burada tahlikune derken ilginç bir ifade var. Yaratmak “halaka” kelimesi kullanılıyor. Yaratma kelimesi Allah’tan başkasına isnad edilemez. Doğru ama Allahu Teala kullanıyor burada. “Tahlikune” diyor “yaratıyorsunuz” Ama neyi “ifken”. Yani siz ancak “ifk”i yaratabilirsiniz. Allah’ın yaptığı gibi bir şey değil de oluşturma, meydana getirme, uydurma anlamında diyor . Bakın burada bir önceki ayette hani “Allah’ın gayrısından başka bir Halık mı var” derken burada da “Siz Allah’ın dışında putlara tapıyorsunuz(La ilahe illallah kısmı) ve uyduruyorsunuz. halk kelimesini kullanmış Rabbim. Ama ne? İfk. Yani bir yalan, iftira, gerçekten döndürülecek şeyler uyduruyorsunuz.

“innellezîne ta’budûne min dûnillâhi”Allah’ın berisinden sizin taptıklarınız-yöneldikleriniz- bir önceki ayette Allah’ın gayrısından. Yine ortak bir ifade. “lâ yemlikûne lekum rızkân” – Size rızık vermeye güçleri yetmez. Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka halık mi var diyordu diğer ayette. Yine ortak bir ifade. “Fağbudu veşkuruhu”. Ona ibadet edin kulluk edin. Veşkuruhu. Bakın şükredin. Şükür nimete yapılır. İşte son kelime. Ve ileyhi turceun – siz ona döndürüleceksiniz. Bakın bu dördüncü ayette son kısmında “ve ilallâhi turceul umûr”. Bütün işler Allah’a döndürülür. Peki  burada neden bütün işler Allah’a döndürülür demiş de Ankebut 17’de “ve ileyhi turceun” demiş? Bana döndürüleceksiniz diyor. Diğerinde bütün işler Allah’a döndürülür diyor.

Bütün işler Allah döndürülür, öbür tarafta sizler Allah’a döndürüleceksiniz diyor. Burada “umur” var – işler. İşlerin döndürülmesinde , melekleri ikişer,üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan.

Resuller derken şunu açıklamıştık. Allahu Teala bizatihi kendisi de her şeye şahittir, hakimdir, amildir fakat kurduğu sistem gereği meleklerini de elçiler olarak kullanır. Hatta Kadir suresinde küllü şey – bütün işler için indikçe inerler ifadesi var. Kimler? Melekler ve ruh. İşte “bu bütün işler” derken burada “Umur” emrin çoğulu. Emir iş demek. Umur da onun çoğulu. İşte meleklerin de olduğu bir sistemle beraber, bütün işler Allah’a döndürülür. Yani burada Rabbim sisteme ve  özellikle meleklere de işaret ediyor.

Önceki ayette “tufekun” geçmişti. Döndürülüyorsunuz anlamında. Biz Kuranda biliyoruz ki yalan ve iftira anlamına da geliyor bu kelime. İşte başka bir yalan ifade eden kelime ile devam ediyor. Rabbim kelimelerin inceliklerini işleye işleye anlatıyor.

Ve in – in şayet demek. Şart edatıdır.

Yükezzibuke   – eğer seni yalanlıyorlarsa

Fe – ki, öyle, öyle oldu ki manasında

gad kezzebet – mazi fiilden önce gad kelimesi gelince Türkçedeki mış mişli geçmiş zaman gibi oluyor. Yani küzzibet. Yalanlamışlardı.İşte bu “fe” de hatırla ki, gerçekten öyle olmuştu manasına geliyor. Küzzibet de meçhul bir ifade. Edilgen bir ifade. Kezzebe değil de küzzibe. Yalanlandı.

Kim yalanlandı?

Rusulün – Peygamberler ya da resuller.

Neden merfu geldi? Meçhul bir cümle olduğu için naibi fail dediğimiz kural geçerli. Peki neden nekra geldi? Errusulu değil de rusulun geldi? Nekre belirsizlik ifade eder. Yani belirli resuller değil de herhangi bir rusul. Hepsi nice o kadar çok ki yalanlanan. Yani o birtakım rusullerin hepsi de, aklınıza gelenlerin hepsi de yalanlandı. Bu adet gibi oldu. Ne?

Min gablike – sen yalanlandın tamam. Üzücü bir olay ama zaten bu işler böyle gidiyor.

Yasin suresinin 30. ayetinde var: “Kendilerine bir peygamber gelmiş olmasın ki onunla alay etmiş olmasınlar.”

Rusulün illa kanu bihin yestehziun – Bırakın yalanlamayı arkadaşlar üstelik onlarla bir de alay edilmiş. Bunun sürekli bir insanların adeti olduğunu söylüyor. Burada Peygamber Efendimize(SAV) bir teskin var. Olayın gerçekliğine, ciddiyetine baksanıza. Allah’ın resulü Peygamber Efendimiz’in(SAV) idrak düzeyinin bizden ne kadar farklı olduğunu düşünün. Gerek  mevcut kapasitesi(seviyesi) ile bir de Allah’ın ona özel olarak yükledikleri ile. Bir de Kuran’ın özel birebir muhatabı. Şimdi biz bu ayetleri biz bile anlayınca ne kadar tesirinde kalıyoruz. Bir de Allah’ın Resulü bu gerçekleri anlıyor. Şimdi üzülüyor. Yaratıldık. Yaratan Allah, rızkı veren Allah, insanlar döndürülüyorlar. İnsanlara elinden geldiğince doğruları anlatmaya çalışıyor ve yalanlanıyor. Nasıl olabilir böyle bir şey? Gerçekleri söylüyorum onlar beni yalanlıyor. Haleti ruhiyesini düşünebiliyor musunuz? Biz bile çevremizdeki bazı insanlara öğüt vermeye çalışıyoruz, üzülüyoruz. Yine Müslümanlar yani. Müslümanlıklarında biraz daha iyi olsunlar diye uğraşıyoruz. Ve ateşe gidecekler diyor ayetin sonunda. Ne olacağını söylüyor Rabbim. Peygamber Efendimiz’i(SAV) de Allahu Teala burada teskin ediyor. Ya Resulüm tamam seni yalanlıyorlar ama bir tek seni değil bütün peygamberlerde böyle oldu. Yani insanlar böyle.

Başka ayetlerde de var:

“O halde nefsini onlar için hasretle tüketme”

“Sen nerdeyse kendini helak edeceksin. Allahu Teala isteseydi tüm insanları hidayete kavuştururdu”

Rabbim kendinden önceki olaylara misaller vererek de bir anlamda onu teskin ediyor.

Ve ilallahi – Allaha’dır.

Turceul umur. Aslında bu cümle şöyle olması lazım.

“Turceul umur ilallah” denmesi lazımdı. Yani tertibi değişik bunun. Arapçada bir kaide vardı. Bir şey öne alınıyorsa orada vurgu vardır. Bak “ilallah“. Hani o sizi yaratan, gökten rızık veren Allah var ya. Ona. Ne ona? İşlerin dönüşü. Rabbbim her şeyi biliyor, her şeyi görüyor, her şeye şahit. Ama ahirette kimse itiraz etmesin diye şahit var. Öyle bir sistem kurmuş ki. Rusüller deyince neler var? Sağımızda ve solumzuda iki tane melek yok mu? Bunu reddetmekle iman gider. Çünkü ayetlerde var. Kiramen katibin deniyor. Namazlarda görür gibi selam veriyoruz ya.  Öyle olması gerek. Bu bizim imanımız.

Önce onların melek olduğunu bilip öyle selam vermemiz lazım. Gerçekten hissetmek lazım. Bu imandır. Allaha imandan sonra meleklere iman geliyor. (Resule, kitaba değil ) ikinci sırada meleklere iman!. Görmediğimiz bir aleme iman istiyor Rabbim. İşte bu sağda solda omuzunda olduğuna gerçekten yakinen iman edersen hareketlerine çok dikkat edersin. Aslında ona da gerek yok. Yani Allah’ın sana şahit olduğunu bilmen bunların çok üstünde ! ama Allah’ın kurduğu sistem gereği bir resul olan melekler  vasıtası ile yaptığın bütün işlerin kayıt altına alındığını bilirsen “illalahi turceun” (bütün emirler Allah’a dönecek ) kısmına çok dikkat edersin. Yani sistem gereği karşına çıkacak onlar. Hatta hatta Bakara 284’de geçen kısmı ile “düşündüklerinle, içinden geçirdiklerinle, kalbinden nefsinden geçenlerle beraber” hesaba çekilmeyi de hesaba katarsak iş çok ciddi.(Allahın örttükleri hariç.)

Geçen bir hadis geçiyordu:

Kişi günah işler fakat başkalarına anlattığı için o günahı Allah onun üzerini örtemez diyor. Çünkü şahit tuttu. Günah hepimiz işliyoruz. Herkes yapıyor büyüklü küçüklü. Fakat bunu birine anlattığınız zaman şahit tutuyorsun onu. Allahu Teala bunu istemiyor. Allahu Teala her şeye kadir. Bakın Allah’ın gafur, gaffar ve gafir ismi var. 3 tane ismi. Bunlardan birisi Allahu-l Alem gafir bir şeyi meleklerden bile örtmesi imiş. Şimdi melekler bizi izliyor ya. Ama onun kulu değil mi? Emrine tabi. Siliveriyor kaydı. Yani meleklerden bile gizliyor ama insan şahidi için bu geçerli değil. İstese onlardan da gizler ama sistem gereği sadece kendisine yönelip de onunla bir paylaşımda bulunmasını istiyor. Hatalarımla günahımla Rabbim sen affedersin. Cürmüm ile geldim sana var ya. İlahi var. Yani bir şeyimle değil cürmüm ile geldim sana.

Buna rağmen işlerin Allah’a döndürüleceğini bilirse bir insan ona göre yaşar. Bakın sıralama ile geliyoruz önceki ayetten. Halik olarak Allah’ı bildik. Yaratılmanın en büyük şükür olduğunu bildik ve ondan gayrısı olmadığını da bildik. Rızık verenin de Allah olduğunu bildik. La ilahe illallah dedik. Beşinci ve altıncı ayette geçen şeytanın işlerine uymayarak da döndürülmedik. En büyük, en önemli olarak da Allah’a döndürüleceğimi iyi bilerek, bunun bilinci ile yaşarsam inanılmaz bir seviyede, idrak düzeyinde bir yaşantım olur.

Kime dönüyor işler? Allah’a.

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

Yâ eyyuhen nâsu inne vağdallâhi haggun felâ teğurrannekumul hayâtud dunyâ, ve lâ yeğurrannekum billâhil ğarûr.

Ya eyyühen nas – Yine insanlara hitap var.

inne – Şüphesiz.

vağdallahi haggun – Allah’ın vaadi haktır.

fela – öyle ise dikkat et.

teğurrannekum – sakın ha seni gurura sürüklemesin, aldatmasın

hayâtud dunyâ – dünya hayatı

ve lâ yeğurrannekum – seni kandırmasın

billahi – Allah ile.

el gurur – Gurur seni Allah’la kandırmasın.

Ey insanlar. Müminlere de hitap etmiyor, genel bir ifade var. Allah’ın vaadi haktır. Allah’ın vaadi ne? Allah’ın vaadi elest meclisine gidiyor, galu belaya gidiyor. Bütün insanlara orada hatırlatıyor. Allah’ın vaadi haktır diyor. Allah’ın vaadi haktır derken, demek ki geçmişte Allah bir vaat vermiş. Ben sizi yarattım, galu bela olayını düşünün. Secde kısmını düşünün. “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusunu düşünün. İnsanlar “Evet sen bizim Rabbimizsin dedikten sonra hepsi o kutsi alemde kaldılar mı?

Kalmadılar Ne diyor?

Sümme redetnahu esfela safilin. – Onları aşağıların aşağısına indirdik. İndirirken Allahu Teala elbetteki şunu şey yaptı: Burada dediniz fakat size başka şeyler de yüklenecek nefis ve ceset gibi. Siz bunlarla da yeryüzünde bana kulluk edeceksiniz, bunu ispat edeceksiniz. Ve misak aldık diye başka ayetler de var. Ahit aldık, misak aldık diye ifadeler var. Bunun farkında olanlar Allah’ın vaadinin hak olduğunu derinlerinde bilirler. Yani bu sistem gelip geçici, bir imtihan için. Neyi yaptık, neyi yapmadık?

Tebareke suresinde geçtiği gibi “Biz ölümü ve hayatı kimin daha güzel amel işleyip işlemeyeceğini imtihan için yarattık” diyor ya bunun sonucu olarak da Allahü Teâlânın vaadi var. Kıyamet kopacak, sura üflenilecek, yeniden diriliş olacak ve bunun hesabı olacak. İşte bunu bilinç altında değil, alt bilincinde bütün insanlık bildiği için onlara bir hitap var. Biz hatırlamıyoruz ama bizim avantajımız nedir? Kur’an. İşte Allahu Teala Müslümana Kur’an ile hatırlatıyor. Hatırlatmak zorunda değil. Sana verilen hidayet değerleri ile sen bulmak durumundaydın. Ama ben yine sana rahmet ettim, din gönderdim, peygamber gönderdim, kitap gönderdim. Kitapta da sana alına uygun hareket etmen gereken galu bela gibi olayları da sana gösterdim. Bu Müslümana, iman edene kopyadır. Rahmettir. Kur’an neden şifa ve rahmet? Yüzünden okuduğumuzda biz bunu anlayamıyoruz. O da sevap ama içlerine de girip de “Allah Allah böyle olaylarda mı yaşanmış e ben hatırlamıyorum. Bak ama Allah yine bana hatırlatmış” demek lazım. “Demek ki burası imtihan yeri. Benim diğer âlemdeki konumumu bu dünyada yaptıklarım belirleyecek. O zaman ben dikkatli olayım” der Müslüman. İşte Allah’ın vaadi haktır derken de sadece inananlara değil tüm insanlara  hitap var.

fela – Bunu hak olduğunu anladınız mı? Aman dikkat nasıl olur böyle bir şey? Aynı üçüncü ayetin sonundaki gibi “nasıl döndürülüyorsunuz?”.

Fela teğurrannekum – Sakın ha sizi aldatmasın. Aldatma tehlikesi olan cümlenin faili dünya hayatı. Kandıracak olan, fiili işleyecek olan dünya hayatı. Aslında burada şeytan yok, şeytan dolaylı olarak var. Rabbim bir şeyi iki kez kullanmaz. Aynı ayette tegurannekum ve yegurannekum derken orada aynı fiili iki kez kullanmış. Demek ki iki farklı mekanizma var. Birinci mekanizma dünya hayatının kandırması. İkincisi ise garur. Garur ne demek? Birinci anlamı gurur sağlayıcı, aldatıcı eylemler. İkincisi de ismi fail denilen o fiili işleyen mekanizmanın çoğulu. Yani birisi ismi fail demiş gurura. Diğerleri de gurura sürükleyici, mağruriyete sürükleyici, aldatamaya sürükleyici işler olarak yorumlamışlar. Ben şeytana yönelik açıklamayı daha doğru buluyorum. Çünkü diğerleri birinci kısmı açıklanmış. Dünya hayatının cazibesi gereği olan şeyler seni aşağılara sürüklüyor. Önceki dersler yerçekimi demiştik. Bakın dünya çekiyor. Arabayı çekiyor, bizi çekiyor, binayı çekiyor, dalı çekiyor. Her şeyi aşağı doğru çekiyor. Rabbimin imtihan sistemi gereği olarak cazip olan mekanizmalar var. Biz topraktan yaratıldık. Biz arzi bir malzemeden yaratıldık, dolayısıyla arz çekiyor. Üst alemlerden farkı bu. Dünya çekiyor.

Bir süre gitmediğinizde memleketinizi özlüyorsunuz değil mi? Askere gidiyorsunuz, dönüşte toprağı öpüyorsunuz. Neden? Topraki bir malzemenin ortak bir yanı var. Bu bile çekiyor. Üstüne üstlük cazip alanlar var. Ziynetlendirilmiş bir ortamda yaşıyoruz. Bu nefsin hoşuna gidiyor, cesetin hoşuna gidiyor. Zaten sistemi bir çekiciliği var. Neden züyyine denilmiş? Kadın mesela yeterince güzel değil. Kendine makyaj yapıyor, ziynetlendiriyor, cazip hale getiriyor. beğenilme unsurları üzerinde suni olarak makyaj yapıyor. Dünya hayatı için de züyyine derken ziynetledirildi, süslendirildi derken bu var.

Dünya hayatı derken de isim tamlaması şeklinde gelmemiş, sıfat tamlaması olarak gelmiş. Yani Dünya hayatın sıfatı. Dünya aynı zamanda en aşağı, en yakın demek. Edna. Zıttı ala. Tebareke suresinde açıklamıştık: “Biz en yakın göğü semalarla donattık” derken semaed-dünya diyor. Dünya semasını yıldızlarla Allah donatamaz. Atmosferde yıldız yok. Orada dünya seması değil, en yakın sema. Uzay en yakın sema oluyor. Bir numaralı sema. Orada sıfat olarak gelmişti. Burada hem dünya hayatı kastediliyor hem de bu dünya hayatının değersiz olduğu kastediliyor. Yani burada bir teyakuz var. Uyandırma var. Rabbim diyor ki “Bu aşağılık bir dünya, nasıl siz buna kanabiliyorsunuz? Siz benim en büyük rahmetim olan yaratma nimetini görmediniz mi? Rızık verici olarak beni anlamadınız mı? Bunun sonunda -la ilahe illallah- demediniz mi? E nasıl buna rağmen döndürülüyorsunuz? Nasıl olabilir böyle bir şey?” “Ey insanlar, siz bir gün bütün işlerin Allah’a döndürüleceğini bilmiyor musunuz? Dünya hayatı değersiz bir şey. Siz nasıl buna aldanıyorsunuz?” Bu birinci mekanizma. İkinci mekanizmaya haftaya devam edelim inşallah.

Allahu Teala bizi bu hakikatlerden ayırmasın. Allahu Teala hatırlatıyor zaten ama biz bilincimizde bu gerçekleri hatırlayarak, unutmayarak, aklımızda tutarak, zikir boyutunda Allah’ı aklımızda tutarak yaşayarak bu gerçeklerin yaşanacağı günde en güzel şekilde muamele gören kullarından eylesin inşallah.

Sadakallahulazim.


FATIR (3. Sohbet) 3.Ayet#


SOHBET KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/xhvYrqgemnU6e


FATIR 3:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اذْكُرُوا نِعْمَتَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللَّهِ يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاء وَالْأَرْضِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ

Yâ eyyuhân nâsuzkurû ni’metallâhi aleykum, hel min hâlikın gayrullâhi yerzukukum mines semâi vel ard(ardı), lâ ilâhe illâ huve fe ennâ tu’fekûn(tu’fekûne).

1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. uzkurû : zikredin, anın
4. ni’metallâhi : Allah’ın ni’meti
5. aleykum : sizin üzerinize
6. hel : (var) mı
7. min hâlikın : bir yaratıcı(dan)
8. gayrullâhi (gayru allâhi) : Allah’tan başka
9. yerzuku-kum : sizi rızıklandırır
10 min es semâi : semadan, gökten
11 ve el ardı : ve yer
12 lâ ilâhe : ilâh yoktur
13 illâ : ancak, dışında
14 huve : o
15 fe : öyleyse
16 ennâ : nasıl
17 tû’fekûne : döndürülüyorsunuz

“Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki ni’metini zikredin. Sizi göklerden ve yerden rızıklandıran, Allah’tan başka bir Halîk (bir Yaratıcı) var mı? O’ndan başka İlâh yoktur. Öyleyse nasıl (îmândan) döndürülüyorsunuz?


 

SOHBETİN YAZIYA DÖKÜLMÜŞ METNİ:

Fatır Suresine 3. Ayetten itibaren devam ediyoruz. Geçen ki sohbette bahsetmiştik. “Allah’ın insanlar üzerine açacağı rahmeti tutacak yoktur, O’nun tuttuğunu da gönderecek/salıverecek yoktur” demiştik. Orada bir konuyu biraz daha teferruatlandırmak istiyorum. Burada açan kim? Allahû Teâlâ. İleten kim? Melek. Yani Allah açıyor, Allah’ın açtığını da dağıtan kim? Melek. Fakat ayetin ikinci kısmında Allah tutarsa diyor ya. Tutan kim? Allah. Ama dikkat edin ileten melek değil. Allahû Teâlâ burada kudretini sergiliyor. Eğer ben tutarsam melek bile onu iletemez diyor. Yani Allahû Teâlâ’nın izni olmadan melek bile iletemiyor. Yani burada meleklerin konumu da Allah’ın gücü ile beraber. Güç ve kudret sahibi olan Allahû Teâlâ. Melekler onun görevlisi. Bunu nereden anladık.

felâ mursile lehû mim bağdih( فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِهٖ )

Birinci ayette geçen melekleri elçiler yapardı ifadesi ile birleştirdiğimizde meleklerin de gönderici sıfatı ile rol aldığını ama kendi başlarına bir iş yapamadıklarını ancak Allahû Teâlâ’nın izni ile bu işi gerçekleştirdiklerini biraz daha vurgulamak istedim.

İkinci olarak da Mâ yeftehıllâhu linnâsi(مَا يَفْتَحِ اللّٰهُ لِلنَّاسِ) diyor sonra min rahmetin(مِنْ رَحْمَةٍ) diyor. Rahmetinden diyor ya. Burada Arapça bir ifade var. Nekra olarak gelmiş. Yani sonu tenvinli. Arapçada iki şey var: bir marife gelir bir de nekra gelir. Marife belirgin bir şeydir. Belirli bir şey. Yani mesela el-hamd gibi. Bir de “el” takısı gelmeden gelir, sonuna da tenvin alır. Üstün, ötre ya da esre tenvin. Bu da nekra oluyor. Yani herhangi bir manasına geliyor.

Birincisi marife belirli. İkincisi ise belirsiz, herhangi bir. Burada nasıl gelmiş? Rahmetin derken nekra gelmiş, yani belirsiz gelmiş. Bunun da hikmeti şu: Nekra bilinmeyen demekti ya. Yani sizin bilebileceğiniz bir rahmet değil bu. Niteliğini mahiyetini bilemeyeceğiniz, gizemli, anlaşılmaz bir rahmet demektir. Yani o kadar büyük bir kavram ki o rahmet, nekra yani sizin için belirli değil o, anlayabileceğiniz bir şey değil. Geçen hafta bahsetmiştik: Hani ben rahmetimi üç kısma ayırdım da dünyaya ancak birini gönderdim ifadesi var ya. Daha biz birini bile anlamaya malik değiliz. E diğer kısımları nasıl anlayacağız? Ve de mümkün değil o. Sizin bilebileceğiniz bir şey değil manasında. Hani burada da Arapça ifadelere özgü olarak manaya giden yerde bir izahat olarak bunu söylemek istedim.

Üçüncü ayete gelelim:

Bismillahirrahmanirrahim.

Yâ eyyuhen nâs – Ey insanlar.

uzkurû niğmetallâhi aleykum – Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın.

hel min hâligın ğayrullâhi – Allah’tan başka bir yaratan mı var?

yerzugukum mines semâi vel ard – Size gökten ve yerden rızık veriyor.

lâ ilâhe illâ hu – O’ndan başka ilah yoktur.

feennâ tué’fekûn – O halde nasıl döndürülüyorsunuz?

Burada cümle “Yâ eyyuhen nâs” diye başlamış. “Ey insanlar”. “Yâ eyyuhel müminin” dememiş. “Ey müminler” dememiş. Bütün insanlara bir hitap var. Buradan inanan, inanmayan, kafir, Müslüman herkesi anlamamız gerektiğini görüyoruz. İşte bu da Kuranı Kerim’in sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa, hatta cinlere yollanmış bir kitap olduğunun göstergesidir.

uzkurû niğmetallâhi aleykum – Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini hatırlayın. Şimdi bu Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini hatırlayın kısmını kelime kelime işleyelim.

Uzkur “zekera” kelimesinden emir. Buradan bir kelimeyi çok iyi biliyoruz. “Zikir” kelimesi. Daha evvel bahsetmiştik. Zikir ne anlaşılıyor? Kalbi bir faaliyet anlaşılıyor. Ya da dil ile ilgili bir faaliyet anlaşılıyor. Fakat Allahû Teâlâ Kuranı Keriminde zikir ifadesini kullanırken zihinsel/beyinsel bir faaliyet olarak ifade ediyor. Bu Arap toplumunda da aynı şekildedir. Mesela hafıza kartının ismi zakira, hatırlatıcı yani. Zikir hatırlamak demek, anmak demek, akla getirmek demek. Bizim Allah’ı zikrediyordum dediğimizde yaptığımız ne? Allah’ı anmak gerekiyor. İsmini, belirli bir şeyleri tekrarlamak gerekiyor. Ama bize ne deniyor? Kalple zikir ya da dille zikir deniyor. Doğru. Kalple de dille de yapılıyor. Ama zikir kelimesinin ana manası, beyinsel faaliyetle birleştirdiğimizde gerçekleşir. Demek ki olması gereken Allah’ı hatırlayarak, aklımıza getirerek, rabıta ederek her türlü faaliyeti yapacağız. Yani bin kez Allah, Allah, Allah deniyor. O sırada da bakkaldan şunu  alıcam, şunu yapıcam, bunu yapıcam, kalorifer de yanmıyor…bilmem ne. Bu zikir değil. O tesbihata düşüyor. Allah’ı aklımıza getirdiğiniz anda zikirdesiniz. İlla tesbih bile etmeniz gerekmiyor. Bir şeyi illa çekmeniz de gerekmiyor. Allah’ı aklınıza getirip ona yöneldiğiniz an zaten zikirdesiniz. Arapça kelimenin kökeni bu. Anmak, hatırlamak, düşünmek manalarına geliyor. Tesbihat bunu kolaylaştırıyor ve hedeflere yönlendiriyor. Çektiğiniz kelimenin manası uyarınca daha tesirli hale getiriyor bunu. Kalbe vurduğunuzda bunun farklı bir boyutta destek de sağlıyorsunuz. Ama kalbe vurmakla beraber akıldaki o unutma olursa tekrarlıyorum tesbih. Tesbih kötü bir şey mi? Hayır. Canlı cansız ne varsa zaten tesbih ediyor.

E senin insan olarak farkın ne oldu? Allah’a zikir olarak, yönelme olarak faaliyette bulunman.

Zikir kelimesinin faaliyeti ile ilgili meleklerle ilgili bir ayet bulamadım. Melekler tesbih ediyor. Hamdla tesbih ediyor. Ama melekler de zikreder diye bir ayet bulamadım. Demek ki zikir insana mahsus bir şey. Belki de nefis insanda olduğundan ötürüdür.

Namaz hakkında ne deniyor?  Velezikrullahi ekber. En büyük zikirdir namaz. E namazda da sen Allah’ı hatırlamadığın an zikirde değilsin.

Zikrin zıddı gaflettir. Gafletin zıddı bir faaliyet zikir. Namazda gaflette olunur mu? Olmamak lazım. Elimizden geldiğince gaflette olmamak lazım. Siz zikrettiğiniz anda gerek namazda gerek tesbihatta, zikretme modunda olduğunuz sürece kayıt işliyor. Zikir kaydı başlıyor. Aklınız gittiği anda zikirden çıkıyorsunuz. Binlerce tesbih çekmenin manası yok ki, yönelerek çekmenin manası var. Hatta hiçbir şey çekme, Allah’a yönel, Allah’ı düşün. Yine zikirdesin.

İkisi beraber olursa aliyül ala. Oturdunuz, akşama kadar 5000 tane çektin. Sadece 10 tanesinde Allah aklına geldi. Diğerinde hiçbir şey çekmedin bir dakika Allah’ı düşündün. Hangisi daha kıymetli? Müslüman akıllı olacak.

Kuranla ilgili zikir ifadesi de var. Kuran da zikir biliyorsunuz. Zikir bizzat Kuranın isimlerinden biri.

Velegad……. Biz bu Kuranı zikir için kolaylaştırdık. Öğüt için. Anmak için. Öğüdü anlıyoruz. Peki anmak ne? Hatırlamak. Neyi hatırlayacağız?

Birincisi Allah’ı hatırlayacağız. Kuranı okurken de Allah aklımıza gelecek. Yani bu Allah’ın kitabı. Allah benle konuşuyor. Kuran okunurken Allah aynı namazdaki gibi.

Şimdi de Allah “uzkur” diyor. Hatırla. Niğmetallâh. Allah’ın nimetini hatırla. Aleyküm. Sizin üzerinize.

eyyuhen nâs” Allahu Teâlânın da ifadesi olabilir. “Ey insanlar Allah’ın nimetini hatırlayın”. Peygamberin ağzından da olabilir. Başında gizli bir “gul” ifadesi de olabilir. De ki manasında. İkisi dendiğinde de biz Allah’ın nimetlerini hatırlayacağız.

Bu nimetler ne olabilir?

Bir kere insanlığa söylüyor bunu. “Hatırlayın”la başlayan ayetler var. Onların birkaçından bahsetmek istiyorum. Bakara 231 de geçiyor:

“Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini, ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı(zikir) ve hikmeti hatırlayın. Hatırlayın da Allaha karşı gelmekten sakının. Şunu da iyi bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.”

Bir kere buradan kitabı ve hikmeti hatırlayın diyor. Zikretmek için.

Ali imran 103: “Ey müminler hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin, Allah’ın üzerinizdeki şu nimetini hatırlayın. Hani birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi kaynaştırdı. Onun ihsanı sayesinde kardeş oldunuz. Cehennem çukurunun tam kenarında idiniz. Allah sizi oradan kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye Allah size ayetlerini  böyle açıklıyor.”

Nimetleri hatırlayın” diye başlayan ayetler var. Onları söyleyelim:

Maide 7: “Allah’ın size olan nimetini, «Duyduk ve kabul ettik» dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O’na verdiğiniz) sözü hatırlayın ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini bilmektedir.”

Maide 11: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah’tan korkun ve müminler yalnızca Allah’a güvensinler.”

Maide 20: “Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.”

İbrahim 6: “Hani Musa kavmine demişti ki: «Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi işkencenin en kötüsüne sürmekte ve oğullarınızı kesip, kadınlarınızı (kızlarınızı) bırakmakta olan Firavun ailesinden kurtardı. İşte bu size anlatılanlarda, Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.”

Ahzab 9: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.”

Burada neler var? Kitap, ilim, hikmet var. Birbirinize düşman olup da Allah’ın kalpleri birleştirmesi var. “semiğna ve atağna” dememiz var. Elest meclisi, galu belayı, orada verilen sözü kastediyor burada. Toplum zarar vermek istemiş de Allah onu kurtarmış. Sonra peygamberler çıkarıp sizi hükümdarlar yaparak hürriyete kavuşturmuş. Kuranı Kerim’de bu şekilde birçok nimet zikredilmiş.

هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللّٰهِ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ

Allah’tan başka yaratan mı var, Size gökten ve yerden rızık verecek?

Bu ayetin sonu ile de bağlantı var. Yaratılmış olmak en büyük rahmet. Nereden anlıyoruz? Başka bir yaratıcı mı var? Halık’tan bahsediyor. Şimdi bakın arkadaşlar bunu hiç düşündünüz mü? Biz yoktuk. Ve Allah bize bilinç vererek bizim Allah’ı tanımamıza imkan verdi. Yoktuk. Bundan büyük bir nimet olabilir mi? Allahû Teâlâ bizi yaratmakla şereflendirerek ihsan ve ikramda bulunarak rahmetinin  en büyüğünü ve nimetin en büyüğünü vermiş oldu. Hadisi kutsideki gibi “Ben gizli bir hazine idim”. Zaten gizli bir hazine, bir şeye ihtiyacı yok ki. Alemlerden müstağni. Tanınmaklığımı muhabbetle istedim, halkı yarattım. Muhabbet ettim. Neye muhabbet ettim? Bilinmeye muhabbet ettim. Halkı yarattım. Şimdi bunu haşa kendisi için mi istiyor? Haşa. Yaratarak, yarattığı mahlukatı kendisini muhabbetle bilmesi ile mahlukatı nimetlendiriyor. en büyük rahmet bence bu.

Allah’ın bir zatı var bir de esmaları var. Esmaları da Allah’tan gayrı bir şey değil. fakat alemde gördüğünüz her şey Allah’ın isimlerinin tecellisi. bizim Allah’ın zatını anlamamız mümkün değil. ancak Allahu Tealayı esmaları ile anlıyoruz. Hamd(övmek) ancak esmalarla mümkün olmaktadır. Yani esmalar da allahı övebilmek, tanıyabilmek için. Bu esmaların en üstte olanı, ilk tecelli edeni ise er-rahman. Rahman’ın en büyük ifadesi bu ayete göre sistemin yaratılmasıdır.

İlk esmanın tecellisi rahmandır. rahmanın en büyük işlevselliği sistemin oluşması. Gizli bir hazine idim bilinmek istedim demesi, işte bu çıkış rahmandan oluyor. dönüş ne ile idi? er-rahim ile. İleyhi turceun’un işte orayla alakası var. İşte bu rahmanın bize en büyük yansıması rahmet. O rahmetin yansıması da aşağı doğru nimet. Yaratan Allah. Fakat yaratmaya sebep olan kim? Anne ve baba. Sebep diyorum bakın. Şimdi çocuğun annesine bakış açısına bakın. Şeker, çikolata. En yukarıdan bakın, dünyaya gelmesine vesile. İşte dünyaya gelmesine vesillik konumunu düşünün, şeker çikolata temin eden konumunu düşünün. Dağlar kadar fark var değil mi? İşte Allahû Teâlâ da burada sizin üzerinize nimetimi hatırlayın derken biz şekeri, çikolatayı hatırlıyoruz ama bir düşünün diyor. Daha sonra da ipucu veriyor zaten.

hel min hâligın ğayrullâh – Allah’tan başka bir yaratıcı mı var?

Seni kim yarattı? Yani biz çocuğa diyoruz ki “tamam şeker çikolata oyuncak da senin dünyaya gelmene ben vesile değil miyim?” yani burada Allah’ın yaratıcılığını şey yapmıyorum. Sistemini şey yaparak söylüyorum.

Yaratılış en büyük nimet. İkinci nimete geleceğiz bakın ne diyor:

yerzugukum mines semâi vel ard – o size gökten ve yerden rızık veriyor. Verir, verecek. Çocuk için şeker, çikolata oyuncak. Bizim için her türlü nimet. Yaratmaktan murat Allah’ı bilmek. En büyük nimet bu. Bir de faydalanım kısmı olarak, yani elle tutulur, gözle görülür olarak nimetler var. Bu nimetler rızıklandığımız nimetler. Nereden? Semadan ve arzdan.

“Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ard” derken ne demiştik? Aman ya rabbi neler var şu sistemde diye bir hamd ediyoruz. Fatır isminden dolayı. İlk defa yaratılış, örneksiz yaratılış. Semavatta ve arzda aman ya rabbi nasıl bir sistem bu neler var dedirtecek hamd ettirecek, içinde övülme unsurları olan şeylerle birlikte bir yaratma var. Sen buna ilmin, dikkatin ve nasibin ölçüsünde müşahit oluyorsun. Ama sıralamada ilk sema var. Demek ki semavi nimetler arzi nimetlerden daha üstün ki sıralamada önce gelmiş. Semavi nimetler deyince ne anlıyoruz? Hava su falan var da. Sema deyince ben aşkın boyutsal semalarını düşünüyorum. Yani daha manevi nimetler aklıma geliyor. Mesela iman nimeti. İlim nimeti. Hikmet nimeti.

Evet sema derken benim aklıma manevi nimetler geliyor. Yukarıdaki Allah fethettiği zaman onu tutacak yoktur derken, mesela ilimsel fetih. İlim Allah’tan ya. Mesela semadan ilim geldiği zaman da Allah’ın bunu fethetmesi oluyor mesela. Ledünni ilim, hikmetsel ilim. Normal ilim bile öyle. Jeton düşmesi deniyor. Yani düşünüyorsun, düşünüyorsun ve diyorsun aaa bu böyle. Yani aklına gelmesi bile Allahi bir kanaldan. Sadece hak olan sistemde düğmeye basıyor insanlar yaptıkları ile. Yani emek sarf ediyor. Gerekenleri yapıyor biraz düşünüyor ve inanmayana bile geliyor. Düğmeye basıyor sistemin gereklerini yapıyor ilim geliyor. Yani semadan geliyor.

subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ – Allah’ın öğretmesi olmasa nereden öğrenecek insanlar? İşte semai rızık bu. Bir sürü semai rızık sayabiliriz. İlahi, manevi anlamda rızık sayabiliriz.  İşte bunlar semavi nimetler. Öbürleri de arzı nimetler. Arzı nimetler de birinci anlamda bizim temel ihtiyacımızı karşılayacak yemek, içme, barınma, ısı, güvence gibi maddi ve manevi nimetler. İşte bunlar da bizim şeker, çikolata, oyuncaklarımız. Ama bir üstünde demek ki manevi nimetler var. Mesela çocuk anlar mı babanın ona güven telkin ettiğini, ona öğretmekle değişik ikramları ile nimetlerini ilk başta fark edemez değil mi? Ne zaman fark eder? Baba olunca. Anne babanın ona verdiği yeme içme ihtiyaçları değil, ona o kadar değerler öğretilmesine sebep oluyor ki onun nimetleri işte buradaki gibi semavi nimetler. Semadan gelen rızık. Çocuğa da senin öğrettiklerin verdiklerin şeyler. Ya taktik güdüyoruz farkında mısınız? Taktik yapıyoruz. Yani çocuğa Allah’a ve Resul’üne, dine nasıl sıcaklaştırırım diye ne kadar taktiksel davranıyoruz farkında mısınız? Bir şekilde rububiyet. Fazla versen ürküteceksin, bıktıracaksın, az versen olacak. Değişik taktiklerle akıl oyunları ile onu nasıl yetiştirmeye gayret ediyoruz yani. Bunun  için ne büyük nimet. Ama o onu ilerde anlayacak. Biz de ilerde rabbimizin kıymetini ya da işin içerisinde ufkumuz açıldığında gördüğümüz gibi.

Kendi alanından başlıyorsun, arzdan başlıyorsun sonra semaya gidiyorsun. Sonra semanın da üstünde yaratılışa doğru bir yönlenme var. İşte Allahû Teâlâ bizden bunu istiyor. Tefekkür bu. Tefekkürün ilginç bir tarifini yapayım size. Bilinenler ile bilinmeyenlere ulaşmak. Bu nedir aslında? Bu matematiğin tarifidir. Tefekkür bir anlamda matematik oluyor aslında. Kainatın bütün değerlerini düşündüğümüzde aslında kurulan sistem dijital, matematiksel, rakamsal bir sistem üzerine kurulmuş. “Kitabı merkum” diyor Kuranı Kerim sistemi anlatırken. Merkum un manası anlaşılmamış. Kökü “rakam”. ” Rakamsallaşmış sistem”. Biz bunu günümüzde “dijital olarak” ifade ediyoruz. Mesela el kameralarının dijital olanına “kamera er-rakamiyye” diyorlarmış. Rakamiyye yani dijital. Yani rakamlarla ifade edilen. Kitapta ne diyor? Kitabı merkum. Rakamsallaşmış kitap. Yani dijital olarak ifade edilebilen, şifrelenmiş, matematiksel formüllerle oluşturulmuş bir kitap. İşte bu tefekkür ne yapıyor? Bizim bu sistemi anlamamıza götürüyor. Amaç da hamd etmek. Aman ya rabbi nasıl bir sistem. Bu sistem içerisinde muhabbeti de kattığınızda ne oluyor? Allah’ı bilme şansınız oluyor. Niye şans diyorum. Çünkü yakîn Allah’tan gelen idi. Ayet ne idi? Vağbud rabbeke(وَاعْبُدْ رَبَّكَ) Rabbine ibadet et, kulluk et, gayret göster. hattâ yeé’tiyekel yagîn(حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَقٖينُ). Yakîn gelinceye kadar. Size gelinceye kadar. Yani siz bir yere kadar geliyorsunuz. Bir yerden sonra size geliyor ya da siz götürülüyorsunuz. Bizim sorumluluk alanımız. O alanı zorlamak. Gayretli olmak, bunun gayretinde olmak.  Bu takdir ediliyor ve değişik sistemlerde size ikram ediliyor. Ayette “biz hidayette olanları hidayetini arttırırız.” Ve bu arttırma katlarla oluyor. Matematiksel 2 3 gii olmuyor. Geometrik artış deniyor. Geometrik artışla oluyor. Bu da Allahû Teâlâ’nın rahmetinin tecellilerinden.

La ilahe illa hu. Ondan başka ilah yoktur. Demek ki bizim ilahlığı bir kişinin kelimei tevhidi iyi anlayabilmesi için önce yaratma kavramını sonra rızık verme kavramını çok iyi anlaması gerekiyor. Özet cümle şu: Eğer kişi Allah’tan başka rızık veren ve yaratıcı olmadığını bilirse, bir şey talep etme konusunda kalbini kimseye bağlamaz. Bunu Ruhul Beyan’dan  aldım. İsmail Hakkı Bursevi’den. İşte bu kalbini hiç kimseye bağlamaz kelimesi “la ilahe illa hu” da nereye gidiyor? Hangi kısma gidiyor? İlaha gidiyor.

La ilahe – İlah yoktur ancak O var. Demek ki mahlukatın ilah olma tehlikesi var. La. Reddediyorum ilahları. Her mahlukatın ilah olma tehlikesi vardır. Bu insan olur, cisim olur, maddi olur, manevi olur, melek olur, cin olur, peygamber olur, kızınız olur, oğlunuz olur, hanımınız olur. Günümüzde şarkıcılar ilah oluyor. Ciddi ciddi ilah oluyor. Gerçekten bağlanıyor insanlar. Onun yaptığı gibi yapmak, konuştuğu gibi konuşmak, giyindiği gibi giyinmek istiyor insanlar. İşte bu ilahlık göstergesidir. Birisini tanımak mı istiyorsunuz, ona benzemeye çalışın. En yukarısında ne var? Allahû Teâlâ var? Onun altında kim var? Resulullah var.

La ilahe illallah’ı Türkler anlayamıyor. Araplar daha iyi anlıyor. Mekke döneminde “La ilahe illallah” kelimesi geldiğinde başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi. Çünkü o insanlar la ilahe illallah sözü ile neyin artık eskisi gibi olmayacağını çok iyi anladılar. La ilahe, ilah falan yok. Sizin gönlünüzde kalbinizde aklınızda büyüttüğünüz değer,güç ihsan ettiğiniz hiçbir şey yok. Bunları reddedeceksin. Hiç mi bir şey yok. İllallah. Allah var. Bunu hazreti İbrahim çok iyi anlamış. Ayette geçiyor: Ben sizin değer verdiğiniz hiçbir şeye değer vermem diyor. Sadece Alemlerin Rabbi. Önce red ile giriyor. Herkes devrimci. Asıl devrimci İslam’dır. Reddediyor. Bütün değerlerini sil. Bir tek Allah kalsın.

Kişi Allah’tan başka rızık veren olmadığını bilirse bir şeyi talep etme konusunda kalbini kimseye bağlamaz. İşte senin meylettiğin senin ilahın oluyor. Fatiha’da hangi kısımda idi: İyyake nağbudu ve iyyake nesteîn.  Sadece sana kulluk ederiz, yalnızca senden yardım isteriz. İşte senin yardım talep ettiğin yöneldiğin yer senin ilahın olma tehlikesi olabiliyor. Asıl verenin Allah olduğunu bileceksin.

La ilahe illallah’ın burada açılımı var işte: Ben yaratanım diyor. Sonra da rızık verenim diyor. Her şeyden vazgeç diyor. La süpürgesi ile bütün ilahları sil. Tasavvufta zikir çekmeden önce “laaa” denir. Sonra kalbe inilir, illallah denir. La ilahe illallah diye zikir yapılır. Sonra illallah denir. Sonra da sadece Allah denir. Kademe kademe.

Bir de burada la ilahe illallah değil la ilahe illa hu gelmiş. ( Ya da yazılış olarak hüve. İsme bitişik yazıldığı zaman “hu” diye yazılır. Ayrı yazıldığında ise “hüve” olarak gelir. )

“Hu” geldiği zaman birçok anlamı olur.

Fe enne – Enne “nasıl ki” demek

Fe bunun üzerine, hakikati anladıktan sonra, öyleyse, anladın mı bu gerçekleri

Tufekun – Nasıl da kandırılıyorsunuz? Nasıl da gerçekler ters düz edilerek döndürülmüş oluyorsunuz.

Efeke, ifk, bu kelime Hz. Aişe’ye iftira olayı var ya orada da geçen bir kelime. Yani bir gerçeğin tam tersini iddia etmektir. Bunun peşine sürüklenip gitmektir. İfk kelimesi Hz. Musa sihirbazlarla karşılaştığında, sihirbazların attıkları göz illüzyonu oyunu için de “efeke” kelimesi kullanılıyor. Yani bir doğrudan saptırarak insanları aldatma çabası. Gerçek olan hakikatin zıttı anlamına geliyor bu. Yani bu kadar realite varken sen nasıl da akıl oyunları ile ya da başka mekanizmalar ile ya da senin kendi kendine gerçeği kavrayamayarak nasıl da dönmüş oluyorsun? Yani buradaki meçhul ifade ile nasıl döndürülmüş oluyorsun. Nasıl dönüyorsun demiyor? Allah Teâlâ burada biz koruyor aslında. Yani oyunlara geliyorsun da bir şekilde döndürülüyorsun. Yapma diyor. Ben seni çok güzel hidayet unsurları ile yarattım. Sen tefekkür et. Sana yine zaten bir iki ayet sonra açıklayacam mekanizmaları. Bu mekanizmalar da sana tesir edecek. Şeytan oyunları ile akıl oyunları ile döndürülme. Nasıl dönebilirsin? Benim gerçek ilah olduğumu anlamadın mı? Gerçek rızık verenin ben olduğumu anlamadın mı? Hem semadan manevi rızıklar veriyorum hem de maddi rızıklar veriyorum arzdan. Bir de en büyük nimet olan yaratma ile sana rahmetimi verdim, nimet ettim. Sen nasıl olur da bu kadar şeye rağmen nasıl döndürülüyorsun? Aklını başına topla diyor. İşte bu hatırlatmadır arkadaşlar. Kuran bir zikirdir, öğüttür, hatırlatmadır aynı zamanda. Allahû Teâlâ da işte bize bu ayetleri ile çok büyük gerçekliliği taa en başından anlatıyor. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim. Mahlukatıma da en büyük nimeti, yaratılma nimetini verdim. Bir de yeryüzünde onu nimetlendirdim. Gördünüz mü ben ilahım. Artık bırakın diğer şeyleri. Bana yönelin. Eğer bu kadar gerçeğe rağmen döndürülür mü diye bize Kuran ile öğüt veriyor. Leallekum tezekkerun. Allah da bize bu öğütleri alıp da yaşantımızı ona göre şekillendiren Müslümanlardan eylesin inşallah.

Sadakallahülazim