FATİHA 2015 (6. SOHBET)
Evet Fatiha Suresi’nin 2015 yılında yaptığımız sohbetlerine devam ediyoruz. Geçen hafta “ihdinâs sırâtel mustakîm”i işlemeye çalışmıştık. Biliyorsunuz her hafta yaptığımız gibi biraz daha önden alarak devam ediyoruz.
“Bize hidayet et, bize göster” ya da biraz daha vurgulu anlamıyla “bizi ilet, bizi eriştir” de diyebiliriz, bu ayetlerin manalarında “ihdina” vardı. Neye “ihdina”, bizi neye iletmesini hidayet etmesini istiyoruz? Bir “Sırata”.
Peki “sırat” neydi? Sırat yol demek, ama yolla ilgili Arapça’da bir çok ifade var ve bunlardan birisi sırat. Böyle ana cadde gibi bir manaya geliyor. Arapça’da “tarik” var “sebil” var, bunlar da yol anlamına geliyor ama sırat biraz daha farklı bir yol ve bir de gündelik hayatta çok fazla kullanılan bir şey değil.
Bir ayet var, Ankebut Suresi 69. Ayette bununla ilgili mesela “subulenâ” diyor:
وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنٖينَ
Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehum subulenâ, ve innallâhe lemeal muhsinîn.
“Yollarımızı kolaylaştırırız” diyor Allah. Yani bizim yolumuzda mücahede edenlere, çalışanlara biz yollarımızı kolaylaştırırız. Mesela bu da bir yol “sebil” yol anlamına geliyor fakat bazı yerlerde müfret yani tekil bazı yerlerde cemi yani çoğul olarak kullanılmış.
İşte bu sübulların(sebillerin) birleşmesi sırat, yani o yan yollar ana yola akıyor. Bizim Allah’tan bizi iletmesini, hidayet etmesini istediğimiz yol işte bu ana yol.
Şimdi bakın es-sırat geçmiş burada biliyorsunuz el (ال) takısı var başında. El takısı marife olduğunda belirli bir yol anlamına geliyor. Yani nekra, belirsiz bir yol anlamında değil. Demek ki bilinen tek bir yol. Bir de Arapça’da bir edebi sanat varmış. Eğer cümle çoğul başlar da yani “fail” çoğul ise “bizi ilet” ama “meful” tek ise, yani iletilmesini istediğimiz şey tek ise, özellikle ona vurgu varmış. Yani bizi ilet, talep çoğul, ama neye “es sırata” yani tekil tek olan bir yola bizi özellikle iletmemizi istiyor. Zaten niye bu tek bunu şöyle söyleyebiliriz:
Yukarıda “er-Rahman” ve “er-Rahim” dedikten sonra “Maliki yevmiddin” (Din gününün maliki) diyordu ya, hani orada ne var, değişik değişik dinler var ama asıl olan bir tane din var.
İşte bu “sırâtel mustakîm” dediğinde de tek bir yol var. Bizi buna iletmesini istiyoruz Allah’tan ki, Allah’ın dinine erişelim ileride de ahiret gününde sorgulanacağımız zaman kurtulma şansımız olsun.
Herkesin farklı farklı yolu var ama asıl yol tek, din de tek. Dolayısıyla biz Allah tarafından o asıl sırata iletilirsek Rabbimizin nimeti olarak, ahiretteki sorgulanacağımız dinden daha kolay imtihanı verme şansımız var.
Evet şimdi “mustakîm” neydi? Bir dümdüz anlamına geliyordu, yani eğrisi büğrüsü olmayan yoldu, bir de kelimenin özelliği dolayısıyla “kame” (قَامَ ) fiilini yapmak isteyen yol.
“Kame” fiili neydi ayağa kaldırmak, ayağa kalkmak, dik tutmak. Yani Müslümanı, o yola dahil olmuş kimseleri, ayağa kaldırmak isteyen, dik tutmak isteyen, hedefe götürmek isteyen bu anlamda da fail olan bir yol. Yani pasif bir yol değil. Aktif bir yol. Aynı zamanda da buna “İstifal babı” deniliyor Arapça’da, bu bir kelimenin başına -ist gelirse oluyor, ikinci anlamı da “o hale getirmek”, “bir şeyi o hale getirmek.”
Yani bir şeyde istiyor, diğerinde de zaten dik yapıyor. Bakın bu anlamıyla düşündüğümüzde gerçekten çok büyük bir nimet. İşte Allah’tan böyle bir yola bizi hidayet etmesini istiyoruz.
Az önce de arkadaşla konuştuk bu sırat, hani bir de güncel hayatta kullanılan ahiretteki sırat köprüsü denilen bir köprü var, ikisi de sırat. Ama burada asıl kastedilen, yani ona da işaretler olabilir elbette, ama asıl kastedilen burada bu dünyadaki yaşarken ki sırat.
Neden, “ihdina” diyor, “bize hidayet et, göster” “sırâtel mustakîm”i. Eğer bu ahiretteki sırat ise olsa asıl anlamıyla, mesela kafirler de o sırata gidecekler değil mi? İnce olan, insanın ameline göre ince olan bir yol var, kalın da olabilir, geniş de olabilir. Bütün insanlık orada olacak. Dolayısıyla hidayet edilebilecek unsur değil o. Zaten eninde sonunda gidilecek ahiretteki sırata. Hidayet edilecek unsur olarak sırattan bahsetmek gerekirse işte o bu dünyadaki sırat.
Bu dünyadaki “sırâtel mustakîm” e sadece müminler gidecek. Müminlerin hepsi de değil bakın, biraz sonra göreceğiz, kendilerine nimet verilenlerin yolu o. Fakat ahiretteki sıratta herkes olacak. Bu dünyada sen Allah’ın izniyle “sırâtel mustakîm”de olursan ve onun gereklerini yapar isen ahirette olduğu iddia edilen bu sırattan da geçmek tabi ki kolay olur. Yunus Emre diyor ki bir şiirinde, “sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedir diyorlar, Benim üzerine evler yapasım geldi”.
Yani demek ki bu dünyada görmüş bir şeyler, onun ne olduğunu. Ne ifade ediyor, yani Allah Yunus Emre aracılığıyla neyin mesajını veriyor? Senin amelin burada doğru olursa sırat diğerlerine geldiği gibi gelmez.
Hatta geçen sene hatırlıyor musunuz emanetle ilgili bir hadis okumuştuk? Emanet konusunu işlemiştik de, birilerinin amelleriyle sırattan jet hızıyla geçeceğini söylüyordu. Bazıları kademe kademe, bazılarının da düşmek üzere olduğunu söylüyordu o yolda. Sağ tarafta emanet, sol tarafta rahim. Kancalar şeklinde onları tuttuğunu, onlara da tutunamayanların aşağıya yuvarlandığıyla ilgili. Bu da sahih bir hadis Riyazüs Salihin’de geçen bir hadis, orada ifade ediliyor. Orada tek bir standart bir yol değil, kişinin ameline göre geçiş hızı ve Yunus Emre’nin dediğine göre de şekli ve muhtevası değişebilen bir yol. O yüzden Allahu Teala bize burada ifade edilen şekliyle “sırâtel mustakîm”i nasip etsin inşallah.
Hicr Suresi 41. ayette buna bir işaret var:
قَالَ هٰذَا صِرَاطٌ عَلَیَّ مُسْتَقٖيمٌ
Gâle hâzâ sırâtun aleyye mustegîm.
Hicr 41’de bakın diyor ki, şeytan değil iblis ile Allahu Teala’nın bir konuşması var, iblisin iddiası var. İblis: “Onlara yeryüzünü muhakkak ziynetlendireceğim, süslü göstereceğim, muhakkak onların hepsini azdıracağım ancak onlardan ihlaslı kulların müstesna” dedi. Allah da buyurdu “Gâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm”. “Sırâtel mustakîm”i tanıtıyor Allah Teala burada. Dedi ki, “İşte bu benim üzerime olan sırâtel mustakîm.”
Şimdi burada “aleyye” ifadesi geçiyor. “Ala” üzerine dek, “ye” bana anlamlarında. Şimdi bunu iki şekilde tefsirlere baktım neredeyse yarı yarıya ayrılmışlar. Birisi bana doğru olan “sırâtel mustakîm” olarak söylemiş “ala’yı” yani doğrultu olarak göstermiş. Diğerleri de “benim üzerime olan yol”, yani “üzerime aldığım yol” olarak göstermiş. Yani sorumluluğunu üzerime aldığım yol manasında yorumlamışlar. Bugün düşündüm hani bu “mustakîm”in de İstifal babı olması sebebiyle iki anlamı vardı ya, bir “dikleştirmek düzeltmek ayağa kaldırmak isteyen yol” bir de “öyle yapan yol” diye. Bakın bu ayetin “ala”sının iki manada da tefsir edilmesi bunu destekliyor. Yani benim üzerime aldığım yol olursa ne oluyor, ayağa kaldırmak isteyen yol oluyor. Üzerine alıyor yani. Bana gelen yol olursa da işte o mustakîm fiilinin ikinci özelliği olan “o hale getiren yol” yani “dikleştiren yol”, “ayağa kaldıran yol” anlamlarına geliyor. Yani Allahu Teala bir şeyi üzerine alırsa o gerçek olur, alırsa yardım olur. Ona doğru giden yol götüren yol, o da şöyle, eğer bir şekilde nasip olur da kendilerine nimet verilenlerin yoluna giderse, o yol Allah’a götüren yol.
Hani kafanızda muğlak bir ifade olabilir. Yolun özelliği nedir arkadaşlar? Yol esas değildir. Yol bir yerden bir yere gitmek için geçici süreyle üzerinde bulunulan makamdır, mekandır. Asıl mıdır, değildir. Dolayısıyla biz “sırâtel mustakîm” deyince hedefi görmeliyiz. Hedefte ne var? Allahu Teala. Yani Allah’a götüren yol diyebiliriz buna. Allah’ın üzerine aldığı yol da işte bu o yolun üzerine gitmeyi, adım atmayı, gayret etmeyi gerektiriyor.
Biraz evvel dedik ya Ankebut Suresi’ndeki “Biz yolumuzda mücadele edenlere, çalışanlara yollarımızı kesin kes kolaylaştıracağız” diye ayet, işte onun üzerine de kişi Allah’ın rahmetini celbedecek davranışlarda bulunursa ve Allahu Teala da ona hidayetiyle cevap verirse, bu hidayet ve nimet üzerine o yolda olursa ve buradan da çıkmak için çok özel bir gayret sarf etmezse, zoru başarmazsa eğer, Allah’ın izniyle o yol Allah’a götürüyor.
Yani Allahu Teala her yerde ama Allah’a götürmekten kastı anladınız. Daha teknik bir ifade ile geçen derslerde söyledik, (Yasin suresi 22. Ayet) “ileyhi turceûn”a (اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ) götürüyor.
“İleyhi turceûn”neydi? “Dönüş onadır”. Yani şu an kim o dönüşü hak edecek kim hak etmeyecek, onun bir imtihan dünyası.
Daha önce bizim bir hayatımız vardı. Bunda şüphesi olan var mı? Mümin Suresi 11. Ayette öyle diyor, “Bizi iki kez öldürdün iki kez dirilttin” diyor:
Gâlû rabbenâ emettenesneteyni ve ahyeytenesneteyni fağterafnâ bizunûbinâ fehel ilâ hurûcim min sebîl.
قَالُوا رَبَّنَا اَمَتَّنَا اثْنَتَيْنِ وَاَحْيَيْتَنَا اثْنَتَيْنِ فَاعْتَرَفْنَا بِذُنُوبِنَا فَهَلْ اِلٰى خُرُوجٍ مِنْ سَبٖيلٍ
Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Günahlarımızı kabulleniyoruz. Şimdi (bu ateşten) bir çıkış yolu var mı?”
Sondan sayarsanız, bir diriltme ahiretteki diriltme bunu ahirette söyleyeceklermiş. Bu dünyanın sonunda ölme bir ölme. Bu dünya hayatının başındaki bir dirilme. Ne kaldı geriye bir tane ölüm kaldı, o da demek ki daha evvelden bir yaşantı varmış ki, o yaşantının sonunda bir ölüm olmuş. İşte bu bize “kâlû belâ” denilen, “elest meclisi” denilen şeyin Kuran-ı Kerim’deki göstergesi oluyor. Bununla ilgili Bakara Suresi’ndeki ilk yirmi ila otuz arasındaki ayetlerde buna işaretler var, ama konumuz o değil. Çıkamayız onun içerisinden. İşte o imtihan dünyasındayız.
Hz. Adem tövbe etti, tövbesi kabul edildi ama cennette kalamadı. Bakın yanlış bilinen bir şey var. Hz. Adem dünyada tövbe etti diye bir inanış var, kitaplarda da böyle geçiyor. Hayır ayetlere bakın işte, bu Kuran-ı Kerim okumamanın sonucu. Ve bakın yanlışa götüren bir şey var. Hz. Adem gelmiş yeryüzünde ağlamış ağlamış bir kaç sene sonra Allahu Teala da ona tamam demiş, “Git Havva ile Arafat Tepesi’nde buluş, tövben kabul edildi.” Ya Hz. Adem bir kadın için yıllarca tövbe etmiş olabilir mi? Hakaret gibi bunlar, Allahu Teala’dan ayrı kaldığına, o mekandan ayrı kaldığına ağlarsa ağlar. O tövbenin cennette olduğunu işte geçen derslerde Bakara Suresi’nde işledik. Tövbe etti diyor. Allah da tövbesini kabul etti. Önce diyor ki “İnin aşağı”. Ondan sonra Adem Rabbinden bir takım kelimeler ilhak etti, onla tövbe etti, Allah da onun tövbesini kabul etti. Ama ondan sonra yine “inin” emri var. Yani o tövbenin cennette olduğunu ayet çok net şekilde ifade ediyor. Birkaç yerde daha geçiyor sadece Bakara’da değil. Sonra Hz. Adem indiriliyor. Tövbesi kabul olduğu halde neden cennette kalamadı? Affedilmedi. Tövbenin kabulu af değildir. Tövbenin kabulu şu manaya geliyor, eğer orada tövbe etmeseydi yeryüzüne indirilecekti ama şeytanla aynı konumda olacaktı. Şeytanın geriye dönme şansı var mı? Yok. Geriye dönme kapısı açıldı Adem’e. Zaten tövbe kelimesinin asıl anlamı “geriye dönmek” demekmiş, “bakmak, geriye dönmek”.
İşte biz de Adem’in belindeki zürriyetler olarak, o mekanlarda bulunan, bir şekilde bilinçler olarak bulunan bizlerin de yeryüzünde şu an ki bulunmamızın sebebi, geriye dönüşün — ki ona “ileyhi turceûn” deniyor — onu hakedebilecek miyiz yoksa, Allah korusun, hak etmeyenlereden olup da işte “gayril magdûbi aleyhim”lerden olup da aşağılarda mı olacağız, bunun imtihanı.
Birkaç yıl ömrümüz kaldı şurada? Bir kaç yıl. Bunu Allah’ın rahmetini celbedecek davranışlarda bulunursak, “sırâtel mustakîm”de Allahu Teala nezdinde olursak geriye dönme şansımız var. İşte hani Allah’a giden yoldaki kasıt bu. Yoksa Allah her yerde. Ama yukarı gidişin cennet ve yukarısının “ileyhi turceûn”a kadar giden yolun orada işareti var.
Şimdi “sırâtel mustakîm”de olmanın bir şeyini söyleyeceğim size. Kehf Suresi’nde bir ayet var:
Vasbir nefseke meallezîne yed’ûne rabbehum bil ğadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehû ve lâ tağdu aynâke anhum, turîdu zînetel hayâtid dunyâ ve lâ tutığ men ağfelnâ galbehû an zikrinâ vettebea hevâhu ve kâne emruhû furutâ.
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذٖينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِىِّ يُرٖيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرٖيدُ زٖينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰیهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا
Kehf Suresi’nde diyorki Allahu Teala: “Sen gece gündüz Allah’ın vechini yüzünü rızasını isteyip de, gece gündüz ona dua edenlerle yalvaranlarla sen de candan sabret. Sakın dünya hayatının geçici menfaatlerine kanıp da onlardan yüzünü çevirme.”
Burada bir işaret var. Hani diyor ya “Kişi arkadaşının dinindendir”. Allahu Teala gece gündüz Allah’ın vechini yüzünü isteyerek dua edenlerle beraber bulunmasını istiyor ki , işte bu da “sırâtel mustakîm”in işaretlerinden bir tanesidir.
Dünya hayatına kapılıp gitme. Ya diyor öyle arkadaşlarla beraber olursun ya da dünya hayatına kapılıp gidersin. İşte “sırâtel mustakîm” ayağa kaldırıp götüren yoldur, eğer senin doğru yola götüren arkadaşların olursa yanlış yapma ihtimalin azalır. İşte o “sırâtel mustakîm”in özelliklerinden biri. Hani ayetle misal vereyim dedim de bir misal o, ikincisi de biraz evvel söylediğim Ankebut suresindeki biz mücahede edenlere cihad edenlere, kesinkes orda “le” diye bir ifade var, yollarımızı kolaylaştırırız. Bu da işte “sırâtel mustakîm”in özelliklerinden, yani sen çalıştıkça çabaladıkça Allahu Teala onun yollarını kolaylaştırıyor.
Evet sırat üzerine daha fazla konuşabiliriz, yeri geldikçe tekrar aklımıza gelir. Ama bugünkü ayete daha geçiş yapmadık biraz geçiş yapalım:
Sırâtallezîne enamte aleyhim, ğayril mağdûbi aleyhim ve leddâllîn.
صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّٖينَ
Şimdi buradaki, sıratla başlamış, sırat hangi sırat bir önceki ayette bahsedilen sıratı anlatıyor Allahu Teala. Buna Arapça’da “bedel” deniyor. Yani önceki cümlede bir şey açıklanmış, onu açıklıyor. Yani bizi “sırâtel mustakîm”e ilet, ama nasıl sırat?
Bakın Rabbim öyle güzel izah ediyor ki, “sırâtel mustakîm”derken zaten sıratın özelliklerini biraz anladık. Başka bir cihetiyle şimdi açıklıyor sıratı.
“O yol ki” değil, ben eskiden öyle anlardım, kendilerine nimet verdiklerinin yolu. Ben eskiden şöyle anlardım bunu, Arapça’nın faydası, “O yol ki sen onlara onu nimet olarak verdin”. Bu değil. Aynıymış gibi gözüküyor ama bir nüans var, bakın birincisi şöyle “kendilerine nimet verdiklerinin yolu” birisi de “sen onu onlara nimet olarak verdin.”
İkincisi tam doğru değil. Buna Arapça’da “izafiyet” deniliyor. İzafiyet ne? İsim tamlaması. Yani kapının kolu gibi. Burada “kendilerine nimet verilenler” diye bir grup var, onu açıklayacağız. Onun yolu. Buna hidayet et. Buradaki fark ve vurgu nerede, kısa yoldan açıklayayım.
Nimet var ya “en’amte” nimetlendirdiğin, o “sırâtel mustakîm”değil. Şimdi hayda “sırâtel mustakîm”nimet olmaz olur mu? Ben nimet değil demiyorum, burada ayetteki incelikte o yok. Ayetteki incelikte kendilerini değişik şeylerle nimet verdiklerim var, onların yolu. Öbür türlü şöyle olurdu, “sen o yolu onlara nimet olarak verdin.” Şimdi onu açıklayacağız, neden öyle değil.
Şimdi şuradan anlayacaksınız, “en’amte” nimetlendirmek demek. “Naime”, “Ben nimetlendirdim”. Onun başına elif geçtiği zaman if’al babına giriyor. “En’amte” oluyor.
“Sen nimetlendirdin” oluyor, sonundaki “t” ile beraber, birisini(başkasını) nimetlendirmek. Bu fiilin aslı birisinin nimete kavuşması. Ama Allahu Teala’ya biz diyoruz ki “Sen nimetlendirdin”. Demek ki özellikle Allahu Teala’nın özel bir nimet vermesi söz konusu.
Kimlere? Onları bilmiyoruz, “aleyhim” diyoruz. Bir grup insan var. Onlara nimet veriyor. Nimetin burada ne olduğu yazmıyor.
Bekir bey şunu diyor; “en’amte” yerine “nuime” de olabilirdi. “Nuime” meçhul bir ifade, edilgen bir ifade “nimet verildi” demek. Yani kendilerine nimet verilenlerin yolu da olabilirdi. Peki ne fark var? Biri “Senin nimet verdiklerinin yolu”, diğeri ise “Nimetlendirilenlerin yolu”.
Birisinde fail olarak Allah var, yani sen verdin nimeti. Diğerinde ise bir şekilde nimetlendiriliyor, burada özellikle Allah’a vurgu var.
Biraz sonra göreceğiz. Aslında “sırâtallezîne gayril magdûbi aleyhim” ayeti o kadar çok grammar(dil bilgisi) kaidelerinin inceliklerle, böyle dantel gibi işlendiği bir ayet ki şaşarsınız. Gelmeden önce bir saat, bir buçuk saat Arapça hocamla sadece bu ayetin incelikleri üzerine bir konuşma yaptık, yetmedi. Namazı evde kılmak zorunda kaldım. Bilinenlerin dışında konuştuk. Rabbim bunu neden böyle kullanmış, şurasını neden böyle kullanmış, şöyle kullansaydı ne manaya gelirdi, böyle kullansaydı ne manaya gelirdi diye.
Onu şöyle izah edeyim. Bakın Kuran zaten böyle ama Fatiha’da daha dikkat etmemiz gereken konu var. Allahu Teala Kuran-ı Kerim’de öyle ifadeler kullanmış ki kullandığıyla büyük manalara götüren bir şey, nasıl kullanmadığı, neleri kullanmadığı, niye şöyle ifade etmediğiyle bile ciddi manalara ulaşabileceğimiz müthiş bir kitap. “Niye böyle demedi de niye böyle dedi”lerden bile çok şey oluyor, bunu geçen haftalarda işlemiştik. Mesela şey demiştik: “İyyake na’budu”demiş, niye “iyyahu” değil.
“İyyake na’budu ve iyyake neste’in”. “Yalnızca sana kulluk ederiz.” Orada “Yalnızca O’na kulluk ederiz” de diyebilirdi. Ama muhatap olmazdı Allah. Allah diyor ki bana ihsan üzerine namaz kılacaksınız, beni görür gibi. O zaman “hu” da aynı bu deistlerin dediği gibi. deist ile ateist farklı, ateist ilah tanımayan deist ise bir tanrıyı kabul eden yaratıcıyı kabul eden bir inanç ama o yaratıcı yukarılarda. Ya “O” gök işi, semavi işlerle, ulvi işlerle ilgilenir. Siz niye Allah’ı yeryüzündeki işlerle uğraştırmak için yeryüzüne indiriyorsunuz diye. İşte laikliğin(laisizm) temel yanlış prensiplerine dayanıyor bu deizm. “E Allah var, inkar etmiyoruz, ama yukarıda” diye bir de hüsn-ü sebep bulmuş kendince. “İşte niye aşağı indirip de aşağı işlerle onu uğraştırıyorsunuz. Yukarıda o sema ile ilgileniyor” deyip, dünya kurallarını biz yazarız, biz uygularız diyen Allah’ı ve onun kurallarını yeryüzünde hakim kılmayan sapık bir inanç. Bunu engelleyebilecek bu ayet. “iyyahu” dese o, ama “iyyake” deyince “yeryüzünde” seni direk muhatap alan, senin de muhatap olarak ona direk hitap etmeni isteyen bir Fatiha bu.
Bu; işte “Niye öyle demedi?”den çıkacak bir sonuç. Niye böyle demedi de böyle dedi deyince bugüne kadar yazılan tefsirlerin çok fazlası bir tefsir yazılır Fatiha hakkında. İşte sabahleyin bu dikkatimi çekti. Şöyle dememiş Allahu Teala “en’amte aleyhim nuimtu” dememiş, “nimetlendirdiğin” dememiş.
“Sırâtallezîne en’amte aleyhim” bir kalıp, “ismi mevzul” deniyor buna. Onun yerine şöyle diyebilirdi: “Sırâte munimu aleyhim” diyebilirdi. Yani Kuran’da dikkatinizi çekmiştir bazılarının “ellezîne yu’minûne”diye geçiyor. “O kimseler ki iman ettiler”. Bunun karşılığı mümindir. Şimdi “ellezine yuminu”, “O kimseler ki iman ettiler” ya da “iman edenler”. Diğeri ise onlara ne diyoruz zaten? Mümin, iman etmiş kimse. Farkı ne? Birisinde fiil var, önemli. Fiil vurgulu, iman etmek fiili. Diğerinde ise isim önemli. Kuran-ı Kerim’de Allahu Teala hangisine vurgu yapacaksa onu kullanıyor. Yani fiiliyat önemliyse fiil olanı vurguluyor, kişi önemliyse – isim önemliyse onu vurguluyor. Bakın devam edelim, “gayril mağdûbi” diyor ya burada, işte burada da “gadab edilmiş” diyor. Bu kalıptan da kullanabilirdi. Yani isim kullanabilirdi, “mümin” de kullanabilirdi. Yani mümin gibi kullanmış “gayril mağdûbi aleyhim”de ama yukarıdakinde “ellezine amenu” gibi kullanmış. Bunun farkı ne biliyor musunuz? Bir ayet var; “Sizin başınıza isabet eden iyi şeyler Allah’tandır, sizin başınıza isabet eden kötü şeyler nefsinizdendir”.
Diyor ki nimeti Allah verir, gadaba uğramak da kişilerin yanlışı, nefislerinden dolayı. Görüyor musuz bir ifade farklılığından neler çıkıyor? Nimeti Allah veriyor, ama gazabı nihayetinde Allah veriyor lakin gazabı hak eden kişi. O yüzden böyle bir farklılık kullanılmış.
Peki kendilerine “o kimselere nimet verilenler” dediğine göre, bir grubu işaret ediyor. Bu da şöyle ifade ediliyor. Rububiyette yani eğitimde/terbiyede bu bir metottur. Bir grup örnek gösterilir onun gibi davran denilir. Burada da Allahu Teala işaret ediyor. Bakın ben bunu çok önemsiyorum. Fatiha Suresi koskoca Kuran’ın özeti ya buradaki her bir kelime her bir ayet sayfalarca bir şeye delalet ediyor. Yaklaşık altı bin ayet olursa burada altı ya da yedi ayet kabul edersek bir ayete 900 ila bin ayet düşüyor. Dolayısıyla Fatiha’da müstakil olarak kendilerine nimet verilenler diye işaret edilenler var. Ne kadar kıymetli bu anlamda. İşte biz onların kimler olduğunu, yine Kuran’ın tefsiri Kuran’dır, Nisa 69. Ayetten anlıyoruz:
Ve mey yutııllâhe ver rasûle feulâike meallezîne en’amallâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîgîne veş şuhedâi ves sâlihîn, ve hasune ulâike rafîgâ.
وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُولٰئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَالصِّدّٖيقٖينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحٖينَ وَحَسُنَ اُولٰئِكَ رَفٖيقًا
“Kim Allah’a ve Resul’une itaat ederse işte onlar feulâike meallezîne en’amallâhu.
Allah’ın nimet verdikleri. Burada izah ediyor “aleyhim”. Burada sadece -ke(sen) zamiri yerine Allah gelmiş. Onlar kimmiş? “mine-nnebiyyîne (nebiler) ve-ssiddîkîne (sıddıklar) ve-şşuhedâ-i (şehitler) ve-ssâlihîn (salihler). Yani bunlar kendilerine nimet verilenler, Allahu Teala Kuran’da başka bir ayetiyle açıklıyor. Kimmiş o kendine nimet verilenler?
1-Nebiler (peygamberler)
2-Sıddıklar
3-Şehitler
4-Salihler
Demek ki bunlardan başkası yok. Yani ya bu gruptakilerden olacaksın ya da bu gruptakilerin yoluna uyacaksın. Bunlardan olmazsan ne oluyor? İşte “gayril mağdubi aleyhim veladdalin” kısmına geliyorsun.
Demek ki sadece ve sadece iki yol var. Bir A yolu var bir de B yolu var, A yolundan gidersen “sırâtel mustakîm”, B yolundan gidersen diğerleri bile değil bakın. İşte o yüzden “es sırat” kullanmış müfret olarak. Bir tane yol var “sırâtel mustakîm” ve diğer yol olmayanlar var. Bakın burayı anlıyor musunuz? Hepiniz kafayı salladınız. Bir A yolu var bir de yol var. Yani bir Rahman’ın yolu var. Bir tane yol var, ya o yolda bulunursun, ya gayrısı.
Hani “gayril mağdubi aleyhim” diyor ya, o diğerinin hiçbir önemi yok. Ya o sırattan olursun ya da diğerleri. İşte o yolu da teferruatlı anlattığı zaman Rabbim Nisa 69’da diyor ki; ya nebilerin yolu, sıddıkların yolu, şehitlerin yolu ve de salihlerin yolu.
Şimdi bunları bir açıklayalım. Nebileri açıklamaya gerek yok. Allah’ın özel olarak seçtiği ve yetiştirdiği kullar. Bunlar zaten bizim tabi olmamızın şart olduğu şeyler. İtaat ve tabiyet. Bunlarda bulunmak zorunda olduğumuz kimseler, bakın sadece nebi değil nebiler diyor. Çoğul geçmiş orada. Yani sadece peygamber efendimiz değil. Ne diyor ayeti kerimede, lâ nuferrigu beyne ehadim mir rusulih ( لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهٖ ) “Biz resullerin birini diğerinden ayırt etmeyiz, hepsini Allah’ın gönderdiği, Allah’ın risaletini, Allah’ın tek dini risale eden kimseler olarak alırız.”
Bugün çocuğun din dersi var, orada bir ifade var, “ilahi dinler” diyor. Doğru mu sizce bu, yanlış. İlahi dinler diye bir şey yok. Bir tane din var, semavi dinler diyorlar yanlış. Ben de bir kaç sene evvel anladım bu konuyu. Yani Kuran’ın içerisinde anlıyorsun bunu. Kuran’da diyor ki “İnned dîne indâllâhil islâm” diyor. “Allah indinde tek geçerli din İslam’dır”. Biz nasıl anlıyoruz bunu, İslam vardır diğerleri batıl diye anlıyoruz. Ahirette karşılığı yoktur anlamında. Bir anlamı da eğer Allahu Teala, Hz. Adem’den itibaren bir din göndermişse o İslamdır, bunun başka ismi yoktur. Yani Hz. Musa’nın getirdiği dinin ismi de İslam, Hz. İsa’nın getirdiği dinin de ismi İslam. Diğer tüm peygamberlerin getirdikleri İslamdır, ve o dine mensuplara ne deniyor? Müslüman. Yani hak dinde kaldığı sürece onun ismi Hristiyan değil. Kendilerine Hristiyan diyenler, diyor İsevi diyenler diyor. Bakın “kendilerini öyle adlandıranlar” diyor. O adlandırdıktan sonra da öyle adlandırılıyor. Kendisi ana alandan çıkıyor, kelimeleri değiştirerek tevhid esaslarını bozarak. Dolayısıyla nebiler demesinin sebebi bu. Dolayısıyla biz Kuran-ı Kerim dedik ya, her bir ayet Kuran-ı Kerim’de bin ayete geliyor.
Şöyle yanlış bir zihniyet var. “Ya benim peygamberim Hz. Muhammed ben diğerlerine uymam”. Burada kıssaları anlatılıyor gibi ifade edilmese de yanlış bir mantık var. Hz. İsa’ya Peygamber Efendimiz dediğim zaman şaşırıyorlar. Ya bizim Peygamber efendimiz Hz. Muhammed. Garipsiyorlar. Hayır, peygamber efendimiz. Ama benim tabi olduğum, şeriatına tabi olduğum onun indirdiği kamil hükümlere tabi olduğum Hz. Muhammed. Ama” lâ nuferriku beyne ehadin min rusulih”nereye gitti öyleyse, o yüzden dikkatli olmak lazım. Nebilerin yolu o.
İkinci sınıf ne? Sıddık. Demek ki bu üç sınıftan sıddıklar, şehitler, salihlerden en kıymetlisi hangisi? Sıddıklar. Bu Arapça belagattı biliyorsunuz. Bir şey ne kadar önce telafuz edilirse o kadar kıymetli. Dolayısıyla nebilerden sonra sıddıklar geliyor. Sıddık deyince kimi anlıyorsunuz, sadıklar. Mesela Hz. Ebubekir akla geliyor. Sıfatı sıddık. Sıddıkı ben zamanında şöyle yorumladım. Tümden gelimciler, tasdik edici. İki metot var biliyorsunuz; bir tüme varım, bir de tümden gelim. İkisi de hedefe ulaştırır. Ama tümden gelimin şöyle bir faydası var. Ya diyor Allah var, Hz. Muhammed de onun Resulu. Şimdi bitirdi kafasında olayı. Diyorlar ki senin arkadaşın bir gecede Mescid-i Aksa’ya gittiğini söylüyor. Çoğu sahabenin ayağı kaymış bu konuda. Necm Suresi’nin başında bununla ilgili bir ikaz var. “Sizin arkadaşınız mecnun değildir.” diyor. “Sahibekum” diyor. Kime hitap orada? Sahabeye hitap var orada. Hangi olay anlatılıyor Necim Suresi’nde? Miraç anlatılıyor. Yani burada sahabe efendilerimize laf getirmeye çalışmıyorum ama Ebubekir’in sıddıklığını övmek/yüceltmek istiyorum. Tereddüte düşmüşler bazıları hatta giden var, imanını kaybeden var. Sahabe tamam ama yok canım diyor gidiyor münafıkların müşriklerin arasına katılıyor. Ağır geliyor. Kolay değil.
Bakın şu anın kolay bir yeri var, biz gayb ile ilgili olaylara çok hazırız. Olağanüstü olaylar bize göre kabul edilebilir, biz üç buçuk saatte Mekke’ye gidiyoruz şimdi. Ama o dönemde bir gece Mekke’den Kudüs’e gittiğini söylediğinde o diyorsa doğrudur diyor. Neden, yukarıda halletti. Allah var o da onun Resulu. Doğrudur diyor. Alt kısımlar/teferruat önemli değil. İşte sıddık o. Kafadan halledip diğer olaylara tümden gelim esasıyla bakanlar. Bize mesaj ne burada? Siz de öyle bakarsanız Kuran doğrudur, ne diyorsa doğrudur derseniz, tereddüte düşmezseniz, nebi ne diyorsa doğrudur derseniz, “ya şu devirde şöyle mi olur, Arapların yetiştiği dönemde şöyleydi günümüzde böyle dersen” sıddıklıkta zarar görüyorsun. Sıddık kabul edendir. “Semi’na ve ata’na” diyenler sıddıkdırlar.
Allahu Teala bize sıratı mustakimini nasip etsin. Ki o sıratı mustakimde olanlar; nebiler sıddıklar, şehitler ve salihler. Bunları tanıyıp nasıl amel ettiklerini bilip onlar gibi amel etmeyi ihsan edip, bizim de inşallah ahirette “ileyhi turceuna”dan olmamızı nasip etsin inşallah.
Sadakalluhaziym.