Yasin Suresi (7.Sohbet)

Yasin 7. Sohbet. 20. Ayetten itibaren.

Geçen hafta ve ondan önceki hafta 18 ve 19. ayetleri anca işlemiştik, bugün 20. ayetten devam edeceğiz. Fakat geçen hafta da bir iki yer eksik kaldı son bir iki kelime ve bir de kuş meselesine hafif bir değineceğim. Çok ilginç ve önemli bir konuydu. Gelen tepkilere istinaden söylüyorum. Devam edeceğim. Biliyorsunuz kuş bir uğursuzluk anlamında kullanılıyordu. Onlar diyor ki; müşrikler, inanmayanlar diyeyim inkâr edenler mürsellere ne diyorlardı? “Uğursuzluk geldi ve bu uğursuzluk sizin yüzünüzden” diyorlardı. Resuller de diyor ki; “Uğursuzluk sizin kendinizledir gibi gözüken ama teferruat ile baktığımızda uğursuzluk olarak gördüğünüz şeyler sizin düşünce sisteminizden kaynaklanıyor. Siz kendinize bakın olayları yorumlarken yanlış yorumlamayın” şeklinde bir ifade vardı.

Teferruatına indiğimizde, İsra suresi 13. ayette geçen “Biz onların kuşlarını boyunlarına astık ve ahirette de o kitapları önlerine açılacaktır” dan da istifade ederek, sanki kişilerin boyunlarında manevi bir çip olduğunu, düşünce sistemlerinin hem sebebi hem de kayıt mekanizması olduğunu belirtmiştik. Bu Enam Suresi 38. ayette de daha sırrani manalarıyla o yukarı doğru gidişatta, terakki deniliyor buna, nefsini ve anlayışını yukarı doğru çıkaranlarda da, kuşla ifade edilen bir timsal sistemi olduğunu söylemiştik. Bunu meraklısına ifade etmiştik. Orayla ilgili bir iki küçük şeyle devam edeceğim.

Kuş deyince bir kaç şey aklıma geldi, Ruhul Kudüs var biliyorsunuz Cebrail Aleyhisselam Hristiyan kültüründe o üçlemenin, yanlış olan üçlemenin, teslis deniyor biliyorsunuz. O üçlemenin içinde yer alır. Yani Allah deyince onların üç şey aklına geliyor. Allah, oğul ve kutsal ruh. İşte kutsal ruh pek iyi izah edilmiyor. Bakın internette hep böyle Hz.İsa ve Allah kavramı geçmiş. Fakat Ruhul Kudüs’ü biraz üzeri kapalı geçmiş. O Cebraildir aslında, Cebrail Aleyhisselamdır. Onu tanrı olarak ifade ediyorlar. Yani onda o kadar olağanüstülükler görüyorlar ki, Tanrı üçlemesinde biri olarak kabul ediyorlar. Onun simgesi kuştur mesela. Mesela hani bu ipucu olsun diye anlatıyorum. Hani yukarı terakki dedik ya, ruhani alana yakınlık anlamında söyledik.

Bir şey daha söyleyeceğim, bunu Münir Derman hocanın bir hikâyesinde anlatıyordu. Mağara olayı var ya, Peygamber efendimizin Hz. Ebubekir ile beraber hicrette, Sevr mağarası. İçeri girdiklerinde Rabbim onları neyle setrediyor kapıdan? Örümcek ağı ve kuşla. Bir güvercinle. Şunu ifade ediyor; tamam o güvercinler içeri girdikten sonra oluştu fakat onlar gittikten sonra Resulullah ve Hz. Ebubekir o yuvayı yıkarak ve kuşları kaçırarak mı dışarı çıkmış olabilir rahmet peygamberi? Dolayısıyla o kuşun hikmeti ne olabilir diye sorduğumda, hani bu cevaplar geldi benim aklıma. Hani Ruhul Kudüs ile ilişkili olan bir şey aklıma geldi. Hani bunu da söyleyeyim dedim. İlginç bir şey.

Bir de aklıma şey geldi hani yüzlerce misal gelebilir ama üçünü not etmişim burada. Birisi de Fil Suresi. Ebabil kuşları geliyor. Bakın Kur’anda hiçbir şey boşu boşuna değildir, Kur’an da bir tarih kitabı değildir. Tarihten bilgi verir ama tarih kitabı değildir. Orada kuş diyorsa, fil diyorsa neden Kabe’yi yıkmaya geldikleri hikayede bunlar varsa bunların hep bir yeri vardır. Bakın “Yasin. Vel Kur’anil hâkim”(يس وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ) derken, hâkim kelimesinin anlamlarından birisi neydi? Muhkem. Yani buna İngilizce knitted deniyor. Yani örülmüş. Yani bütün bir örgüyle örülmüş. Kur’anın bir yerindeki bir ifade diğeriyle pekişmiş, örtüşüyor anlamında. Yani rastgele geçmiyor anlamında. Dolayısıyla orada bir kuşlardan bahsediyorsa, muhakkak bu Yasin’de 19’daki, işte İsra 13’deki ve Enam 38’dekiyle bir bütünlükte. Diğer yerde geçen kuşlarla beraber.

Bakın ne vardı fil hikâyesinde? Hikâye olarak geçiyor. Orayı yıkmaya gelen var ya, Ebrehe. Aslında inançlı. Hristiyan inancından birisi. Daha Müslümanlık gelmemiş. Fakat kıskançlığından ötürü. Yani neden insanlar bu Kabeye geliyorlar da benim yaptırdığım, çevresini dolanmalarını istediğim yere gelmiyorlar diye hasedinden geliyor oraya. Bir haset suçu var. Bunu unutmayalım. Yani oraya giden inançsız değil. İnançlı. Bak buradaki “Rahman bir şey indirmedi”ye götürür. Rahman diyor ya orada yani Rahman bilgisi çok ilginç. Yani Allah diye bir şey yoktur demiyor. Rahman kavramına erişmiş, o bir şey indirmemiştir diyor. Buraya inançlı biri gidiyor. Peki Kabe neyi temsil ediyordu biliyor musunuz aslında? Birçok timsali var ama Kabe’nin çevrelediği toprak örtüsü özel bir toprak. Bir ayete göre Adem’in yani ilk insan Hz. Adem in yaratıldığı toprağın o alandan alındığı söyleniliyor. Ebrehe gidiyor oraya, o toprağa gidiyor. Peki kuşlar işte buraya kuşlar diyeceğiz, ne atıyor kafalarına? Siccil. Onun ifadesi siccil. Siccil pişirilmiş demek. Biz biliyoruz ki Âdem in yaratılması ile ilgili şeylerden, topraktan yaratıldı filan birisi de pişmiş topraktan yaratıldı diye bir ifade var ayetlerde biliyorsunuz. Şimdi kafa neyi temsil eder? Düşünme sistemini değil mi? Düşünme sistemine kendi yaradılışından bir nesne ile Rabbim helak ediyor. Yani şu mesaj veriliyor; ya sen nereyi yıkmaya gidiyorsun? Senin yaratıldığın toprağı yıkmaya gidiyorsun. Oranın kutsiyetine karşı olarak. Ben de senin aslının yaratıldığı mıntıka olan, ruhların timsali olan kuşlar aracılığıyla, senin yanlış düşünce sistemine senin yaratıldığın ???8.18 atarak seni cezalandırıyorum. Yani işte bunları birleştirdiğimizde Kur an bir bütün ya, böyle bir sonuç çıkıyor. Yoksa rastgele okuduğunuzda Fil suresini bir anlamı yok. Ama kuş ne? O taş neyi ifade ediyor? Neden onların kafasına gidiyor? Ve yenilmiş ekin haline getirdik diyor. Me’kul diyor. Me’kul, ekele fiilinden ismi mef’ul, yenilmiş anlamında. Neden? Fil de neyi temsil ediyor biliyor musunuz? File bakın yiyip yiyip şişer. Değil mi? Hortumu da vardır. Şişer. Yani demek ki o zihniyette olanlar, dünyada yiyip içip semirmekle uğraşan insanlar yani düşünce sistemi kalmamış, ona da bu ceza veriliyor. Cezanın şekli bak semadan geliyor, o geçen hafta bahsettiğimiz kuşlar tarafından geliyor. Ruhani kısımdan. Kabe’yi yıkmaya gidiyor. Kabe neyi temsil ediyor yani senin yaratıldığın?? 9. 22 yani nasıl bir ceza ki Allah kişiye cezayı kendisinin yanlışı tarafından veriyor. Seni seninle cezalandırıyor.

İşte “tairikum meakum”(طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ ) “kuşunuz kendinizedir”. Düşünce sisteminiz, yanlış düşünce sisteminiz bu sonucu doğuruyor. Bir de şundan bahsetmek istiyorum, bu güzel bir nokta oldu. Ben de anladığımda çok etkilenmiştim. Bu geçen ders Kayhan Bey sizden rica ediyorum hatırlatın, bu hani size “vadrib lehum meselen”(وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا) diyor ya, mesel verildi, o meseleler hep birinci sayfadaki geçen kelimelerle ilgili örnekler veriyor Rabbim bu kalan kısmında.

Bunu kelime kelime yakaladım ama hani toplu halde vermek istiyorum. Buna misal olarak vereceğim ama haftaya bu sayfa bittiğinde yan sayfaya geçtiğimizde, hani bu birinci sayfadaki hikâye nereye tekabül ediyor onu toplu halde bir verelim bir zahmet hatırlatın. Ama şunu söyleyeceğim bakın “meakum” diyor ya; “tairukum meakum”, kuşunuz sizinledir. O İsra Suresi 13. ayette de diyor ya, “boynunuza astık”. O ilk sayfada hatırlıyor musunuz? Biz onların boyunlarına halkalar geçirmişiz derken de işte buraya bir işaret var. Bir şey dikkatimi çekti, bakın Allahu Teala maddiyat ile maneviyatı ayırt ettirmiyor bize. “âlimul ğaybi veş şehâdeh”( عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ )/ Haşr 22. derken bu var. Bakın gayb ve şehadet bir alem ya, ikisinin toplamı kulli alem. Bizim şahit olduğumuz alem var bir de gayb var. Gayb bizim şahit olamadığımız alem. Şöyle bir söz var gayb görünmeyen değil, görülemeyendir diye. Yani bizim ona erişemediğimiz. Dolayısıyla biz görebildiğimiz şahit olduğumuzda ne oluyor biliyor musunuz? Gayb alemi küçülüyor, şehadet alemi büyüyor. Biz görebildiğimiz yerde hepsine hâkim olduğumuz yer şehadet alemi olacak. Yani bilgi bu şekilde. Bunu gibi maddi ve manevi şeyler aslında iç içe. Örtüşür. Biz ayırıyoruz onu. Hani tasavvuf ve şeriat olarak ayırıyorlar ya, hayır iç içe onlar. Hepsi beraber. Bunu niye anlatıyorum, işte hani “kuşunuz boğazınızdadır” derken de tiroit beziyle etkileşimini söylemiştik ya izdüşümü olarak. Boğazınızdadır diyor, bir bakılıyor orada kanadını açmış kuş gibi değil mi? Rabbim orada birleştiriyor.

Bir misal aklıma geldi, Alak Suresinde “biz onun perçeminden tutarız, yakalarız” diye bir ifade var. “Nasiyetin kazibetun hatiye”(نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍ) diye vardı orada hatırlarsınız belki. Orayla ilgili internette yine bir yorum okumuştum, aynı tiroit bezine benziyor. Perçem nerede? Alnın üst tarafında değil mi? Dikkat edin saçların örttüğü alan yukarıda. Özellikle şunu diyor; saçların döküldüğü alana dikkat edin beynin olduğu alandır diyor. Beynin olmadığı alan en son dökülen alandır. Tersinden gidersek, saçların döküldüğü alan beynin kapsama alanıdır. Bakın enselerde ve şakakta beyin izdüşüm alanı yok. Değil mi? Onun gibi. Perçemin olduğu yer de, alnın üst tarafı yani beynin ön bölgesi. Buna frontal lob deniliyor. Ön lob. Ön lobun özelliği ne biliyor musunuz? Muhakemenin olduğu alan. Muhakeme ne demek? Doğruyu yanlıştan ayırt etmek. Bir şey önünüze geliyor.
Bakın ilginç, buluğa ermemişlerde o alan tam gelişmiyormuş. O yüzden çocuk çok tereddütlüdür. Annesine babasına sorar, sen karar ver desen, karar veremiyorum ne yiyeceğime ne giyeceğime der. Onu suçlamamak lazım çünkü o frontal lob tam gelişmemiş, o tam rüşte ermemiş ya da buluğa ermemiş tam karar veremiyor. İşte anladınız mı? Ne zaman ki o alan gelişiyor, çocuk sorumlu oluyor artık. O yaşa kadar sorumlu değil. Akıl baliğ denilen baliğa ulaşmak demek. Şimdi frontal lob hükmetme alanı. Kararlardan bir karar verebilme alanı. İşte yanlış karar verdikleri için, hani ölçtü biçti, nasıl da ölçtü biçti, kahrolsun nasıl da ölçtü biçti deyip de eleştirilen kişinin o alanı neresi biliyor musunuz? İşte bu frontal lob. İşte oradaki maddesel şey ne? Perçem. İşte biz ahirette onu perçeminden tutup sürükleriz diyor. Bakın manevi bir alanla maddi alanın birleştiği yine bir şey. Aynı tiroit bezinin olduğu gibi. Bunun gibi ne kadar çok alan vardır vücudumuzda siz düşünün. Bu ilmi de bu şekilde değerlendirmek lazım.
Dünya ve ahiret beraber. Ayıran biziz. Rabbimin ilminde hiçbir şey ayrı değil. Kuşlarla ilgili bunu söylemek isterim, çok şey konuşulabilir ama teferruata girilir meraklısı bunları düşünür, geliştirir.

İki nasıl kalmıştı on dokuzuncu ayette? “ein zukkirtum”(اَئِنْ ذُكِّرْتُمْ )

Yani şöyle olsa da mı????

zukkirtum(ذُكِّرْتُمْ) tüm siz, geriye ne kaldı zukkira. Zukkira ne demek? Kökü bunun zekera, zikir fiilinden. Zekera çok ilginç buna da değinmek istiyorum. Ayetlerde ilerlemiyoruz ama bunlar müthiş kavramlar. Ben kavramlar üzerinde çok duruyorum ve çok faydası oluyor. Zekera fiili neymiş biliyor musunuz zikir fiili? Normalde unutma olma durumunda, unuttuğun bir şeyi hatırlamak demek. Bugün müfredat diye bir terimler ansiklopedisi var orada gördüm. Hafaza fiiline benziyor. Hafaza hıfz etme. Farkı hafıza sürekli hatırında yani. Fakat zekera olunca unutma durumunda oluyorsun onu hatırlıyorsun. Unuttuğun bir şeyi tekrar hatıra gelmesi gibi. Yani kökü buradan kaynaklanıyor.

Hatırlıyor musunuz şunu demiştik, zikir fiilinin zıttı Gaflet demiştik. Bakın gaflet ne demek? Normalde hatırlaman gereken bir şeyi unutmak. Hani gaflet anıma denk geldi diyor yani. Gelmemesi gerekiyor. Normalde aklında olması lazım, o geldi. Bu durumda hıfzanın zıttı ne oluyor? Nesiya unuttu. Tamamen hatırdan çıkması. Gaflet ne? Hatırda olması gereken bir şeyin o anda unutulması. Zikir bu anlamda önemli. Çünkü buradaki manasına gidecek de onun için söylüyorum. Zukkirtum ise bunun başkası tarafından yapılması. Meçhul bir ifade. Edilgen bir ifade. Yani zekera ben hatırladım. Zekkera ise başkasına hatırlatma. Yani bunu biraz teknik bir ifade olacak ama burada Arapça talebeleri var ona söylüyorum zekera lazım bir fiil. Geçişsiz bir fiil. Kişinin yapanın kendisini ilgilendirir. Ben hatırladım. Ama oradaki “k” ye şedde geldiği zaman zekkera ne oluyor? Başkasına bunu hatırlatmak. Bakın anlam nasıl değişti. Size hatırlatıldığı zamanda mı böyle yapıyorsunuz diyor. Bakın bir şeyin hatırlanması için ne gerekir? Unutulmuş olması lazım. Unutulmuş olma durumu için ne gerekir? Onun daha evvelden bilinmiş olması gerekir. Hani yukarıda diyordu ya. Belagul mübin diyordu ya. Resuller ne yapıyordu? Açıklayıcı ve beliğ söz söylüyorlardı. Rastgele söz söylemiyorlardı. Bu ayette onun arkasına geldiği için, her kelimesine dikkat edersek içinde de sırlar açıklayıcı beliğ ifadeler olduğunu gösteriyordu. Size hatırlatılsa da mı? Neyi hatırlatıyor mürsel? Hani kuş en yüksek ruhani âlemi temsil ediyordu ya, yani o boyutta sizin aslını hatırlamanız gereken bir şey var. Ruhlar boyutunda. Yani elest meclisini ve kalubelayı hatırlatıyor. Hani siz böyle bir söz vermiştiniz, hatırlamıyor musunuz? Bak size bu hatırlatılıyor, mesajı var “enfussin” manalarında. Bak aleni manasında demiyorum. Derin manasında. Aleni manasına var diyor diğerinde. Ya size öğüt verilse de mi böyle yapıyorsunuz? Yani biz üzerimize düşen açık bir tebliğ. Başka bir şey yok. Sizi uyarıyoruz bakın. Siz uyarıcı mı uğursuzluk denilen şeyi ortaya çıkarmaya başladı gözüken. Ama derinde de hatırlatılıyor. Hatırlatılması için o şeyin daha evvelden bilinmesi lazım. Yahu ismi hatırlamıyor musun? Kişi niye kızar başkasına? Bildiği bir şey için. Bilmediği bir şey için kızmazsın ki. Demek ki onların dolayısıyla bütün insanların derin boyutlarıyla alt boyutlarıyla bildiği bir şey var, ama unutmuş, hatırlatılıyor. Ama o hatırlatıldığı şey nefislerinin işine gelmediği için boyunlarındaki o küçük beyin gibi olan mekanizma var ya onunla beraber muhakeme yapıyorlar, ama yanlış muhakeme yapıyorlar. Bu seferde karşındakini kendilerini değil karşındakini suçlayıcı bir haleti psikolojiye giriyorlar. İşte resuller de bunu diyor, “Ne oldu size, hatırlatılınca mı böyle yapmaya başladınız?” gibi bunun da bir ifadesi var.

Zikirle ilgili konusu değil ama bugün bir şey okudum çok hoşuma gitti bir ayet var Bakara Suresi 152. “Fezkurûnî ezkurkum”(فَاذْكُرُونٖى اَذْكُرْكُمْ) – “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim“. Bunun benzeri nerede geçiyor biliyor musunuz? Yine Bakara Suresinde geçiyor, ön sayfalarda. Bakara 40. ayette diyor ki: “Yâ benî isrâîlezkurû niğmetiyelletî en’amtu aleykum ve evfû biahdî ûfi biahdikum ve iyyâye ferhebûn”(يَا بَنٖى اِسْرَایٖٔلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِىَ الَّتٖى اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَوْفُوا بِعَهْدٖى اُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَاِيَّاىَ فَارْهَبُونِ) “Ey israiloğulları sizin üzerinize olan nimetimi hatırlayın zikredin”. Nimeti zikrettiriyor Rabbim orada. Kime? İsrailoğullarına. Ama asıl muhakkak olan sahabeler ve Efendimiz(SAV) de olmak üzere en üst bilinçteki iman etmiş olan Müslüman topluluğuna ne diyor? Beni zikredin. Bakın İsrailoğullarına nimetleriyle zikrettiriyor Müslümanlara ise zatıyla zikrettiriyor. İşte bu da Muhammed ümmetinin diğer ümmetler üzerine olan üstünlüğü.

Zikir de arkadaşlar tamamen zihinsel, kalbe yansıyan zihinsel faaliyettir. Allah’ı direk olarak düşünmektir. “Beni düşünün” diyor, burada bir müjde var. Çok ilginç ben de sizi o anda düşünüyor olacağım yani zikrediyor olacağım. Anıyor olacağım. Bu ümmeti Muhammed’e olan müthiş bir nimettir. Mesela bu ayetlerin benzerlerine baktım Hz. İsa’ya bile diyor ki; “Annen üzerine olan nimetimi düşün” diyor, anlıyor musunuz bu inceliği Muhammed ümmetine. Kendi “ezkuruni” diyor beni diyor zikredin ki bende sizi zikredeyim. Yani şunu diyor: “Beni zikrettiğinizde…” Doğru anlayın bakın. Tesbih değil tesbihle zikrin ne farkı vardı? Tesbihte belirli isimleri sürekli olarak tekrar etmek vardı bunu bütün mahlûkat yapıyor ama Allah eşlik etmiyor. Zikirde sen direkt ona hiçbir şey düşünmeksizin gerçekten ona doğru şekilde yöneldiğinde Allah devreye giriyor. “Ve le zikrullâhi ekber”(وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُ )ne demek? Allah’ın zikri en büyüktür. Bunun üstüne bir şey yok demektir. Konumuz zikir değil ama bugün gelen bir şeydi paylaşmak istedim. Yan alan gibi gözükse de, aslında kavramların içinde bir şey “bel entum gavmum musrifûn”(بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ) – “Hayır bilakis entum sizler bir kavimsiniz”. Nasıl bir kavim? Musrifun. İsraf eden bir kavimsiniz. İsraf etmek neydi? Bir şeyi harcamakta aşırı gitmek. Demek ki olayları muhakemede, olayları değerlendirmede yanlış yerde aşırı gitmiş bir kavim olma durumu var burada. Yeter herhalde bunlar. On dokuzuncu ayet için daha çok şey söylenebilir ama yirmiye geçmek istiyorum.

Bismillah.

Ve câe min agsal medîneti raculuy yes’â gâle yâ gavmittebiul murselîn

(وَجَاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَدٖينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلٖينَ)

Ve câe(وَجَاءَ). Şimdi burada bir bir olay anlatıldı yukarıda, ikinci kısma/pasaja geçildi. ve câe geldi, nerden geldi?
Min aksel medineti(مِنْ اَقْصَا الْمَدٖينَةِ). Şehrin en uzak kısmından, aksel medineti. Akseli açıklayacağız. Kim geldi?
Racul(رَجُلٌ). Bir adam. Nasıl gelmiş?
Yes’â(يَسْعٰى). Say ederek. Yani bunu hacca gidenler bilir bu fiili. Say ederek, yani hızlıca yürüyerek. Koşmak değil, yürümek de değil, hızlı adımlarla. Câe(جَاءَ). Geldi. Şimdi burada gelmesi nereye? Mekâna gelmesi. Bakın gitti demiyor. Yani olayın ana merkezinde olan bir olayı anlatıyor. Câe geldi. Kim gelmiş?
Racul . Önce oradan gidelim. Racul ne demek? Bir adam. Ama burada birisi dememesi, yani men dememesi, bir kişi dememesi de özellikle rical demesi, rical erkek demek. Yani adam gibi bir adam geldi diyor. Hani o nice erler vardır ki; ne ticaret ne alışveriş onları Allah’ın zikrinden alıkoymaz diyor orada övüyor. Yani erkekler vardır, ne erler vardır diye övüyor ya, burada da bir övgü var.
Agsal medîneti( اَقْصَا الْمَدٖينَةِ)’den gelmiş. Bakın burada ilk defa medine geçiyor. Halbuki yukarıda kariye geçmişti. Fakat medine geçmesi kariyeyi açıklıyordu. Yani herhangi bir köy değil de bir şehir olduğunu da yukarıda izah ediyor.

Ne demiştik derste? Medine şehrinin asıl ismi neydi? Yesrib idi değil mi?. Tayyibe deniliyordu, Yesrib deniliyordu. Fakat Peygamber Efendimizden sonra ne isim oldu? Medine, şehir. Bu İslam dininin bir şehir dini, bir kültür dini olduğunu göstergesidir. İşte burada da bunu gösteriyor. Fakat , aksa ne demekti biliyor musunuz? En uzak demek. Bu aksa kelimesini nereden biliyoruz biz? Mescid-i Aksa‘dan. İsra Suresinin birinci ayetinden biliyoruz değil mi?

Subhânellezî esrâ biabdihî leylem minel mescidil harâmi ilel mescidil agsallezî bâraknâ havlehû linuriyehû min âyâtinâ, innehû huves semîul basîr.

(سُبْحَانَ الَّذٖى اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذٖى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ)

O Sübhan’dır, kulunu bazı ayetlerini göstermek üzere Mescidil Haramdan Mescidi Aksa’ya gece yürüyüşü yaptıran Rabbin şanı ne yücedir diye bir ayet var. Oradan en uzak mescid, nereye en uzak? Mekke’ye en uzak. Geçen gün yarışma programında vardı, kim beş yüz milyar isterde. Aksa kelimesi orada soru olarak çıkmıştı. O da bana bir ipucu gibi geldi. Hemen dedim ben bunu açıklayayım. En uzak kısmında. Peki neden Rabbim burada en uzak kısmı diyor?
Bir kere burada resulleri övüyor. Diyor ki; öyle güzel tebliğ ettiler ki, görevlerini en güzel hakkıyla yerine getirdiler ki, şehrin taa en ucundaki adam bile bu tebliğden nasiplendi diyor. Yani tebliğ konusunda diyor ki; yani siz yakınlarınıza da tebliğ edeceksiniz ama tebliğiniz, sizin ettiğiniz tebliğ, temsil ettiğiniz tebliğ, hatırlıyorsunuz geçmişte İslamiyet en güzel tebliğ şekli temsildir. En uzaktaki insanlara bile erişebilsin manası vardı burada hatırlarsınız. Yani oradaki adam bile, bir adam bile, bunu duymuş geliyor.

Şimdi burada başka bir ifade, tebliğin kime fayda vereceği belli olmaz. Bir ayet vardı; Zariyat 55 idi:

Ve zekkir feinnez zikrâ tenfeul mué’minîn

(وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنٖينَ)

Sen uyar diyor, zikret diyor, umulur ki zikir müminlere fayda verir. Bakın yakındaki kimseye fayda vermiyor, kime vereceği belli olmaz, uzakta bir mümine bile fayda verebilir. Sen yine tebliğini yap.

Yani biliyorsunuz denizde balığın karnına giren hangi peygamberdi? Yunus Peygamber. Yani tebliğ ediyor ediyor yok. Yani kızıyor ayrılıyor oradan. Rabbim cezalandırıyor. Senin görevin tebliğ diyor. Belki kalsaydın birkaç kişi iman ederdi. Zaten peygamberlerin kaderi de hep böyle ederler ederler, çok az kişi iman eder. Bakın Allah destekli, buna rağmen yok. Hidayetin, yani Allah’ın özgür iradeye ne kadar saygı duyduğunu imtihan yeri de bunun göstergesi oluyor. Yanılmıyorsam yedi senede kırk kişi iman ediyor Mekke’de. Allah Mekke’ye göre uzak olan yerde, Hz Musab’ın gittiği yerde kavimler iman ediyor. Ona göre “aksal medineti” oluyor yani bir şekilde. Belli olmaz bunun göstergesi kime vereceği belli olmaz. Buna Habibi Neccar deniyor. Hikaye kısmına girmeyeceğim de ben kelimeleri kaçırmadan diyeyim dedim.

Bir şey daha var; yes’a da ne var? Neden normal yürümüyor da koşarak yani koşmuyor da bakın, Rabbim burada orta yolu söylüyor müthiş bir ifade bayılıyorum. Yani yürüyerek de gelmiyor, koşarak da gelmiyor. Ama hızlı adımlarla geliyor. Vasat bir ümmet. Yani israf etmeyen bir ümmet. Hakkını vererek, ama abartmayarak ağırdan da almadan hızlı adımlarla geliyor. Yani diyor ki; siz de bir yanlışı düzeltme konusunda bir şey mi yapacaksınız ? Gayretli olun.

Say gayret demek. Gayretli yürüyüş demek. Hz. Hacer annemizi düşünürseniz, o iki tepelere gitme konusunda, ne kadar gayretli olduğunu düşünsenize. Say denilen fiilin ne olduğunu anlarsınız. Ama koşmayı sadece nerede yapıyor? Kâbe’nin gözükmediği iki alanda yapıyor. Bu hikaye edilen, hani bunu ilk derste anlattığım için değinmedim.

Habibi Neccar denilen kişi bunu yapıyor. O kadar çok rivayet var ki, kafa karıştırıcı. Kimisinin önceden Neccar, marangoz, ağaçtan putlar yaptığını, daha sonra bu tebliğ ile beraber iman ettiğini söylüyor. Bir rivayete göre hatta biraz sonra göreceksiniz, Allah Allah ne oluyor geliyor orada diyor ki; siz ne istiyorsunuz diyor, şundan. Para mı istiyorsunuz diyor, hayır. Ondan sonra iman ettiği ile ilgili rivayetler var. Bir rivayete göre peygamberimizin bir hadisine dayandırılıyor. Doğduğundan beri Allah’a hiç şirk koşmamış üç kişiden biri ki birisi Hz. Ali olarak ifade ediliyor hadiste. Ne kadar sağlıklı bilmiyorum. Onun olduğu. İkinci kişinin de Habibi Neccar olduğunu söylüyor. O zaman put yapıcılığı buna uymuyor. Çok rivayetler var. O yüzden buraya getirmek istemedim. Ama bu olay Antakya’da geçiyorsa, Habibi Neccar’ın da o çarşı içerisinde galiba makamı ya da kabri olduğu söyleniyor tefsir kitaplarında. Bu kişi var. Nihayetinde hiç kimseye tebliğin bir şekilde ulaşmadığı ama taa şehrin uzağında bir kişinin ulaştığı, bunun da gayretli bir şekilde geldiğini biz buradan anlıyoruz. Ha şehrin en uzak yerinde şunu da söyleyecektim, bakın yine şehirde ama şehrin uzak yeri. Bu bana şunu çağrıştırdı; şehirde olun, halkla beraber olun ama yine de çok içlerinde kaybolmayın. Halkın içinde Hak ile beraber olun.

Yani çok fazla sosyal faaliyetler şunlar bunlar güzel ama, en nihayetinde İslami de olsa bazen halkın içinde kaybolmak oluyor. Hak ıskalanabiliyor. O yüzden mesela bir rivayette de deniliyor ki; kendi mağarasında ibadet ederken kendince, oradan geliyor. Mağara da şehrin içinde olmaz değil mi? Kehf suresinde ne diyordu? Siz onlardan ve onların taptıklarından uzak kaldıysanız diyor, hadi mağaranıza sığının ki Allah da size rahmetini açsın ve size işlerinizde bir kolaylık versin. İşte o mağara, ehli-kehf bu “kehf” kelimesini kullanmakta neden biliyor musunuz? Bizler ehlikeyfiz, onlar ehli kehf. Biz hep ehli keyf diyoruz farkında olmadan ama ehli kehf farklı bir konumda olmuş.

Bunun gibi de kendi mağarasında Allah’a yönelik yaşayan insanların, böyle bir olay duyduğunda da gayretli bir şekilde mücadele etmesi gerekliliğine bir örnek. Benim aklıma hemen ne geliyor? Veysel Karani Hazretleri geliyor. Bu dünya, içerisinde sanki dünyada olmamış gibi yaşamış, sanki meleklerle yarışır gibi yaşamış. Ama bir cihad emri olduğunda da gelmiş. Çok şaşırmıştım ben. Medine’ye geliyor, ibadet ediyor, ondan sonra da cihatta şehit oluyor. Siirt’te ziyaret denilen bir yer var, Allah nasip etti gittim. Orada da bir makamı var. Şehit edildikten sonra herkes onu biliyor tabi. Kabrini kendi memleketlerine taşımak istiyorlar. Herkes de aldığını zannediyor, ama farklı tabut görüntüleri olmuş. Kimi o ülkeye götürmüş, kimi o ülkeye götürmüş. Her götürülen gömülen yer de onun makamı olmuş. Ne diyor duasını almaya gittiklerinde bir iki soru soruyor, siz resulü görememişsiniz diyor. Kime diyor bunu? Hz. Ömer ile Hz Ali’ye diyor. Yani nasıl bir konumda yaşadığını düşünün. Yani şehrin ucunda yaşıyor, ama bir cihat durumu olduğunda da ne yapıyor? Yes’a, yani koşarak hızlı adımlarla geliyor.

Ya Allah’ın bildirmesiyle biliyor, ya da tebliğ bir şekilde kendisine geliyor. Zaten maneviyatta da şu vardır; veli olarak her türlü makama çıkabilirsin, ama orada takılıp kalmayacaksın. Meczuplar orada takılıp kalandır. Ama Peygamber Efendimiz(SAV) çıkılabilecek en yüksek yere çıktığı halde, ertesi günü sabah olmuş, soruları cevaplandırıyor. Yani ayağı yere basarak en yukarılara çıkmak marifettir. Buna da maneviyatta “kemaliyet” denir. Eğer sadece kafa olarak orada vücut başka yerde olarak yaşarsan, yani olaylardan kopuk olarak yaşarsan, buna da uçukluk hali denir. Bunun göstergesi de dünyada ahenkli yaşamaktır. Bir şekilde ahengin bozulursa, hani geçenlerde dedik ya iki kanadıyla gökyüzünde uçan kuş dedik ya, gökyüzü semayı maneviyatı kastediyordu. İki kanadıyla uçan kuş da, hem maddiyatı hem maneviyatı dengeleyerek gökyüzünde olan kuş ifadesi vardı. İki kanadıyla olan kuşta da şu aklıma geldi; kuşlar her zaman kollarını çırpmaz demiştik. Kanatlarını çırpmazlar değil mi? Kanatlarını çırpmak neyi anlatıyor? Gayreti. Bazen de kollarını şöyle tutarlar, ben havacıyım bilirim. O da neyi çağrıştırdı size? Hangi manevi gidişat? Tevekkül. Bazen gayret, bazen tevekkülle havada olur. Ama gayrette ne kadar enerji sarf edildiğini düşünün. Ama tevekkülde de rüzgâra bırakıyorsun böyle kaldırıcı rüzgârlar vardır mıntıkalar vardır gidersin. Ama onu yapabilmek için önce havada olmak lazım. Havada olmak için de kalkmak lazım. Kolunu/kanadını çırpman lazım. Bütün kuşlar rüzgâra doğru kalkar ve inerler biliyor musunuz? Aynen bütün hava araçlarında olduğu gibi. Uçaklar da öyle. Zaten o da oradan kopyadır. Bir kuş sadece tersini yapar. Duydunuz mu o kuşun ismini? Hatta insanlara böyle hakaret olarak o kullanılır. Yani ne şöyle şöyle adam derler. Angut. Duymuşsunuzdur. Angut kuşu rüzgârı arkasına alarak yani zıttını yapar. Tersini yapar. Onun dışında bütün kuşlar rüzgâra karşı uçar. Ne demek? Yani rüzgarı önünden alıyorsun, gayret ediyorsun, havaya gittin artık tevekkül vakti kollarını açıyorsun tevekkül ediyorsun. Ne zaman bitti? Tekrar kuş kanatlarını çırpınca. İşte bu maneviyatla maddiyatı birleştirdiğinde, bir şey ortaya çıkıyor.

Ama angutu örnek alan maneviyat ehli olursa da çakılır. Ama bir şekilde de havalanıyor kuş. Onun da hakkını yemeyelim. Kuş ya havada uçuyor. Cezbelenmiş anlamına geliyor fakat o cezbenin haliyle o mıntıkada kalmış, yere inemiyor. Ama bu çok da övünülesi bir şey değil. Yani normal bir insana göre güzeldir. Deli değildir o. Allah’ın cezbesiyle o hale gelmiştir. Ona deli diyemezsin hakaret olur. Ona mecnun da diyemezsin. Mecnun ne demektir? Cinlenmiş demektir. Onu da diyemezsin fakat olması gereken manevi kemal haline göre bu eksikliktir. Kemal ehli orayı da yaşar, yeryüzünü de yaşar ve dengeli bir şekilde gider.

Gale( قَالَ) – dedi ki. Diyen kim? Burada Habibi Neccar demiş yani Habibi Neccar olduğu iddia edilen kimse ya da derin manasıyla bu konumda olan, biraz evvel bahsettiğim kimse demiş ki; “ya kavmi” – ey kavmim, burası ilginç buradan bahsedeceğim.

İttebiu(اتَّبِعُوا) – tabi olun.

el mürselîn( الْمُرْسَلٖينَ) – mürsellere tabi olun.

Şimdi burada ilginç olarak kavmi diyor. Kavmim. Burada belagatle meallere baktığımda şunu diyor; kavmi ifadesi sıcak bir ifade. Yani “Ey insanlar!” Topluluk ne yapıyorsunuz filan yok. Kavmim diyor. Ya da kavim demiyor. Kavmim diyor. Burada da diyor ki; tebliğ ederken onların gönüllerine girin. Kucaklayıcı olun. Sevgi, samimiyet ve şefkatli bir ifade olsun. Bu bir şekilde tesire olabilecek bir şeydir. Habibi Neccar da onu kullanıyor. Tabi Rabbim bu şekilde ifade ediyor. Yani Allah’ın kelamı olduğunu unutmadan bunu söyleyeceğiz. “Ya kavmi”, ey kavmim. “İttebiu”, tabi olun. Tabi olmak ne demek? Yani uymak demek. Peşinden gitmek manasında yani. O bir yere götürüyor, neden? Allah’ın resulü. Onlarda hidayet üzerine, hani “ala sıratım müstakim” diyor ya, o da gidiyor peşimden gel diyor aslında resuller. Sen de ne yapıyorsun ona? Tabi oluyorsun. Kime tabi olun? “El mürselîn”, Mürsellere tabi olun. Elçilere tabi olun. Burada da Habibi Neccar’ın onları mürsel olarak kabul ettiği var. Diğerleri kabul ediyor mu? Etmiyor. Diyor ki Rabbine; rahman bir şey indirmemiştir diyor. Sen nereden çıkarıyorsun diyor. Tamam Rahmana inanıyorum ama diyor, bir şey indirmemiştir diyor. Sen nereden çıktın diyor. Ama Habibin Neccar mürselin demekle de ona iman etmiş olduğunun bir göstergesi. Demek o hale gelmiş.

İşte tam anlamıyla ateist yok demiyor ya, işte bunun ifadesi. Bu onun büyüsü. Bak yerleri ve gökleri yaratan kim diyecekler sana, Allah’tır diyor ya, bu da yani Allah tamam çok önemli de bir kavram ama nasıl yani Allah. Ama Rahman biraz daha teferruatlıca yani esma boyutundan da tanınmış demek. Biliyorsunuz esmaların gittiği en son nokta Rahmandır. İsra Suresi 110. ayette de dediği gibi: Gulid’ullâhe evid’ur rahmân(قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ) “İsterseniz Allah deyin, isterseniz Rahman deyin birdir”. Rahman eşittir Allah değil. Çünkü Rahman esmadır. Esmanın en konsantre halidir. Yani yaratılmış olarak bizim Allah’ın zatını anlama şansımız yok. Esmalarla anlama şansımız var. Esmanın da gittiği en son yer Rahman. Yani sanki Allah değil de sanki yani sen o kadarını ancak tanıyabilirsin demek. Bu rahman bilincine gelmişler. Çok ilginç.

Bakın şöyle denir; bütün insanlık yavaş yavaş kemaliyete eriyor, ama Rahman bilincine ermiyor. Rab bilincindeler. Alemlerin Rabbi bilincine getiren, peygamberimiz(SAV). Rahman’ın da bununla bir alakası var. Yani aslında ne kadar yüksek idrakte olduklarını, fakat nefisleri gereğince size hatırlatıldı diyor ya hani, bildikleri bir şey hatırlatılıyor. Kaçtıklarının göstergesi. Çünkü ne demiştik önceki derslerde? Bunu kabul ederlerse bir süre kulluk yapmaları gerekiyor. İşlerine gelmiyor, inkâr ediyorlar. Yani küfrediyorlar. Yüzlerini örtüyorlar ki kendilerini sakinleştiriyorlar güya. Ama ahirette bunun karşılığını görecekler.

Diğer ayete(21.ayete) geçelim:

İttebiû mel lâ yes’elukum ecrav vehum muhtedûn

(اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْپَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ)

Burası önemli, “ittebiu” – tabi olun, bakın burada ilginç. Yukarıda da ittebiu deniliyor. “Tabi olun” bir daha ittebiu geçiyor. Kuranı Kerim fasihtir ve beliğdir. Fesahate uygun değil bu aslında bir kelimenin fazla olarak tekrar etmesi belagate değil de fesahate yani kelimelerin kullanılma şeklindeki güzelliğe aykırıdır. Ama burası, ilginç tekrar olması açıklayacağım.

İttebiu(اِتَّبِعُوا) – tabi olun,

men(مَنْ) – o kimseyi ki,

lâ yes’elukum ecran(لَا يَسْپَلُكُمْ اَجْرًا) – sizden hiçbir ücret, ecir talep etmiyor, istemiyor. Sormuyor bile.

vehum muhtedûn(وَهُمْ مُهْتَدُونَ) – Ve onlar hidayet ermiş kimselerdir. Bu ikisinde de yani diyor ki; sizden hiçbir şey istemeyen kimseye tabi olun diye ayetler var. Onu haftaya daha iyi anlatırız. Hazırlanarak geldim ama ezan okunacak. Sizden hiçbir şey istemeyene tabi olun diye sekiz on tane ayet var.

Eğer bir insanın menfaati varsa, özellikle dini konuda uzak durun. Televizyon programlarına bir bakın, dini şeylerde bir talepleri var mı yok mu? Varsa uzak durun. Başka kanala geçin. Sohbette iseniz sıvışın. Allah’ın ilmine göre söylüyorum. Hiçbir şey olmayacak. Hiçbir şey satmayacak, sattırmayacak, kendine çağırmayacak, hem maddi ve manevi bir şeyi olmayacak. Bir cemaat hakkında şu deniliyordu; ya oraya zengin olmayan gidemez diyordu. Bir talepleri var yani. Hemen sıvış. Uzaklaş yani buradan. Ayrıntıya girmeyeceğim. “İttebiu”, “tabi olun”. Men, o kimseye ki; lâ yes’elukum ecran. Ecran burada nekra gelmiş bilinmeyen. Herhangi bir şey yani. Bir şey bile değil. Bakın burada şunu açıklayayım; neden iki kere ittebiu ayrı ayrı gelmiş? Yukarıdaki özellikle peygamberlerdi. Yani o peygamberleri ve resulleri kastediyor. Ama burada da genel olarak dine çağıran tebliğci manasında var. Ayette hiçbir yerinde resul(mürsel) geçmiyor. Genel anlamda bir kişinin arkasından gideceksin. Hatta dini bile olmasın. Sizden bir menfaati olmayan kimsenin arkasından gidin diyor Allah. Bu ayetlerin derinlerine gizleyerek “vehum muhtedun” ne demek? Buradaki o “hal vav”ı da olabilir yani hal ifade eden vehum muhdedun. Ki onlar mühtedi olarak, mühtedi ne demek? Hidayete erdirilmiş demek. Hidayete ermiş ve erdirilmiş demek. Bunları da haftaya açıklayacağım inşallah. O kimse pozisyonunda olan. İkinci mana vermişler buna. Karşılık olarak sizden hiçbir şey istemeyen ve hidayete erdirilmiş kimselere tabi olun. İki farklı mana var birbirine çok benziyor. Farkı ne? Sizden hiçbir şey istememe durumunda birileri de olabilir. Ama bir daha bakın, hidayet sahibi mi? Hidayet sahibi olmadan da görünüşte bir şey talep etmeme durumunda olanlar olabilir. Siz onların hayatlarına bakın. Gerçekten hidayetteler mi? Söylediklerini yaşıyorlar mı? Eğer öyleyse onlara uyun. Bu ayet yarım kaldı haftaya buradan devam edeceğiz. Allahu Teala bize zikre uyan, hatırlayan ve o zikri hatırlatan resullere ve kimselere şartsız, nefislerimizi aşağı alarak tabi olanlardan eylesin. Ve bize halk içinde hakla beraber olanlardan eylesin. Fakat gerektiğinde de gayretle koşanlardan eylesin. Halk içinde halkta kaybolanlardan eylemesin. Bizleri de menfaat karşılığı olmadan dini tebliğ faaliyetleri yapanlardan olmayı ve hidayete erdirilenlerden olmayı nasip etsin.

Sadakallahul azim. Ve ahiru davaen elhamdulillahi rabbil alemin el Fatiha.

Yasin Suresi(6. Sohbet)

Rabbim nasip ederse burada çok ilginç kavramlar var güzel bir konu var. Değişik boyutlarda izah etmek inşallah nasip olur.

“Galu” ( قَالُوا ) dediler. Şimdi bunu diyenler kim? Kariye halkı. Tam o anda iman etmemiş olanlar. Biliyorsunuz iki tane elçi geliyordu, artı üçüncüyle destekleniyordu, yine de tam olarak iman etmiyorlardı. “Bize düşen apaçık bir tebliğ, siz bilirsiniz” diyorlardı. Fakat burada apaçık tebliğ derken hatırlıyorsunuz “belagul mübin” (بَلَاغُ الْمُبٖينُ) kelimesi vardı. Bela; ulaşan, hedefe ulaşan hem akla hem kalbe. Mübin de hem açık, hem açıklayıcı beyandı. Burada iki şey vardı, neydi? Yani resullere düşen tebliğdir, hidayet Allah’adır siz iradenizi kullanın, aklınızı kullanın iman edersiniz ya da etmezsiniz bu bizim sorunumuz değil demekte. Kabul. Bir de kelime anlamıyla gittiğinizde, kelime anlamı olarak Allah destekler olarak öyle söz söyleriz ki bu beliğ ve açıklayıcı bir söz olur. Şimdi bunun arkasına gelen ayete dikkat etmek lazım. Muhakkak açıklayıcı ve belagatı olan öğeler var demektir. İşte bu on sekiz ve on dokuzun önemini izah ediyor.

Dediler; “inna” (اِنَّا) – şüphesiz biz

“tetayyarnâ bikum” (  تَطَيَّرْنَا بِكُمْ ) – sizinle uğursuzlandık.

Meallerde geçen bu. Ama asıl kelime bu değil. Sizinle kuşlandık. Yani bunun kök kelimesi kuş, tayr hani geçen hafta da açıkladık kuş kökünden gelen bir fiil. Bu ne manaya geliyor kuşlara bakılarak yapılan bazı gözlemler var. Bunlar ilk zamanlarda uğur manasına kullanılıyordu. Daha sonra dil literatürüne uğursuzluk olarak geçmiştir. Hatta Resulullah (sav) bir duasında bunu kullanmış. Müfredat var orda “Benim uğurum ancak Allah iledir” diye duanın bir kısmı var. Burada, hadi metne bakıp söyleyeyim bu birilerinin ilgisini çekebilir: “Ey Allah’ım hiçbir hayır yoktur ancak senin dışında, hiçbir uğur yoktur ancak seninki dışında ,senden başka ilah yoktur” ve bu sahih hadisler arasında yer almış. Buradaki ifade “la tayran illa tayruke” yani bu ifadeyi Resulullah (sav) de kullanmış. Kuş ifadesini yani fiil olarak.

Arap toplumunda özellikle de çöl kültürü çok hâkim. Simyacı diye bir kitap okumuştum orada çölde yaşayan insanların çok daha steril(arındırılmış) bir ortamda oldukları için, olayları okuma durumunun, hani zihin karıştırıcı çok fazla bir şey yok. Diğer bölgeler ve coğrafyalardaki insanlardan daha fazla olduğu ile ilgili bir yorum vardı. Buna göre tabi çölde fazla yapılacak iş yok, dikkat dağıtıcı bir şey yok, bir olaya odaklanma daha fazla. Dolayısıyla mesela kuşlara odaklanmışlar. Bununla ilgili, kuşların hareketlerinden değişik manalar çıkarmışlar. Bu zaman içerisinde bir ilim olmuş. Fakat kötü tarafı ne? Bunu falcılık manasında kullanmaktadırlar. Şimdi bu aslında zuhurat ilminin, zuhurat ilmi diye bir ilim var bu ilmin sınırları içerisinde. Zuhurat ilmi ne? Zuhur. Zahir ne demek? Açıkta gözle görülen olayların akışını inceleyen, onları takip ederek sonuç çıkarma. Hatırlıyorsanız “ikra bismi rabbikellezî halag” ( اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذٖى خَلَقَ ) ayetini açıklarken de buradaki “oku”nun aslında yazılı bir metni okumaktan daha ziyade, çünkü Allah’ın Resulüne oku deniliyor, okuyacak bir şey yok elinde neyi okuyacak,  Hz Cebrail (as) da orada sıkmasının da etkisiyle kâinatı okuma, her olayı okumak manasında yorumlanıyor. Buradan çıkarak da zuhurat ilminde de böyle bir şey var. Ama sorun bunun uğursuzluk ve falcılık manasında kullanılmasında. Fakat insanlar aşırıya gittikleri için, Peygamber Efendimiz de belirli dönemde bunu yasakladığıyla ilgili rivayetler var. Bunun pozitif kısmı tefe’ul denilen kısım. Olaylardan hayra çıkaran sonuç verilmesi.

Bunun en güzel örneği olarak da Peygamber Efendimizle Hz. Ebubekir’ in hicreti var. Hicret esnasında biriyle karşılaşıyorlar “Hangi kabiledensin?” diyor, “Bureyde kabilesindenim” diye cevap veriyor. Bureyde, serin demek. “Müjdeler olsun Ebubekir, içlerimiz serinleyecek” diyor. “İsmin ne?” diyor, “Esleme” diyor. Esleme de selamet kökünden. “Biz de selametle Medine’ye varacağız” diyor. Yani duyduğu olayları, isimleri hayra yormaya da “tefeul” deniyor. Bunun zıttı da işte uğursuzluk, olayları kötüye yormak. İşte resuller geldiklerinde biz anlıyoruz ki o kişilerin başlarına musibet gibi olaylar geliyor. Bu bereketsizlik olabilir, yağmurun kesilmesi olabilir, başka türlü şeyler olabilir. Bunu resullerden buluyorlar. Diyorlar ki; “Biz sizin yüzünüzden uğursuzlandık, sizinle uğursuzluk geldi bize” diyorlar.

“leil lem tentehû” ( لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا ) – “Bunu nihayete erdirmezseniz, sonlandırmazsanız, bitirmezseniz, vazgeçmezseniz…

“Le nercumennekum” ( لَنَرْجُمَنَّكُمْ ) – Bunun kökü ne? Recm. “Sizi taşlarız”. Recm biliyorsunuz şeytanın sıfatı.

“Şeytanirracim” diyoruz değil mi? Euzubillahimineşşeytanirracim. Racim, recim etme fiilinin birisi üzerinde sürekli bulunması demek. Hani Arapça fiilini açıklamıştık ya, araya bir “y” girerse, reciym, keriym, aliym gibi, rahiym gibi onu süreklilik addettirme olur. Yani şeytanın sıfatı olarak kılmış Rabbim onu. Yani secde et emrine karşı çıktığı için recmedilerek uzaklaştırılmış. Recm, orda taş yok. Rabbim taş mı atıyor? Hayır. Onu kovarak uzaklaştırıyor. Aşağılayarak uzaklaştırıyor. Yani birisini recmettiğinizde siz, hem onu kovmuş olursunuz hem de tenzili rütbe yani indirmiş olursunuz, aşağılamış olursunuz. Hani burada da parantez içinde konumuz.

Şunu söyleyeyim şeytanın sıfatı “raciym” derken “mercum” değil. Mercum olsa taşlanmış, recm edilmiş olur. Raciym olması o taşlanma ve aşağılanma recm olayının hala süreğen olduğunu gösterir. Yani Rabbim sadece o secde etmedi diye o esnada taşlamadı. 2016 yılında da taşlanmış vaziyette ya da Müslümanların kafasında genel İslami şeyiyle de taşlanıyor vaziyetinde yani bir kez kötülenmedi, hep o durumda. Burada da onların size taş atarız derken, başka fiil kullanmayıp da recm fiilini atması kendi zihniyetlerinde aşağılanması ve kovulması durumunda olanların aslında hakikat ehli olduklarını gösteriyor. Ama kendi mantıklarına göre ters bu. Burada da ifade “recm” kelimesine burada dikkati çekmek istedim. Burada da Arapça bilenler için söylüyorum, başına “l” gelmesi, sonuna da şeddeli “nun” gelmesi te’kid lam‘ı ve te’kid nun‘u deniliyor, olayı çok fazla kuvvetlendiriyor. Yani sizi mutlaka taşlarız, bir de şöyle bir anlamı var: Sizi öyle bir taşlarız ki; birde bir dil bilgisi kitabında yazıyordu başına hem te’kid lam’ı sonuna te’kid nun’u gelmesiyle beraber görürsünüz bakın sizi nasıl taşlayacağız.

Summe letus’elunne yevmeizin anin neîm ( ثُمَّ لَتُسْپَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعٖيمِ ) – O gün nimetlerden sizi öyle bir sorguya çekeceğiz ki…Ayeti hatırlıyorsunuz Tekasur Suresini. Aynı bunda da gelecekte yapılacak bir tehditsel bir ifade bu. Sizi öyle bir taşlarız ki, taşlayacağız ki; ve devam ediyor

ve leyemessennekum (  وَلَيَمَسَّنَّكُمْ ) – size dokunacak bizden, mesh etmek bu.

Dokunacak minna(مِنَّا) bizden dokunacak,

azabun elim(عَذَابٌ اَلٖيمٌ). Nasıl bir azap? Elim bir azap. Elim’in kökü ne arkadaşlar? Elem. Acı demek. Yani sizin fiziksel ve ruhsal acı duyacağınız bir şey. Bugünkü ifadeyle şiddet ve işkence. Geçen hafta açıklamıştık bunu ne demiştik? Önce suçlama yapıyorlar “Başımıza gelenler sizdendir” diye. Kendilerinde aramıyorlar sebebi de karşılarında arıyorlar. Bu psikolojik bir şeydir. Maalesef insan kendinde bulmuyor. Mesela ayağı kayıyor diyor ‘Kim buraya bir şey döktü?’ ya da bardağı kırıyor “Bu bardağı buraya kim koydu?” Bu suçlayıcı mantık. Niye sen kendi dikkatsizliğini vurgulamıyorsun da, onunla ilgili bir şey yapmıyorsun da başkasını suçluyorsun. Dikkat edin hep suçlayıcı mantık var. Burada da sizin yüzünüzden oldu diye bir şey var. İkincisi ne? Tehdit getiriyorlar, sınırlandırma getiriyorlar, vazgeçmezseniz diye de sonra da saldırıyorlar. Bu günümüzde de insan psikolojisinde var demiştik. Asıl anlatacağım yerler buralar değil ama bir giriş yapmak olsun diye yapıyorum.

                İkinci ayette ne diyor, 19. Ayette:

Gâlû(قَالُوا) –

Bu sefer de murseller diyor, Resuller diyor tâirukum meakum(طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ ), sizin uğursuzluğunuz sizin iledir. Burası böyle değil işte. Zaten burayı açıklayacağım size. Metinlerde  “ein zukkirtum” (اَئِنْ ذُكِّرْتُمْ) sizlere nasihat edilse de mi, bu tam böyle değil. Ben bunu şöyle bir şey yaptım; size hatırlatılsa da mı gibi bir ifade var burada. 

Bel entum gavmum musrifûn(بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ). Bilakis hayır bilakis siz müsrif bir kavimsiniz. Şimdi burada ilginç bir ifade var. İlk ifadede sizinle uğursuzlandık diyor, bikum(بِكُمْ) diyor orada, bunun karşılığında şöyle demiyor; “Hayır asıl biz sizinle uğursuzlandık” demiyor. Yani şöyle bir ağız dalaşı gibi değil. Kelimeler tam uymuyor ama siz uğursuzsunuz. Resuller de “Hayır uğursuz sizsiniz” demiyor. Hep böyle anlaşılıyor meallerde. Karşılıklı suçlama var gibi. Hayır. Hani belagul mubin( الْبَلَاغُ الْمُبٖينُ) diyor ya açık bir ifadeyle konuşurlar diyor ya orada, açıklayıcı bir şey kullanıyor, tairukum meakum. Bunun asıl manası şudur; “Kuşunuz sizinle beraberdir”. Yani kelime kelime bunu açıklamak gerekirse bu. İşte bu ne anlama geliyor? Kimse bir şey anlamadı bundan. Bunu izah edeceğiz. Bir kere kuşunuz yani genel anlamda geçen hafta açıkladığımız gibi, eğer buna uğursuzluk, halk arasında genel manasıyla uğursuzluk dersek, uğursuzluk sizinle beraberdir. Yani uğursuzluğunuz sizinle beraberdir demek. Mesela şa’me denilen bir fiil var, ashabul meymene ashabul meş’eme. Meşeme uğursuz demek. Vakıa Suresinde Rabbim bu kelimeyi kullanmamış uğursuzluk diye başka bir kelime kullanmış. Ama burada bunu kullanmış. Zaten sır burada. Yani incelik burada. Bunu açıklamaya çalışacağız. Bu manasıyla bile, yani uğursuzluk size aittirde şu var; uğursuzluğu başkasında aramayın yani bunlar uğursuzluk değil aslında. Ama siz bunu uğursuzluk olarak görüyorsunuz. Onu da başkasında aramayın, siz bunu kendinizde arayın. Niye başkasını suçluyorsunuz gibi genel bir mana var. Ve de çok güzel ayağı yere basan bir mana. Ki geçen hafta bunu nasıl açıklamıştık iki ayetle “Sizin başınıza gelen musibetler, kendi ellerinizle yaptıklarınızdır”. Müthiş bir açıklama zaten. Ya da sizin başınıza hayırdan ne varsa Allah’tandır, kötü olarak ne varsa sizin nefsinizdendir. Zaten müthiş bir açıklama. Bunun üzerine başka açıklama yok zaten. Geçen hafta yapmıştık zaten. Bu saklı kalmak kaydıyla biraz kelimelere girmek istiyorum. Bu belagul mubin’den ötürü bir incelik var burada. Şimdi tayr kelimesi, yani kuş kelimesi birçok ayette geçiyor. Fakat bu konuyla ilgili en önemli şey, neydi o İsra Suresi 13. Ayet. Oraya bakar mısınız? Sayfa kaçtı? 282. Bizim tarzımız neydi? Kuranın tefsiri yine Kuran’dır. Bir yerde kelime bulduysak, o kelimeyi yine Kuran’da geçen başka bir kelimeye baktığımızda mübiyn açıklayıcı tefsiri olacaktır inşallah.

                Ve kulle insânin elzemnâhu tâirahû fî unugîh(وَكُلَّ اِنْسَانٍ اَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فٖى عُنُقِهٖ ). Ne demek? Biz her insanın boynuna onun kuşunu astık. Burada can kuşu demiş ama kuşu olarak anlayın. Yani herkes bir değişik mana vermiş. Rabbim ne olarak kullanmış kuş demiş. Biz de kuş diyeceğiz yani. Sonra tefsirini yaparsın. Kelime kelime açıklıyorum Ve kulle insânin her insan için istisna yok her insan için. Bazıları için var bazıları için yok değil. Bir de sadece insan için demek bu. Başka mahlûkat için değil.

Elzemnâ asmak, takmak, yerleştirmek manalarına geliyor. Ne yerleştirmiş? Taire yerleştirilmiş. Kuş, tairehu kuşunu, onun kuşunu. Her insanın boynuna kuş yerleştirdik demiyor bakın, kendi kuşunu yerleştirdik. Bakın zamirlerin önemi burada. Taire olsa ya da tayran olsa bir kuş yerleştirdik. Ama tairehu ona has,  ona özel olan kuşunu yerleştirdik, astık.

Neresine? fî unugîh onun boynuna. Şimdi kelimeyi birebir düşünün, biz her insanın boynuna onun kendi kuşunu yerleştirdik. Şimdi Allah diyorsa öyle. Ama zahir olarak bir şey var mı, yok. Demek ki bu gaibi bir şey. Teşbihsel bir şey. Ama gaibi bir şey. Zahiri değil. Alimul gaybi veşşehade. Bizim gördüklerimiz şehadet alemi. Bir de gaib alem var. Biz görmediklerimize de iman edeceğiz. Allah kuşu boynuna geçirdim diyorsa geçirmiştir. Yok, ben görmem ve iman etmem, olmaz. Bu iman seviyende Kuranı önüne açıp okuyorsan inanacaksın iman edeceksin. Burada ne olabilir, bu nasıl bir şeydir diyebilirsin. Mesela meleğe iman var, görüyor musun? Görmüyorsun. Yok, ben görmediğime inanmam diyemezsin. Ancak şöyle dersin; nasıl bir şey acaba? Ben Kuran ayetlerini bakayım da hadislere bakayım da orada kafamda bir şey oluşsun demek bu. Kuran araştır diyor, meydan okuyor, niye araştırmıyorsun araştır bak görürsün diyor. Şimdi biz bunu burada anlayamadık ama bu ayete devam edersek bir ipucu var burada.

Ne diyor? ve nuhricu lehû(وَنُخْرِجُ لَهُ ), onun için çıkarırız, çıkaracağız. Lehu onun için.

Ne zaman çıkaracakmış? yevmel kıyame(يَوْمَ الْقِيٰمَةِ ). Kıyamet gününde. Şimdi değil. Şimdi boynunda bir şey var, ama zahir değil. Ama biz onu çıkaracağız diyor. Yevmel kıyam. 

Ne çıkaracakmış? Kitaben(كِتَابًا), bir kitap. Bir şeyler aydınlanmaya başladı. Şimdi özelliğini veriyor nasıl bir kitap o? Kitaben diyor, Arapça bilenler için söylüyorum nekra bir kelimeden sonra gelen cümle neydi, onun sıfatıydı, açıklıyordu.

Nasıl bir kitap? yel gahu menşura(يَلْقٰيهُ مَنْشُورًا). O insanın, yani boynunda kuşu olan insanın, neşredilmiş, açık olmuş, zahir olmuş bir şekilde oma ulaşacağı bir kitap. Şimdilik ona kitap diyelim. Bunu açıklayacağız. Tekrar ediyorum, her insanın boynuna bir kuş geçirilmiş. Şimdiki zaman bu. Ahir zamanda da boynuna kuş geçirilmiş kişi, yani sen, ben, biz. Dirildiğimizde bizim karşımıza bir kitap çıkarılacakmış. Biz buna mülaki olacakmışız. Karşılaşacakmışız yani. Ve diyecekmişiz ki diğer ayete bakıp, denilecekmiş ki on dördüncü ayet bunu açıklıyor. Bu bilinen ayettir, meşhur ayettir, İkra kitabek(اِقْرَاْ كِتَابَكَ). Kitabını oku. Müthiş. 

Kefâ(كَفٰى) kafidir,

Bi nefsike(بِنَفْسِكَ) nefsine yeter,

El yevme(الْيَوْمَ) o gün,

Aleyke(عَلَيْكَ) sana,

Hasiben(حَسٖيبًا) aleyhine.

Hesap çekici olarak bu gün sana nefsin yeter. Yani Allah yapmıyor bu hesabı, Allah yapıyor da ama ilk kıyamet geldiğinde senin eline bir kitap tutuşturuluyor ki; bu kitaba baktığında sen zaten kendi hesabını kendini görüyorsun. Vay be şöyleymiş böyleymiş diye. Kitabı sağ elinden verilse onun bir kısmı hem bu tarafa ait hem öbür tarafa ait. Tabi herkese bir kitap veriliyor da birisine sağından, bir başkasına karşısından veriliyor, bir başkasına solundan veriliyor. Zaten verilirken de sen olduğunu anlıyorsun. Soldan aldın mı yandın. Bir de yine de kitap veriliyor, sen kendinin ne mal olduğunu, yani bu malı kuvvetli kullandım çünkü vurgu orada zaten görüyorsun. Çünkü diyor orada. Menşur bir kitap. Menşurun kökü ne? Neşreden. Ne kullanıyor bir de yayıncılar neşretmek. Neşriyat bakın alenileştirmektir, yaymaktır gizlilik değildir. Bu ne biliyor musunuz?  Başkalarının da göreceği. Şimdi bu kitabı da biraz teknolojik olarak algılamak lazım. Hani Sebe Suresinde işledik hatırlıyor musunuz? Ahirette insanlar ne diyecekler, ahirette de hamd Allah’a mahsustur diyor ayette de. Aman yarabbi nasıl bir teknolojik bir sistem bu? Şimdi dirildin ya ikinci surdan sonra, öyle şeylerle karşılaşacaksın ki; aman yarabbi nasıl bir sistem bu? Öveceksin Rabbini. Sistemi görerek öveceksin. Ne diyordu, O hâkimdir, habirdir. En ince detayına kadar Habirdir, haberdardır. İşte bu haberdar olma durumu ahirette nasıl karşına çıkarılacak? Neşredilmiş ve muhteşem ve bizim şu an anlayamayacağımız bir teknolojiyle, üç boyutlu, dört boyutlu kaç boyutlu olacaksa onunla çıkacak.

                – Hocam bu kitap bizim gizlediğimiz ömürdeki yapmış olduğumuz bütün iyi ve kötü şeyleri kapsayacak değil mi?

                İşte daha farklısı var onu açıklayacağım. Sadece fiil ve amel değil. İşte bu taire kökünde o var. Şimdi bakın ne diyor; sizin kuşunuz sizinledir. Sizin uğursuzluğunuz sizinledir. Şimdi bu kuş basit bir kuş değil. Bu kuş, timsali bir kuş. Sembolik ama o sembol rastgele bir sembol değil. Senin sahip olduğun düşünce sistemine göre bir şekle giren, bir timsale giren bir kuş. Kuş çeşitlerini bir düşünün. Kartal da var, şahin de var, değil mi. Karga da var, akbaba da var. Bunların hepsi kuş. Serçe de var, bülbül de var bunların hepsi kuş. Acaba hangi kuş? Tairehu diyor. Onun kuşu. Demek ki kişiye özel bir simgesel, timsal bir kuş. Yani bu dünyada da bunu görenler var. Nereden anlıyoruz bunu? Süleyman Aleyhisselam’a ne diyor; biz ona kuşdilini öğrettik diyor. Peki “lisanul tayr” geçmiyor ayette. Lisan dil demek. “Mantıkul tayr” diyor. Bunu Feridüddin  Attar anlamış , “Mantıkul Tayr” diye koskoca bir tasavvufi kitap yazmış. Mantıkul tayr. Yani kuş mantığı demek. Biz ona kuş mantığını öğrettik diyor. Yani lisanul tayr. Kuşdilini de içeren, o da onun içerisinde, daha geniş kapsamlı bir ilim verdik diyor. Anlatabiliyor muyum şimdi? Ama Kur’ân’ da işaretler var, bunları anlarsak biz o teknolojiyi idrak edemiyor olabiliriz ama en azından, bize ne faydası var bunun ya demek ki bende böyle bir şey var ben düşüncelerime daha dikkat edeyim demek. Dikkatinizi çekerse düşüncelerime dedim. Amellerime demedim. Şimdi bakın bizim klasik anlamda anladığımız Allah’ın anlattığı değil. Bizim klasik anlamda anlattığımız amel defteri sanki çetele defteri. Şunları şunları yaptı, bunları bunları yapmadı diye. Hayır Rabbim’in teknolojisi o kadar basit değil. Bak ne diyor; tâirukum meakum(طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ ). Sizin bu başınıza gelenler, sizin kendi ellerinizle yaptıklarınızdır. Yani düşünce sistemiyle gelen şeyler bunlar. Ameller değil. Buna dikkat etmek lazım. Şah damarınızdan daha yakın.

                 Şimdi bakın Allah-u Teâlâ bir şeyi kullanıyorsa boş boş da kullanmaz. Haşa! Şah damarı nerede? Boyunda. Bakın orayı dün arkadaşlar vardı bu konuyu konuştuk gece yarılarına kadar, onu da anlatayım. Biz normalde kendimizi kurban etmemiz lazım değil mi Allah’a. Oldu mu? Olmadı. İsmail’i kurban ettirdi Allah. Yani kurban ettirdi derken, kurban et dedi. Bir imtihandı onun için. O da tabi dedi teslim oldum dedi. İsmail de teslim oldu. Tam kesiyordu ne geldi? Koç geldi yanına. Ne olarak geldi? Muadil olarak geldi. Değil mi? Fidye olarak geldi. Biz ondan sonra neyi kesmeye başladık? Kurbanı kesmeye başladık. Kurbanı nasıl kesiyoruz? Boynunu vuruyoruz değil mi? İşte bakın fıkıhla maneviyatın birleştiği yeri anlayacaksınız. Yani fıkhı olduğu yerde tutmamak lazım.

                 Fıkha göre bir kesme eyleminin gerçekleşmesi için üç şeyin kesilmesi lazım. Yoksa hayvan ne oluyor? Murdar oluyor. Ne onlar? Yemek borusu, nefes borusu ve şah damarı. Kaç tane unsur? Üç unsur. Bu size bir şeyi belki hatırlatmıştır. Şimdi ölüm nedir biliyor musunuz? Bir insan neden oluşuyor? Üç ana unsurdan oluşuyor. Ruh, nefis ve beden. Bu üçünün ahenginin birleşimin bozulması dağılması demektir. Bozan kim? Allah. Ama Azrail aleyhisselam  geliyor bu üçlüyü, hangi teknolojiyle bilmiyoruz üçlünün sistemini bozunca ölüm gerçekleşmiş oluyor. Yani “hay” dediğimiz şey gidiyor. Neydi üç unsur? Ruh, nefis ve beden. Şimdi bakın üçlüyü kesiyoruz. Peki, nelere tekabül etmiş oluyor? Yemek borusu, beden yani. Bu dünyada ya, yani yeme içme burayla ilgili. Geriye ne kaldı? Nefes borusu, şah damarı. Şah damarı bakın kanla ilgili, nefisle ilgili. Nefisle ilgili kısım olmuş demek ki. Geriye ne kaldı? Nefes borusu. Hava. Bu da ruh ile ilgili olan kısım. Yani nefes borusu işte ruh demiyorum. İşte alakalı olduğu biyolojik iz düşümlerini söylüyorum. Bu üçünü kestiğimiz zaman ne oluyor? Ölüm gerçekleşiyor. Bakın ne diyor; ben sizin şah damarınızdayım demiyor. Size şah damarınızdan daha yakınım diyor. Demek ki ne diyor? Bırakın cesedi, nefisten de yakın bir alanda, yani benim zati ilahim, nefis alanından da size daha yakın diyor. Ruh âlemine işaret ediyor. Ruh bilincine işaret ediyor. Bunu çok düşündüm dün. Bakın daha aydınlandı bu mesele. Şah damarı demiyor, şah damarınızdan daha yakınım diyor. İşte boyun böyle bir bölge. Kesiliyor. İşte boyun neyi karşılıyor derseniz, buna işaret ediyor. Madem bu timsallere girdik, bir şey daha okuyayım size.

Boyunla ilgili bir timsal de var orayı geçmek istemiyorum. Hangi ayet bu? Enam 38. Ayet. Burada ayeti hatırlarsınız, bir önceki Fatır Suresinde işlemiştik ya biraz geniş alıyorum ama çok güzel konular bunlar. 

Ve mâ min dâbbetin fil ardı ve lâ tâirin(وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِى الْاَرْضِ وَلَا طَائِرٍ).”Hem yerde debelenen, hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi birer ümmet olmasınlar”. Bakın bir dabbe diyor, hayvan. Bir de kuştan bahsediyor. Bakın diyor; emselekum diyor, sizin emsaliniz diyor burada. Emsaliniz ne demek biliyor musunuz? Bunların tairukum diyor ya, sizin kuşunuz, bunun diyor sizinle bir ilişkisi vardır diyor. Sizin misalinizdir diyor yani. Yani rastgele değil, belirli bir şeylere göre söylenmiş kuştur diyor. Bu ne biliyor musunuz? O şeyi hatırlıyor musunuz? Fatır Suresi 28.ayette şöyle diyordu; insanlardan ve hayvanlar  yani  dabbelerden ve enam’dan böyle muhtelif renklerde olanlar vardır diyordu. Olayı teferruatıyla incelerken şunu demişti, bu tasavvufta bilinen bir şey arkadaşlar görünüşte insan, herkesin hayvani bir timsali olduğu, bakın timsal kelimesini özellikle kullandım. Timsali olduğu tasavvuf kitaplarında var. Mesela Abdulkadir Geylani Hz. diyor ki; ben nefsimi şu şekilde gördüm diyor. Yani kedi, köpek, inek gibi tasavvufi timsallerden bahsediyor. Bunun tasavvufi yanlarını anlatıyor biliyorsunuz? Manevi yanlarını anlatıyor. İşte o dabbe kısmı. Misal. Bu hangi alan biliyor musunuz? Bu nefis alanı. Hani şah damarından daha yakın var ya. Demek ki pek bilinmeyen bir de üst boyutun, yani ruh boyutunun da bir timsali varmış. İşte Allahulalem  o da kuş boyutu. Yani yine bizim düşünce sistemimizden kaynaklanan, onun tezahürü olan, ona göre şekil bulan bir ruhani boyutun bir de nefsani boyutun bir timsali var. Ve Allah u Teâlâ bunu biliyor, bildirdikleri de biliyor ve biz buna ahirette şahit olacakmışız. İşte Enam 13. Biz onların kuşlarını boyunlarına astık. Ve ahirette de o kitabı neşredilmiş bir şekilde ellerine veririz. Deriz ki; “İkra kitabek!” Hadi bakalım yazdığın kitabı oku. Buraya dikkat ettiniz mi? Yazılmış kitabı değil, yazdığın kitabı oku. Yazılıncaya kadar defter, yazıldıktan sonra kitap. Sana diyor hesap görücü olarak kendi nefsin yeter diyor. Somut bir hale geliyor. Şimdi burada her şey perdelenmiş, gölgelenmiş, gizlenmiş. Zaten sır burada. Ama perdeler açılınca, orada her şey aleni. Ama işte Allahu Teâlâ Kuran’la bizlere bunları direkt değil, ama dolayısıyla, simgeleriyle anlatıyor.

                 Şimdi bir boyutuna geleyim, internette dolaşırken ilginç bir şeye denk geldim. Bu ayeti birisi yorumlarken demiş ki; kuşunuzu boynunuza astık deyince bende şu çağrıştı diyor, bak boyun, şuraya yerleştirdik. Hani kadınlar broş takıyor ya şöyle bir şey, oraya yerleşmiş bir şey. Orada ne var biyolojik olarak? Gırtlak var. Gırtlağın üstünde tiroit (adem elması) var, adem elmasının üstünde tiroit bezi var. Tiroit bezinin internette resimlerine bakın, iki kanadını açmış kuş gibi. İki kanadını açmış. Bu iki kanadını açmış kuş ifadesi Kuran’da kullanılıyor biliyor musunuz? Bakın; gökyüzünde Allah’ın emrine boyun eğerek uçan kuşları görmüyorlar mı? Mülk suresinde. Üstlerinde kanat çırparak uçan kuşlara bakmazlar mı? Onları havada ancak ve ancak Rahman tutuyor. Burada kanat derken, bakın iki kanadını açıp kapaması şeklinde söylüyor. Bu işte biraz evvelki Enam 38. ayette de var. Baktınız ya enam 38’e. Hem yerde debelenen hiç bir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki diyor. Aynen iki kanadını açmış bir kuş. Bugün bu konuyu konuştuk biyolojik olarak. Tiroit bezine ne diyorlarmış biliyor musunuz? Küçük beyin diyorlarmış. Küçük beyin. Bizim duygusal alanımızı yönlendiren kısım. Bu Karadenizliler iyi bilir. Ben de mesleğimden ötürü biliyorum tiroit rahatsızlığı çekenler çok aşırı duygusal emasyonel  kısımları yüksek olan insanlardır. Fakat burayı aynı zamanda neyi bozuyormuş biliyor musunuz? Düşünce sistemi bozuyormuş. Yani siz takıntılı bir konuda çok fazla düşündüğünüzde tiroit bezi ondan etkileniyormuş. Hiper tiroid, hiper paratiroid  birçok onunla ilgili bir rahatsızlık var ama bir şekilde etkileniyor. Yani bakın düşünceleriniz var ya olaylara verdiğiniz anlam, sizin tiroit bezinizi etkiliyor. Bu ne? Bakın duygusal bir beyin gibi. İşte bizim bu dönemdeki şansımız bu.

Hatırlıyor musunuz Secde Suresinde, biz sülaleden onları halk ettik derken, orada geçen silsile kelimesinden orada DNA’nın zincirsel yapısıyla ilgili, ipucu bulmuştuk. İşte bunu daha evvelkilerin bilmesi imkansız. Bu tarafta da kuşunuzu boynunuza yerleştirdik derken tiroit beziyle de bir işaret olduğunu bunu eskiler anlayamazdı. Burada anlıyoruz ki biz kişinin düşünce sisteminin bir kısmı beyne ait, bir kısmı tiroit bezine ait. Bu da tesir ediyor. Şöyle; bize bir şey öğretilmişti fakültedeyken, bütün sistem yani vücuttaki iletişim sistemi iki tane. Birincisi sinir sistemi, ikincisi hormon sistemi. Sinir sistemi ne ile alakalı? Beyinle alakalı. İşte o düşünce kısmı. O duygusal kısmı yani hormonlar da hormon bezleriyle ilgili. İşte onlardan birisi de, belki en önemlilerinden birisi de tiroit. Yani duygusal kısım. Can kuşu. Yani bunlar hep birbiriyle ilişkili tabirler. Yani ben zaman almasın diye değinmedim ama şunu da söyleyeyim oraya kuşun sana söyleyeceğim şu an tiroit. Can kuşun meselini de söylüyorum, kuşlarla ilgili Kuran’daki yansımaları da söyleyeyim. İşte şimdi bu ayete göre “tairikum meakum” derken ne kastediliyor? Sizin olaylara verdiğiniz anlam boynunuzdaki kuş gibi. Ve sizin yaşantınızı etkiliyor. Yorumlarınızı etkiliyor. Hayatınızı etkiliyor. Biz bunu bu sohbetlerde çok anlattık. Kişinin başına gelenler kendi elleriyle yaptıklarıyla bu yapılan. Burada bir ötesi daha var, sizin düşündüklerinizle de alakalı. Niyet vardır amelin öncesinde. Senin olaylara bakış tarzın, yorumun her ne kadar realize olmasa da seni etkiler. Her nefis kadar Allah’a giden yol var deniliyor. Bu nefis neyi timsal ediyor? Senin olaylara verdiğin tepkiyi nefis boyutunda farklılık olduğunu gösteriyor.

                Bir şey daha var onu söyleyeyim, hatırlıyor musunuz? İyi sadece bununla geçsin. Bu konuyla geçsin güzel olur derli toplu da olur. Yasin Suresinin on ikinci ayetinde şunu demiştik; “Şüphesiz ölüleri biz diriltiriz,  daha evvel gönderdikleri amelleri ve eserlerini yazarız”. Ve kulle şey’in ahsaynâhu fî imâmim mubîn. Biz her şeyi bir imamın mübin de yazmışızdır sayarak yazmışızdır. Burayı uzun süre açıklamıştık hatırlarsanız. Buradan bakın şu anlaşılıyor; bu levhi mahfuz işaret ediliyordu burada. Levhi mahfuz arkadaşlar, sanıldığı gibi değişmeyen bir merkez değil. Levhi mahfuz, mahfuz hıfz edilmiş, korunmuş demektir. İçindeki formüller var. Bu formüller her zaman cari ve kişinin o esnadaki düşünceleri ve amellerine göre değişebilir manasına geliyor. Yani oraya korunmuş herkes ulaşamaz.

                 Hani Vakia Suresinde var ya “O kitabın aslı levhi mahfuzdadır ona da ancak temizler dokunur”. Onu hani abdest almadan Kuranı ellemiyoruza kadar indirgemişler. Ama onun derinlerinde  aslında levhi mahfuza gidiyor. Oraya temiz olmayanlardan başka, mutahhar ifadesi geçiyor, mutahharun diyor. Mutahharlardan başkası oraya ne yapamaz? Dokunamaz. Şimdi diğer ayetlerle birleştirdiğimizde bu tiroit beziyle simgeleştirilen kuş, kişinin düşünce sisteminin sembolüdür. Ve bu senin sürekli kayıt altına alan bir mekanizmaya da tesir ediyor. Yani imamun mübine tesir ediyor. Sende kayıt oluyor bu. Ahirette de o kayıt olunmuş menşur kitabın karşına çıkıyor. İşte diyor ki ya gizli saklı bunlar neler olmuş? İşte o kitapta şimdi bu senin düşüncelerinle kastediyorum bırak yaptıklarını, düşünce tarzını orada göreceksin. Düşünce tarzını bile, olaylara verdiğin anlamı bile orada göreceksin.

                 Geçenlerde bir saç dökülmesi ve saç beyazlaşması ile ilgili bir yazı okudum, orada birisinin ilginç bir tespiti var yani diyor ki; bakın diyor insanın genlerinde her şey vardır, fakat kaç yaşında saçının beyazlayacağı yazmaz diyor. Bilinenin tersine. Hangi olaylarla karşılaştığında, hangi mekanizmayla cevap vereceğinin formülü vardır diyor. Dolayısıyla ne olmuş oluyor? Zaman olaylara endeksli olmuş oluyor. İşte senin de olaylara vereceğin tepkiler var ya onlar bile kitabında kayıtlı. Sen olaylara nasıl yorum yapıyorsun, neler ifade ediyorsun, ne anlamlar yüklüyorsun o bile kitabında yazılı. İşte öyle bir mekanizma bizim neyimizde gizli? Boynumuzda. İşte bunun aslın bilen Allah tarafından bildirilen ve bilen Resuller onlara diyor ki; tairikum meakum. Yani siz beni uğursuzluk gibi bir şeyle suçluyorsunuz ama bilin ki bu sizin kendi düşünce sisteminizde olan bir maraz. Bu sizin kuşunuzun doğal bir sonucu. O yüzden bizi suçlamayın, kendinizi suçlayın. Şunu da söyleyeceğim hani iki kanadıyla uçan kuş diyor ya onun güzel bir yorumu var iki kanat neyi temsil ediyor biliyor musunuz? Maddiyat ve maneviyatı temsil ediyor. Bununla sen uçarsan dengeli bir şekilde uçarsın. Manevi kanadını kuvvetlendirdin, bir de bunun maddi kanadını da kuvvetlendirmelisin. İkinci kısmı bunun amenu ve amilussalihata. Sen bazı gerçekleri anladın bu yeterli değil. Bu bir kanadın. Sen bunu salih ameller boyutuna da geçirmek durumundasın. Yoksa dengesiz bir şekilde yaşarsın. Dengesiz yaşadığın işte tiroit beziyle ilgili sorun çıkaranlar nasıl dengesiz yaşıyor bunu doktorlar iyi bilir, ya da onunla ilgili çevresinde hastalıkları olan bilir. Peki, Resuller bunu niye söylüyor onlara? İnanmayanlara diyor ki; bakın yukarıda ne diyordu? Rahman bir şey indirmemiş diyor. Rahman bilinçleri var. Bırak Allah bilincini, rahman bilinçleri var. Onlara diyor ki; ya sen Rahman gibi olağanüstü bir kavrama erişmişsin, o bilincin var. Derinlerin gerçeği biliyor, neden itiraz ediyorsun?

                Bak ne diyor ayetin sonunda; müsrif bir kavimsiniz diyor. Müsrif ne demek? Aşırı gitmiş. Bir tarafın aşırıya gitmiş. Yani inanma kısmında aşırıya gitmişsin, öbür tarafında yok. Bu dengesizlik. Bu senden. Deist bir düşünce ama Rahman diyor, Allah bile demiyor. Tanrı demiyor. Yani yeryüzünün yaratıcısı demiyor. Rahman diyor. Diyor ki işte bu sizin müsrifliğinizden yani aşırıya gitmenizden kaynaklanan bir şey. Sen bu gerçeği görmüyor musun diye buna da hitap var. Görüyor musunuz bir kaç ayetin içerisinde neler var. Daha da anlatacağım ezan okunuyor yetmedi. Buraya hazırlandım. Daha sonra kuş kelimesini kullanıyor ya Rabbim, Kuran’da ve hadislerde, olaylarda eğer nasıl şekilde geçmiş Rabbim onu nasıl ayetlerin içerisine dantel gibi işlemiş inşallah haftaya buna devam ederiz. Allah kendi kuşumuzu en güzel kuş haline getirenlerden eylesin. Nasıl ki nefsimizin timsal ettiği hayvanı en güzel halimize getirip de asıl insanoğlu konumunda olmamız gerekiyorsa, en güzel kuş neyse o hale getirmeyi nasip etsin. Bırakın amellerimizi, niyetlerimizi ve düşüncelerimizi de takip ederek, bunun da Allah’ın rızasına en uygun hale getirmeyi nasip etsin. Çünkü bir gün elinize, herkesin elinde göreceği şekilde neşredilmiş bir kitap elimize verecek. Oku kitabını, “ikra  kitabek” denilecek. Biz de orada hesap görücü olarak bırak Allah’ın mizanını hesabını, kendi nefsimiz yetecek. O gün gelmeden evvel, işte bu Kur an bir uyarıdır, ikazdır,  inzardır. Kendimize çeki düzen vermeyi nasip etsin. Allahu Teâlâ’ya da hamd ediyoruz, bu gerçekleri bize Kuran’la öğretiyor. Ne güzel Rab ki O bizi uyarıyor. Kendi ilmiyle.

Ve ahuru davahum enilhamdulillahi  rabbil alemin. El Fatiha. 

 

 

Yasin(3.sohbet) 12. Ayet/yazılı metin

Biliyorsunuz Yasin Peygamber Efendimize bir hitap, “Ey İnsan” diyerek. Rabbim yemin ediyor. Kuran’a yemin ediyor. Peygamber Efendimiz’i de destekliyor. “Muhakkak ki sen peygamber olarak gönderilenlerdensin”. Burada “mursel” ifadesi geçiyor. Bu neden mursel olarak kullanılmış? Bugün işleyeceğimiz bu 13. ayetten itibaren  bununla ilgili bir konu olacak. Bir sıratı mustakim üzerindesin. Bu kitap Aziz ve Rahman olan Allah tarafından indirilmedir. Babaları uyarılmamış olan kavmi inzar etmek için/uyarmak için çünkü onlar gaflettedirler. O azap sözü ya da hak olan söz gerçek oldu, onlar iman etmezler. Biz onların boyunlarına halkalar geçirmişizdir. Bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Artık onların başları kalkık durumdadır. Biz onların önlerine de bir set çekmişizdir. Arkalarına da bir set çekmişizdir. Bir de onları kaplamışızdır. Artık onlar görmezler. Onlar için musavidir/eşittir kendilerini inzar etsen de uyarmasan da onlar iman etmezler. Sen ancak şu kimseyi inzar edersin ki o zikre uyar ve de gaybi olarak Rahman’dan haşyet duyar. Sen ancak o kimseyi, uyarabilirsin. İşte o kimseyi bir mağfiret ve kerim bir ecir ile müjdele.”

Burada klasik yorumları ile beraber şunu da söylemiştik ki insanların kendi kibirleri yüzünden kendi göğüslerinde olan “gıllin” denilen marazları sebebiyle kendi kendilerine geçirdikleri demir halkalar ki onlar boyunlarını yukarı çıkarmıştır. Biz de onları o hale getirdik ve önlerine ve arkalarına setler çektik. Burada önleri; gelecekleri ve halleri. Arkaları ise geçmişleri. Arkalarına bir set çektik ki bu onların tövbe etmelerinin ve geçmişten ders almalarını engelliyor. Önlerine set çektik ki onların ilerlemelerini ve olayları görüp de ibret almalarını engelliyor. Bir de onları her taraflarından kuşattık ki artık ilerleyemezler. Tamam bunları Rabbim yapıyor ama sebep insanın kendisi. Çünkü kibrinden. Kibirli insan ne yapar? Burnunu, kafasını çenesini yukarıya kaldırır. Rabbim’in de en hoşlanmadığı şey kibirdir. O kibirleri sebebi ile de Rabbim onların boyunlarına halkaları geçiriyor. Yani sistem bunu böyle yapıyor.

Bunun alternatifi ne? Bu sistem hemen hemen herkesi kapsıyor. Onlar diyor eşittir. Uyarsan da uyarmasan da. Sadece özel bir grup var ki ancak onlar inzar edilebiliyor/uyarılabiliyor. Onlar da zikre uyan, yani birinci anlamı ile öğüdü dinleyip değişime müsait olan insanlar, yani değişime açık. Bu insan ne diyor? Ya da bu zikre Kuran dersek Kurani öğütlere açık, onun gereklerini yerine getirebilecek durumda. Ve de gaybdan ve Rahman’dan korkanlar. Haşyet duyanlar. Korkanlar demeyelim ona haşyet duyanlar. Ancak bir kişide bu iki haslet varsa önü açık oluyor. Yani Allah’ın hidayetine mazhar olabiliyor. Fakat diğerlerinin ise bir şekilde aleni değil ama zahiri olarak boyunlarında demek ki halkalar var. Ve onlar bir türlü iman etmiyorlar. Hani çenesinde halkalar olan bir insan tasdik manasında kafayı sallayabilir mi? İman ettim diyebilir mi? Diyemez. Yani kendi kendilerine yaptıkları yüzünden de öyle bir sonucu oluyor. Ama ataları uyarılmamış bir kavim derken de şunu demiştik. Yani babalarında, atalarında ve çevresinde böyle bir öğüt olmayabilir. Ama şu değişmeyecek. İşte geçmişine bakacak, ders alacak, aynı zamanda tövbe edecek kendini değiştirme potansiyelini elde edecek ve bununla beraber de ilerleme potansiyeline sahip olacak. Onları işte marifet ile…

Bu mağfireti de şöyle açıklamıştık: Mağfiret önce kişinin arkasına set çekilmişti ya, o set kaldırılıyor. Çünkü geçmişinde iman etmediği tarafı ile işlediği hatalar var. Tövbeyi gerektiren durumlar değil mi? Önce orası imha ediliyor/yok sayılıyor. O da geçiliyor “tebdil” denilen bir şeyin yerine başka bir şey konma durumu oluyor. Hani seyyielerini, hasenatı tebdil eyle denilen şeyle beraber. İkincisi ne oluyor? Bu sefer de “ecrin kerim” veriliyor. Kerim bir ecir veriliyor. Şimdi bunları dedikten sonra 12. ayette ne deniyor?

اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْ وَكُلَّ شَیْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖى اِمَامٍ مُبٖينٍ

– İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ve nektubu mâ gaddemû ve âsârahum, ve kulle şey’in ahsaynâhu fî imâmim mubîn.

İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ( اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى ) – Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz

ve nektubu  ( وَنَكْتُبُ ) – ve yazarız. Neyi yazarız?

gaddemû ( قَدَّمُو ) – önlerinden takdim ettiklerini

ve âsârahum  ( وَاٰثَارَهُمْ ) – eserlerini

ve kulle şey’in  ( وَكُلَّ شَیْءٍ ) – her şey

ahsaynâhu  ( اَحْصَيْنَاهُ ) – biz onu ihsa ettik, hesap ettik, saydık. Nereye?

fî imâmim mubîn ( فٖى اِمَامٍ مُبٖينٍ  ) – Mübin denilen şeye.

Burada ilginç bir şey var. Yukarıda hep hayatla ilgili örnekler verilirken bir anda diyor ki “Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz”. Yani bir şekilde ölülerden bahsetmediği halde diriltmekten bahsediyor. Bir şeyi diriltmenin ön şartı nedir? O şeyin ölü olma durumu. ama yukarıda herhangi bir ölüden bahsedilmiyor. Bunun hikmeti ne olabilir?

Birinci anlamı klasik anlamıyla/afaki anlamıyla; yani insanlar yaşadıklarına dikkat etsinler, her şeyin bir sonu var. Bu son, yeni bir başlangıçtır. Biz onları dirilteceğiz ama hesaplarını da soracağız. Dikkat. Bu zahiri mana.

Ama geçen haftaki o insanın gelişimi/değişimi ile ilgili, değişime açık olması ile kendini yenileyebilip de yeni bir iman sayfası açması ile ilgili olarak da ne olabilir? Bakın ne diyor? “Ölüleri biz diriltiriz”. Demek ki inzar edilmemiş insanlar/ inzarın ulaşmadığı insanlar demek ki Allah indinde ölü konumundaymış.

Zahiren yaşıyor, biyolojik olarak yaşıyor ama ölü konumunda. Sadece kalpleri  ölü demek bile doğru değil. Bir şekilde ölü. Bazı hadisi şeriflerde de buna işaret var zaten: “…onlar ölülerdir” diye. “Sen ölülere işittiremezsin” diye de bir ayet var. Yani hangi ölü bu? Manen ölü. Diri ama ölü. İşte buna ne diyor Rabbim? “Biz diriltiriz onları“. O zaman diriltmek hangi manada oluyor? Hidayet etmek anlamında oluyor. “Biz o ölü konumunda olan yaşayan ölüleri dirilterek onları bir mümin haline getiririzdiyor.  Bakın burada ilginç bir Arapça yapı var. “inna”(اِنَّا) derken bir te’kid var orada. “Şüphesiz biz…”. Bir de “nahnu”(نَحْنُ) geliyor orada. Nahnu’nun gelmesine gerek yok çünkü hem inna’da hem de yuhyi’de fiili mudari olduğu için orada “n” harfi var. “N” zaten biz demek. Biz diriltiriz. Türkçeyi düşünün. “Diriltiriz” deyince zaten gizli olarak biz var orada. Ayriyeten biz denmesine gerek yok. Bu Arapça’da bir kaidedir ki eğer  bu şekilde “nahnu” ve zamir açıkça geldiğinde şu olur: Yani o işi yapan biziz, biz, başkası değil. Bu anlama gelir. Orada ciddi bir vurgu var. Buna Arapça’da te’kid deniyor. Bir de başında inna var. İnna geldiği zaman, şüphesiz, gerçekten, muhakkak ki anlamına geliyor. Biz, biz. 

“İnneke leminel murselîn”(اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ) – Peygamber Efendimize “sen resulsün” demiyor. Minel murselin. “Sen resul olarak gönderilmişlerdensin“. Burada bir te’kid var. Korkma arkanda biz varız var. Bir de ne var? Sizler, sen dahil bütün resuller görevli. Yani asıl olan benim. Bu benim dinim. Bu işi ben yapıyorum. Sizler de görevlisiniz. Sen de o görevlilerden birisin. Yani bir görev hatırlatması var. Yukarıda ne diyor? Sen uyar, inzar et. Peygamber de olsa bir kişinin görevi inzar etmek/uyarmak. Sen hidayet veremezsin. Hidayet bize ait. Zaten zıddı olsa idi, Ebu Talib yaşarken Müslüman olurdu. Ne diyordu onunla ilgili ayette? “Senin üzüldüğünü biliyoruz (fakat) sen sevdiklerini hidayete eriştiremezsin, hidayet bize aittir“.

Burada Rabbim sistemi gösteriyor çünkü Rabbim’in indinde hakikat ve hikmet farklı. Müslümanın tebliğ görevi vardır. Hem temsil görevi vardır hem de çevresine tebliğ görevi vardır. Sen köşende yaşayamazsın İslamiyeti. Cihat edeceksin. Ya bilinen anlamı ile cihat edeceksin ya da bildiğin gerçekleri çevrene yaymak için gayrette bulunacaksın. Kendinle ilgili bir şey o. Hiçbir mutasavvıf cihattan geri kalmamıştır. Veysel Karani Hazretleri üst örneklerindendir. Savaşta şehit olmuştur. Bunu unutmayalım. Herkesin bir cihat görevi var. Fakat bir yere kadar. Asıl hidayet buradaki ifadesi ile ölüleri diriltmek Allah’a mahsustur. Diyor ki işte burada “Biz diriltiriz, biz, bizden başkası değil“. Buradaki üçlü vurgu işte bunu gösteriyor.

Bakın ne kadar ilginç. Hepimiz ahirete inanan insanlarız. Hepimiz öleceğiz. Allah tabi ki bizleri diriltecek. Dirilten de Allah. Ama işte bu önceki/dirilere özgü kısmı ile değerlendirdiğimizde olay farklı oluyor. Çünkü 69. ve 70. ayetinde ne diyordu:

(69) …in huve illâ zikruv ve gur’ânum mubîn.(اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ) – Bu şüphesiz Kuran’ı mübindir.

(70) Liyunzira men kâne hayyen…. (لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا ) – Hayatta/hay olanları inzar etmek için. İnzar kelimesi burada da geçmiş. Hay(diri olma konumu) burada da geçmiş. Demek ki Yasin birinci anlamı ile hay olanlara hitap. Bu uyarılar, bu zikir ölü kalpleri diriltebilir. Sen inzar et. Bir ayette ne diyor? Sen zikret, umulur ki zikir(ikaz) fayda verir. 

ve nektubu(نَكْتُبُ) – yazarız. Ketebe yazmak fiili, nektübü biz yazarız, yazıyoruz, yazacağız. Bu üç zamanı da kapsar fiili muzari. Neyi?

mâ gaddemû (مَا قَدَّمُوا) – onların takdim ettiklerini. Yani önden gönderdiklerini, önden ileriye doğru gönderdiklerini. Bu bazı meallerde öncelikli hale getirdikleri manasında da kullanılabilir. Yani kademe kademe. Kademe kademe herkesin bir önceliği var. Neyi öncelikli hale getirdim? Yani birinci sırada Allah var, ikinci sırada Resul, din. Yoksa bu değişiyor mu? Önceliklerin ne? Hani bazı şeyler dinin, hatta Allah’ın önüne mi geçiyor? Hatta din Allah’ın önüne mi geçiyor? vb. Ama birinci manası ile takdim ettiklerini. Daha evvelden gönderdiklerini de biz ne yapıyoruz? Yazıyoruz.

ve âsârahum(وَاٰثَارَهُمْ) – Eser kelimesinin çoğulu. Onların eserlerini, izlerini de yazarız. Bu ne demek? Yani yaşarken hepinizin yaptıklarını biz kaydediyoruz. Rabbim bunu ikiye ayırmış. Birincisi; senin önceden takdim ettiğin şeyi orada görüyorsun, bulacaksın demek. Yani olumsuz anlamda bir örnek var. Cehennemde ateş yok diyorlar. Neden? Kişi oraya önceden gönderiyor zaten. Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem var ya. Kişi buradan götürüyor diye bir ifade var dini ifadelerde. Yani sen önceden oraya yaptıklarınla yerini hazırlıyorsun orada. Aynı şekilde pozitifte de sen oraya sundun. Mesela Hz. Aişe ile Peygamber Efendimiz’in bir diyaloğu var kurban bayramında. Kesiyor kurban. “Ya Aişe ne yaptın?” diyor Peygamber Efendimiz(SAV). “Üçte ikisini dağıttım, üçte biri bize kaldı” diyor Aişe Annemiz. “Öyle deme Aişe. Üçte birini dağıttım, üçte ikisi bize kaldı, de” diyor Peygamber Efendimiz(SAV). Çünkü gitti ya, Allah onu yazmadı mı? Gidince karşılığı orada bulunacak. Üçte birini orada bulmayacaksın, üçte ikisini orada bulacaksın. Ama dünya mantığı ile baktığında yok. Kayboldu, havaya gitti. Ama sistem öyle işlemiyor. Mesela şu duvarın arkası ahiret diyelim. Hadi şu kalemi, sandalyeyi diğer tarafa sokalım. Duvarın içinden geçsin, öbür tarafa geçsin. Gidiyor mu? Gitmiyor. Ama Allahu Teala öyle bir sistem koymuş ki senin Allah yolunda infak ettiğin oradan geçiyor. Ahirete gittiğinde de onları görüyorsun. Ama burada kendi adına kullandıkların, Allah adına kullanmadıkların ya da Allah adına kullandığını zannedip de Allah için olmayanları ise orada bulmuyorsun. Orada “gerçekten Allah için” yaptıklarını bulursun. “kaddeme” o, önden  takdim ettikleri. Gönderiyorsun. Mesela bir yere taşınacaksın. Yeni sistemde ne yapıyor? Tırı yüklüyorsun önceden yolluyorsun. Bir bakıyorsun gittiğinde oh hazır. İşte ahiret böyle bir şey, taşıma şirketleri var. Onlara da mümkün olduğu kadar yüklemek lazım. Orada ihtiyaç olacak çünkü.

Peki “asarahum” ne? Eserlerini de yazarız. Şimdi bununla ilgili hadisi şerifler var. İnsan öldükten sonra amel defteri kapanır. Yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder:

      1. Sadakayı cariye

      2. Yararı sürekli olan ilim

     3. Ölenin ardından  dua eden hayırlı evlat

Şimdi işte bunlar eser oluyor. Yani gittin öbür tarafa ama burada işliyor. Fabrika gibi işliyor. Yani yanına kalıyor. Onlar da eser oluyor. Bunun negatiften kullanımı şöyle: “Ben bir şey yapayım da namım yürüsün”. Bilmem ne olsun? O dünyevi eser. Hakikaten dünyada kalıyor. Ama demin dediğimiz gibi. Allah için zannedip de Allah için olmayan şeyleri bulamazsın diğer tarafta. Onları hiç bulamazsın. Ama gerçekten Allah’ın rızasını kazanacak şeyleri eğer burada çalışan, işleyen, devam eden bir şekilde bir fabrika gibi burada bırakırsan senin arkandan da sürekli olarak oraya bir gönderim yaparsın. Asar olarak bunu yorumlamışlar.

Atalardan gelenler dünyevi miras oluyor. Öbür tarafa gönderdiklerimiz de uhrevi miras oluyor. Sadakayı cariye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlat. Bakın bunu cebinize koyun. Ahirette çok işinize yarar. Bunlar sürekli orada fabrika gibi gönderecek size sevapları. Bu Ebu Müslimde geçen kuvvetli bir hadistir.

Bir de negatif tarafı var. “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse kendisine hem o davranışı hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse kendisine hem o davranışı hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir. “

İşte bu da farklı bir eser. Yani bir şeyin önünü açtın ya, ayvayı yedin. Mesela Kuran’da olmayan bir hükmü varmış gibi gösterdin. Ya da var olan bir hükmü aslında Kuran’da yok dedin. Binlerce kişi de ona uydu. Bir de “kitaplarımı alın okuyun” dedi. Belki onlar onu hak zannettikleri için, iyi bir ilim adamına tabi olacaklarını düşündükleri için. Gerçi niyetlerinden yine sorguya çekilecekler ama, sen onca insanın günahını alarak gideceksin. Ne için? Neden?

ve kulle şey’in  – ve bütün her şey.

ahsaynâhu – Biz onu ihsa ettik. Nerede?

fî imâmim mubîn – imam-ı mübinde.

Burada her şeyde değişik bir şey var. Yukarıda takdim ettikleri bir de eserleri var. Bu küllü şey değil. Bir de küllü şey diye Rabbim ayırmış. Bunlar da var ama bir de küllü şey var.

Ahsaynahu – Biz onu ihsa ettik. İhsa kelimesi çok ilgin. Ve de önemli “el-muhsi” diye bir Esmaul Husna var. O nedenle çok önemli. Eğer 99 esma ve diğerlerinin içerisinde ise, Allahu Teala kendisine isim olarak koyduklarından ise bu fiillere dikkat etmek lazım. Bu kelimenin kökü çakıl taşı. Yani saymak, hesap etmek gibi alanlarda çakıl taşının ne alakası var? Eskiden bilgisayar yok tabi çakıl taşları ile sayacaklar. Hesaplarını çakıl taşlarıyla bilecekler. O yüzden buradan türeyen bir isim olmuş. Hatta Nasreddin Hocanın bir fıkrası var.

Eskiden takvim falan yok. İmsakiye de yok. Ramazanın kaçı olduğunu nereden bilecek? Bir kabın içine çakıl taşları atıyor. Yani ihsa yapıyor. Bir çocuk da tabi muziplik yapıyor bunu görmüş, bir avuç da kendisi çakıl taşı atmış kabın içine gizlice. Ramazanın ortalarına doğru cemaatten biri sormuş:  “Hocam bugün Ramazanın kaçı?”. “Dur sayalım” demiş Hoca. Saymış bir bakmış 45. “Ramazanın 45’i demiş. “Hocam nasıl olur böyle bir şey? demiş adam. “Valla sana mı inanayım yoksa bu çakıl taşlarına mı inanayım?” demiş Hoca.

Yani burada işte “ihsa” çakıl taşları ile saymak manasına geliyor. Biz fasulyelerle sayıyorduk. İşte bu fiilden kaynaklanan bir isim. “Addede” kelimesine çok benziyor. Addede, adetli olarak saymak manasına geliyor. Fakat bazı ayetlerden biz bakıyoruz. Mesela 14/34’te bir ayet var. İbrahim Suresi 34. ayet:

(وَاٰتٰیكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا اِنَّ الاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ)

Ve âtâkum min kulli mâ seeltumûh, ve in teuddû niğmetallâhi lâ tuhsûhâ, innel insâne lezalûmun keffâr.

Ve âtâkum min kulli mâ seeltumûh  وَاٰتٰیكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ ) – İstediğiniz şeylerin hepsinden size verildi.

ve in teuddû niğmetallâhiوَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ ) Allah’ın nimetlerini saymaya çalışırsanız

lâ tuhsûhâلَا تُحْصُوهَا  ) Bunu sayamazsanız.

Kelimelere dikkat edin. İki tane “sayamazsınız” var.

Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız. Fakat Arapçada bu öyle değil. İlki “ve in teuddû” adet kelimesi, adetle saymak. Yani bir, iki, üç, dört, beş gibi saymak. Böyle saymaya kalkarsanız, bakın şunu diyebilir de yine “adetli olarak sayamazsınız” diyebilirdi. Yani “la teuddu” diyebilirdi. Ama farklı bir fiil kullanmış. Buradaki fiil “lâ tuhsûhâ”. Demek ki ihsa bizim bildiğimiz anlamıyla saymak değil. Mesela şöyle: Allah’ın üzerimizdeki biyolojik olarak nimetlerini sayalım: Göz, kulak, burun, ağız, el, kalp…. Ne yaptık biz? Saydık. Ama addede fiili ile saydık. Yani adetlendirerek saydık. Diğer sayamamak ne biliyor musunuz? Kavrayarak, idrak ederek. “Ya Rabbim bir göz vermiş ya, göz vermese idi biz nasıl algılayacaktık? Nasıl işitme şeyi olmuş? Böyle sivrisineğin nerede olduğunu anlıyoruz. Kafamızın üstünden geçiyor bir anda anlıyoruz. Bu kalp nasıl bir şey ya? Benim kolum odun kırarken yoruluyor ama kalbim doğduğumdan beri mola vermeden çalışıyor. Kalp kası yorulmuyor. Ya Rabbi nasıl bir şey? Bak ne yapıyorum burada? Sayıyorum ama idrakı ile sayıyorum. Kadrini kıymetini bilerek sayıyorum. Manasını bilerek ya da bilmeye çalışarak sayıyorum. Yani buradaki saymak biraz farklı. Kabaca bir sayış değil yani. Takdir ederek, bütün inceliklerine vararak demek.

Mesela bu konu ile birçok ayet var. Şu kısım ilginç. Geceleyin kalkıp da teheccüd namazı kılmak ile ilgili ayet var ya, orada diyor ki: “Gecenin çoğunda kalk kıl”. Sonra bir yumuşatma geliyor, “Ol” hükmü geçerli olmakla beraber. Yani nesih olmuyor. Rabbim sizin bunu sayamayacağınızı bildi de azalttı diyor. “Artık bundan sonra Kuran’dan kolayınıza geleni okuyun” diyor. Burada da aynı “ihsake” fiili kullanılmış. Meallerde ne geçiyor?

Yapamayacağınızı, yerine getiremeyeceğinizi bildiği için, fakat fiil saymak. Ne demek saymak? Değerini bilemezsiniz, anlamını bilemezsiniz, takdir edemezsiniz, gereklerini yapamazsınız manasında. Bu fiil bir de Esmaül Hüsna’da geçmiş. Tirmizi’de geçen meşhur hadis var ya: 99 esma meselesi. Kim ki bunları saysa işte orada “ihsa etse” diyor. Yani şu demek değil; 99 u sırasıyla say. E o zaman okursun geçersin. Ya da inanın biz yaptık bunu. Yarım günde ezberleniyor 99 esma. Denedik 99 ismi, yarım günde ezberlersin. Bu kadar kolay olabilir mi? Allah isterse tabi ki. Fakat Rabbim’in kastettiği bu esmalarını bir öğren. Yani bir hafızana al. Gerekli yerde de “Aaa Rabbim’in esması böyle tecelli ediyormuş, demek ki bu manaya geliyormuş” de, Rabbini tanı. Hani bilmenin en azından ilim anlamındaki ilk şeyini yap. İşte ihsa böyle bir kelime.

Bunu saydık diyor. Külli şeyin. Her şeyi saydık. Nerede? İmamin mübin‘de. Bütün tefsirlerde buna levhi mahfuz deniyor hemen hemen. Tamam, levhi mahfuz olabilir ama Rabbim levhi mahfuz dememiş. İmam demiş. Bakın burada imam ana kelime, mübin ise onun sıfatıdır. Biz biliyoruz ki önemli olan sıfatlanandır, sıfat değildir. Mesela büyük kalem. Burada önemli olan kalem mi büyük mü ? Kalem. Kalem dersin büyüğünü ekstra olarak söylersin. Burada da önemli olan imam. İmamlar bizim bildiğimiz imam. Önümüzde namaz kıldıranlar. Diyor ki “Biz her şeyi bir imamda saymışızdır(ihsa etmişizdir)”. Hayda? Nerede bulacağız bunu? Hah, işte mümin burada biraz açıklayıcı. Kuranın temeline bakmak bundan önemli. Yani Kuran’ın tefsiri yine Kuran’dır. Bakın Kuran’da bununla ilişkili ifadeleri söyleyeyim. “Kitabun mübin” var. Başka bir ayette “kitabu merkum” geçiyor. “Kitabu mektum” geçiyor. Bir de “ümmül kitap” geçiyor. Bütün bunları birleştirdiğimizde, evet doğru, kastedilen hep aynısı. Yani Rabbim’in levhi mahfuz dediği, kitabı mektum dediği, kitabı merkum dediği şey. Amenna. Peki neden bunu o ifadelerden biri ile kullanmamış da bu şekilde kullanmış?

Çünkü Rabbim bir kavramı bizim dünyamızdan olmayan ya da olsa da idrak ettirmek istediği, derinlerine vakıf ettirmek istediği şeyi Kuran’ın değişik yerlerinde değişik ifadelerle bulunduruyor ki mahiyetini bize ama dikkat “alakalısını” izah etsin. Bunu anlamak için bir kere kuranı tederrüs ve tedebbür etmemiz lazım. Bir oraya, bir oraya, bir oraya bakmamız lazım. Bunun için Kuran-ı Kerim’in Alemlerin Rabbi olan Allah’ın kitabı olduğunu bilmemiz lazım. Şimdi bir yerde “kitabı mübin” geçmiş. Burda “imamı mübin” geçmiş. Demek ki matematikte değişme özelliğine göre kitapla imam aynı şey.

Geçen hafta imam kelimesini inceledim. Çok ilginç. İmamın kelimesinin kökü Elif, Mim ve Mim harfleri. Buradan neler çıkmış? Amme kelimesi yani ümm. Buradan, aynı kökten. Teyemmüm kelimesi buradan geçiyor. Ümmet burdan geliyor, aynı kökten. Bununla ilgili bir sürü kelime var. Kökü ne imiş bunun? Kastetti, yöneldi demekmiş. Yönelmekle ilgili. Yani senin ilgin, alakan doğrultusunda olan ve senin yöneldiğin şey demekmiş. İmama da o yüzden sen yöneliyorsun, ona meylediyorsun. Bir yandan da anne gibi oluyor senin için. Sen de onun arkasından gidiyorsun. Ona tabi oluyorsun yani.

Kendisine yönelinen bir şey var, bu yönelinen şeye her şey kaydediliyor. Ve bu da bir kitap. Bediüzzaman hazretlerinin açıklamasına baktım. Biraz geri gideceğim, “ahsa” kelimesinin İngilizce karşılığına baktım. “to compute, to calculate , to count” yazmışlar. To calculate, hesap etmek. To compute, bilgisayarın fiili. 1400 sene evvel çakıl taşları ile saymak, çetele tutmak gibi yazmak anlaşılıyordu. Fakat bugünkü şey ile görüyoruz ki bilgisayar gibi hesap etmek, bir program haline getirmek manasına geliyor. Yani kainatın-dikkat burada-ana formülü, anayasaları, programları, planları. İmamı Azam dünyadakine örnek vermiş: Bir tane çam ağacının çekirdeğini düşünün. Kozalakları düşünün. Çam fıstığını düşünün. Toprağa gömdüğümüz zaman ağaç çıkıyor. Koskoca ağaç. Yaprağının nasıl olacağı, kaç tane dalının olacağı, başka ağaçlar için düşünün: Ne zaman meyve vereceği, ne zaman meyve vermeyeceği, yapraklarının ne zaman döküleceği, boyunun ne kadar olacağı, şunlar, bunlar, hepsi neyin içinde gizli? Çekirdek, tohum. Aslında tohum ama hepsi değil. O tohumun biliyoruz ki bir kısmı o toprağın içinde kendine gelinceye kadar, kökler oluşuncaya kadar besin. Onun içinde ne var? Çekirdekçik kısmı var. Onun içinde “ruşeym” deniyor biliyorsunuz. O ruşeymin içerisinde de ne var? DNA var. O DNA ‘nın içerisinde koskoca ağaç gizli. Şimdi kainatın çekirdeğini düşünün. Ana formülünü düşünün. Kainatın DNA’sını düşünün. İşte onun içerisinde de “imamı mübin” gibi ana program kayıtları. Neden kendisine yönelinen? Çünkü hem melekler, hem insanlar buna yöneldiğinde bir şekilde açıklayıcı unsurlar buluyorlar. Bakın neden açıklayıcı dedim? Bakın ne diyor burda? İmamı mübin diyor. İşte Rabbim sadece imam da diyebilirdi. Ama mübinle de işte bunu size biraz açıklayayım diyor. Mübin bütün kitaplarda “açık” deniyor. Doğru “açık” anlamı da var ama asıl manası “açıklayıcı” demektir. İsmi faildir. Mübin açıklayıcı demektir. Yani demek ki kitap her ne kadar levhi mahfuz gibi mahfuz(gizli), kitabu mektum gibi gizli de olsa açıklayıcı tarafları da varmış. Bir şekilde ona ulaşıldığında tabi. Yani Rabbim’in sistemi açıklayıcı. Bakın mesela DNA’ya gelelim. Bugün insan genom projesi tamamlandı. DNA’sı tek tek açıklandı. Şimdi gizli idi o iş, hiçbir şey anlaşılmıyordu. Şu an dikkatli bir şekilde yönelindiğinde açıklayıcı bilgi oluyor DNA.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki “kitabı mübin”in yüzü şehadet alemine bakar, “imamı mübin”in yüzü de gayb alemine bakar. Çünkü gayb alemi şeydir. Biz biliyoruz ki mesela “tenzilel kitap” diyor ya kitabın aslı nerede? Levhi mahfuzda. Tek parça olarak gök semasına indiriliyor. Buna ne deniyor? İnzal deniyor. Oradan da tedrici olarak yavaş yavaş da tenzil oluyor. “Nezzele” fillinden gelir. Nezzele ağır ağır indirtmek demektir. Eğer bu kitap yeryüzü kitabı ise bunun aslı yukarılarda. Ama aslının mahiyeti, birebir bunun aynısı değil. Allah’ın kelam sıfatı ile kelimelere dökülmüş hali. Şimdi bu vahiyle inmiyor mu? İniyor. Kime iniyor? Peygamber Efendimize. Peygamber Efendimize nasıl iniyor? O’nun kalbine iniyor. Taha suresinde ne diyor ayette? “Sen onu unutacağın endişesi ile dilini oynatarak tekrar etme“. Şunu demek istiyor. Bu dilinle ilgili bir şey değil. Bunun özü bir öz olarak, nur olarak senin kalbine indirildi. Bunun aslı o. Bunu senin konuşmaya başlayınca kelimeler halinde çıkıyor. Halbuki kitabın aslı bu değil. Kitabın aslı bir nur. Bizim anlayamayacağımız bir program diliyle kodlu. Onun yeri de levhi mahfuz denilen o muhteşem alanda. Ama o alanın da özellikleri var. Şimdi Haluk Nurbaki Hocanın bir yorumu var. Şimdi bakın bir bilgisayar var. Bu bilgisayarın içerisinde anakart var, önbellek var, hafıza kısmı ayrı, klavye kısmı ayrı, girdisi çıktısı ayrı değil mi bunun içerisinde. Ekran kartı var, grafik işlemci var, ses kartı var. Ama bunun hepsi bir computer(bilgisayar). Levhi mahfuzu da böyle düşünürsek, onun da işlevsellik alanları farklı.
İşte Haluk Nurbaki Hoca diyor ki: İmamı mübin onun, kayıtlarının yer aldığı programla ilgili bir kısmı. Bunu nereden anlıyoruz? Bu, imamı mübin ifadesine baktım Kuranı kerimde. Bir de 15/79’da geçiyor. Hicr Suresi 79: ayet: İki tane kavimden bahsediyor. O kavimleri Rabbim helak etmiş. Eyke ve Medyen kavimlerini yok etmiş.  Diyor ki: “Onlardan intikam aldık”. Fentegamnâ minhum – ( فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ )

ve innehumâ lebi imâmim mubîn – ( وَاِنَّهُمَا لَبِاِمَامٍ مُبٖينٍ ) Onlar imamı mübin üzerindeler, gibi bir ifade. Yani bunu şöyle yorumlamışlar: Açık bir yol üzerinde. Yani sen gittiğinde onları görüyorsun gibi. Ama Rabbim’in imamu mübini burada kullanması boşa değil. Ne var burada? Açık bir imandadırlar. Yani diyor ki; hani burada “ölüleri biz diriltiriz” ve “bütün eserleri yazdık” diyor ya. Bırakın kişisel anlamını. Bu Hicr Suresindeki yeri anlatıyorum. Kavimler boyutunda da onların başlarına gelenleri, biz zaten imamu mübine kaydetmiştik.

Burada bakın “ahsayna” derken zaten fiili mazi kullanılıyor. Yani geçmiş bir ifade kullanılıyor. İkinci manası da “Önceden bütün olacaklar, kuran ilmi içerisinde zaten kayıtlı, belli”. Şimdi bakın zaman bize göre geçerli, Allah indinde zaman yok. Allah zamanın yaratıcısı bizim için zaman geçiyor geçmiyor. Allah zamandan berî. Çünkü zaman varsa bir bitme durumu söz konusu. Fanilik söz konusu. Zamanın olduğu şeyde fanilik vardır. Allah fani olmadığı için, baki olduğu için. Zaman onun için değildir. Zaman “kün” emri ile mahlukatı içindir. Dolayısıyla Rabbim bir sistemi murat ettiğinde “kün feyekun” dediğinde “İnsanların kendi iradeleri ile kendi tercihleri ile yaptıkları hepsi belli oldu“. Rabbim’in ilmi ile. Rabbim’in bilmesi ile.

Ve bu da bir yerde kayıt edildi tabi ki. Yani insanlara doğaçlama bir şey veriliyor. Hadi oynayın deniyor. E kamera ile kaydediliyor. Bunun eskisi teypler geliyor, kaydediyor, bitti. Yani yönetmenin bir şeyi olmadı orada. Varsayım üzerine. Kişiler oyuncular kendi iradeleri ile yapmadılar mı? İşte o plak, disk, video kaseti ne derseniz deyin belli. Yani oyun bir anda bitti. Rabbim indinde ama. Biz o süreci yaşıyoruz. Kendi iradelerimizi kullanıyoruz. Bu böyle olmaz. Allah’ın cennet ya da  cehennemi yaratma mantığı kalmaz. O zaman şu olur. Yani şunlar şunlar cennete girsin derim. Şunlar şunlar cehenneme girsin derim. Olur da bu da zalim Tanrı olur felsefi olarak. Bu değil. işte bütün bu ilerde olacakların yazıldığı yer “imamu mübin” ya da “levhi mahfuz”dur. Onun da bir kısmı kayıt mekanizması. Yani sistemi bu şekilde kurmuş, Allah’ın bir sisteme ihtiyacı yok aslında. Ama hep sistemle bilinmiş. Yani melekleri kayıt edici olarak kullanmış. Hatta diyor ki “Biz resuller gönderdik”. “Onların önlerinden ve arkalarından melekler  gönderdik ki onları ihsa etsinler, yazsınlar” diye diyor. Ya Rabbim görmüyor mu? Şahit değil mi? Ama sistemi bu şekilde kurmuş. İşte bu kurduğu sistemin içerisine de levhi mahfuz gibi kitabı mübin gibi imamı mübin gibi öğeler yerleştirmiş. Yani Rabbim bu Yasin Suresi’nin özellikle ilk sayfasında, o da çok güzel denk gelmiş arkadaşlar. Yasin Suresinin ilk sayfası okunur genellikle ilk rekatlarda, ikinci sayfa bir hikaye ile başlıyor. Hani “Vadrib lehum meselen ashâbel garyeh” gibi. İlk sayfasında bir sistemi anlatmış. Kitaba yemin ediyor. Rasulullah(SAV)’in hangi amaçla gönderildiğini söylüyor. Sıratı müstakimi tanıtıyor. Allah’ım bunu indirmeyebilirdi ama “tenzil ettim” diyor. Çünkü “Ben Azizim aynı zamanda Rahimim bu kitabı okursanız siz zikir olduğu için hidayete kavuşabilirsiniz ama bunun için boynunuzdaki halkaları çıkarın. O kibir halkalarını çıkarın, geçmişteki o şeyleri de bırakın, teslim olun. Teslim olduğunuz takdirde ben size kapılarımı açacağım. Size hem mağfiret edeceğim, hem geçmişinizi sileceğim hem de size ecir vereceğim. Hem bu dünyada size ikramlarda bulunacağım hem de ahirette bunun  karşılığını siz göreceksiniz. O yüzden inat etmeyin, yapılması gerekenleri yapın. Çünkü hidayet benden. Bu inzar eden ben uyarandan da değil. Sizler aslında farkında değilsiniz ama ölüler gibisiniz. Ben sizi dirilteceğim. Dirilten de benim. Benden başkası değil. Ben dirilteceğim, size hidayet vereceğim. Buna göre dikkat edin. Şunu da unutmayın. O gerçeği anladınız mı? Siz dünyada yaşarken bir şeyler yapacaksınız. Ve bu yaptıklarınızdan benim rıza-ı ilahim doğrultusunda olanları ahirete takdim edeceksiniz. Kötü olanları da takdim etmiş olacaksınız. Bir de dünyada bıraktığınız sistemler yaşayacak. Bu sistemler de sizin lehinize ya da aleyhinize sürekli fabrika gibi gönderecek. Dikkatli olun. Çünkü biz her şeyi yazmaktayız. Bırakın yaptıklarınızı, öyle bir sistem kurduk ki bu sistemin içerisinde her şey bir ana program gibi bilgisayar programı gibi işlemekte. Her şeyin de bir formülü var. Yani bizim sistemimizin muhteşemliğini görün. Ona göre de yaşayın.

Bununla ilgili olanları da Yasin’in diğer kısımlarında Rabbim hikayeleştirmiş, anlatmış, öğütler vermiş. Hikaye gibi görünen kısımların içerisinde neler söylemiş neler. Misal olarak bir kişiden örnek vererek o Habibi Neccardenilen kişinin de kurtulduğunu örnek vermiş. İşte o sen o kimseyi uyarırken ki kişiyi anlatmış. Ve Habibi Neccar ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Belki de bir vakit namaz kılmadı. Sadece şeylerine uydu ve Allahu Teala onu öyle bir öldürüşle öldürdü ki ölürken bile cennetle müjdelendi. Bu esnada bile acımış, şey yapmış. İşte o kişi kim? Burada anlatılan. Sen ancak o kimseyi uyarabilirsin ki o zikre tabi olur ve gaflet haşyetten gaybte Rahmandan haşyet duyar. İşte onlara, eğer biz onlardan olursak bizlere bir mağfiret var. Hangimiz mağfirete muhtaç değiliz? Peygamber Efendimiz bile günde bir rivayete göre 70 bir rivayete göre 100 kez Estağfurullah çekiyor. Kendi durumunuzu düşünün. Kim mağfirete muhtaç değil? Hem Rabbim mağfiretle müjdeliyor hem de bir ecir ki kerim, müthiş, artan, sürekli seni nice güzel hallere getiren hem bu dünyada hem ahirette bir şeyle müjdeliyor. O yüzden Allahu Teala bizleri bu kitabın Allah’tan bir indirme olduğunu, içerisinde nice hikmetler olduğunu bilen, işte o zikre tabi olan, ve bunun gereklerini yapan, Allah’tan da layıkıyla haşyet duyan kullarından eylesin. Ahirete de güzel şeyler takdim etmemizi, önceliklerimizi belirleyip en yukarılara Allah’ı ve dini almayı, Resululah’ı almayı, Allah’ın razı olduğu şeyleri almayı, daha sonra diğerlerini kademe kademe aşağılarda almayı nasip etsin. Allah da bizi bu Kuran’ın hikmetlerine, inceliklerine vakıf eylesin. Bunları da amelimiz eylesin. “Amele geçmeyen her ilim, eşeğin sırtındaki yüktür” Kuran’ın ifadesi ile. Allah da bizleri bundan sakındırsın. Allah bizi Kuran’dan ayırmasın. Sürekli onla meşguliyet halinde olanlardan eylesin. Yanlışlarımız olduysa da hakkı söylemeye çalıştık. Elbette hatalarımız var. Kasti değildir inşallah. Bundan da affola. Sizlerin de kulaklarına benim tarafımdan yanlış bir şey gittiyse, hakkınızı helal edin. Allah bizi her şeyin en doğrusuna eriştirsin inşallah.

Selamun aleykum, sadakallahulazim ve ahiru davauhum enil hamdullilahı rabbil alemin.

Onların dualarının sonu elhamdulillahi rabbil alemin demektir.

veahuruddavahum enilhamdülillahi rabbil alemin.

El fatiha.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yasin 2. Sohbet (8-11. Ayetler)/yazılı metin

YASİN 2. SOHBET (8-11. AYETLER)

Evet Yasin Suresi’nin ikinci sohbetine başlıyoruz. Geçen hafta anlattıklarımızdan da biraz bahsedelim. Bu Yasin Suresi’nin ilk sayfası çok önemli. Bu sohbetler devam edecek biliyorsunuz. Bu sohbeti dinleyenlere söylüyorum. Mümkünse bu ilk sayfayı ezberimize alalım. Hatta birer ikişer ayet gidiyoruz ya, her hafta iki üç ayet ezberlersek Yasin Suresi’ni ezberlemiş oluruz. Yani bu bir fırsat. Çünkü Rabbimin değer verdiği bir sure. “Kuran’ın Kalbi” diyor Yasin Suresi için Peygamber Efendimiz. Birçok şeyde okunmasını tavsiye etmiş. Hem dirilere hem de ölülere faydalı. Bilirseniz faydalı olur. Mübarek gün ve gecelerde okuruz. Bir tanıdığımıza okuruz. Hikmetini düşünmek üzere okuruz. Namazları sadece Kevser ve İhlas sureleri ile kılmamış oluruz. Teheccüde kalktığımız zaman uzun uzun okuyabileceğimiz bir şeyler olur. Biraz gayret etmekte fayda var diye düşünüyorum.

“Yâsîn”يس)  – Yasin en yaygın ifadesi ile “Ey insan!” demekti. Peygamber Efendimiz(SAV)’in de isimlerindendi.

“Vel gur’ânil hakîm”وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ). Bu; “Kuran hakimdir” değil, “hikmetlidir” de değil. Oradaki “vav” yemin idi. “Yemin olsun” diyor. Yemin vavı. Meallerde, tefsirlerde bu kısım atlanıyor. “Kuran’a yemin olsun ki” diyor, oradaki vav(yemin vavı).  Hani “Vet tîni vez zeytûni”(وَالتّٖينِ وَالزَّيْتُونِ) ya da “Vel asrı”(وَالْعَصْرِ) gibi onun da “yemin vavı” olduğu nasıl anlaşılıyor. Ondan sonra gelen isim sonu esreli bitiyor yani “vel gur’ane” değil “vel gur’anu” değil “vel gur’ani. Mesela “Vel asrı”, “Vet tîni”. Bakın sonu esreli bitiyor, o onun yemin olduğunu gösteriyor. “El-hakim” de kuranın sıfatı. Üç şekilde idi hakim biliyorsunuz: Yani bir hükmü sürekli, her zaman her yerde geçerli. İkincisi hikmet içeriyor. Sürekli ve devamlı içerisinde hikmet öğeleri bulunan bir Kuran. Yani boş sözler ve kaba ilimler değil haşa. İçerisinde nice hikmetlerin olduğu bir kitap. Bir de “mukem”  anlamı vardı mukem de “her tarafı her tarafı ile uyumlu örtüşüyor” birbirlerinden bağımsız değil, birbirlerini tamamlayan ayetler olarak vardı. Hani “Kuran’ın tefsiri Kuran’dır” da bu “hakim” sözünün manalarından.

“İnneke”(اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ) – “Şüphesiz sen”. Sen dediği kim? Peygamber Efendimiz’e hitap var. Zaten Yasin’in “Ey insan!” hitabının Resulullah’ı kasteden bir hitap olduğunun da göstergesi.

“leminel murselîn”( لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ) – Sen mürsellerdensin. Resul olarak, elçi olarak gönderilmişlerdensin. Rabbim Peygamber Efendimizi tekid için, bu görevi için Kuran’a yemin ediyor. Yani bu Kuran’a yemin olsun ki sen öylesin. Bir de “inneke” diye “Şüphesiz ki sen öylesin” yani “Hiç şüphen olmasın” diyor. Aynı zamanda ne idi? “Minel mürselin” demekle de “Bir grup var, sen o gruba dahilsin, yani bütün o gönderilmiş o elçiler beni tebliğ ediyorlar”. “Yani bir görevlisin”. Yani görevli olduğunu hatırlatıyor. Ama orda da bir tekid var yani “Ben de seni destekliyorum”. Yani “Sen herhangi birisi de değilsin”.

“Alâ sıratım mustegîm”(عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ). Bir sıratı müstakim üzerinesin. Yani orada marife yok nekra vardı, belirsiz, bilinmeyen, kendine özgü, kimsenin anlayamayacağı dosdoğru bir yol üzerinesin diyerek de Peygamber Efendimiz(SAV)’in diğer mürseller, resuller arasında da farklı bir konumu olduğunu ifade ediyordu.

“Tenzîlel azîzir rahîm”(تَنْزٖيلَ الْعَزٖيزِ الرَّحٖيمِ). (Bu kitap) aziz ve rahim olan Allah’ın bir indirmesidir. Neden indirme? Rabbim indirmeden bahsediyor. Diyor ki bu ilimlerin çeşitleri, öğreniliş metotları vardır. Sağdan, soldan, önden, arkadan öğrenebilirsin ama yukarıdan öğrenemezsin. Yukarıdan ancak ben indiririm. Yani bu kitabın aslı yukarıdan, sana yukarıdan aşağıya indirme. Yani semadan indirme. Mesela Avrupa’ya gidebilirsin eğitim almaya ya da Ortadoğu’ya gidebilirsin, yatay olarak gidebilirsin fakat Kuran’ı öğrenme yukarıda. Yukarıya gidemezsin, yukarıdan ancak indirme şekline olursa Kuran olur. O yüzden tenzil. Yani kıymetini bilin. Yani herhangi bir kitap gibi de okumayın. Çünkü taaa yukarılardan Allah’ın tenezzülü ile indirme. Tenzili rütbe ile indirme.

Tenzili biliyorsunuz? “Nezzele” fiilinin mastarı. Bu şekilde indirme, unutmayın. Çünkü neden? Aziz’in indirmesi. El-Aziz Allahû Teâlâ’nın esmasından. Bir güç, otorite sahibi demek. İkincisi saygınlık demek. Yani hem yetkisi var ama yetki ile beraber de saygınlığı var, izzeti yani. İzzet kelimesi buradan geliyor. Kimin indirdiğini de bilin. Ama yanına bir de Rahim gelmiş. İşte burada da yumuşatıyor. Fakat o kullarına da merhametli. Yani acıdığı için bunu gönderiyor. Allahû Teâlâ acımasa da yani sadece aziz olsa ne olurdu? Bilmenizi isterdi. Ben size akıl verdim. Hidayet ….. verdim. Hadi bulun beni. Hadi Kuran’da yazılanları bulun. Ne kadar zor değil mi? İşte ben Rahimim size de acıyorum. Rahmet ediyorum. Rahim olanın Kuran’ı. Burada “Rahman” dememesi de ilginç değil mi? Demek ki bunu biraz sonra ilerde anlayacağız diğer ayetlerde. Özel bir rahmet olan rahim tecellisi ile indiriyor. Yani ilerde göreceğiz aslında, bizim şeyimiz bu. Sen ancak Kuran’a tabi olan kimseyi uyarırsın derken de bu kitap ancak zikre uyanlara, yani Mümin olanlara, inananlara faydası dokunur. O yüzden Rahim. Rahman değil yani.

“Li” için demek. Peki niye Allah’ın resulü gönderilmiş ya da bu kitap inmiş? “Tunzira”( تُنْذِرَ ) inzal etmek için “gavmen”( قَوْمًا) bir kavmi. Nasıl kavim o? Orada sıfat olarak geliyor? “mâ unzira âbâuhum”( مَا اُنْذِرَ اٰبَاؤُهُمْ) Ataları uyarılmamış olan kavim. “fehum ğâfilûn”( فَهُمْ غَافِلُونَ) “Ve Onlar gafletteler“. Burada ilginç bir ifade var. Yani O kuran indirildiği zaman o Kureyşi, o devri düşünün. Bir özellikleri var mı o devrin? Yok. Yani medeniyeti çok gelişmiş değil, çöldeki bedeviler, mesela Romalılar var o zaman değil mi “Rum” denilen. Aynı zamanda Persler var. Onlar müthiş medeniyetler. Hatta bir tarihçinin ifadesi ile Arap topraklarını fetih bile etmek istememişler. “Napacağız ki? Ne yedireceğiz askerlerimize?” demişler.  Yani halkı cahil, toprağı verimsiz, bir şey yok yani. O bölgenin çok büyük bir özelliği yok. Hani Hz. İsmail örneğindeki gibi su bile yok. Ama bir değişik şekilde onlarda ne var? Kibir var. Ataları ile övünüyorlar. Burada da “kavmen” kelimesinde şöyle bir şey vardı “bir kavim”. “El-kavim” demiyor yani o kavime demiyor, bir kavme. Yani rabbim burada önemsemiyor. Babaları da uyarılmamış diyor. Şimdi o kavmin Arap toplumu o zaman, cahiliye Araplarından bahsediyorum, en büyük özelliği ne? Geçmişi ile övünmesi. Atalarımız şöyle, atalarımız böyle. Diyor ki; “Atalarınızla neden övünüyorsunuz?” Uyarılmamışlar bile. “fehum ğâfilûn” Gafletteler, ne yaptıklarını bilmiyorlar? Siz ne yaptığınızın farkında mısınız? Yani “Övünüp duruyorsunuz, kibirdesiniz ama ne yaptığınızı biliyor musunuz?” manasında.

“Legad”( لَقَدْ) Kesinkes. Bu legad geldiği zaman Allahû Teala çok vurgulu bir şekilde ifade ediyor hatta yemin olsun ki, kasem olsun ki, elbette ki, gerçekten ki manalarına geliyor.

“haggal gavlu”( حَقَّ الْقَوْلُ) Haggal, hak oldu demek. Ne hak oldu? Gavl. Gavl ne demek? Söz. Söz hak oldu. Kime? “alâ ekserihim”( عَلٰى اَكْثَرِهِمْ)Onların ekserilerinin üzerine o söz hak oldu. Bu sözün ne olduğu konusunda tereddüt etmişler. Ama tefsirlerin çoğunda şu var. Hud Suresi 119.da: “Böylece Rabbinin cehennemi cinlerle ve insanlarla tamamen dolduracağım sözü yerine gelmiş oldu”( وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَاَمْلَپَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعٖينَ) ifadesi var.
Bir de İsra Suresi 16.da bir ifade var: “Biz bir memleketi helâk etmek istediğimizde, onun refah içinde yaşayan şımarık elebaşlarına (itaati) emrederiz de onlar orada kötülük işlerler. Böylece o memleket hakkındaki hükmümüz gerçekleşir de oranın altını üstüne getiririz.”( وَاِذَا اَرَدْنَا اَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً اَمَرْنَا مُتْرَفٖيهَا فَفَسَقُوا فٖيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمٖيرًا ) Yani şimdi bir gafil olan kimseler var, onların üzerine de bir hak söz var. Rabbim kızıyor, yani gadabı geliyor. O kadar uyarılar, şunlar bunlar geliyor fakat yeterince iman etmiyorlar. Onların üzerine bir söz var, o söz de yerine geldi ifadesi var. Mesela Yasin Suresi’nin 69. ve 70. Ayetlerine bakalım orada da böyle bir ifade geçiyor:

“Biz, ona şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O’nun getirdiği sadece bir zikir ve apaçık bir Kur’an’dır.”
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغٖى لَهُ اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ ) Ne için?

“Liyunzira men kâne hayyev ve yehıggal gavlu alel kâfirîn”
( لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرٖينَ )Hayatta olanı, hay olanı, diri olanı uyarmak ve kâfirlerin üzerine hak olan sözü söylemek için. Yani azap sözü. Bu var. Bunu bütün tefsirlerde görüyoruz. Bunu bu şekilde alabiliriz ama bazı tefsirlerde şunu gördüm. Yani hak söz tamamen ortaya konuldu. Onlar gerçek sözü duydukları halde inanmazlar manası da verilmiş. Yani Allah’ın sözü var ya “La ilahe illallah Muhammedun Resulullah”. Bu sistemle ilgili sözü. Bu hak bir söz değil mi? Gavl değil mi? Bu hak oldu, gerçekleşti. Yani yeryüzüne kitap olarak Resulleri tarafından indirildi. Yani “ve gul cael haggu ve zehekal batıl” var ya, bu anlamda da bunu daha anlamlı buluyorum bu ifadeyi. Çünkü öbür türlü, yani ben cehennemi bütün insanlarla ve cinlerle dolduracağım sözü gerçek olursa o zaman niçin babaları daha evvel uyarılmamış bir kavime bir uyarıcı olarak gelsin? Zaten belli her şey değil mi? Yani burada benim hak sözüm, yani hak sistemim gerçekleşti manası bana daha mantıklı geliyor. Bir de zaten “ekserihim” diyor. “Onların çoğuna” yani bir yırtma şansı da var. “Fehum la yuminun” Fakat onlar iman etmiyorlar. Bugünkü ayete geçelim:

İnnâ cealnâ fî ağnâgıhim ağlâlen fehiye ilel ezgâni fehum mugmehûn
( اِنَّا جَعَلْنَا فٖى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ ) Çünkü biz onların boyunlarına halkalar geçirmişiz, bunlar çenelerine kadar dayanmıştır artık onların başları kalkık durumdadır.

İnnâ – ( اِنَّا ) Şüphesiz biz

Cealnâ – ( جَعَلْنَا ) Yaptık, kıldık, ettik. Ne yapılmış?

fî ağnâgıhim – ( فٖى اَعْنَاقِهِمْ ) Onların boyunlarında

ağlâlen – ( اَغْلَالًا ) Halkalar. “Gul” diye bir ifade var. Gul, Kuranı Kerimde birçok yerde geçiyor. Cehenneme sürülecek, cehennemle ilgili ayetlerde, ahiretle ilgili ayetlerde mücürlerin boyunlarına bir halka geçirildiğinden bahsediliyor ve o şekilde gönderiliyor. Demir halkalar. Ve bu

fehiye ilel ezgâni – ( فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ ) Ezgan, çeneler demek. Çenelerine kadar dayanmış. Şimdi bu ahirete özgü bir ayet mi yoksa dünyada mı bahsediyor? Dünyada bu. Var mı böyle gerçekten bir halka? Yok. Yani bu gerçekten demir, katı bir demir halde yok. Peygamber Efendimiz(SAV) Kureyşlilere, Mekke halkına hitap ederken hepsi boyunlarını Afrikadakiler gibi böyle bir halka mı geçirmişlerdi. Değil. Demek ki bu mecaz bir ifade. Ne yapıyor Rabbim? Onların boyunlarına geçiriyor ama manen geçiriyor. Peki, onlar ne yapıyormuş yani halka geçirildikten sonra ne oluyorlarmış?

fehum mugmehûn – ( فَهُمْ مُقْمَحُونَ ) mugmehun denilen bir halde. Gamaha, devenin bir hali imiş. Böyle suyu sevmediği zaman ya da doyduğu zaman bir şey istemediği zaman şöyle boş başını geriye doğru atarmış deve. Bu hale benzetilerek işte o boyunlarına geçirilen halkalar kişide öyle bir etki yapıyormuş. Kafanızda tahayyül edin. Bir insan düşünün. Gerçekten demir halkayı geçirin, çenesine kadar dayansın. Bakın çeneye dayansın. Ne olur o kişinin durumu? Yani şöyle kafası yukarı bakan değil mi? Sen karşındasın, gözlerini aşağıya dikmiş, boynu da kalkık bir şekilde durur. Bu size hangi duruşu çağrıştırıyor? Şimdi demir halkayı çıkarın ama pozisyonu aynı. Hangi kimseler dolaşır böyle? Kibirliler, hani burnu kalkık derler ya. Bakın boynu kalkık, çenesi yukarıda dolaşırlar. Yani bu manevi bir halka. Ahirette zaten bu dünyada nasıl olursan ahirette onun temsili bir şekilde görünüşünü Rabbim sana orada getiriyor. Yani insan burada kişilerin, kimden bahsediyor birinci anlamıyla? Sebebi nüzul olarak değerlendirirsek Mekke halkını. Müşrikleri kastediyor. Ekabirleri, kibirlileri.

Şimdi Peygamber Efendimiz(SAV) geliyor.  Kavmini uyarıyor ama onlarda bir hal var. Öyle ataları ile övünüyorlar değil mi? Cahiliye adetleri var. Kendilerinde bir kibir var. Böyle kibirli oldukları için çeneleri yukarıda bir şekilde dolaşıyorlar. Sanki boyunlarına bir halka geçirilmiş gibi. Ama bakın burada geçirdik diyor Rabbim. Demek ki geçirilmiş Allah tarafından. Yani şu şekilde mesela “Biz onları daha önce mühürlemişizdir” diyor. Yani şimdi Allah mühürlemiyor aslında. Yani onlar yaptıkları ile kendilerini öyle bir hale getiriyorlar ki Rabbim de onların hidayet mekanizmalarını, kolaylıklarını gidererek kalplerini mühürlemiş gibi oluyor.

Yani biz onlara geçirdik diyor. Çünkü günümüze de hitap etmesi amacıyla sadece geçmiş zaman olarak değerlendirmemek gerekiyor. Şimdi biz onların boyunlarına geçirdik derken aynı kalplerin mühürlenmesi gibi kendileri kibirleri sebebi ile öyle bir duruş sergilediler ki bunların büyük çeneleri kalkık şekilde yere bakmıyor o gün. Gözü yerde değil mütevazı insan ne yapar? Başını böyle yere eğer değil mi? Kibirli insan ne yapar? Başını yukarıya doğru getirir. Başını yukarı getirerek kibir haline geliyor. Allahû Teâlâ da boynuna halkayı geçiriveriyor. Yani etken kişi. Yani kibir halkası geçiriyor. Allahû Teâlâ hiç sebepsiz yere onların boyunlarına geçirmiyor. Bu haksızlık olur bu zulüm olur. Özgür iradeye haksızlık olur. Kendileri öyle bir hale geliyorlar ki yaptıklarından dolayı da Allahû Teâlâ manen o halkayı geçiriveriyor onlara. Şimdi bu kuran meallerini değerlendirirken Allah’a bazı yanlış şeyleri isnat etmemek lazım. Bakın “Rahim” diyor. “Aziz rahim kuranı indirdi” diyor “uyarman için”. Şimdi uyaran Rab niye durup dururken taksın onların boyunlarına? Gıcığı mı var insanlar gibi? Haşa. Yani bunlar meallerde, tefsirlerde açıklanırken çok dikkat edilmiyor. Allahû Teâlâ’ya bazı hak etmediği sıfatlar isnat ediliyor. Allahû Teâlâ; Hâdidir, Rahmandır, Gafurdur, Rahimdir, kullarına merhamet eder. Değil mi? Ama kişi de ben illa öyleyim diyorsa da sistem de tak diye halkayı geçiriveriyor. Yani sistemde var olan şeyler geçiriyor. Kelimelerine geçelim:

“Ağlâlen” (اَغْلَالًا )“Gıllin” diye bir şey var. Hicr Suresi ile Müminun Suresinde geçiyor. “Biz onların sadrlarında gıllin olarak ne varsa onları söküp çıkarırız da cennete öyle koyarız” diyor. Şimdi cennete girebilmenin şartı mutmain nefis olma durumu ve böyle göğsündeki gıllin denilen mırık, cırık, kötü duygular, haset, fesat, kibir gibi hallerin duyguların olmaması. İşte bu gibi duygulara gıllin deniyor. Ve gıllin aynı zamanda ağırlık demek. Şimdi boyunlarına geçirilenlerin malzemesini anladınız mı? Bakın yine kendilerinden. Kendilerinin o gıllin duyguları nesneleşiyor bu sefer de boyunlarına geçiyor kibir olarak. Kendileri yapıyor yani. Bir söz var ya “Cehennemde ateş yok, kişiler ateşlerini kendi götürüyorlar”. Yani boyunlarına geçirilen halka da kendi gıllinleri ağlalen oluyor. Aynı kökten. Tefsirleri yaparken hep köklere kelimelere dikkat etmek durumundayız. O gıllini, neden kullanmış Rabbimiz? Buradaki ağlalen kelimesini halkalar kelimesini niye kullanmış? Yani hep sebep-sonuç ilişkisini unutmayacağız. Dünyadaki sistem sebep sonuç ilişkisi üzerine kuruldu. En azından bizim algıladığımız sistemde.

Biraz diğer manalara bakalım. Bırakalım müşrikleri şimdi günümüze de bakalım. İnsanlar kendi kendilerinin oluşturdukları vehimlerden dolayı, nefislerinin bazı özelliklerinden dolayı, şeytanın da kandırmasından dolayı kendi kendilerine bir vehme kapılıyorlar. Bu da kibir. Psikolojide şöyle bir şey var. Aslında aşağılık duygusunun bir sonucu kibir. İlginç değil mi? Yani kişi gerçeklerini biliyor. Ondan da rahatsız bir şekilde, aslında normal. Ben bir insanım. Müslümanın izzetinin dışında gururu gerektirecek herhangi bir durum yok. Allah’ın verdikleri ile ancak gururlanırız değil mi? Seviniriz, övünürüz. Fakat onun dışındakiler şeytani vasıflardır. Kişi bundan bir şekilde rahatsız, aşağılık duygusu var. Psikolojideki bu savunma mekanizmalarından birisi ile kendine kibir addediyor. Kendini olduğundan daha fazla görüyor. Sistemi beğenmiyor. Bir şeyleri beğenmiyor kendini beğeniyor. Gururla da kendini şişiriyor. Ama bunun bir sıkıntısı var. İşte Rabbim bu hali nasıl tanımlıyor? Sanki boyunlarına bir şey geçirilmiş gibi. Demek ki yani günümüzde de bir adamda kibir alameti olursa hangi vaziyette oluyor? Kafası arkaya doğru bir şekilde. Yeri görebiliyor musunuz? Bu şekilde yolda yürüyün. En ufak bir taşta bile takılıp düşersiniz. Yani hataya sürükler. Bırakın yüksek imanı, değerli şunları bunları, önündekini göremezsiniz. İşte Rabbim de bu şekilde resmediyor onları.

Neden çene dedim? Birinci olarak kafaya pozisyon vermek için. Bir de şu şekilde halka geçirilmiş insan rahat konuşabilir mi? Bir tefsirde şöyle geçiyor: Bu halkalar manevi halkaların geçirilmesinin sonucu olarak kişi kendi anladığı idrak ettiği yerleri imanın tasdiki olan sözleri bile söyleyemez diyor. İfade edemez. İman ettim sözlerini bile söyleyemez. Kilitleniyor yani bir şekilde. Onun sonucu da bu şekilde olur diye düşündüm.

Bir sonraki ayet de bununla çok alakalı. İkisini beraber değerlendirelim. Yine “cealne” diye geçiyor.

Ve cealnâ mim beyni eydîhim seddev ve min halfihim sedden feağşeynâhum fehum lâ yubsırûn.

(وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْدٖيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ)

Ve cealnâ – ( وَجَعَلْنَا ) –  biz yaptık

mim beyni eydîhim sedden  – ( مِنْ بَيْنِ اَيْدٖيهِمْ سَدًّا ) – iki elinin arası demek aslında ama önlerine diyelim, önlerine bir set çektik

ve min halfihim – ( وَمِنْ خَلْفِهِمْ ) – halfe de arka demek. Arkalarına da bir set çektik.

Feağşeynâhum – ( فَاَغْشَيْنَاهُمْ )– gaşiye; örten, saran, bürüyen, çevreleyen demek. Bir şekilde de onları çepeçevre kuşatmışızdır, sarmışızdır, örtmüşüzdür. Buna İngilizcede “cover” deniyor. Çevrelemişizdir, engel mahiyetinde bu. Ne yapıyorlarmış peki?

fehum lâ yubsırûn  (فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ ) – Mekkeli müşrikler Peygamber Efendimiz(SAV)’e suikast düzenlemek istiyorlar ya. Tek tek öldürmeye cesaret edemiyorlar. Öyle gayretleri de var. Ne yapalım diyorlar? Her evden bir delikanlı çıksın. Geceleyin baskın düzenleyelim. Öldürelim. Günümüz tabiri ile kim vurduya gitsin. Herkes de ben yaptım ben yaptım deyince suçlanacak kimse de olamaz. Çünkü her ne kadar Peygamber Efendimize iman etmeseler de kavmiyetçilik o kadar yüksek ki kureyşten ya da haşimilerden birinin öldürülmesi demek çok kötü bir olay.  E inanmıyor. Hayır, bizden o. Bizden birini nasıl öldürürsün? Yani o koskoca bir kavmin, kabilenin, aşiretin diğer kavme saldırması da düşmanlığı da söz konusu. Buna da cesaret edemiyorlar.  Şimdi Ebu Talib inanmadı ama çok ciddi bir şekilde korudu. Hatta Ebu Leheb amcası biliyorsunuz. Amcası da koruyor belli bir yerlerde. En büyük İslam düşmanı, yine de yapıyor. Dolayısıyla cesaret edemiyorlar. Böyle bir şey düzenliyorlar. Peygamber Efendimiz ne yapıyor? Hz. Ali’yi yatağına yatırıyor. Üzerini de örtüyor. Evin çevresini sarmışlar. Ama çıkıp gidecek. Ama bir sürü insan pusuda. Ne yapıyor? Bu ayeti okuyarak Peygamber Efendimiz eline bir toprak alıyor. Atıyor. Onların önlerine ve arkalarına manen bir set oluyor. Kendi aralarında da zaten bakın

fehum lâ yubsırûn – Onlar da görmezler. Bu bilinen manası. Yani hikmet dolu Kuran ya. Yasin’in de böyle hikmetleri oldu. Hatta benim arkadaşlarımdan bunu yapanlar var. Yani bir savaş sırasında bunu yaparak oradan kurtulduklarını anlatanlar var. Yani Peygamber Efendimiz değil bir Müslüman da bu durumda yaptığında etkili olur. Bizzat kendisi o anlattığı olaydan net olarak kurtulmuştu.

Bediüzzaman Said Nursi’nin de bunu yaptığı ile ilgili bir hikaye de var. Bu Allahu Tealanın hikmeti, Kuran’ının Yasin’deki hikmetlerinden biri. Bunun gibi nice hikmetleri vardır.

Peki şimdi hangi ayetin arkasından geldi. Manen boyunlarından çenelerine kadar gelen bir demir halka var. Yukarı doğru bir duruşları var. Önündekini göremezler dedik. Zaten o haliyle önünü göremiyor. Rabbim bir de önüne set çekiyor. Bir de arkasına set çekiyor. Bir de çepeçevre kuşatıyor. İlk önce şunu dedim ben. Ya ön ve arka var da şeş cihet var. Altı cihet. Şimdi iki sıra geriye kalan 4 var. Bunlar ne olacak dedim? İşte “Feağşeynâhum” da o. Yani dairesel olarak çepeçevre yani kürenin içerisinde gibi. Her boyuttan bir engelleme var. Ne kadar kötü bir şeyi hak etmişler ki Rabbim nasıl bir daha dünyada iken engel sistemi koyuyor ona.

Bakın kelimelere gidelim. “mim beyni eydîhim sedden” Bu ifade biliyorsunuz çok geçiyor. Ayete-l Kürsi’de de var. Önleri ve arkaları olarak çevriliyor. Hakikaten öyle. Anatomide de okuduk. Bir kişi şöyle resmedilir. Ayakta duran. Elleri yana doğru hafif açık ama avuç içleri önde doğru bir insan tipi var. Ön arka derken o modele göre ders işlenir. İnsan yapısı öyle anlatılır. İki eli arası neresidir kişinin önüdür. Hani iki göz nereye doğru giderse oraya gider. Ama Rabbim iki gözün arası dememiş, ellerinin arası demiş. Eller yapmayı temsil eder. Kişinin yaptıkları. Eli ile yapmıyor mu kişiler? Ne diyor “Onların başına gelen musibetler kendi elleriyle yaptıkları”. Yani iki elin arası ne demek? İşte burada kader inancını anlatıyor Rabbim. Kendi elleriyle yaparak ön oluşturuyorlar. Zaman olarak ön. Yani tercihlerde bulunarak yaparak kendilerine bir yol çiziyorlar. Mesela buna fizikte “entropi” zamanın yönü deniyor.  Öne doğru gidiyor. Yapılan burası. Ön.

“Halfihim” ne? Arka. Neden arka? Bir zaman çizgisi düşünün. Bu ön ellerinin arkası gelecek. Halfehum da arka, geçmişi. Artık geçmişlerinin ve geleceklerinin önüne set çekmişizdir diyor. Ne demek istiyor Rabbim? Ne geçmişleri, neyden ders alır onlar? Ataları uyarılmamış ya. Ataları uyarılmamış gafil. Gafil neler yaptıklarına bir bakın. Başlarına neler gelmiş. Oradan ders alamıyorsun. Bir de öğüt dinlemiyorsun. Kapalı ya, kibirden kafası yukarıda. O zaman önünde de senin gidebilme alanını da daraltıyorsun. Geleceğini de düzeltemiyorsun bir şekliyle. Bir şey göremiyorsun. Görmenin sonucu nedir düzeltmektir. Bir şeyi görürsün. Arabanın önünde cam var. Onu bırakın otomatik giden tren var. Makinist yok. Ama önünde sürekli seyrediyor, acil bir durum olabilir diye. Yani görmek çok önemli. Gördüğünde düzeltirsin müdahale edersin çünkü.

Bir de bu değil “Feağşeynâhum” diyor. Bir de onu kaplıyor. Onu her cihetten de bir engel var. Buna bir tefsirde vahiy yukarıdan geliyor ya tenzil. Yukarıdan vahyin inceliklerini hikmetlerini anlama şeyi de gidiyor. Hani onların kulaklarında ağırlık vardır. Ya da seninle onlar arasında bir perde koyarız da Kuranı anlamazlar diyor. Yani bir şekilde Kuranın inceliklerini anlama idrakları da gidiyor. O gidince tabi yine “yubsirun” olma durumu ortadan kalkıyor. Onların kalplerinde mühür vardır. Kulaklarına mühür vurduk. Gözlerine mühür vurduk. Ne yapıyorlar, görmüyorlar. Bakın Allah vurmuyor mührü. İlk önce hak ediyorlar. Allah da sistem gereği onlara hak ettiklerini veriyor.

Diğer ayete geçelim. 10. Ayet:

وَسَوَاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ

Ve sevâun aleyhim eenzertehum em lem tunzirhum lâ yué’minûn.

Sevaun (سَوَاءٌ )– sevaun müsavidir demek. İki kısmın eşitliği, seviyedir. Aynı seviyedir. İki parça düşünün. İki seviye var ya. Bunun eşit olması durumu. Mesela tesviye diyoruz biz. Yani zımparalayarak, yontarak o mesafe farklılıklarını gidermek. Burada “sevaun” diyor eşittir, müsavidir yani.

Aleyhim (عَلَيْهِمْ )– Onlara. Onlar dediği yukarıda bahsetmiştik.

E enzertehüm (ءَاَنْذَرْتَهُمْ ) – e, em bir kalıptır. Şöyle şöyle olsa da şöyle şöyle olsa da anlamına geliyor. E enzertehüm, onları inzar etsen de.

Emlentünzirhum (اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ ) – İnzar etmesen de şeklinde bir kalıp bu. Müsavidir. Değişen bir şey olmaz.

La yüminun (لَا يُؤْمِنُونَ )– onlar iman etmezler. Şimdi bunlar kimler biliyor musunuz? Kendi kendilerine kibirleri olup da geçmiş atalarına uyup da kendilerini gıllınlere buradaki oluşturdukları yüzünden, kafaları yukarı gitmiş insanlar var ya. Onlar artık kendilerini kapalı hale getirmişlerdir. Allah’ın koyduğu kilitlerle beraber de. Artık bir değişim olmaz onlarda. Uyarsan da bir onları(inzar etsen de), uyarmasan da bir. Ne yapıyorlar? İman etmiyorlar. Artık onlar kapalı. Burada biraz evvel bahsettiklerimize dönecek olursak.

Adama sormuşlar? Hayatta en kolay şey nedir? Demişler. Cevap vermiş. Nasihat vermek. En zor şey ne demişler? Değişim. Dünyada en zor şey değişimmiş. Şimdi bakın ataları uyarılmamış ve gafil olan, şuurunda olmayan bir kavim var değil mi? Allah’ın Resulü ne ile geliyor? İnzar etmekle. Bunu dünyadaki karşılığı değişim olmalı. Bırak bu kafayı. Hani onların atalarının dinindendir meselesi var ya o. Günümüze gelelim. Yani günümüzde de kişi hep aynı. Yedisinden yetmişine aynı şekilde geliyor. Hiçbir değişim olmuyor. İşte bu değişim olmamasının sebebini açıklıyor. Eğer sen kafan yukarıda şekilde dolaşırsan sana birisi de öğüt verdiği zaman değişmezsin.

Burada iki şey var bakın. Kibir değişimi ve tövbeyi engeller. Buradaki ayet ile bağlantısı ne? Değişimi önler. Zaten değiştikten sonra adamın kaderi değişecek. Artık farklı yaşayacak farklı yerlere gidecek. Değişti çünkü. Nefsi, düşüncesi değişti eskisi gibi değil. Artık onun gideceği yer çok farklı. “Halfihim” ne? Arkası. O da geçmişte yaşadıkları. Ya ben ne kötü şeyler yapmışım zamanında. Allah’ın muradına uygun şekilde yaşamamışım. Ya da şöyle şöyle bir zihniyetle yaşamışım. İdrak oldu, irşad oldu, tövbe edecek. İşte bu öbür durum var ya çenelerinin kalkık vaziyette dolaşma durumu bunu engelliyor.  Kişinin değişimi engelliyor. Bakın maneviyat tasavvuftaki ne ile ilerler? Değişmekle. Buna “nefis tezkiyesi” deniyor. Yatay pozisyonda. Yani nefsinin belirli bir katmanı var. O katmanın da sen nefsini; nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mutmain, nefsi raziye, mardiyye, safiye gibi şeylere getiriyorsun. Ama bu yatay düzeltme. Bir de düşünce sistemini değiştirerek nefsini, idrakını daha üst boyuta alarak da bir gitme var. İşte bu isteniyor. Bu dünyaya niye geldin? Bir şey geldin, bir şey gidiyorsun. Allahû Teâlâ bizi bu dünyaya niye getirdi? Kemaliyet için. Kendimizin daha iyi versiyonu olmamız için. Allahû Teâlâ’ya galu belada verdiğimiz sözü tutmak için, yaşamak için. Bu yüzden sen kendini burada geliştirmek durumundasın. Eğer sen de değişim mekanizmalarına engel koyarsan/ket vurursan Allah da sana ket vurur. Önünü, arkanı kapatır. Değişim olmaz. Ne ileri gidersin ne geri. Olduğun yerde kalırsın.

Vel asr. İnnel insâne lefî husr. ( اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ وَالْعَصْرِ ) Akıp giden zamana göre de hüsranda olursun. İşte bu yüzden kişi değişime açık olmalı. Babalarından öğrendiği gibi çevresinden öğrendikleri ile hayatını devam ettiremez.

“Fehum ğâfilûn” diyor – Onlar gafillerdir. Sen “yok ya, ben böyle öğrendim, şöyle öğrendim, bana öğretilen bu” dersen. Bu dini anlamda da böyle. Gelişemezsin. Yani kişi kendi kendini kilitliyor. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler. Şimdi düşünsenize Peygamber Efendimiz(SAV) diyor ki ilk başta “Bu Kurana yemin olsun ki hikmetleri var”. Sen daha evvel ataları uyarılmamış bir kavmi uyarmak için gönderildin. Bu kitap da sana yardımcı olacak. Sonra diyor ki uyarsan da uyarmasan da bir onlar iflah olmaz. Bu çelişki gibi değil mi? Rabim uyar diyor. Sonra uyarsan da uyarmasan da bir diyor. Ama ne diyor bakın yukarıda ne var? “Ekserihim” diyor. Demek ki ekserisi böyle insanlığın az bir grup uyarılmaya müsait.

Bir ara ben dini şeylerle ilgilenmeye başladıktan sonra düşündüğümde şöyle bir şey geldi aklıma: Her şey bir avuç insan için dedim ya. Bu kadar sistem bir avuç insan için. Aslında Peygamber Efendimiz (SAV ) için. Tabi onu o kadar idrak edememiştim. Bir avuç insan. Eleyin ya. İnsan olarak düşünün. Eleyin. Hiç inanmayan var. Bir şeylere inanıyor da güneşe tapıyor, ateşe tapıyor vs. onları da götürün. İnanıyor ama Budizm gibi şeylere inanıyor. Daha önce hak din olup da bozulmuşlara inanıyor. İnanıyor. Yanlış inanıyor. Müslüman ne kadar çok kişi gitti, milyarlarca insanı eledik. Onun da bir kısmı nasıl inanıyor düşünün. Öldürüyor ediyor. “La ilahe illallah” diyeni götürüyor sen kafirsin diye. Onu düşünün. İnanıyor şirk koşarak inanıyor. Yani geriye gerçekten bir avuç insan kalıyor. Onun da mesela hesapsız cennete gideceklerin sayısı 70 bin imiş arkadaşlar. Hadislerde böyle geçiyor. Ben bu sözde tereddüt ettim de ayetlere baktığımızda görüyoruz. Hani bu arşın gölgesi altında gölgelendirilecek olanlar var ya. Hani biraz evvel geçtik ya onlar 3 kısımdır diyor. Hatırlıyor musunuz? Nefislerine zulmedenler, orta yolda iktisat edenler bir de sadıkunlar. Hani bu mukarrebun olanlar hayırda. Onlarla ilgili birleştirdiğimizde bir şey çıkıyor. Bir de onlar mesela ahiret sahnelerinden bahsediyor. Karşılıklı tahtla üzerine oturacaklardır diyor. O sahne haşir sahnesi. Yani maliki yevmiddin. Cennette de var o ayetlerden. Bütün bunları birleştirdiğimizde öyle bir şey oluyor. Hadisleri reddedemeyiz. Sahih hadisler de biz amenna demek zorundayız. İşte bir avuç insan burada bir de “ ekserihum” diyor. O söz onlar üzerine hak oldu diyor. Şimdi başka bir şekilde de var bakın. 11. Ayete gelelim:

اِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِىَ الرَّحْمٰنَ بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَاَجْرٍ كَرٖيمٍ

İnnemâ tunziru menittebeaz zikra ve haşiyer rahmâne bil ğayb, febeşşirhu bimağfirativ ve ecrin kerîm

İnnemâ (اِنَّمَا ) – Ancak

Tunziru ( تُنْذِرُ  )– sen inzar edersin, uyarırsın

Men ( مَنِ )– o kimseyi ki

İttebea ( اتَّبَعَ )– tabi oldu

Zikra ve haşiye ( الذِّكْرَ وَخَشِىَ )– ve haşyet duydu

Er rahmâne ( الرَّحْمٰنَ )– rahmana

Bil ğayb ( بِالْغَيْبِ )– gaybda, görmeden gaybi olarak

Febeşşirhu  ( فَبَشِّرْهُ )– onu müjdele

Bimağfiratin (بِمَغْفِرَةٍ )– mağfireti de

Ve ecrin kerîm  ( وَاَجْرٍ كَرٖيمٍ)– kerim ecir ile müjdele

Şimdi onları uyarsan da uyarmasan da diyordu ya, e ne olacak şimdi? Rabbim burada istisnayı söylüyor işte. Ekserihim dışındaki galilen olan az kısmı söylüyor. Sen ancak o kimseyi uyarırsın ki zikre tabi olur. Başka bir ayette diyor ki sen öğüt ver “fezekkir” umulur ki zikir fayda verir. Ama kime fayda verirmiş arkadaşlar? Söz dinleme konumunda olan kibri olmayan değişime açık olan kimseye öğüt verirmiş. Öbürü kapalı. Yok canım bu böyledir hep böyle anlatılıyor. Ya farklı olabilir bir dinle bir kulak ver ya. Ancak o kimseye fayda verirmiş. Şimdi zikir ne?

Zikir, Kuran’dır. Kelime anlamı ile hatırlamak demek, anmak demek. Belirli bir sayıda bir şeyleri tekrar etmek olarak da kullanılıyor. Düşünmek manasına da geliyor. Amma Rabbim Kuranı da zikir olarak ifade etmiş. Kuran da bir öğüt, Kuran da bir hatırlama Kuran da bir Allah’ı düşünme.  Dolayısıyla zikre Kuran dersek Kurana tabi olana fayda oluyor. Allah Allah. Yani adam önce bu kurana gelecek. İlginç değil mi? O kişiye fayda verecek. Bakın Bakara Suresinin 2. Ayeti çok dikkatimi çekmişti:

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ هُدًى لِلْمُتَّقٖينَ

Zâlikel kitâbu lâ raybe fîh, hudel lilmuttegîn

Huden – hidayettir

Li – için. Kim için

muttegîn – mutakiler için.  Müttaki nedir? Takva sahibi. Yani biz takva sahibinin işi bitti biliyoruz. Ooo diyoruz bu takva sahibi. Diyor ki Kuran onlar için hidayet. Takvalı oldun, hidayete daha mazhar oldun. Bana çok ilginç gelmişti. Yani tabi herkese hidayet ama bu hikmetli Kuran ya derinlerini alıp da onu değiştirecek onu geliştirecek, farklı yerlere gelmesi için önce kişinin tabi olma pozisyonunda olması gerekiyor. Onun içinde bir hidayet oluyor. Burada da diyor ki “sen ancak o kimseyi uyarırsın ki” diyor “o da zikre tabi olur”. Yani öğüt dersek buna, öğüdü dinler. Söz dinler yani. Birisi nasihat veriyor. Kuranla nasihat veriliyor ya da gerçekten pozitif, müspet, hakikate uygun bir şey veriyor. Ona uyana ancak değişim olur. Ve de ancak inzar olur.

İşte çıtayı yükseltebilmek için kişinin değişime açık bir vaziyette olması gerekmektedir. Mesela ben kişisel gelişimle ilgilendim. Enerji denilen kurslara gittim. Başlamamın sebebi çevremde belirli bir yaşa geldikten sonra gelen, katı olan değişme olmayan insanları gördüm. Rabbim gösterdi. Eyvah dedim ben de mi böyle olacağım, benim değişebilir bir yapım olması gerekir. Nasıl değişebilirliğin orada formülleri var. Değişmeni engelleyen kısım bulunuyor. Senin programların. O değiştirilebilir bir hale getiriliyor. Ama maalesef bugün de para kazanma ticaret yöntemi olarak kullanılıyor. Ben doğrusu ile Allah’ın ilmi ile olan kısmı ile söylüyorum. İşte o insanlardaki belirli bir katılığı, değişememezliği gördükten sonra ben telaşa düştüm. Bunda ciddiyim. Çok etkilendim. Günlerce uyku tutmadı beni. Bir şeyler yapmam lazım dedim. Yaşım ilerliyor. Sistemde de böyle bir şey var. Değişebilir olmam lazım. Esnek olmam lazım. Bunun dünyevi kurallarını belirlemiş adamlar. Bundan istifade edeyim diye girdim. İşte bunun şeyi de bu: öğütlere açık olmak.  Burada ben bunu görüyorum. Ama yetmiyor o birinci kural öğütlere açık olma. İkincisi de:

“haşiyer rahmâne bil ğayb”

Bak adam bir kere Rahmana inanacak. İnanması da yetmiyor. Haşyet duyacak. O da yetmiyor. Bunu gizli gizli yapacak. Kendi, iç âleminde yalnız kaldığında da yapacak. Bu duyguyu gerçekleştirecek. Demek ki iki tane pozitif gidiş şeyi varmış. Yani değişime müsait. Bir zikir hali, Allah’ı sürekli düşünürcesine yaşamak. Hanif konusunda işlemiştik. Ne diyordu Hz. İbrahim “İnnî veccehtu vechiye lillezî fetaras semâvâti vel arda hanîfen”. “Ben yüzümü yerleri ve gökleri yaratan döndürdüm” diyor. Yani gözünün içine bakarak yaşıyorum diyor, yüzüne bakarak yaşıyorum diyor. Buna da haniflik diyor. “hanîfen ve mâ ene minel muşrikîn”. “Ben müşriklerden değilim” diyor. Yani bu hal dışında olmayı müşriklik kabul ediyor Hz. İbrahim. Peygamber efendimiz ne diyor? “İhsan üzerine namaz kılınız” diyor. Hakkı görüyormuş gibi. Siz onu görmeseniz de o sizi görüyor. Bu bilinçle yaşamayı tavsiye diyor Peygamber Efendimiz(SAV). İşte buna zikir hali deniyor. Zikir, akıldan çıkarmamak. Bunun zıddı nedir biliyor musunuz? Gaflettir. Allah’tan gaflet olarak düşünün. Allah’ı unutmak yani. Tersi zikir. İşte iki şekilde kurtarma şansın var. Bir; zikir edeceksin yani Allah’ı sürekli düşüneceksin, ona yöneleceksin. İkincisi de; haşyet. Allahtan da saygı ile beraber içinde sevgi olan bir korkma duygusu olacak. İşte bu iki kişinin yırtma şansı var. Gayb ne demek? Kayıp. Allah görünemeyen değil, görülmeyen. Yani sana o an için kayıp. Ama bir gün göreceksin. Ya da ne kaybedilir biliyor musunuz? Senin olan bir şey kaybedilir. Yani önceden var, sen ona sahipsin ama şu an kayıp. Yani anlık bir durumdur kayıp. Yani biz ahirette biliyorsunuz, önceden Allah’la malik idik. Elest meclisinde “galu bela”yı anlattık. Değil mi? Daha sonra dünyaya indirildik. Biz seni iki kez öldürdük. İki kez dirilttik diyor.  Geriye doğru sayarsan bu yaşamdan önce bir tane yaşam olması lazım. Demek ki bu dünyaya gelmeden evvel biz öldürülmüşüz. Orada halk anlamında bir yaşantı var. İşte o anda gayb değildi bizim için Allah. Ama önümüze perdeler çekildiği için gaybız. İşte bu gaybken aynı görülüyormuş gibi Allah’tan haşyet duyarak yönelme durumu. Bir de burada Allah kelimesi de geçmemiş, Rahman geçmiş. İsra suresinde şöyle geçiyor:

“İster Rahman deyin ister Allah deyin Allah birdir”. Rahman eşittir Allah değil. Çünkü esmadır. Ama sistem Rahmanla başlar. Yaratılmış olarak birisinin gidebileceği idrak boyutunda en son nokta rahmandır. O yüzden Rahmandan haşyet duyarlar diyor. Bakın burada Rahim dememesi de ilginç. Rahimde haşyet yok. Rahimde daha sevgi öğeleri var. Ama Rahmanda haşyet var.

“Febeşşirhu”( فَبَشِّرْهُ) O’nu müjdele. Hu tekil bir ifade mi, çoğul bir ifade mi? Tekil. Yukarıda “hüm” deyip duruyor ayetler. Hep onlar, onlar, onlar. Burada tekil gelmiş. İlginç değil mi? Yani o kadar az ki kişi. Düşünün Peygamber Efendimiz inzar edecek yüzlerce, binlerce kişi var o zaman kaç kişi yaşıyorsa. Ama Allahû Teâlâ diyor ki sen o kişiyi uyarırsın. Tekil bahsediyor. Yani binlerce kişi içerisinden yedi yılda 40 kişi iman etmiş sadece. O kişiyi diyor. Onların içerisinde biri var, sen ancak onu inzar edebilirsin.  O da ne yapar? Öğüt verdiğin zaman uyar. Habibi Neccar’ı düşünün. O da tek bir insan. Habibi Neccar gibi kişilere işaret bu. Bakın orada müjdele diyor onu. Müjdenin tersi inzardır. Nezir beşir. Bakın yukarıda aslında sen o kişiyi uyarırsın diyor, doğru yola sevk edersin demiyor. İnzar edebilecek kimse bile ancak zikre ve haşyete tabi oluyor. Sen o kimseyi ancak uyarırsın diyor. İnzarın hedefine gitme durumunda bile kişinin bu iki halde olması gerekiyor. Ne kadar ilginç. Belirli bir seviyeye gelecem de inzar edilme durumuna gelecem. Allahû Teâlâ o kimseyi bile diyor müjdele. Ne ile müjdele? Mağfiret ile.

“Bimağfiratin” (بِمَغْفِرَةٍ )– Neden mağfiret geldi burada? O kişinin durumunu düşünsenize. Ne kadar güzel farkında mısınız ayetlere böyle bakınca. Şimdi babaları gaflette, kendisi gaflette, eyvah ben ne yapacağım sistem buymuş uyarıyor, uyarıyor, uyarıyor uyarıcı. Eyvah diyor ben gittim öldüm mahvoldum. Geçmişte yaptıklarım ne olacak? Şu anki halim ne olacak diyor? Allah müjdele diyor onu, mağfiret ver. Önce geçmişini siliyor. Açılımlara imkân veren bir yapıya ecir veriyor. Ya bu müjde değil mi? Bilmiyor bu sistemi. Geçmişim ne olacak? Hani arkalarında set var ya. Eyvah gittim. Mağfiret geldiği zaman Rabbim siliyor onu. Bakın bu mağfiret, daha ahiretteki müjde değil. Daha dünyadaki müjde. Önce arkasındaki seddi yıkıyor, sonra da önünü açıyor. Neden? Değişime müsait artık. Hatta diyor ki biz onları tebdil eyleriz diyor. Seyyielerini hasenata tebdil ederiz diyor. Tebdil – beddele. Bir şeyin yerine diğerini koymak. Yani anlıyor Rabbim. Tam tersine pozitifmiş gibi çeviriyor. Artık çünkü farklı bir kademeye ait idrak düzeyine girdi. Sonra diyor ki “Ecrin kerim”. Ecri önceden söylemiyor. Bugünkü Müslüman anlayışı önce ecirdir. Her şeyi sevap için yapıyor. Ben dahil. Allahû Teâlâ ikinci olarak söylüyor onu. Önce mağfiret diyor. Sen önce bir yırt.  Mağfiret olduğundan emin ol. Her şey sevap. Birisi diyor ya. Ya cennetteki o huriler olmasa kimse namaz kılmayacak. Abartılı bir eleştiri var. Haşa. Yani Allah’ın rızası orada önemli. Hepimiz muhtacız ona. Allah’ın ikramını kabul edeceğiz. Ama önce bir mağfiret.

Önce gayret. Sen bir seviyeye geleceksin. Zikre tabi olan bir pozisyona geleceksin. Ondan sonra sana inzar işleyecek.

Ve ecrin kerim. Bir de ecir veriyor. Bakın daha bu ecir bu dünyada da var. Hem de nasıl bir ecir? Kerim. Kerimin 3 anlamı var. Türkçede pek anlaşılmıyor.  Kerim birincisi cömert demek. İkincisi izzet şeref sahibi demek değerli yani. Üçüncüsü de mübarek. Kuranı Kerim diyoruz ya mübarek Kuran yani. Bu anlamı da var. Kerim deyince ikramı sürekli olan, bir kez verip de bitmiyor. Devamlı olan. Bir de sonu “rim” diye biten esmalar vardı ya rahim kerim gibi. Onlarda da süreklilik vardı. Sürekli bir ikram var. Ve de aynı zamanda sana saygınlık kazandırıyor. Seni de şerefli izzetli hale getiriyor. Öyle de bir ikram varmış. Hem bu dünyada hem de ahirette.

“İnnâ nahnu nuhyil mevtâ” diyor ya. Şimdi durup dururken yukarıdan bahsetmiyor. Bir şeyden bahsediyor. Ölüleri biz diriltiriz. Hayda. Nereden çıktı bu şimdi? Sanki ölü ile alakasız gibi. Bu haftaya inşallah açıklayacağız.

Allahû Teâlâ bize önyargılardan kibirlerden uzak değişimlere açık bir halde olmamızı nasip etsin. Allah’a zikir boyutunda yönelmeyi nasip etsin ki uyarılar geldiği zaman biz o uyarıları hemen alalım. Bu hem Kurani bir uyarı olabilir hem sünnetsel bir uyarı olabilir hem de sistemden gelen uyarılar olabilir. Ve gaybda da görmediğimiz halde de Allah’tan haşyet duyan sevgi ile karışık haşyet duyan müminlerden olalım. Eğer bu olmadığı takdirde biz çünkü gafillerden olacağız. Önümüzü Allah korusun arkamızı çevremize setler siste tarafından çekilme tehlikesi var. Biz bunlardan olmak istemiyoruz. Allah’ın sevgili kulu olmak istiyoruz. Ve de mümkün olduğu kadar tekamül ederek gelişmek istiyoruz.  Allah da bunun yolunu bize açsın. Yolunu kolaylaştırsın.

 

Sadakallahülazim

 

 

Fatiha 2015 (Sohbet 6)

FATİHA 2015 (6. SOHBET)

 

Evet Fatiha Suresi’nin 2015 yılında yaptığımız sohbetlerine devam ediyoruz. Geçen hafta “ihdinâs sırâtel mustakîm”i işlemeye çalışmıştık. Biliyorsunuz her hafta yaptığımız gibi biraz daha önden alarak devam ediyoruz.

“Bize hidayet et, bize göster” ya da biraz daha vurgulu anlamıyla “bizi ilet, bizi eriştir” de diyebiliriz, bu ayetlerin manalarında “ihdina” vardı. Neye “ihdina”, bizi neye iletmesini hidayet etmesini istiyoruz? Bir “Sırata”.

Peki “sırat” neydi? Sırat yol demek, ama yolla ilgili Arapça’da bir çok ifade var ve bunlardan birisi sırat. Böyle ana cadde gibi bir manaya geliyor. Arapça’da “tarik” var “sebil” var, bunlar da yol anlamına geliyor ama sırat biraz daha farklı bir yol ve bir de gündelik hayatta çok fazla kullanılan bir şey değil.

Bir ayet var, Ankebut Suresi 69. Ayette bununla ilgili mesela “subulenâ” diyor:

وَالَّذٖينَ جَاهَدُوا فٖينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَاِنَّ اللّٰهَ لَمَعَ الْمُحْسِنٖينَ

Vellezîne câhedû fînâ lenehdiyennehum subulenâ, ve innallâhe lemeal muhsinîn.

“Yollarımızı kolaylaştırırız” diyor Allah. Yani bizim yolumuzda mücahede edenlere, çalışanlara biz yollarımızı kolaylaştırırız. Mesela bu da bir yol “sebil” yol anlamına geliyor fakat bazı yerlerde müfret yani tekil bazı yerlerde cemi yani çoğul olarak kullanılmış.

İşte bu sübulların(sebillerin) birleşmesi sırat, yani o yan yollar ana yola akıyor. Bizim Allah’tan bizi iletmesini, hidayet etmesini istediğimiz yol işte bu ana yol.

Şimdi bakın es-sırat geçmiş burada biliyorsunuz el (ال) takısı var başında. El takısı marife olduğunda belirli bir yol anlamına geliyor. Yani nekra, belirsiz bir yol anlamında değil. Demek ki bilinen tek bir yol. Bir de Arapça’da bir edebi sanat varmış. Eğer cümle çoğul başlar da yani “fail” çoğul ise “bizi ilet” ama “meful” tek ise, yani iletilmesini istediğimiz şey tek ise, özellikle ona vurgu varmış. Yani bizi ilet, talep çoğul, ama neye “es sırata” yani tekil tek olan bir yola bizi özellikle iletmemizi istiyor. Zaten niye bu tek bunu şöyle söyleyebiliriz:

Yukarıda “er-Rahman” ve “er-Rahim” dedikten sonra “Maliki yevmiddin” (Din gününün maliki) diyordu ya,  hani orada ne var, değişik değişik dinler var ama asıl olan bir tane din var.

İşte bu “sırâtel mustakîm” dediğinde de tek bir yol var. Bizi buna iletmesini istiyoruz Allah’tan ki, Allah’ın dinine erişelim ileride de ahiret gününde sorgulanacağımız zaman kurtulma şansımız olsun.

Herkesin farklı farklı yolu var ama asıl yol tek, din de tek. Dolayısıyla biz Allah tarafından o asıl sırata iletilirsek Rabbimizin nimeti olarak, ahiretteki sorgulanacağımız dinden daha kolay imtihanı verme şansımız var.

Evet şimdi “mustakîm” neydi? Bir dümdüz anlamına geliyordu, yani eğrisi büğrüsü olmayan yoldu, bir de kelimenin özelliği dolayısıyla “kame” (قَامَ ) fiilini yapmak isteyen yol.

“Kame” fiili neydi ayağa kaldırmak, ayağa kalkmak, dik tutmak. Yani Müslümanı, o yola dahil olmuş kimseleri, ayağa kaldırmak isteyen, dik tutmak isteyen, hedefe götürmek isteyen bu anlamda da fail olan bir yol. Yani pasif bir yol değil. Aktif bir yol. Aynı zamanda da buna “İstifal babı” deniliyor Arapça’da, bu bir kelimenin başına -ist gelirse oluyor, ikinci anlamı da “o hale getirmek”, “bir şeyi o hale getirmek.”

Yani bir şeyde istiyor, diğerinde de zaten dik yapıyor. Bakın bu anlamıyla düşündüğümüzde gerçekten çok büyük bir nimet. İşte Allah’tan böyle bir yola bizi hidayet etmesini istiyoruz.

Az önce de arkadaşla konuştuk bu sırat, hani bir de güncel hayatta kullanılan ahiretteki sırat köprüsü denilen bir köprü var, ikisi de sırat. Ama burada asıl kastedilen, yani ona da işaretler olabilir elbette, ama asıl kastedilen burada bu dünyadaki yaşarken ki sırat.

Neden, “ihdina” diyor, “bize hidayet et, göster” “sırâtel mustakîm”i. Eğer bu ahiretteki sırat ise olsa asıl anlamıyla, mesela kafirler de o sırata gidecekler değil mi? İnce olan, insanın ameline göre ince olan bir yol var, kalın da olabilir, geniş de olabilir. Bütün insanlık orada olacak. Dolayısıyla hidayet edilebilecek unsur değil o. Zaten eninde sonunda gidilecek ahiretteki sırata. Hidayet edilecek unsur olarak sırattan bahsetmek gerekirse işte o bu dünyadaki sırat.

Bu dünyadaki “sırâtel mustakîm” e sadece müminler gidecek. Müminlerin hepsi de değil bakın, biraz sonra göreceğiz, kendilerine nimet verilenlerin yolu o. Fakat ahiretteki sıratta herkes olacak.  Bu dünyada sen Allah’ın izniyle “sırâtel mustakîm”de olursan ve onun gereklerini yapar isen ahirette olduğu iddia edilen bu sırattan da geçmek tabi ki kolay olur. Yunus Emre diyor ki bir şiirinde, “sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedir diyorlar, Benim üzerine evler yapasım geldi”.

Yani demek ki bu dünyada görmüş bir şeyler, onun ne olduğunu. Ne ifade ediyor, yani Allah Yunus Emre aracılığıyla neyin mesajını veriyor? Senin amelin burada doğru olursa sırat diğerlerine geldiği gibi gelmez.

Hatta geçen sene hatırlıyor musunuz emanetle ilgili bir hadis okumuştuk? Emanet konusunu işlemiştik de, birilerinin amelleriyle sırattan jet hızıyla geçeceğini söylüyordu. Bazıları kademe kademe, bazılarının da düşmek üzere olduğunu söylüyordu o yolda. Sağ tarafta emanet, sol tarafta rahim. Kancalar şeklinde onları tuttuğunu, onlara da tutunamayanların aşağıya yuvarlandığıyla ilgili. Bu da sahih bir hadis Riyazüs Salihin’de geçen bir hadis, orada ifade ediliyor. Orada tek bir standart bir yol değil, kişinin ameline göre geçiş hızı ve Yunus Emre’nin dediğine göre de şekli ve muhtevası değişebilen bir yol. O yüzden Allahu Teala bize burada ifade edilen şekliyle “sırâtel mustakîm”i nasip etsin inşallah.

Hicr Suresi 41. ayette buna bir işaret var:

قَالَ هٰذَا صِرَاطٌ عَلَیَّ مُسْتَقٖيمٌ

Gâle hâzâ sırâtun aleyye mustegîm.

Hicr 41’de bakın diyor ki, şeytan değil iblis ile Allahu Teala’nın bir konuşması var, iblisin iddiası var. İblis: “Onlara  yeryüzünü muhakkak ziynetlendireceğim, süslü göstereceğim, muhakkak onların hepsini azdıracağım ancak onlardan ihlaslı kulların müstesna” dedi. Allah da buyurdu “Gâle hâzâ sırâtun aleyye mustekîm”. “Sırâtel mustakîm”i tanıtıyor Allah Teala burada. Dedi ki, “İşte bu benim üzerime olan sırâtel mustakîm.”

Şimdi burada “aleyye” ifadesi geçiyor. “Ala” üzerine dek, “ye” bana anlamlarında. Şimdi bunu iki şekilde tefsirlere baktım neredeyse yarı yarıya ayrılmışlar. Birisi bana doğru olan “sırâtel mustakîm” olarak söylemiş “ala’yı” yani doğrultu olarak göstermiş. Diğerleri de “benim üzerime olan yol”, yani “üzerime aldığım yol” olarak göstermiş. Yani sorumluluğunu üzerime aldığım yol manasında yorumlamışlar. Bugün düşündüm hani bu “mustakîm”in de İstifal babı olması sebebiyle iki anlamı vardı ya, bir “dikleştirmek düzeltmek ayağa kaldırmak isteyen yol” bir de “öyle yapan yol” diye. Bakın bu ayetin “ala”sının iki manada da tefsir edilmesi bunu destekliyor. Yani benim üzerime aldığım yol olursa ne oluyor, ayağa kaldırmak isteyen yol oluyor. Üzerine alıyor yani. Bana gelen yol olursa da işte o mustakîm fiilinin ikinci özelliği olan “o  hale getiren yol” yani “dikleştiren yol”, “ayağa kaldıran yol” anlamlarına geliyor. Yani Allahu Teala bir şeyi üzerine alırsa o gerçek olur, alırsa yardım olur. Ona doğru giden yol götüren yol, o da şöyle, eğer bir şekilde nasip olur da kendilerine nimet verilenlerin yoluna giderse,  o yol Allah’a götüren yol.

Hani kafanızda muğlak bir ifade olabilir. Yolun özelliği nedir arkadaşlar? Yol esas değildir. Yol bir yerden bir yere gitmek için geçici süreyle üzerinde bulunulan makamdır, mekandır. Asıl mıdır, değildir. Dolayısıyla biz “sırâtel mustakîm” deyince hedefi görmeliyiz. Hedefte ne var? Allahu Teala. Yani Allah’a götüren yol diyebiliriz buna. Allah’ın üzerine aldığı yol da işte bu o yolun üzerine gitmeyi, adım atmayı, gayret etmeyi gerektiriyor.

Biraz evvel dedik ya Ankebut Suresi’ndeki “Biz yolumuzda mücadele edenlere, çalışanlara yollarımızı kesin kes  kolaylaştıracağız” diye ayet, işte onun üzerine de kişi Allah’ın rahmetini celbedecek davranışlarda bulunursa ve Allahu Teala da ona hidayetiyle cevap verirse, bu hidayet ve nimet üzerine o yolda olursa ve buradan da çıkmak için çok özel bir gayret sarf etmezse, zoru başarmazsa eğer, Allah’ın izniyle o yol Allah’a götürüyor.

Yani Allahu Teala her yerde ama Allah’a götürmekten kastı anladınız. Daha teknik bir ifade ile geçen derslerde söyledik, (Yasin suresi 22. Ayet) “ileyhi turceûn”a (اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ) götürüyor.

“İleyhi turceûn”neydi? “Dönüş onadır”. Yani şu an kim o dönüşü hak edecek kim hak etmeyecek, onun bir imtihan dünyası.

Daha önce bizim bir hayatımız vardı. Bunda şüphesi olan var mı? Mümin Suresi 11. Ayette öyle diyor, “Bizi iki kez öldürdün iki kez dirilttin” diyor:
Gâlû rabbenâ emettenesneteyni ve ahyeytenesneteyni fağterafnâ bizunûbinâ fehel ilâ hurûcim min sebîl.

قَالُوا رَبَّنَا اَمَتَّنَا اثْنَتَيْنِ وَاَحْيَيْتَنَا اثْنَتَيْنِ فَاعْتَرَفْنَا بِذُنُوبِنَا فَهَلْ اِلٰى خُرُوجٍ مِنْ سَبٖيلٍ

Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Günahlarımızı kabulleniyoruz. Şimdi (bu ateşten) bir çıkış yolu var mı?”

Sondan sayarsanız, bir diriltme ahiretteki diriltme bunu ahirette söyleyeceklermiş. Bu dünyanın sonunda ölme bir ölme. Bu dünya hayatının başındaki bir dirilme. Ne kaldı geriye bir tane ölüm kaldı, o da demek ki daha evvelden bir yaşantı varmış ki, o yaşantının sonunda bir ölüm olmuş. İşte bu bize “kâlû belâ” denilen, “elest meclisi” denilen şeyin Kuran-ı Kerim’deki göstergesi oluyor. Bununla ilgili Bakara Suresi’ndeki ilk yirmi ila otuz arasındaki ayetlerde buna işaretler var, ama konumuz o değil. Çıkamayız onun içerisinden. İşte o imtihan dünyasındayız.

Hz. Adem tövbe etti, tövbesi kabul edildi ama cennette kalamadı. Bakın yanlış bilinen bir şey var. Hz. Adem dünyada tövbe etti diye bir inanış var, kitaplarda da böyle geçiyor. Hayır ayetlere bakın işte, bu Kuran-ı Kerim okumamanın sonucu. Ve bakın yanlışa götüren bir şey var. Hz. Adem gelmiş yeryüzünde ağlamış ağlamış bir kaç sene sonra Allahu Teala da ona tamam demiş, “Git Havva ile Arafat Tepesi’nde buluş, tövben kabul edildi.” Ya Hz. Adem bir kadın için yıllarca tövbe etmiş olabilir mi? Hakaret gibi bunlar, Allahu Teala’dan ayrı kaldığına, o mekandan ayrı kaldığına ağlarsa ağlar. O tövbenin cennette olduğunu işte geçen derslerde Bakara Suresi’nde işledik. Tövbe etti diyor. Allah da tövbesini kabul etti. Önce diyor ki “İnin aşağı”. Ondan sonra Adem Rabbinden bir takım kelimeler ilhak etti, onla tövbe etti, Allah da onun tövbesini kabul etti. Ama ondan sonra yine “inin” emri var. Yani o tövbenin cennette olduğunu ayet çok net şekilde ifade ediyor. Birkaç yerde daha geçiyor sadece Bakara’da değil. Sonra Hz. Adem indiriliyor. Tövbesi kabul olduğu halde neden cennette kalamadı? Affedilmedi. Tövbenin kabulu af değildir. Tövbenin kabulu şu manaya geliyor, eğer orada tövbe etmeseydi yeryüzüne indirilecekti ama şeytanla aynı konumda olacaktı. Şeytanın geriye dönme şansı var mı? Yok. Geriye dönme kapısı açıldı Adem’e. Zaten tövbe kelimesinin asıl anlamı “geriye dönmek” demekmiş, “bakmak, geriye dönmek”.

İşte biz de Adem’in belindeki zürriyetler olarak, o mekanlarda bulunan, bir şekilde bilinçler olarak bulunan bizlerin de yeryüzünde şu an ki bulunmamızın sebebi, geriye dönüşün — ki ona “ileyhi turceûn” deniyor — onu hakedebilecek miyiz yoksa, Allah korusun, hak etmeyenlereden olup da işte “gayril magdûbi aleyhim”lerden olup da aşağılarda mı olacağız, bunun imtihanı.

Birkaç yıl ömrümüz kaldı şurada? Bir kaç yıl. Bunu Allah’ın rahmetini celbedecek davranışlarda bulunursak, “sırâtel mustakîm”de Allahu Teala nezdinde olursak geriye dönme şansımız var. İşte hani Allah’a giden yoldaki kasıt bu. Yoksa Allah her yerde. Ama yukarı gidişin cennet ve yukarısının “ileyhi turceûn”a kadar giden yolun orada işareti var.

Şimdi “sırâtel mustakîm”de olmanın bir şeyini söyleyeceğim size. Kehf Suresi’nde bir ayet var:

Vasbir nefseke meallezîne yed’ûne rabbehum bil ğadâti vel aşiyyi yurîdûne vechehû ve lâ tağdu aynâke anhum, turîdu zînetel hayâtid dunyâ ve lâ tutığ men ağfelnâ galbehû an zikrinâ vettebea hevâhu ve kâne emruhû furutâ.


وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذٖينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِىِّ يُرٖيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرٖيدُ زٖينَةَ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ اَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوٰیهُ وَكَانَ اَمْرُهُ فُرُطًا

Kehf Suresi’nde diyorki Allahu Teala: “Sen gece gündüz Allah’ın vechini yüzünü rızasını isteyip de, gece gündüz ona dua edenlerle yalvaranlarla sen de candan sabret. Sakın dünya hayatının geçici menfaatlerine kanıp da onlardan yüzünü çevirme.”

Burada bir işaret var. Hani diyor ya “Kişi arkadaşının dinindendir”. Allahu Teala gece gündüz Allah’ın vechini yüzünü isteyerek dua edenlerle beraber bulunmasını istiyor ki , işte bu da “sırâtel mustakîm”in işaretlerinden bir tanesidir.

Dünya hayatına kapılıp gitme. Ya diyor öyle arkadaşlarla beraber olursun ya da dünya hayatına kapılıp gidersin. İşte “sırâtel mustakîm” ayağa kaldırıp götüren yoldur, eğer senin doğru yola götüren arkadaşların olursa yanlış yapma ihtimalin azalır. İşte o “sırâtel mustakîm”in özelliklerinden biri. Hani ayetle misal vereyim dedim de bir misal o, ikincisi de biraz evvel söylediğim Ankebut suresindeki biz mücahede edenlere cihad edenlere, kesinkes orda “le” diye bir ifade var, yollarımızı kolaylaştırırız. Bu da işte “sırâtel mustakîm”in özelliklerinden, yani sen çalıştıkça çabaladıkça Allahu Teala onun yollarını kolaylaştırıyor.

Evet sırat üzerine daha fazla konuşabiliriz, yeri geldikçe tekrar aklımıza gelir. Ama bugünkü ayete daha geçiş yapmadık biraz geçiş yapalım:

Sırâtallezîne enamte aleyhim, ğayril mağdûbi aleyhim ve leddâllîn.

صِرَاطَ الَّذٖينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّٖينَ

Şimdi buradaki, sıratla başlamış, sırat hangi sırat bir önceki ayette bahsedilen sıratı anlatıyor Allahu Teala. Buna Arapça’da “bedel” deniyor. Yani önceki cümlede bir şey açıklanmış, onu açıklıyor. Yani bizi “sırâtel mustakîm”e ilet, ama nasıl sırat?

Bakın Rabbim öyle güzel izah ediyor ki, “sırâtel mustakîm”derken zaten sıratın özelliklerini biraz anladık. Başka bir cihetiyle şimdi açıklıyor sıratı.

“O yol ki” değil, ben eskiden öyle anlardım, kendilerine nimet verdiklerinin yolu. Ben eskiden şöyle anlardım bunu, Arapça’nın faydası, “O yol ki sen onlara onu nimet olarak verdin”. Bu değil. Aynıymış gibi gözüküyor ama bir nüans var, bakın birincisi şöyle “kendilerine nimet verdiklerinin yolu” birisi de “sen onu onlara nimet olarak verdin.”

İkincisi tam doğru değil. Buna Arapça’da “izafiyet” deniliyor. İzafiyet ne? İsim tamlaması. Yani kapının kolu gibi. Burada “kendilerine nimet verilenler” diye bir grup var, onu açıklayacağız. Onun yolu. Buna hidayet et. Buradaki fark ve vurgu nerede, kısa yoldan açıklayayım.

Nimet var ya “en’amte” nimetlendirdiğin, o “sırâtel mustakîm”değil. Şimdi hayda “sırâtel mustakîm”nimet olmaz olur mu? Ben nimet değil demiyorum, burada ayetteki incelikte o yok. Ayetteki incelikte kendilerini değişik şeylerle nimet verdiklerim var, onların yolu. Öbür türlü şöyle olurdu, “sen o yolu onlara nimet olarak verdin.” Şimdi onu açıklayacağız, neden öyle değil.

Şimdi şuradan anlayacaksınız, “en’amte” nimetlendirmek demek. “Naime”, “Ben nimetlendirdim”. Onun başına elif geçtiği zaman if’al babına giriyor. “En’amte” oluyor.

“Sen nimetlendirdin” oluyor, sonundaki “t” ile beraber, birisini(başkasını) nimetlendirmek. Bu fiilin aslı birisinin nimete kavuşması. Ama Allahu Teala’ya biz diyoruz ki “Sen nimetlendirdin”. Demek ki özellikle Allahu Teala’nın özel bir nimet vermesi söz konusu.

Kimlere? Onları bilmiyoruz, “aleyhim” diyoruz. Bir grup insan var. Onlara nimet veriyor. Nimetin burada ne olduğu yazmıyor.

Bekir bey şunu diyor; “en’amte” yerine “nuime” de olabilirdi. “Nuime” meçhul bir ifade, edilgen bir ifade “nimet verildi” demek. Yani kendilerine nimet verilenlerin yolu da olabilirdi. Peki ne fark var? Biri “Senin nimet verdiklerinin yolu”, diğeri ise “Nimetlendirilenlerin yolu”.

Birisinde fail olarak Allah var, yani sen verdin nimeti. Diğerinde ise bir şekilde nimetlendiriliyor, burada özellikle Allah’a vurgu var.

Biraz sonra göreceğiz. Aslında “sırâtallezîne gayril magdûbi aleyhim” ayeti o kadar çok grammar(dil bilgisi) kaidelerinin inceliklerle, böyle dantel gibi işlendiği bir ayet ki şaşarsınız. Gelmeden önce bir saat, bir buçuk saat Arapça hocamla sadece bu ayetin incelikleri üzerine bir konuşma yaptık, yetmedi. Namazı evde kılmak zorunda kaldım. Bilinenlerin dışında konuştuk. Rabbim bunu neden böyle kullanmış, şurasını neden böyle kullanmış, şöyle kullansaydı ne manaya gelirdi, böyle kullansaydı ne manaya gelirdi diye.

Onu şöyle izah edeyim. Bakın Kuran zaten böyle ama Fatiha’da daha dikkat etmemiz gereken konu var. Allahu Teala Kuran-ı Kerim’de öyle ifadeler kullanmış ki kullandığıyla büyük manalara götüren bir şey, nasıl kullanmadığı, neleri kullanmadığı, niye şöyle ifade etmediğiyle bile ciddi manalara ulaşabileceğimiz müthiş bir kitap. “Niye böyle demedi de niye böyle dedi”lerden bile çok şey oluyor, bunu geçen haftalarda işlemiştik. Mesela şey demiştik: “İyyake na’budu”demiş, niye “iyyahu” değil.

“İyyake na’budu ve iyyake neste’in”. “Yalnızca sana kulluk ederiz.” Orada “Yalnızca O’na kulluk ederiz” de diyebilirdi. Ama muhatap olmazdı Allah. Allah diyor ki bana ihsan üzerine namaz kılacaksınız, beni görür gibi. O zaman “hu” da aynı bu deistlerin dediği gibi. deist ile ateist farklı, ateist ilah tanımayan deist ise bir tanrıyı kabul eden yaratıcıyı kabul eden bir inanç ama o yaratıcı yukarılarda. Ya “O” gök işi, semavi işlerle, ulvi işlerle ilgilenir. Siz niye Allah’ı yeryüzündeki işlerle uğraştırmak için yeryüzüne indiriyorsunuz diye. İşte laikliğin(laisizm) temel yanlış prensiplerine dayanıyor bu deizm. “E Allah var, inkar etmiyoruz, ama yukarıda” diye bir de hüsn-ü sebep bulmuş kendince. “İşte niye aşağı indirip de aşağı işlerle onu uğraştırıyorsunuz. Yukarıda o sema ile ilgileniyor” deyip, dünya kurallarını biz yazarız, biz uygularız diyen Allah’ı ve onun kurallarını yeryüzünde hakim kılmayan sapık bir inanç. Bunu engelleyebilecek bu ayet. “iyyahu” dese o, ama “iyyake” deyince “yeryüzünde” seni direk muhatap alan, senin de muhatap olarak ona direk hitap etmeni isteyen bir Fatiha bu.

Bu; işte “Niye öyle demedi?”den çıkacak bir sonuç. Niye böyle demedi de böyle dedi deyince bugüne kadar yazılan tefsirlerin çok fazlası bir tefsir yazılır Fatiha hakkında. İşte sabahleyin bu dikkatimi çekti. Şöyle dememiş Allahu Teala “en’amte aleyhim nuimtu” dememiş, “nimetlendirdiğin” dememiş.

“Sırâtallezîne en’amte aleyhim” bir kalıp, “ismi mevzul” deniyor buna. Onun yerine şöyle diyebilirdi: “Sırâte munimu aleyhim” diyebilirdi. Yani Kuran’da dikkatinizi çekmiştir bazılarının “ellezîne yu’minûne”diye geçiyor. “O kimseler ki iman ettiler”. Bunun karşılığı mümindir. Şimdi “ellezine yuminu”, “O kimseler ki iman ettiler” ya da “iman edenler”. Diğeri ise onlara ne diyoruz zaten? Mümin, iman etmiş kimse. Farkı ne? Birisinde fiil var, önemli. Fiil vurgulu, iman etmek fiili. Diğerinde ise isim önemli. Kuran-ı Kerim’de Allahu Teala hangisine vurgu yapacaksa onu kullanıyor. Yani fiiliyat önemliyse fiil olanı vurguluyor, kişi önemliyse – isim önemliyse onu vurguluyor. Bakın devam edelim, “gayril mağdûbi” diyor ya burada, işte burada da “gadab edilmiş” diyor. Bu kalıptan da kullanabilirdi. Yani isim kullanabilirdi, “mümin” de kullanabilirdi. Yani mümin gibi kullanmış “gayril mağdûbi aleyhim”de ama yukarıdakinde “ellezine amenu” gibi kullanmış. Bunun farkı ne biliyor musunuz? Bir ayet var; “Sizin başınıza isabet eden iyi şeyler Allah’tandır, sizin başınıza isabet eden kötü şeyler nefsinizdendir”.

Diyor ki nimeti Allah verir, gadaba uğramak da kişilerin yanlışı, nefislerinden dolayı. Görüyor musuz bir ifade farklılığından neler çıkıyor? Nimeti Allah veriyor, ama gazabı nihayetinde Allah veriyor lakin gazabı hak eden kişi. O yüzden böyle bir farklılık kullanılmış.

Peki kendilerine “o kimselere nimet verilenler” dediğine göre, bir grubu işaret ediyor. Bu da şöyle ifade ediliyor. Rububiyette yani eğitimde/terbiyede bu bir metottur. Bir grup örnek gösterilir onun gibi davran denilir. Burada da Allahu Teala işaret ediyor. Bakın ben bunu çok önemsiyorum. Fatiha Suresi koskoca Kuran’ın özeti ya buradaki her bir kelime her bir ayet sayfalarca bir şeye delalet ediyor. Yaklaşık altı bin ayet olursa burada altı ya da yedi ayet kabul edersek bir ayete 900 ila bin ayet düşüyor. Dolayısıyla Fatiha’da müstakil olarak kendilerine nimet verilenler diye işaret edilenler var. Ne kadar kıymetli bu anlamda. İşte biz onların kimler olduğunu, yine Kuran’ın tefsiri Kuran’dır, Nisa 69. Ayetten anlıyoruz:

Ve mey yutııllâhe ver rasûle feulâike meallezîne en’amallâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîgîne veş şuhedâi ves sâlihîn, ve hasune ulâike rafîgâ.

وَمَنْ يُطِعِ اللّٰهَ وَالرَّسُولَ فَاُولٰئِكَ مَعَ الَّذٖينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيّٖنَ وَالصِّدّٖيقٖينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحٖينَ وَحَسُنَ اُولٰئِكَ رَفٖيقًا

“Kim Allah’a ve Resul’une itaat ederse işte onlar feulâike meallezîne en’amallâhu.

Allah’ın nimet verdikleri. Burada izah ediyor “aleyhim”. Burada sadece -ke(sen) zamiri yerine Allah gelmiş. Onlar kimmiş? “mine-nnebiyyîne (nebiler) ve-ssiddîkîne (sıddıklar) ve-şşuhedâ-i (şehitler) ve-ssâlihîn (salihler). Yani bunlar kendilerine nimet verilenler, Allahu Teala Kuran’da başka bir ayetiyle açıklıyor. Kimmiş o kendine nimet verilenler?

1-Nebiler (peygamberler)

2-Sıddıklar

3-Şehitler

4-Salihler

Demek ki bunlardan başkası yok. Yani ya bu gruptakilerden olacaksın ya da bu gruptakilerin yoluna uyacaksın. Bunlardan olmazsan ne oluyor? İşte “gayril mağdubi aleyhim veladdalin” kısmına geliyorsun.

Demek ki sadece ve sadece iki yol var. Bir A yolu var bir de B yolu var, A yolundan gidersen “sırâtel mustakîm”, B yolundan gidersen diğerleri bile değil bakın. İşte o yüzden “es sırat” kullanmış müfret olarak. Bir tane yol var “sırâtel mustakîm” ve diğer yol olmayanlar var. Bakın burayı anlıyor musunuz? Hepiniz kafayı salladınız. Bir A yolu var bir de yol var. Yani bir Rahman’ın yolu var. Bir tane yol var, ya o yolda bulunursun, ya gayrısı.

Hani “gayril mağdubi aleyhim” diyor ya,  o diğerinin hiçbir önemi yok. Ya o sırattan olursun ya da diğerleri. İşte o yolu da teferruatlı anlattığı zaman Rabbim Nisa 69’da diyor ki; ya nebilerin yolu, sıddıkların yolu, şehitlerin yolu ve de salihlerin yolu.

Şimdi bunları bir açıklayalım. Nebileri açıklamaya gerek yok. Allah’ın özel olarak seçtiği ve yetiştirdiği kullar. Bunlar zaten bizim tabi olmamızın şart olduğu şeyler. İtaat ve tabiyet. Bunlarda bulunmak zorunda olduğumuz kimseler, bakın sadece nebi değil nebiler diyor. Çoğul geçmiş orada. Yani sadece peygamber efendimiz değil. Ne diyor ayeti kerimede, lâ nuferrigu beyne ehadim mir rusulih (  لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهٖ ) “Biz resullerin birini diğerinden ayırt etmeyiz, hepsini Allah’ın gönderdiği, Allah’ın risaletini, Allah’ın tek dini risale eden kimseler olarak alırız.”

Bugün çocuğun din dersi var, orada bir ifade var, “ilahi dinler” diyor. Doğru mu sizce bu, yanlış. İlahi dinler diye bir şey yok. Bir tane din var, semavi dinler diyorlar yanlış. Ben de bir kaç sene evvel anladım bu konuyu. Yani Kuran’ın içerisinde anlıyorsun bunu. Kuran’da diyor ki “İnned dîne indâllâhil islâm” diyor. “Allah indinde tek geçerli din İslam’dır”. Biz nasıl anlıyoruz bunu, İslam vardır diğerleri batıl diye anlıyoruz. Ahirette karşılığı yoktur anlamında. Bir anlamı da eğer Allahu Teala, Hz. Adem’den itibaren bir din göndermişse o İslamdır, bunun başka ismi yoktur. Yani Hz. Musa’nın getirdiği dinin ismi de İslam, Hz. İsa’nın getirdiği dinin de ismi İslam. Diğer tüm peygamberlerin getirdikleri İslamdır, ve o dine mensuplara ne deniyor? Müslüman. Yani hak dinde kaldığı sürece onun ismi Hristiyan değil. Kendilerine Hristiyan diyenler, diyor İsevi diyenler diyor. Bakın “kendilerini öyle adlandıranlar” diyor. O adlandırdıktan sonra da öyle adlandırılıyor. Kendisi ana alandan çıkıyor, kelimeleri değiştirerek tevhid esaslarını bozarak. Dolayısıyla nebiler demesinin sebebi bu. Dolayısıyla biz Kuran-ı Kerim dedik ya, her bir ayet Kuran-ı Kerim’de bin ayete geliyor.

Şöyle yanlış bir zihniyet var. “Ya benim peygamberim Hz. Muhammed ben diğerlerine uymam”. Burada kıssaları anlatılıyor gibi ifade edilmese de yanlış bir mantık var. Hz. İsa’ya Peygamber Efendimiz dediğim zaman şaşırıyorlar. Ya bizim Peygamber efendimiz Hz. Muhammed. Garipsiyorlar. Hayır, peygamber efendimiz. Ama benim tabi olduğum, şeriatına tabi olduğum onun indirdiği kamil hükümlere tabi olduğum Hz. Muhammed. Ama” lâ nuferriku beyne ehadin min rusulih”nereye gitti öyleyse, o yüzden dikkatli olmak lazım. Nebilerin yolu o.

İkinci sınıf ne? Sıddık. Demek ki bu üç sınıftan sıddıklar, şehitler, salihlerden en kıymetlisi hangisi? Sıddıklar. Bu Arapça belagattı biliyorsunuz. Bir şey ne kadar önce telafuz edilirse o kadar kıymetli. Dolayısıyla nebilerden sonra sıddıklar geliyor. Sıddık deyince kimi anlıyorsunuz, sadıklar. Mesela Hz. Ebubekir akla geliyor. Sıfatı sıddık. Sıddıkı ben zamanında şöyle yorumladım. Tümden gelimciler, tasdik edici. İki metot var biliyorsunuz; bir tüme varım, bir de tümden gelim. İkisi de hedefe ulaştırır. Ama tümden gelimin şöyle bir faydası var. Ya diyor Allah var, Hz. Muhammed de onun Resulu. Şimdi bitirdi kafasında olayı. Diyorlar ki senin arkadaşın bir gecede Mescid-i Aksa’ya gittiğini söylüyor. Çoğu sahabenin ayağı kaymış bu konuda. Necm Suresi’nin başında bununla ilgili bir ikaz var. “Sizin arkadaşınız mecnun değildir.” diyor. “Sahibekum” diyor. Kime hitap orada? Sahabeye hitap var orada. Hangi olay anlatılıyor Necim Suresi’nde? Miraç anlatılıyor. Yani burada sahabe efendilerimize laf getirmeye çalışmıyorum ama Ebubekir’in sıddıklığını övmek/yüceltmek istiyorum. Tereddüte düşmüşler bazıları hatta giden var, imanını kaybeden var. Sahabe tamam ama yok canım diyor gidiyor münafıkların müşriklerin arasına katılıyor. Ağır geliyor. Kolay değil.

Bakın şu anın kolay bir yeri var, biz gayb ile ilgili olaylara çok hazırız. Olağanüstü olaylar bize göre kabul edilebilir, biz üç buçuk saatte Mekke’ye gidiyoruz şimdi. Ama o dönemde bir gece Mekke’den Kudüs’e gittiğini söylediğinde o diyorsa doğrudur diyor. Neden, yukarıda halletti. Allah var o da onun Resulu. Doğrudur diyor. Alt kısımlar/teferruat önemli değil. İşte sıddık o. Kafadan halledip diğer olaylara tümden gelim esasıyla bakanlar. Bize mesaj ne burada? Siz de öyle bakarsanız Kuran doğrudur, ne diyorsa doğrudur derseniz, tereddüte düşmezseniz, nebi ne diyorsa doğrudur derseniz, “ya şu devirde şöyle mi olur, Arapların yetiştiği dönemde şöyleydi günümüzde böyle dersen” sıddıklıkta zarar görüyorsun. Sıddık kabul edendir. “Semi’na ve ata’na” diyenler sıddıkdırlar.

Allahu Teala bize sıratı mustakimini nasip etsin. Ki o sıratı mustakimde olanlar; nebiler sıddıklar, şehitler ve salihler. Bunları tanıyıp nasıl amel ettiklerini bilip onlar gibi amel etmeyi ihsan edip, bizim de inşallah ahirette “ileyhi turceuna”dan olmamızı nasip etsin inşallah.

Sadakalluhaziym.

 

 

 

Saffat (21.sohbet )72-76.ayetler”genetik miras,muhlis,mucib,icabet”

SOHBETİ DİNLE:

SOHBETİ DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK :

https://yadi.sk/d/E9YtHo0s3SHyxL


saffat 3.sayfa

Yasin (33.Sohbet-SON-)79-83.ayetler “yeşil ağaç/kün feyekün”

(BU SEZONUN SON SOHBETİNİ ,YASİN SURESİNİ TAMAMLAYARAK YAPMIŞ BULUNUYORUZ , ELHAMDÜLİLLAH. YAZ SONUNDA OKULLARIN AÇILMASIYLA BERABER SOHBETLER DEVAM EDECEKTİR, ALLAH NASİB EDERSE.)

ALLAH KURAN DAN AYIRMASIN


SOHBETİ DİNLE:

(Dinlemek ve indirmek için) ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/Uqlsq7GV3JP8od


YASİN 79:

قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ 

Kul yuhyîhâllezî enşeehâ evvele merratin, ve huve bi kulli halkın alîm(alîmun).

1. kul : de ki, söyle
2. yuhyî-hâ : ona hayat verir, onu canlandırır
3. ellezî : ki o
4. enşee-hâ : onu inşa etti, yaptı, yarattı
5. evvele : evvel, önce, ilk
6. merratin : kere, defa
7. ve huve : ve o
8. bi kulli : hepsi, bütün
9. halkın : halketme, yaratma, yaratış
10 alîmun : en iyi bilen

” De ki: “Onu ilk defa inşa eden (Yaratan), ona hayat verecek. Ve O, bütün yaratışları En İyi Bilen’dir.”


YASİN 80:

الَّذِي جَعَلَ لَكُم مِّنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنتُم مِّنْهُ تُوقِدُونَ 

Ellezî ceale lekum mineş şeceril ahdari nâren fe izâ entum minhu tûkıdûn(tûkıdûne).

1. ellezî : ki o, o …dır
2. ceale : kıldı, yaptı
3. lekum : size, sizin için
4. min eş şeceri : ağaçtan
5. el ahdari : yeşil
6. nâren : ateş
7. fe : artık, böylece
8. izâ : o zaman, olduğu zaman
9. entum : siz
10 min-hu : ondan
11 tûkıdûne : yakıyorsunuz, yakarsınız

“Yeşil ağaçtan sizin için ateş  kılan (çıkaran), O’dur. Böylece siz, ondan yakarsınız.”

 


YASİN 81:

أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُم بَلَى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ 

E ve leysellezî halakas semâvâti vel arda bi kâdirin alâ en yahluka mislehum, belâ ve huvel hallâkul alîm(alîmu).

1. e : mi?
2. ve leyse : ve değil
3. ellezî : ki o, … o dur
4. halaka : halketti, yarattı
5. es semâvâti : semalar, gökler
6. ve el arda : ve arz, yeryüzü, yer, yerler
7. bi kâdirin alâ : …’e kaadir olan
8. en yahluka : yaratmak, yaratmaya
9. misle-hum : onların benzeri, aynısı, eşi
10 belâ : evet
11 ve huve : ve o
12 el hallâku : yaratan, yaratıcı
13 el alîmu : en iyi bilen

“Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini de yaratmaya kadir değil midir? Evet (kadirdir)! Çünki O, Hallâk (herşeyi çokça yaratan)dır, Alîm (hakkıyla bilen)dir.”


YASİN 82:

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn(yekûnu).

1. innemâ : sadece
2. emru-hu : onun emri
3. izâ erâde : irade ettiği, dilediği zaman
4. şey’en : bir şey
5. en yekûle : söylemek, demek
6. lehu : ona
7. kun : ol!
8. fe : artık, böylece, hemen
9. yekûnu : olur

“O, bir “ŞEY”i (var kılmayı) MURAD EDİNCE, O’nun emri sadece «ol!» demesidir, hemen oluverir.”


YASİN 83:

فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ 

Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu kulli şey’in ve ileyhi turceûn(turceûne).

1. fe : işte
2. subhâne : (o) sübhandır, herşeyden münezzehtir
3. ellezî : ki o, … o dur
4. bi yedi-hî : onun elinde (onun kudretinde)
5. melekûtu : melekût, mülk ve hükümranlık
6. kulli şey’in : herşey
7. ve ileyhi : ve ona
8. turceûne : döndürüleceksiniz

“İşte O, Sübhan’dır. Herşeyin melekûtu (mülkü ve hükümdarlığı) O’nun elindedir. Ve O’na döndürüleceksiniz (RÜCU ETTİRİLECEKSİNİZ)

Yasin (32.sohbet)75-78.ayetler”nutfeden yarattık”

SOHBETİ DİNLE:

(Dinlemek veya İndirmek için) Alternatif link:

https://yadi.sk/d/iE5qZncI3J9AxB

Yasin (31.Sohbet) 72-74.ayetler”nimetler”

 SOHBETİ DİNLE:


(Dinlemek veya İndirmek için) alternatif Link:

https://yadi.sk/d/NWCRLt_-3HpgJC


YASİN 72:

وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ

Ve zellelnâhâ lehum fe minhâ rakûbuhum ve minhâ ye’kulûn(ye’kulûne).

1. ve zellelnâ-hâ : ve biz onu zelil ettik, itaatkâr kıldık, boyun eğdirdik
2. lehum : onlara, onlar için
3. fe : böylece
4. min-hâ : ondan
5. rakûbu-hum : onların binekleri, kendilerinin binekleri
6. ve min-hâ : ve ondan
7. ye’kulûne : yerler

” Ve Biz onları (hayvanları), onlara zelil (itaatkâr) yaptık. Böylece onlardan, kendilerinin binekleri oldu (onlara binerler) ve onlardan (etlerinden) yerler.”


YASİN 73:

وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلَا يَشْكُرُونَ 

Ve lehum fîhâ menâfiu ve meşâribu, e fe lâ yeşkurûn(yeşkurûne).

1. ve lehum : ve onlar için, kendileri için
2. fî-hâ : onda (vardır)
3. menâfiu : menfaatler, faydalar, yararlar
4. ve meşâribu : ve içecek şeyler
5. e : mi?
6. fe : artık, hâlâ
7. lâ yeşkurûne : şükretmiyorlar, şükretmezler

” Ve onlarda, kendileri için (birçok) menfaatler (yararlar) ve içecek şeyler (süt) vardır. Hâlâ şükretmezler mi?”


YASİN 74:

وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنصَرُونَ

Vettehazû min dûnillâhi âliheten leallehum yunsarûn(yunsarûne).

1. vettehazû (ve ittehazû) : ve ittihaz ettiler, edindiler
2. min dûni allâhi : Allah’tan başka
3. âliheten : ilâhlar
4. lealle-hum : umulur ki onlar, böylece onlar ümit ederek
5. yunsarûne : yardım olunurlar, yardım olunacaklar

” Ve yardım olunacaklarını ümit ederek, Allah’tan başka ilâhlar edindiler.”

Yasin(30.sohbet) 71.ayet “sahip olduğunuz enam/hayvanlar”

SOHBETİ DİNLE:

(Dinlemek ve İndirmek için) Alternatif Link:

https://yadi.sk/d/slhgXvvC3H3JiX


Yasin 71:

أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ 

E ve lem yerav ennâ halaknâ lehum mimmâ amilet eydînâ en’âmen fe hum lehâ mâlikûn(mâlikûne).

1. e : mı
2. ve lem yerev : ve görmüyorlar, görmediler
3. ennâ : nasıl
4. halaknâ : biz halkettik, yarattık
5. lehum : onlara, onlar için
6. mimmâ (min mâ) : şeylerden
7. amilet : yaptı
8. eydî-nâ : ellerimiz
9. en’âmen : hayvanlar
10 fe : böylece
11 hum : onlar
12 lehâ : ona
13 mâlikûne : malik olanlar

“Ellerimizle  yaptığımız şeylerden onlar için ENAM’ı(faydalı hayvanları) nasıl halkettiğimizi görmediler mi? Onlar, böylece onlara (hayvanlara) malik olurlar.”