SEBE (34.SOHBET)51-54.Ayetler(son tekrar)#

51-54. ayetleri işlediğimiz bir önceki sohbet, ses kaydındaki problemler  ve mevzûnun ehemmiyeti nedeniyle tekrar teferruatıyla işlenmiştir.


 


 

sohbeti mp3 olarak dinlemek veya indirmek için tıklayınız:

https://yadi.sk/d/EYD_1k5ImMcR6


51-)وَلَوْ تَرٰى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ

Bir görsen onları korku ve telaşa düştüklerinde! Artık kaçış, kurtuluş yok! Çok yakın bir yerden yakalanmışlardır.

52-)وَقَالُوا اٰمَنَّا بِهٖ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

“Ona inandık!” dediler. Ama nasıl mümkün olur onlar için imana ulaşmak o uzak yerden!

53-)وَقَدْ كَفَرُوا بِهٖ مِنْ قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

Halbuki daha önce onu (hakkı) inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.

54-)وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِم مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُّرِيبٍ

Artık kendileriyle, iştahla arzuladıkları şey arasına engel konmuştur. Tıpkı daha önce yoldaşlarına yapıldığı gibi. Gerçek şu ki onlar, tutarsızlığa iten bir kuşku içindeydiler.

1. ve hîle : ve ayrıldı, set çekildi
2. beyne-hum : onların arasına
3. ve beyne : ve arasına
4. mâ yeştehûne : istek duydukları şeyler
5. kemâ : gibi
6. fuile : yapıldı
7. bi eşyâı-him : yandaşlarına/yoldaşlarına
8. min kablu : önceden
9. inne-hum : muhakkak ki onlar
10 kânû : oldular, idiler
11 : içinde
12 şekkin : şüphe
13 murîbin : kuşku veren, endişe veren

SOHBETİN YAZILI METNİ:

Evet arkadaşlar geçen haftaki ses kaydındaki bozukluklar nedeniyle bu sohbeti yeniliyoruz. Konunun önemine binaen de bu sohbeti tekrar yapmak istiyorum.

Sebe Suresi 50. ayet bir önceki ayeti “innehû semîun garîb(اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)” diye bitiyordu. Bakın dikkat edin 51.ayet de “mim mekânin garîb(مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ)” diye bitiyor. Sonra da iki tane “beîd(بَعٖيدٍ)” var uzak manasında 52.de – mim mekânim beîd. Tekrar 53.te de mim mekânim beîd diye. Yani rabbim iki kez yakın manasında garîb i kullanmış. İki kez de beîdi kullanmış. Burada 50. ayetle 51. ayete bir geçiş var. Yani 51,52, 53, 54 mana bakımından bütün. Ama diğer derslerden biliyoruz ki; Kuran’da hiçbir surede alakasız gibi gözükse de bir ayet diğerine bağlanırken bağlam denilen siyaku sibak bir anlam bütünlüğü içerisinde bağlanıyor. Kesinlikle ayrı değil. Bunu unutmayalım. Şimdi ne diyordu yukarıda:

De ki: Gul. Eğer ben saparsam dalalete düşersem ancak kendi nefsim üzerine/adına düşmüş olurum. Eğer de hidayet üzerinde bulunursam bu benim Rabbimin bana vahyi iledir. İnnehû semîun garîb. Buna ne demiştik? Yukarıdaki nefis ifadesine bağlayarak sapma durumunda insanın iç sesleri, düşünceleri olacağını; kişi içindeki negatif ve pozitif sesleri dinleyerek bir karara vardığını (irade); ve bu seslere rabbimin kişinin derinlerinin derinlerini bilmesi hasebiyle Allah’ın çok iyi duyduğunu, semiğ işiten demek fakat işiten de yetmiyor bakın garib diye sıfatla gelmiş. Yakın bir şekilde. Hani ben size şah damarınızdan daha yakınım konusu ile alakalı olarak burada garib gelmiş. Yakınım. Şimdi devamında Peygamber efendimiz(SAV)’ e bir sahne ile ilgili bilgi veriyor:

Ve lev terâ(وَلَوْ تَرٰى). Keşke manasına geliyor burada. Ah keşke bir görsem. Ve lev terâ. Ne zaman?

iz feziû(اِذْ فَزِعُوا). Onların telaşa kapıldıkları, panikledikleri vakit şaşkınlık içerisinde bocaladıkları zaman onları bir görsen.

felâ fevte(فَلَا فَوْتَ). Kaçış yok çıkış yok. Geri dönüş yok. Yani İngilizcedeki “No Exit” gibi. Çıkış yok.

Uhızû(اُخِذُوا). Burada ehaze fiilinin meçhulü gelmiş, edilgeni yani. Yakalanmışlardır. Sistem tarafından. Sistemin unsurları tarafından yakalanmışlardır. Bu polisin bir suçluyu yakalamasında da aynı fiil kullanılıyor. Yakayı ele vermek, tutmak, tutuklanmak gözaltına alınmak gibi manaları da var burada. Nereden?

mim mekânin garîb(مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ). Yakın bir mekândan.

Şimdi burada yakın mekânı ne olarak açıklamıştık? Yakınlık uzaklık Allah’a göre. Aslında insana göre burada. Fakat yakınlık Allah’a olması gerektiği için Allahi Allah’ın zatına yakın olan duruma yakın, edna olan, aşağı olan, uzak olan dünyaya da mekânim beîd-uzak mekân deniyor. Şimdi Allah vasidir. Allah bütün mekânlarda muhittir. Allaha mekân isnadı olmaz. Fakat bir ulviyet söz konusu olduğunda zatına yakınlık söz konusu olduğunda böyle ifade kullanılır. Mesela Arş-ı Âlâ diyoruz değil mi? Âlâ yukarıda manasında. Sübhane Rabbiye’l-alâ diyoruz yukarı manasında. Peki, Allahû Teâlâ’nın subhanlığı ile biz mekan tayin edemeyiz. Yüzünü nereye çevirirsen çevir onda. Ama ulviyet, yükseklik, uluhiyet açısından böyle bir yakınlık uzaklık var. Bunu da şöyle anlatalım: Mesela yargıçlar daha yukarıda oturuyorlar değil mi? Bir şeyi temsil ediyorlar. Genel müdür odaları genellikle yukarıda, bu anlamda düşünebiliriz. Yakınlığı uzaklığı da bu şekilde anlamakta fayda var.

Bu telaşa düştükleri vakti ne demiştik? Bir ölüm anı. Diğeri ölüm anından sonra gerçekleşenler. Üçüncüsü de ahiret. İkinci sura üfürülmesi olarak ifade ettik. Yani bizim ahiret dediğimiz sahneler. Ahiret ne demek? Evet sonu. Hani ahir ömrümde deniyor. Ahir zaman deniyor. Yani sonrası. Yani şu an yaşadığımız an “el-an” deniyor ona. Geçmişe mazi deniyor. Gelecekle ilgili ifadelerde de artık ahir. Aslında ahirin bir anlamı ötesi manasına da geliyor. Türkçede öteki dünya diyoruz ya. Hem öteki hem zaman olarak da sonrası manasına geliyor. Buradaki ifadesi ile de ölüm anı mesela çok sıcak. Diğer manalar da var. Ölüm anındaki o telaş çok vurucu. Telaşa düşüyorlar. Neden?

Çünkü o zaman kadar iman etmeden yaşamışlar. Ya da iman ettikleri gibi yaşayamamışlar. İkisi de aynı şey aslında. Neden? Üzerleri örtülüyor. Buna ne fiili diyorduk? Kefere fiili. Yani kâfir olmak inkâr etmek manasında değil. Yani Allah’ı reddetmek manasında değil. Bile bile onun üzerini örterek hem inançsal açıdan hem de yaşantı açısında o şekilde yaşamak demek. İşte bir şekilde ahiret sanki yokmuş gibi yaşanıldığında, perdeler kalktığında, ilk perdelerin kalkması o ölüm anındaki daha ölmedi o başlangıç halindeki sahneler başlayınca telaş başlıyor. Bunlar resmediliyor. Hani geçen hafta da söylemiştik. Ölüm melekleri diyor. Onların sırtlarına vura vura canlarını aldığında onların durumlarını bir görsen diyor. Başka ayette de ne diyordu? Can boğaza dayanmıştır. Biz ona yakınız fakat siz göremezsiniz. Rabbim o anda onun için artık gaib olmayan bizim için gaib olan şeyleri anlatıyor. İşte o anlarda kişiler telaşa düşüyorlar ve kaçış bulamıyorlar. Yakın bir yerde yakalanmayı da ve bir sonraki ayette de “mekânim beîd” derken uzak bir mekândan imanı nasıl elde edeceklerini düşünürken de şunu belirtmiştik:

Zaman algısı biliyorsunuz izafi. İzafi ne demek? Şartlara göre değişen manasında. Kişilere ve şartlara göre değişiyor. Mesela bilim programlarında izlemişsinizdir. Hız arttıkça zaman yavaşlıyor. Mesela uzay gemisine binip çok yüksek hızda sürat eden bir kimse daha az yaşlanıyor. Mesela o anda naklen yayın bir görüşme olsa yeryüzündeki tanıdıkları ile aradaki yaş farkı artıyor. Yani dünyada olanlar daha yavaş bir hızda yaşayanlar daha çabuk yaşlanırlarken o daha az yaşlanıyor. Işık hızını Einstein ulaşılabilecek son nokta olarak söylüyor. Doğru değil. Ben bunu fizik hocası ile konuştum. Işık hızı geçilebilir. Onunla ilgili teoriler var ama onun teorisine göre ışık hızı son nokta. Bir kişi ışık hızını geçtiği zaman zaten kütlesi kalmıyor. Enerjiye dönüşüyor. E=mc2 formülünden. Işık hızına şu anki bilgilerle ulaşmak mümkün değil desek bile, ışık hızına yaklaşan biri için zaman neredeyse durma noktasına geliyor. Ölüm anında da işte böyle şeyler olacak. Ya da ahirete başka bir boyuta geçildiğinde. Zaman algısı komple değişecek. Bir de mekân algısı komple değişecek.  Örneğin kişi bir trende gidiyor. Trendeki kişilerle gitmesi şu anki yaşam algısı. Ama istasyonda onu alıyorlar. O olduğu yerde duruyor, bakın o bir yere gitmiyor. Ama tren ve içindekiler ondan uzaklaşıyor. İşte diyorlar ki öldüğünde öyle olacak. Yani hem kişiler hem de mekân sizden uzaklaşacak. Siz olduğunuz yerde kalacaksınız. Bir anlamda yavaşlamış olacaksınız. Zaman algısı değişecek, mekân algısı değişecek. Hani o plaka örneğini vermiştim. Zaman ve dehri şu anki bizim algılayamadığımız içinde olduğumuz yaşadığımız için algılayamadığımız zaman algısını çok iyi anlarsınız. O zaman yakın bir mekânı, uzak bir mekanı daha iyi anlarsınız.

Hani eski plaklar var, taş plaklar. İğnesi var. İğnesi plağa değiyor ve ses kaydı oluyor. Bunu ses kaydı değil de yaşam kaydı olduğunu düşünün. Şu an biz o iğnenin değdiği yerdeyiz. Ve bizim şu anki yaşam kaydımız kaydediliyor. Aslında birçok değişken var entropi deniyor buna. O trilyonlarca değişkenden, olasılıktan sadece biri oluyor ve biz şu an “an” denilen yaşam kayda geçiriliyor. Plağı düşünün. Bir iğne var. Kayıt yapıyor. Nasıl plakta bir sürü çizgi var değil mi? Toplasanız metreler edecek bir ses kaydı var. Fakat plak bir bütün. Siz o iğnenin geçtiği o çizgiden, yoldan ne bir öne ne bir arkaya geçemiyorsunuz şu an içerisinde. Fakat öldüğünüzde ise o iğne kayıt yapan iğne yukarı kalkıyor. Sizde o iğne ile beraber yukarı kalktığınızı düşünün. Gördüğünüz ne? Plak. Ama nasıl bir plak? Yaşamın bütünü. Yani doğduğunuz andan itibaren bütün yaşadıklarınız size şematik olarak gözüküyor. Kayda geçmiş olarak.

İşte Peygamber Efendimiz(SAV) ne diyor? Dünya bir andır diyor ya işte bu an. Biz bu anı anlayamıyoruz neden? Üç boyutlu bir dünyada yaşıyoruz şu an. Öldüğümüz zaman başka bir idrak boyutuna geçtiğimizde onu bütün olarak göreceğiz. İşte plağın kaydolduğu şu anki an uzak mekân, iğnenin çıktığı an, bize göre gaib olan o ana şehadet olacak şahit olduğumuz için, o âlemde yakın alem oluyor. Çünkü neden? Allahi ortam orası. Şu an imtihan dünyası. Daha evvel verdiğimiz sözü-nerede olduğunu biliyorsunuz- , cahil ve zalim olarak yüklendiğimiz emaneti. Azhab’taki dersi hatırlarsak; insan emaneti yüklendi biz onu dağlara, semaya, arza teklif ettik de onlar çekildiler. Fakat insan yüklendi o emaneti. O nedir? Cahildir, zalimdir.

Geçen bir videoda “bana mı sordular gelirken?” diyor. “Benim ne sorumluluğum vardı da Allah beni cennete cehenneme atacak”. Bunun cevabı Kuran’da gizli. Araf Suresi 172’de bu emanet ayeti var. Biz hatırlamıyoruz ama biz onu yüklendik. O emaneti ver bize dedik. Hatırlıyor musunuz? Hatırlamıyorsunuz. Dün rüyada ne gördüğümüzü hatırlamıyoruz. O bilinçaltı. Bu alt bilinç, derinlerin derininde. Ama ahirete geçince, burada onu anlatıyor. Her şey hatırlanacak.  Siz hiçbir ayette şöyle bir şey duydunuz mu? “Aman ya rabbi neden böyle yapıyorsun?”. Allah’a karşı bir suçlama gördüğünüz mü? “Eyvah biz şimdi ne yapacağız”, “Aman bizi geri döndür de şöyle şöyle amel işleyelim.” Neden? Hatırlanacak. Elest meclisinde verdiğimiz söz ve o emanet denen şeyi yüklerken o an hatırlanacak.

İşte Kuran’ın faydası ne? Kuran bize bunu hatırlatıyor. iz diye başlıyor zaten o ayet de. Hatırla diye başlıyor. Hatırlamıyorsun ama ben sana hatırlatıyorum diye başlıyor. İşte Kuran şifa ve rahmet değil mi? İşte en büyük hidayet değil mi? Sadece yüzünden okuduğumuzda -yüzünden okumak bile bir şereftir Müslüman için- bunları biz nasıl idrak edeceğiz? Hâlbuki Kuran bize gösteriyor. Bakın böyle bir şeyler oldu, hatırlamıyorsunuz ama oldu, Âdem’in zürriyetinde idiniz. Ben şöyle şöyle sorduğumda şöyle cevap verdiniz. Dünyaya gönderildiğinizde de bana kulluk etmeye devam edecektiniz. Ama ben size unutturdum. Neden unutturdum? İmtihan.  İmtihanda kitabı açıyor musunuz önünüzde? Açamıyorsun, kopya olur. Herkes aynı şartlarda, herkes o an zihnindekini, kapasitesindekini yapıyor. Ama hadi zil çaldığında herkes o yaptığı ile muhatap olacak. İşte orada söz verdiği ile, kendine verilenlerle ne yapıldığı ortaya çıkacak. İşte “gâlû âmennâ” dediğinde kişi bunları idrak ediyor, yaşıyor. Ayetin devamı ise şöyle:

ve ennâ lehumut tenâvuşu(وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ) – Artık ona ulaşmak nerede? Neye ulaşmak? İman ettiği şeye?

Ve gâlû âmennâ bihi diyor ya oradaki bihi.deki hi nereye gidiyor? Birinci derecede Allah’a. Allah’a iman ettik. İkinci derecede Resulullah(SAV)’a. Çünkü o indirildiği zamandaki şartları düşünün. Üçüncüsü de yukarıda ve cael hakkı diyor ya bu hak hatırladığınız üzere bir sistemdi. Hak ile birçok şey vardır. Meğerse Allah’ın yarattığı bu sistemin hak olduğunu, kişilerin kendi kafalarında oluşturdukları sistemi ise her ne kadar dünyada iyi gözükse de bunun batıl olduğunu, aynı zamanda da Sebe Suresinin başında bahsedilen ahiret sahnelerinin hak olduğuna ne yaptılar iman ettiler. Ama diyor ki rabbim. ve ennâ, nerede demek. lehumut tenâvuşu, ona ulaşabilme, erişebilme imkânı nerde? Yok yani. Nasıl olacak manasında. Nereden?

mim mekânim beîd(مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ). Artık onlar eski bulundukları yerden uzaklaşmışlardı.

  1. ayete gelirsek:

Ve gad keferû(وَقَدْ كَفَرُوا). Bu keferu fiili mazi, yani geçmiş zaman kalıbı. Örttüler, inkâr ettiler. başına gad gelince -mışlardı anlamına geliyor. Hani Türkçedeki hikâyeli zaman var ya. Hikâyeli geçmiş zaman deniyor. -mişli oluyor. Yani gad keferû; inkar etmişlerdi, örtmüşlerdi. Bak zaten bu hikâye geldiği için sahnelerin ahirette geçtiğinin göstergesi zaten. Bi ile gelir bu. Keferu bi inkâr etmişlerdi. amene bi nin biraz zıttı. min gabl(مِنْ قَبْلُ), daha evvelden de.  Yani dünyayı, ahiretten önceki zamanı söylüyor.

ve yagzifûne bil ğaybi mim mekânim beîd(وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ) – mekânim beîd.den yani uzak bir mekandan da gayba gazefe fiili ile yapılan şeyi yapıyorlardı. Bu fiil 48.ayette de geçmişti. Gul inne rabbî yagzifu bil haggı(قُلْ اِنَّ رَبّٖى يَقْذِفُ بِالْحَقِّ).

Gul – de ki

inne rabbî – şüphesiz benim rabbim

yagzifu bil haggı. Hakkı yukarıdan aşağı doğru atar manasında.

Şimdi fiil anlaşılması zor bir fiil olduğu için değişik yerlerde kullanılıyor. Bu fiili çok araştırdım. Yukarıdan aşağıya doğru bir şeyi atmak manasına geliyor. Bakın indirmek değil. Enzele indirmek. Fakat yagzifu fırlatacak şekilde atmak. Şimdi Allah’tan olduğunda yani “ve kul cael hakkı ve zehekal batıl” diyor ya, hakkı getiriyor rabbim. Ama o getirmesi yumuşak bir şekilde değil, darbe ile. Başlarına çarpar şekilde. Biz hakkı onların dimağına atarız da onların dimağları beyinleri parçalanır diyordu. Yani öyle bir ortaya koyuş, öyle bir atış. İşte bu gazefe fiili ile ifade diliyor.

Fakat 48. Ayette Allah fail. Allah atıyor, fırlatıyor burada. Fakat 53’te fail kim? Evet inkârcılar onu atıyorlar. E şimdi nasıl olacak bu? Ama neye atıyorlar? yagzifune bil gaybi yani gayb konusunda atıp tutuyorlar. Gayba taş atıyorlar. Şimdi Allahû Teâlâ imtihan dünyası ya burası. Her şeye şahit. Ama her şeye de kadir. Ama her şeye de hem halim hem sabır sahibi. Ses çıkarmıyor. Halim esması sabır esması ile. Yani diyor eğer biz yaptıkları şey yüzünden bütün mahlûkatı cezalandıracak olsaydık peşin peşin cezalandırırdık. Yeryüzünde kimse kalmazdı debelenen diyor. Ses çıkarmıyor. Ama insanlar ne yapıyor? Hiçbir şey yokmuş gibi yaşıyorlar rahat rahat. Gayb konusunda atıp tutuyorlar. Bunu biz de yapıyoruz arkadaşlar. Yani gayba malik değiliz hiçbir ayet ve sünnet ve ilim ile de desteğimiz yok. “Hadi canım bu şöyle mi olurmuş, böyle mi olurmuş” diyoruz. Bakın gayb konusunda konuşabilirsin ama nasıl konuşabilirsin ehliyetinle konuşursun. Mihenk taşınla konuşursun. Kuran-ı Kerim var, sahih hadisler var. Zaten hadisler sahihtir de rivayet zinciri açısından söylüyorum. İlim var. Allah’ın ilmi var. Ayağını sağlam basacak değerler var. Bunlarla olduğunda gayb konusunda fikir yürütebilirsin.

Zaten Allahû Teâlâ tefekkür etmeni istiyor. Mülk Suresinde(Tebareke) ne var. Hadi bakalım çatlak bulabilecek misin bak göğe diyor. Tefekkür etmeye çağırıyor seni. Kuran hakkında tedebbür etmeye ve tederrüs etmeye ve tezekkür etmeye davet ediyor Rabbim. Ama niyetiniz halis olacak. Yani Allah’ın sistemini doğru anlayıp doğru yaşama gayretinde bunları yapacaksınız. Ama bunun dışında hiçbir bilgiye dayanmaksızın bir de kötü niyetle gayb hakkında atıp tutuğunuzda palavra atmış oluyorsunuz. Bir de suçlamış oluyorsunuz. İşte Allahû Teâlâ diyor ki o yaşarken size hiçbir müdahale yokken atıp tutuyordunuz, taş atıyordunuz, suçlamalar yapıyordunuz diyor. Uzak bir mekândan. İşte bu müteşabih ayetler konusunda da kalplerine zey bulunanlar, eğilip bükenler müteşabih hakkında tevil ederler diyor. Yani müteşabih ayetleri yorumlamayın değil oradaki. Orada şart koymuş rabbim fî gulûbihim zeyğun(فٖى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ). Kalplerinde eğrilik olanlar, yani inkârcılar.

Ben birçok kişi tanıyorum. İmanla dinle alakası yok. Fakat Kuran konusunda inanılmaz bilgili. Dini konular hakkında inanılmaz derecede bilgili. Bunu bir kısmı size ispat açısından yapıyor. Daha bilgiliyim demek için. Kibir var. Orada size karşı üstün gelme gayreti var. Fakat Allah’ın Teâlâ’nın istediği Kuran’a yaklaşma zikir. Yani öğüt alma. Yani Allah’ı hatırlamak, anmak, öğüt almak. Biz bu kuranı elbette çok çok kolaylaştırdık. Ve legad yessernel gur’âne lizzikri(وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ) – ama zikir için kolaylaştırdık. fehel mim muddekir (فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ) – ama nerde öğüt alan? Nerde yaşantısına geçecek olan? Nerde bunu tezekkür edecek olan? Böyle olduğunuzda gayb hakkında ayetler hakkında düşünebilirsiniz. Zaten Allah’ın desteği ve teşviki var burada. Amma velakin burada fail kim diye sorduğumda ne dedik inkârcılar dedik. İşte inkârcılara orada aptıklarını söylüyor. Ve gazefe fiili ile gösteriyor. Rabbim yagzifu bil hakk diyor ben hakkı atarım diyor. Onlar da diyor gayba atarlar. Nereden? Uzak mekândan. Yani bulundukları yerden fırlatıyorlar, bir şeyleri yokmuş gibi. Meydanı boş buluyorlar, yapıyorlar ama ne diyordu 51’in başında. Ve lev terâ – Ah onları bir görsen.

Biz de aynı şekilde yapıyoruz arkadaşlar. Bir ayette kâfir dendiği zaman müşrik, münafık dendiği zaman mücrim dendiği zaman önce tabi ki Allahû Teâlâ’nın özellikle işaret ettiği kesimi anlayacağız ama aynı zamanda sübhan olmadığımız için eksiksiz olmadığımız için biz de kendimize biraz getirmemiz gerekiyor bunu. Yoksa Kuran bize inmemiş olur. O yüzden biz de acaba gayb konusunda atıp tutuyor muyuz? “Hadi canım öyle şeyler olur mu diyor muyuz” diye öz eleştiri yapmakta fayda var.

  1. ayete gelelim. Rabbim bu finali müthiş yapmış:

Ve hîle(وَحٖيلَ) – set çekikmiş perde çekilmiş araya engel koyulmuş anlamına geliyor. Bu fiilin aslı hale fiili ortada vav harfi buna illet harfi deniyor. Hale fiilinin meçhulü bu, yani edilgeni. Mesela kitabı yazdım, kitap yazıldı gibi. Kitabı okudum. Kitap okundu gibi. Çocuk dövüldü gibi. Bunlara edilgen fiil deniyor. Meçhul fiil deniyor. Burada da set çekildi anlamı var. Burada Nuh As. ile oğlunun hikâyesinde Nuh As. oğlunu davet ediyor. Oğlu kaçarım kurtulurum diyor, yukarı çıkarım. Ama onların aralarına dalga girdi diyor. İşte bu hale fiili ile söyleniyor. Araya bir şey girmesi. Başka bir ayette de kişiyi Allah kişi ile kalbi arasına girer diyor. İşte bu girerde’de hale fiili var. Set çekildi manası var burada. Set çekildi? Ne ile ne arasına çekildi?

Beynehum(بَيْنَهُمْ) – onlarla

ve beyne mâ yeştehûne (وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ) – onlar ile iştah duydukları şeyler arsına perde, set çekilmiş. Bu nerde oldu? Ölüm anında. Bu Berzah denen olayın ilk aşaması. Rahman suresinde iki denizin karışmaması olayında ne vardı? Kaptan Kusto olayında. Bir tatlı su var, bir de tuzlu su var.  Arada mekanik bir engel var mı? Yok, ama bir şekilde bir engel var. İşte ona berzah deniyor. Bir ortamın bir ortama karışmasını engelleyen perdeye göremediğimiz perdeye berzah deniyor. İşte manevi bir şey o. Geçiş yok. İşte set çekildi derken de bu var. Yani kişiyi düşünün. Hepimizin ya bir yakını ölmüştür. Ölüyor o ortamda. Fakat ölü yok olmuyor. Başka bir boyuta geçiyor. Seninle onun arasında bir berzah var. Şimdi onun idrakının da olduğunu düşün. Elini falan kaldırmıyor. Bilinç olarak farklı bir dünyaya geçiyor. İşte kafayı yiyor insanlar orada. Eğer kendilerini hazır hissetmezlerse. Bakıyorlar mekânda var ama ulaşamıyor sesini ulaştıramıyor. Melekleri görüyor. Farklı bir teknolojik ortamı görüyor. Başlıyor sapıtmaya bu ne? İşte arada berzah denen bir engel var. Birinci engel bu. İkinci engel kabre konuyor ya. Kabre gömüldükten sonra rabbim öyle bir mekanizma murad etmiş. Toprak cesette, nefis dünyada kalıyor, toprak cesette kalıyor. Diğer bilinç(ruh) berzah denilen bir âleme gidiyor. Bir şekilde bekleme odası gibi. Niye oraya berzah denmiş. Orada da bir engel var. Oraya da giriş ve çıkış tehdit. Nereye kadar o? İkinci sura üfürülünceye kadar. Orada bekleniyor ruh. Bir de orada astral beden var. Astral beden rüyada dolaştığınız beden. Yani bilince verilen bir beden. Yani bizim şu bedenimiz dünya bedeni. Ceset deniyor buna. Nefsin bir bedeni var cennette olacak bir beden. Bir de kabir âleminde astral beden denilen oradaki bilince yüklenmiş, bizim göremediğimiz bir astral beden var. Astral bedende de orada bir yaşantı var. Ona da berzah deniyor. Berzah âlemi deniyor ona. Bir de ondan bahsediyor işte burada.

Ölüm hakkında İmamı Gazali kitabında şöyle bahseder: Kişinin ölüm acısında en büyük etkende dünyada iken sevdikleri ile sahip oldukları ile o bağı çok kuvvetlendirmesi. Ölürken o çok sevdiği şeylerle o bağın kopması inanılmaz acı veriyormuş ona. Ayrılık acısı. Ayrılık neden acı ile ifade edilmiş? İşte rabbim burada diyor ki iştah duymayın diyor. Sevilecek tek şey Allah’tır. Ve Allah’ın sevdikleridir. Bunun dışında dünya olarak sevdiğiniz her şey sizin hem bu dünyada iken sizin ilahınız putunuz olma tehlikesi olur Allah korusun. Hem de ölüm anında işte size böyle acı verir. Aranıza da o mecbur engel konacak. Ayrılacaksınız bir şekilde. Bir, yakın olarak karib olarak gitmek var. Bakınız karib diyor. Yakın olunca kime yakın olacaksınız. Ama siz bu dünyada imtihandasınız. Bu dünyada onu yakın olarak görmezseniz, ona yakın olma gayretinde olmazsanız bu ahirette nasıl olacak?

Hazreti Ali’nin sözü olması lazım: “Kişi bu dünyada Allah ile ne kadar müşerref olursa ahirette de onunla karşılaşacak”. Yani plak var ya iğne kayıt yapıyor. O bir şekilde o kayıt bittiğinde ne yaptıysan o. Sonra ne deniyordu? İkra kitabek. Oku bakalım kitabını. Aslında senin yazdığın defter o. Bitince kitap oluyor. Sen yazıyorsun. Eline kalem veriliyor. Allah’ın kader inancı ekseninde Allah’ın kontrolünde Allah’ın kuralları çevresinde sen cüzi iradeni kullanarak tercihlerini yapıyorsun. İşte burada Allah’ı mı daha çok seveceksin, Allah’ın yarattıklarını mı? İşte bunun gibi şeylerle ne yapıyorsan bunu değerlendireceksin.

Kitabı, plağı veriyorlar sana. 1400 yıl evvel yaşayan kişiler belki hayatlarında kitap bile görmediler. Kuran ayetleri neyin üzerine yazıldı? Derilerin develerin leğen kemiği üzerine yazılmıştır. Yani o biz rahat çöplere atıyoruz. Yazılı bir şey yok. Bugün Afrika’da da bile öyle. Tahtalara yazıyorlarmış Kuran’ı. Sonra zımpara taşı ile zımparalıyorlarmış, sonra kömürle tekrar yazıyorlarmış. Şimdi bir vakfın kampanyası var. 12 liradan Kuran gönderiyor o ülkelere. Ya da kuma yazı yazıyorlarmış. Bitince siliyorlar. Öyle yazılı bir kitap yok. Ama ayetlerde kitabını oku diyor.  Şimdi de o devir insanları CDyi nereden bilsin? DVDyi nereden bilsin? Hafıza kartını nereden bilsin? Ve bizim şu an daha erişemediğimiz kayıt mekanizmaları nereden bilsin? Ama işte o kitap. Yazılmış bir şey yani. İşte o dünyadaki o plak da senin koluna verebilir. Biz onların kuşlarını boyunlarına asarız diyor bir ayette. İşte o belki de bizim yaptığımız ameller boynumuza asılacak bir kolyede bir kuş şeklinde tasavvur, tasvir edilecek. Ona bakıldığında kişinin ne yaptığı, hangi kategoride olduğu anlaşılacak. Bugün bile insanlar yüzüklerinde, kolyelerinde, broşlarında bir şeyleri anlatmıyorlar mı?

Daha dünya mekanizması ile böyle. Ahiret teknolojisi ile neler olacak? Ahiret teknolojisi. Sebe suresi zaten ilk ayetlerinde bunu görmüştük. Ahirette yani ölüm ve sonrasında ölüm anı, kabir âlemi, berzah âlemi, sura üfürülüş, ikinci üfürülüşün ve kalkıştan sonraki âlemlerin hepsini bir ahiret olarak düşünün. Orada nasıl bir teknoloji ile karşılaşılacağını bir düşünün.

Sebe Suresinin ilk ayetine bakalım:

Elhamdu lillâhillezî lehû mâ fis semâvâti ve mâ fil ardı ve lehul hamdu fil âhırah, ve huvel hakîmul habîr

(اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى الْاٰخِرَةِ وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ)

Bir kere hamd Allah’a mahsustur diyor. Öyle başlıyor. Göklerde ve yerde ne varsa onundur. ve lehul hamdu fil âhırah. Ahirette de hamd ona mahsustur. Yani bırakın bu dünyayı ahirette de. ve huvel hakîmul habîr – O habirdir. Habir ne demek? Her şeyden sürekli olarak haberinin olması. Ama nasıl? Hâkim, hikmetleri ile en ince detayları ile. Hani yukarıda dedik ya. İnnehu semiul karib dedik ya. Öyle yakin olarak işitir. Bu da o haliyle. Ne diyecekler insanlar ahiret sahnesinde dirilince? “Aman ya rabbi nasıl bir teknoloji bu. Hamd sana mahsus”. Otomatikman övecekler. Ve işte hakimul habir. “Ya nasıl bir şey bu, gizli saklı her şeyi yazmış” demiyor mu insanlar. İkra kitabek – kitabını oku dediğinde. Yere gireni de bilir, ondan çıkanı da, semaya ineni de, semaya yükselen şeyi de bilir. O; rahimdir, gafurdur. Ama kime rahim? Mümine rahim. Mümine gafur. Müminin şeyini örtüyor. Örtmediği şey karşımıza geliyor arkadaşlar. İşte tövbe ve mağfiret talebi burada. Daha plak kayıt yaparken. Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Yaptığımız ve potansiyeline sahip olduğumuz şeylere tövbe ettiğimiz takdirde samimi bir şekilde Allah getirmiyor o sahneleri oraya. Mağfiret o miğfer var ya kafaya geçirilen miğfer aynı kökten muhafaza ediyor yani seni. Günahlarını örtüyor. Setrediyor, seni rezil etmiyor. Bak ne diyor sonda:

Küfredenler bize kıyamet gelmez dedi. De ki hayır gaybı bilen Rabbim mutlaka onu size getirecektir, onun ilminden hiçbir şey kaçmaz. Semalarda ve arzda zerre miktarı da olsa bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa muhakkak açık bir kitaptadır. Görüyor musunuz bu üç ayet nasıl açıklıyor Sebenin sonunu. Rabbim sureye başlamış, en sonunda da bunu açıklayarak müthiş bir prodüksiyon yapmış. Müthiş bir sunum. Âlemlerin rabbi olan Allah’ın kitabının bir suresi bu. Ve bizim algıladığımız kadarıyla. İnce ince kelimeleri nasıl rabbim nakşetmiş. Fatır Suresinde göreceğiz nasıl incelikleriyle donatmış.

kemâ fuıle bieşyâıhim min gabl(كَمَا فُعِلَ بِاَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُ). Bunu ilk okuduğumda ben eşyaimi eşyahim olarak gördüm oradaki aynı elif diye gördüm. Bir mealde de maalesef bunu şey olarak şeyin çoğu olan eşya olarak göstermiş. Hata yapmış. Ben de ona bir bakmıştım. Buradaki eşya şiaları demek. Şia ne demekti? Aynı görüşü paylaşan kişilerin oluşturduğu topluluk. Şia. Bunun çoğulu eşya. Ama sonunda ayn var eşyağ. I var ayn var. Maalesef bir meal orada elifle göstermiş hemze olarak göstermiş. Eşyaihim diye göstermiş. Ben de ona baktım. Onu bir uyarmak lazım. Bizim Arapça hocamız kökü şia dedi. Manası değişiyor.

kemâ fuıle – yapıldığı gibi. Fuile de orada meçhul. Yapıldı. Bieşyâıhim – onun arkadaşlarına yoldaşlarına. Ne zaman?

Min kablü – daha evvelden onların arkadaşlarına yapıldığı gibi. Yani onlardan evvel ahirete gidenlere ölenlere de aynı muamele yapıldı. Onlar da orada.

innehum kânû fî şekkim murîb(اِنَّهُمْ كَانُوا فٖى شَكٍّ مُرٖيبٍ) – şüphesiz onlar idiler. Ne içinde? Fî şekki murîb. Şek içinde idiler. Şek şüphe olarak açıklanıyor. Murib – raybe kelimesi. Bakara suresinde de geçiyordu bu kelime zalikel kitabülaraybe fih. La raybe. Buna da şüphe demişler. Üç şeye şüphe denmiş Türkçede. Kuranda geçen şüphe olarak reib rayb. Bunların farkları şunlardır: şüphenin kökünde ne var? Hangi üç harf var? Şe be he. Teşbih benzetme bir şeyin bir şeye benzemesi. Teşbih sanatı vardır. Müteşabih ayetler. Benzer ayetler. Şimdi bir şeyin bir şeye benzemesi ile şüphenin ne alakası var? Benzerliğinde dolayı karıştırıyorsun. Karıştırma tehlike yapar. Tereddüt ediyorsun. İltibas deniyor buna. İltibas kelimesinde de libas var elbise. Bir şeyin kıyafetini değiştirerek gizlenmesi manasına geliyor. Yani emin olamıyorsun. Bakıyorsun. Ya bu elbisesi ile gizlenişi de hakikat mi değil mi? Doğru mu değil mi? Ya şu adam mı değil mi? Benziyor. Emin olamıyorsun. Neyin var şüphen var birinci şüphe bu. İkincisi şek. Şekin kökü: Mesela bir ekmek düşünün bıçağı aldık şöyle bir kestik ya. İkiye ayırdık ya. İçerisine mesela peynir koyacağız. Bir şey koymak için ikiye açma fiiline şek deniyormuş. Bunun ne alakası var şüphe ile? Yardığımda iki tane birbirine eşit kısım çıkıyor ya. İşte yüzde 50 yüzde 50. Karar veremiyorsun. Şunu mu tercih edeyim bunu mu tercih edeyim diye. Tereddütte kalıyorsun yine. İşte bu da yine şüphe oluyor. Bu ilmi hakikatlerde de adam karar veremiyormuş. Şunu mu yapsam şunu mu yapsam diye. Yüzde 50’den biraz yukarı çıkınca zan oluyormuş. Yüzde yüz olduğunda ise hakikat oluyor. Ya da yakin oluyor. Bir şeyde şüphe ve şekkin olmama durumu yakin imiş. Yani şüphelenmiyorsun. Yalnız yakine sen gidemezsin. Yakin gelir.

Rabbine itaat et, yakin gelinceye kadar. Yakin Allah tarafından verilir. Sen şek ve şüphelerini gidererek Allah’a tereddüt olmaksızın bir iman boyutuna gittiğin zaman Allah sana yakin verir. Ve o zaman tereddütsüz, şüphesiz iman edersin. İşte Allahû Teâlâ’da burada şekkim murîb derken raybe olmayan. Raybe şöyle, onu da açıklıyım. Duygusal şüpheye rayb deniyormuş. Yani, seni kuşkulandıran huzursuz eden bir ruh hali var ya. Bu. Böyle yapan bir şek içindeydiler diyor. Yani karar veremediler hak olmaya fakat bu da onları huzursuz etti. Ve orada bir mürid ifadesi,  ismi fail de var. Edilgen bu. Başkasını da tereddütte düşüren kendisini de tereddütte düşüren bir şüphe içindeydi. Bu da ahirete iman etmesini engelledi. Ve bu da işte bir görsen onları telaşlandıkları zaman denilen konuma düşürdü.

Demek ki bize düşen, içimizde şüphe ve tereddüt olmadan Allaha tereddütsüz iman içerisinde gayret içerisinde olmak ve Allah’ta bunu bize inşallah yakini ile el mümin esması ile destekleyecek ki ahirette ilerde karşılaşacak olduğumuz ve aman ya Rabbi nasıl bir sistem diyeceğimiz bir sisteme daha güvenli daha emin daha ümitkâr daha reca içinde çıkmamızı sağlayacak. Çünkü Allah semiul garîb, bize yakın. Eğer biz de onun mahlûkatına iştah değil de o sevgi ve hububiyeti Allah’a yönlendirirsek. Çünkü “Ben gizli bir hazineydim bilinmeyi murad eyledim” diyor Allah. Bilinmeyi muhabbet ettim. Ve mahlukatı halk ettim bilinmek için. Ama orada kitaplarda ne geçiyor istedim. İstedim değil. Muhabbet duydum da istedim. O zaman biz de muhabbeti kime duyacağız arkadaşlar? Allah’a duyacağız. İşte böyle olduğumuz takdirde Allah’a yakınlık olacak. Allah da bize yakınlık olacak biz de inşallah ahirette. Daha ümit var şekilde haşrolunacağız. Allah bize bunlardan olmayı nasip etsin inşallah.

Sadakallahülazim.

SEBE (33. SOHBET)51-54.Ayetler

NOT:SES KAYDINDAKİ GÜRÜLTÜLÜ ARKA FON SESLERİ İÇİN ÖZÜR DİLERİZ.
ANA KAYITTAKİ BAZI PROBLEMLER NEDENİYLE YEDEK SES KAYDI YAYINLANMIŞTIR.

KONUNUN DAHA İYİ ANLAŞILABİLMESİ İÇİN BİR SONRAKİ HAFTA AYNI SOHBET TEKRAR YAPILMIŞTIR .

SEBE 34. SOHBETİ DİNLEMENİZ TAVSİYE OLUNUR


 


SOHBETİ MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN :

https://yadi.sk/d/lscWwOu3mFkCC


51-)وَلَوْ تَرٰى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ

Bir görsen onları korku ve telaşa düştüklerinde! Artık kaçış, kurtuluş yok! Çok yakın bir yerden yakalanmışlardır.

52-)وَقَالُوا اٰمَنَّا بِهٖ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

“Ona inandık!” dediler. Ama nasıl mümkün olur onlar için imana ulaşmak o uzak yerden!

53-)وَقَدْ كَفَرُوا بِهٖ مِنْ قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

Halbuki daha önce onu (hakkı) inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.

54-)وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِم مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُّرِيبٍ

Artık kendileriyle, iştahla arzuladıkları şey arasına engel konmuştur. Tıpkı daha önce yoldaşlarına yapıldığı gibi. Gerçek şu ki onlar, tutarsızlığa iten bir kuşku içindeydiler.

1. ve hîle : ve ayrıldı, set çekildi
2. beyne-hum : onların arasına
3. ve beyne : ve arasına
4. mâ yeştehûne : istek duydukları şeyler
5. kemâ : gibi
6. fuile : yapıldı
7. bi eşyâı-him : onların şeyleri
8. min kablu : önceden
9. inne-hum : muhakkak ki onlar
10. kânû : oldular, idiler
11. : içinde
12. şekkin : şüphe
13. murîbin : kuşku veren, endişe veren

 

SEBE (32.Sohbet) 50.ayet#


SOHBETİ DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN :

https://yadi.sk/d/bw5ep5hzm2kod


قُلْ إِن ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي وَإِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ

Kul in dalaltu fe innemâ edıllu alâ nefsî, ve in ihtedeytu fe bimâ yûhî ileyye rabbî, innehu semîun karîb.

1. kul : de
2. in : eğer
3. dalaltu : dalâlette olursam
4. fe : o zaman, o taktirde
5. innemâ : ancak, sadece
6. edıllu : sapmış olurum
7. alâ : üzerine
8. nefsî : kendi nefsim
9. ve in : ve eğer
10 ihtedeytu : hidayete erdirildim
11 fe : o zaman, o taktirde
12 bimâ : sebebiyle
13 yûhî : vahyedillir
14 ileyye : bana
15 rabbî : benim Rabbim
16 inne-hu : muhakkak o
17 semîun : en iyi işitendir
18 karîbun : en yakın olandır

 

 De ki: “Eğer dalâlette olursam, o zaman sadece kendi nefsim üzerine (sebebiyle) olurum. Eğer hidayete erdirilirsem, o taktirde bu Rabbimin bana vahyi sebebiyledir. Muhakkak ki O; en iyi işiten ve en yakın olandır.”


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Sebe Suresi 50. Ayet

Sebe Suresine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Geçen hafta ve geçen seneki son sohbette hak geldi batıl zail oldu ayetinin değişik açıklamaları ile hak sistemi açıklamaya çalışmıştık. BUGÜNKÜ AYETE GEÇMEDEN EVVEL GEÇEN HAFTAKİ HAK KONUSU ÜZERİNDE BİRAZ DAHA DURMAK İSTİYORUM.

Hak geniş bir kavram, örtücü genişleyen bir kavram.Hakkın birçok açıklaması var .Geçen hafta sadece Hakkın “sistem ” üzerine izahatına çalışmıştık. . Sistem olarak hakkı izah etmeye çalışmıştık. Bir iki cümle ile orayı geçiştireceğim. Çünkü 50. ayet ile bağlantısı var.

Şimdi hak kelimesinin kökeni Arapçada bir şeyin bir şeyle uyumlu olması demektir. Misal olarak kapının menteşesinin yuvasına uygun olmasına hak oldu deniyor. Tevafuk etti, uyum sağladı, buna uygun oldu manasında. Şimdi Arapçada bir kelimenin derinlerindeki manası ile ıstılahati, kullanımsal, terimsel manasının muhakkak bir alakası vardır. Buradaki alaka nerede? Bir şeyin bir şeye uygun olması ne demek? En genelinden en yukarısından düşündüğümüzde, Allahû Teâlâ’nın yarattığı  sistemin, o sistemi yaratma muradı ilahisine uygun olması anlamına gelir. Yani Allahû Teâlâ bir şeyi murad ediyor. Biz onu hadisi kutsiden biliyoruz ki; “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim, mahlûku yarattım”. Murad bu. Buna uygun bir sitem yaratılacak. Yani kâinatın her aşamasının işleyen bir sistemi olacak. Bu da en baştaki murada uygun olacak.İşte bu işleyen sitemin adı hak. Yani her şeyin fıtrata uygun olarak yaratılması gerekiyor. Hz. İbrahim in dediği “fâtırıs semâvâti vel ard(فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ)”.” Her şeyi fıtrat üzerine yaratan rabb” İşte bu.   Fıtrat ne oluyor? Yaratılış muradı. Yani ayeti kerimede ne deniyor?

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

(وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ) (Zariyat 56.)

İşte bu yaradılış sitemindeki – özellikle cinlerin ve insanların – yaratılış sistemi fıtrat. Amaca uygun. Kulluk etme amacına uygun. Bunu bütün  komple sistem olarak düşünün. Arz ve semavat olarak düşünün, bu işleyen sistemin ismi de hak. Bir şeyin doğru geçerli olabilmesi için, yani günümüz ifadesi ile hak olabilmesi için bu hak sistemle örtüşmesi gerekiyor.

Mâliki yevmid dîn (مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ)  “din günü” derken.; bugünün ‘kişinin dini’ ile ‘Allah’ın dininin’ nekadar örüştüğünün görüleceği, analiz edileceği, hesabının edileceği gün demiştik ya , yaşarken de ‘kişilerin doğrularına’ doğru denebilmesi için Allah’ın bu hak sitemi ile örtüşmesi gerekiyor. <ş

Bu hak sistemin varlık sebebi de mülkiyete dayanıyor. Ne demek bu?

Bir kişi mülke sahip ise hakka da sahip demektir. Mesela kullanım hakkı diyoruz. Bir şeyin mülkiyeti. Yani asıl malik olan Allah’tır. Bu da onun sistemidir. Allah’ın da bu hak sitemi üzerinde hakkı vardır. Tüm mahlûkatı üzerinde hakkı vardır. Bu öyle bir hak sistem ki insanlarda hatta hayvanlarda hatta eşyalarda bile bu hakkın tecellisini görüyoruz ki şöyle annelik hakkı, babalık hakkı mesela. Yani bulunduğu Allah’ın verdiği pozisyona ve mülkiyete göre. Mülkiyet sadece mal sahibi olmak demek değildir, yönetim sahibi olmak demektir aynı zamanda. Melik oradan gelir. Çocukları üzerinde hakkı vardır demektir. Bırakın onu bir şeye sahip olmakla beraber de hak sahibi olunur. Davranışsal olarak bile hak var ki hakkını helal et denilen mesele o. Neyin hakkı bu? Mülkiyet hakkı hem davranışsal hem de mülkiyet hakkı olarak. Dolayısıyla o kadar geniş bir yayılım alanı bulmuş. İşte bu hak sisteme göre de sizin düşüncelerinizle elde ettiğiniz şeyler, sizin istihkakınız oluyor. Bunun sonucunda alacağınız ceza ve ödül de sizin müstahakınız oluyor.

Allahû Teâlâ’nın el-Âlim esması her şeyde ilk günden itibaren tecelli eder. Hak sistemi de bir formüle dayanarak halk edildi. İşte buna uygun davranılması da Allah’ın hakkı. İşte biz bu sistem üzerine yaşıyoruz ve de ona göre nasıl davranışlarda bulunacağımızı da öbür tarafta göreceğiz. İşte 50. ayet de bunun devamı olarak gelmiş.

Gul (قُلْ)- de ki

in (اِنْ)- şayet

daleltu(ضَلَلْتُ) – eğer dalalete düşersem ya da saparsam

feinnemâ edıllu alâ nefsî (فَاِنَّمَا اَضِلُّ عَلٰى نَفْسٖى) – bu ancak kendimin nefsi üzerine sapıtmış olmamdandır.

Yani kendi namıma, kendi nefsim adına sapmış olurum.

Devamında ise;

ve inihtedeytu (وَاِنِ اهْتَدَيْتُ)– eğer ben de hidayet üzerine olursam

febimâ yûhî ileyye rabbî (فَبِمَا يُوحٖى اِلَیَّ رَبّٖى)– bu da benim ancak bana rabbimin vahyi sayesindedir

innehû semîun garîb (اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)– o semidir, gariptir(yakındır)

Neden bu ayet yukarıdaki hak ile ilgili ayetin arkasına gelmiş. Çünkü hakkı Allahû Teâlâ sıratı müstakim ile ilişkilendiriyor. Hani Fatiha Suresindeki sıratı müstakimdeki gibi, ayağa kaldıran yol. Dosdoğru yol manasındaki. Hicr suresinde idi galiba, bana getiren yol benim üzerime olan yol. İşte de ki: Eğer ben saparsam… Bu sapmak neyden sapmak? Hidayetten sapmak. Fatiha suresinin son kısmını işlerken şöyle demiştik. Aslında iki tane yol yok. Bir tane doğru var. Öbürü yol bile değil. Eğer bedel olarak alırsam. İki tane yol var. Ya şu yol. Ya da şu yol. Birincisi Allahû Teâlâ’nın sıratı müstakim yolu. İkincisi ise diğerleri. Diğerleri de ikiye ayrılmış durumda. mağdûbi aleyhim(مَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ) kendilerine gazap etmiş olanlar ve bir de sapanlar. Bence bu bile değil.

Arazi düşünün bir demiryolu var ortadan geçen bir de arazi var. Arazi yol mudur? Değildir. Bunu işte yukarıdaki 49.ayette görmüştük. Cael hakku – hak geldi. Hak sistem geldi. ve mâ yubdiul bâtılu ve mâ yuîd- diğerleri ise sistem bile değil diyor Rabbim. Çünkü sistem olabilmesi için bir şeyi başlatması lazım ve de onu tekrar edip geri döndürebilmesi lazım. E diyor batıl bunu yapamaz ki. Yani sistem bile değil demek istiyor.

Sırat olarak değerlendirirsek bir tane yol var. Diğerleri yol bile değil. İnceliği görüyor musunuz? O zaman sanki şöyle olurdu. Şöyle bir yanlış anlayışla endeksleyerek söyleyeyim. Bir ara kendi aramızda konuşurken şöyle demiştik: Acaba kafalarda yanlış mı düşünüyorlar? Sanki şeytan Allah’ın düşmanıymış gibi bir algı var. Böyle bir şey yok ama ifade ederken buna benzer şeyler var. Sanki şeytan Allah’ın düşmanı. Hayır şeytan insanın, Müslümanın düşmanı. Allah’ın bir muhatabı onunla olmaz. Şirk olur çünkü. Ancak şöyle olur. Bir rahmani var bir de şeytani var. Ama bu hiçbir zaman Allah’ın muhatabı olan bir düşmanlık değil bizim muhatabımız olan bir düşmanlık. Dolayısıyla bir tek Allah’ın sıratı var. Bir de diğer arazi var. Yol bile değil o. İşte buradaki daleltü dediğindeki sapmak bu. Yani sıratı müstakimin içerisindesin, tren değil de otoban olarak misal verelim. Ve o yolda araba kullanıyorsun. Senin o yoldan çıkacak şekilde sağa ya da sola direksiyonu kırman dalalet oluyor. O yol sağdaki ve soldaki çizgiler doğrultusunda gittiğinde ki bu hak yol yani şeriat. Sistemin ismini şeriat olarak adlandırırsak o yolun çevresinde gitmek, düzgün gitmek oluyor. Bunun dışındaki her şey dalalet. Doğru yoldan sapmak dalalet. Allah’ın verdiği doğrular var, onun dışındaki her şey dalalet. Yoksa dalalet bir sistemin ismi değil. Eğer in daleltü- ben saparsam feinnemâ edıllu alâ nefsî – nefsimin üzerine sapmış olurum. Ayeti kerimede şöyle geçiyor. Nisa 79’da:

Mâ esâbeke min hasenetin feminallâh, ve mâ esâbeke min seyyietin femin nefsik

(مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ)

Sana ne isabet ederse iyilikten, o ancak Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse kendindendir ya da kendi nefsindendir. Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse nefsindendir. Bakın bu Allah’a karşı olan bilinçli ya da bilinçsiz ithamlardan kendinizi korur. Allaha hiçbir zarar gelmez de kendinizi ithamlardan korur. Kader inancının temel ayetlerinden biri budur. Bu ne manaya geliyor? Ancak ben kendi namıma sapmış olurum denilen kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Şu var. Allah saptırmaz. Kişi kendi sapar. Meallere dikkat ederseniz Allah’ın saptırdığı der. Allah saptırmaz. Allah kullarına karşı rahmet sahibidir. Bütün iyilik ve güzellikleri halk eder. Sana iyi ne isabet ederse Allah’tandır ama kötü olarak sana ne isabet ederse bu senin nefsindendir. Allah saptırmaz. Allah rahmandır. Kişi kendi sapar.

Maide de buna benzer bir ayet var. Maide 105. Ayet:

Yâ eyyuhellezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yedurrukum men dalle izehtedeytum

(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ)

Yâ eyyuhellezîne âmenû(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا) – ey iman edenler.

aleykum enfusekum (عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ) – siz kendinize bakın, kendinizle ilgilenin, nefisinizle ilgilenin, nefsinize bakın manası da var. Bir de sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu var.

lâ yedurrukum (لَا يَضُرُّكُمْ) – size zarar veremezler. Kim?

men dalle (مَنْ ضَلَّ) – dalalette olalar size zarar veremezler

izehtedeytum (اِذَا اهْتَدَيْتُمْ) – siz hidayette olduğunuz sürece.

Ey iman edenler size dalalette olanlar zarar veremezler. E vermiyorlar mı bugün? Veriyorlar. Bir sürü zarar veriyorlar. Ama Allah veremez diyor. Haşa yalan mı söylüyor? Zarar veremez diyor ama zarar veriyorlar. Ama şartını koymuş rabbim orada. Biz şöyle olduğumuz müddetçe şartlar orda ehtedeytu – hidayet üzere olduğunuz sürece. Demek ki biz hidayet üzerine olmadığımız her an dalalette olanların zarar vermesi ile karşı karşıyayız. Kabahat bizde. Yani nefsimizde. Peki, ne yapacağız? Formülü orada var. aleykum enfusekum – sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu vardır kenziniz ile ilgilenin.

Şam ya da Bağdat taraflarına zalim bir hükümdar geliyor. Asıyor, kesiyor birçok kişiyi. Bana bir alim çağırın diyor. Âlim geliyor. Hiçbir âlim gitmek istemiyor oraya. Neden? Gittiğinde asacak kesecek. Sonunda bir âlim tamam diyor ben giderim diyor. Ama zayıf ve çelimsiz biriymiş. Giderim ama bir şartla; bana bir deve, bir tane keçi, bir tane de horoz vereceksiniz. Temin edip veriyorlar. O zalim kral bir bakıyor karşısında zayıf, çelimsiz, sakalsız birisi. Seni mi gönderdiler diyor. Pek beğenmiyor. Diyor ki eğer iri cüsseli birini arıyorsan deve getirdim dışarda. Eğer sakallı birini arıyorsan keçi getirdim diyor. Eğer diyor gür sesli birini arıyorsan horoz getirdim sana diyor. Onun büyüklüğünü anlıyor ve soruyor. Peki, sizi büyük bir İslam topluluğu idiniz neden ben buraya geldim de sizleri yenebiliyorum diyor. Efendim diyor biz İslamiyet’i doğru anlayamadık. Allah belirli bir şey ikram ettikten sonra biz kendi nefsimizin derdine, rahatına düştük. Bu ilmi faaliyetleri, kendimizle ilgili ve başkasıyla ilgili cihadı terk ettik. Allah da sizi musallat etti diyor. Peki diyor bundan kurtuluş nedir. Eğer biz kendi kendimize düzelirsek senin gücün ne ki bize yetecek? Silinip gidersin.

Yani aslında bu ayeti söylüyor. Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzere olduğunuz sürece hiçbir kimse(dalalette olanlar) size zarar veremez. Şimdi bugün İslam âleminin geldiği durumu düşünün. Bunun sebebini biz İsrail’de, Amerika’da, Rusya’da arıyoruz ama Allahû Teâlâ gerçek sebebini gösteriyor. Kendinize bakın diyor. İşte burada diyor ki ayette: bunu da resulüne diyor: Eğer ben dalalete saparsam ben kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Orada da iki tane ala var. Ala nefsi diyor ala harfi ceri var edatı var. Bakın Maide 105deki ayete bakarsak da burada ne diyor. aleykum enfusekum. İlkinde ala en –nefislerinizin üzerinde vardır burada da aleykum enfusekum – nefsimin üzerinedir diyor. Ala nefsi meallerde atlanmış. Ama burada ala harfi cerini Rabbim boşu boşuna kullanmamış. Diğer ayetlere baktığımızda ala ile irtibat kurulabiliyor. Aleykum enfusekum –sizin üzerinize vardır. Ne vardır? Sorumluluk vardır. İşte burada da nefsin üzerine. Bakın maalesef meallerde nefis kelimesi sadece şahıs olarak kullanılmış. Ben bunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım nedeni de şuymuş: nefis hem kişi hem şahsiyet, öz ben anlamına gelir. Hem de kişinin nefsi kötülüğü emreden nefsi emaresinden deki nefistir demi bu. Fakat meallerde ikiye ayırmışlar. Şöyle:

Maalesef biz İslam’ı hep bir zannediyoruz da değil. Aynı şey Kuran’la ilgilenen âlimler arasında da olmuş maalesef. Âlimler ikiye ayrılmışlar. Kelamcılar ve tasavvufçular diye. Tasavvufçu tefsircilerinkine diğerleri itibar etmemiş. Kelamcıların tefsirine diğerleri itibar etmemiş. Bunun en fazla ayrımlarından biri bu nefis kelimesi. Şimdi nefis terbiyesi var tasavvufta. Dolaysıyla tasavvufçular haklı olarak nefis kelimesinin geçtiği yerlerde terbiye edilmesi gereken Allah’ın sistemi içerisinee koymuş olduğu nefsi almışlar çünkü faydalanması gerekiyor. Diğer grup da sırf onlardan olmamak onlara muhalefet için nefis kelimesin öz şahıs, benlik, karakter, kişi anlamında almışlar. Fakat bu bir yerde büyük bir hata vermiş. Musa Aleyhisselamla ilgili bir hikâye var. Kavmi ile Kızıldeniz’i geçerken deniz yarıldıktan sonra firavunun zulmünden kurtuluyor. Bir alana geliyorlar. Rahat ve güvenli bir alan. Siz burada kalın diyor. Ben rabbimle konuşmaya gideceğim diyor. Belli bir müddet sonra geri geliyor. Tevrat’ın yazılı levhaları, on emir ile geliyor. Geldiğinde bakıyor ki Samiri denen bir kişinin etkisi ile altından bir buzağı heykeli yapılmış ve insanlar o buzağı heykeline tapıyorlar. Neler atlatmışlar? neler olmuş? Bunun üzerine olan sahneler var. Ora ile ilgili bir ayet var. Ayette diyor ki: Nefislerinizi öldürün. Şimdi burada duruyorlar kelamcılar, tasavvufi açıklamaya karşı olanlar. Burada tasavvufi nefis olduğunu kabul etseler onlara karşı ödün vermiş olacaklar. Burada kişi anlamında. Şimdi kişi anlamında olunca birbirilerinizi öldürün manasına geliyor. E şimdi öbür türlü olsa da olmayacak. Hemen İsrailiyat, hemen Tevrat’ın açıklamalarında ne var karıştırılmaya gidiliyor. Bakıyorlar ki bir hikâye var Tevrat’ın nüshalarında. Tahrif edilmiş Tevrat’ı izah ederken kullandıkları hikâyelerde şöyle bir bölüm var. Allahû Teâlâ güya onları ceza olarak karanlıkta hepsinin eline bir bıçak veriyor ve rastgele sallıyorlar. Ve bu sayede bir rivayete göre 3000 kişinin öldüğü söyleniyor. Ve bunu maalesef tefsir kitaplarına geçirmişler. Böyle saçma bir şey tefsir kitaplarına geçmiş neden çünkü temelinde, niyette hata var. İlla nefis demeyecek ya ona illa tasavvufçuların kullandığı şekilde kullanmayacak ya. Kişi diyecek, kişi deyince delil bulacak maalesef delalette olanların delilleri bulunuyor ve geçiştiriliyor. İşte o yüzden arkadaşlar bir gruba ait olmamak gerekiyor. Hani hanif konusunda işlemiştik Rum suresi 32. Ayetinde: Onlar dinlerini fırka fırka ettiler, parçalara ayırdılar, şialara böldüler, her hizip kendindeki ile ferahlanmaktadır.

Biz zannediyoruz ki bu ayet Yahudilere inmiş. Ve onun bir öncesinde ise müşriklere ikaz var. Yani tefsirci bile olsan o ayetin şeyinden çıkmıyorsun eğer illa bir grubun savunuculuğunu yaparsan böyle saçma sonuçlara da gidebiliyor. İşte burada ala nefsi dediği yer bütün meallerin çoğunda kendi namıma sapmış olurum diyor. Doğru. Hem nefsi kişi, benlik olarak alacağız. Hem de Allahû Teâlâ’nın bizim sitemimizin içerisine koyduğu nefis olarak alacağız. Birini diğerine tercih etmeyeceğiz. Kuran-ı kerim öyle mucizevi bir kitap ki her daldan, her alandan, hem dikey hem yatay boyuttan izahatı var ki her şeyi kapsamış bir kitap. O yüzden burada kendi namıma sapmış olurumda da bir mana var. Ama kendi nefsim adına da sapmış olurum anlamı var.

İsmaik Hakı Bursevi’nin Ruhul Beyan tefsirini okumanızı şiddetle tavsiye ederim. İsmail Hakkı Bursevi Peygamber efendimiz(sav) i rüyasında görüyor. Peygamber efendimiz:

-Ümmetim için bir tefsir yaz, diyor.

Ve yıllarca Bursa Ulu Camiinden vaazlar veriyor ama önceden hazırladığı tefsir üzerine vaazlar. Ve bu vaazlar kitap haline getirilerek basılıyor. Erkam Yayınlarından çıkan tefsiri hala piyasada mevcuttur.

Orada bu ayetle ilgili şöyle bir ifade var: Bir başkası bir insanı saptıramaz. Kişi sapar.

Bu ayete özgü bir ifade. Bir kişi başka birini saptıramaz. Kişi sapar. Zaten Kuranın genelinde de bununla ilgili ayetler var. İşte “sizi taptıklarınızı gösterin diyor. Onları gösteriyor rabbim. Bizim onların üzerinde bir hâkimiyetimiz yoktur ki diyor. Onlar gerçekte bize de tapmıyorlardı diyor. Yani başkası değil kişi kendi kendine sapıyor. Bırakın Allah saptırmaz kişi sapar meselesini, bu ayete göre kişi bir başka şahıs insan bile saptırmıyor. Şeytan dahi saptırmıyor. Allah saptırıyor zannediliyor haşa. Ve altında şeytan saptırır zannediliyor. Hayır.

Allahû Teâla Hicr Suresinde ne diyor: Bak o şeytanın iddiası. Şeytanın iddiası Hicr suresindeki özellikle. Ben hepsini saptıracağım senin muhlis kulların hariç. Biz yiyoruz bunu. Bakın Kurandaki her ifade Allah’ın ifadesi değildir. Gale denilen şeyler iki nokta üst üstedir. Yani şeytanın ifadesi de var. Dikkatli olmamız gerekiyor. Ne diyor ben hepsini saptıracağım senin ihlaslı kulların müstesna diyor. Allahû Teâlâ diyor ki hayır. Senin onların üzerinde bir sultan yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu ne demek burada? Şeytan saptıramaz. İnsan sapar. Allahû Teâlâ orada bizim savunmamızı yapıyor. Birçok meal ve tefsirlerde bu ayet farklı yorumlanmış. Sanki şeytan saptırıyor da insan sapıyor gibi.

Bugün bir arkadaş uyardı bizi mealler konusunda. O dedi: Yemeyin dedi. O şeytanın iddiası. Ben saptırırım diyor. Muhlis kulların farklı. Allahû Teâlâ da bizim savunmamızı yapıyor. İddianın reddiyesi var orda. Senin hiçbir sultan, hükmün yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu bile değil.

Ruhul Beyanda kişi bile bir kimseyi saptıramaz diyor. Kişi kendi sapar. Bakın Hz. Âdem’in Allah’ın affına mazhar olmasının sebebi suçu kendi nefsinin üzerine almasıdır. Ben nefsime zulmettim diyor. Hata bakımından Kuranda benzer kelimeler geçiyor. Şeytan ile Hz. Âdemin yaptığı hata aynı kategoride değerlendiriliyor. Asa diyor isyan etti. Farkı nedir? Hz. Âdemin kurtulmasının sebebi ben nefsime zulmettim diyerek tövbe etmesi. Eğer tövbe etmese idi geriye dönüş imkânı bile olmayacaktı. Yeryüzüne indirilecekti şeytan ile aynı konumda belli bir müddet yaşayacaktı sonrasını bilmiyoruz. O yüzden arkadaşlar aleykum enfusekum diyor ya maide 105’te. Kişi bütün hayırların bütün iyi şeylerin Allahtan olduğunu, başına isabet eden kötü şeylerin de kendi nefsinin üzerinde olduğunu bilirse, bu Nisa 79 idi. Maide 105’e göre. Hiçbir zararın olamayacağını, dalalette olanların zarar veremeyeceğini, ancak hidayette olduğu sürece bunun geçerli olduğunu, hidayette olmama durumumun bu zararı oluşturduğunu ve hidayette olmama durumunun sebebini de aleykum enfusekum e bağlarsak da siz kendi nefsinizle ilgilenin, kendi nefsinizi düzeltin ile alakalı olduğunu bilirse sadece kendi ile ilgilenmesi yeter. Kişi suçu kendi nefsinde arayacak. Bu nedenle tasavvuf, maneviyat hep bu nefis terbiyesi üzerinde durmuş.

ve inihtedeytu – eğer ben hidayet üzerinde isem. Bu iftial babı denilen bir bab. Mutavaat deniliyor buna dönüşlülük manası veriyor. Örneğin ben camı kırdım, cam kırıldı. İşte bu kırılma olayına dönüşlülük diyoruz. Bunun Arapça ifadesine mutavaat deniyor. Burada da hidayet kökü var. Ama başına t harfi gelerek ihtedeytü iftial babı olmuş. Şu manaya geliyor. Hidayete iletilmek durumu. İl eki ile bu dönüşlülük oluyor. Hidayete, doğru yola iletmek dersek de dönüşlülük ile beraber iletilmek oluyor. Yani ben hidayete iletilmek pozisyonunda olduğum sürece. Yani ihtedeyt durumu olduğunda ne oluyor? Kişi Allah’ın hidayeti üzerine onun gereklerini yaparak yaşamak durumunda oluyor. İhdeyetu de o fiili kendinize alıyorsunuz. Allah hidayet ediyor ama siz o durum içerisinde kalmaya gayret ediyorsunuz. Bu Allah’ın belirli bir pozisyonda kalmanın sağlanması bile yani şartlar bile bakın ne ile ilgiliymiş?

febimâ yûhî ileyye rabbî – Benim bana ettiği vahiy sayesindedir.

Hani diyordu ya Nisa 79’da. Senin başına gelen şeyler ancak Allah iledir var ya burada da Peygamber Efendimizin ağzından. Çünkü gul emrinin birinci muhatabı kim? Resulullah(sav) Efendimiz. Bir de bizim de muhattaplığımız var. Ama burada bize rabbimiz vahyediyor mu? Direkt olarak etmiyor. Biz nebi, resul değiliz. Etmiyor ama biz ayeti kendi üzerimize alırsak nasıl vahyedilmesi sayesinde biz hidayet üzerinde olma durumu üzerinde bulunuyoruz cevabına gelince de şunları söyleyebiliriz:

Birincisi biz tabiiyet açısında Kurana ve Resulüne bağlıyız. Peygamber Efendimize indirilen kuran ve onun söyledikleri ile de biz yolumuzu bulmuyor muyuz? Yani hidayet üzerine bulunma durumunda olmuyor muyuz? Kitaba uyduğumuzda yani Allahu Tealanın kitabına uyduğumuzda vahiy üzerine olmuş oluyoruz. Bize vahiy indirilmesine gerek yok. Zaten indirilmiş bir vahiy üzerine kelam haline getirilmiş bir şey.

İkincisi de Necm suresi olması lazım: Battığı zaman yıldıza and olsun ki arkadaşınız Muhammet sapmadı ve azmadı o arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir. Yani Peygamber Efendimizin ağzında çıkanlara ne deniyor? Hadis deniyor. Yaptıklarına sünnet deniyor. Konuştuklarına, bahsettiklerine hadis; hal, hareket ve davranışlarına sünnet deniyor. Bakın bizim öyle aleni bir insanın yapmış olduğu davranışlar olarak gördüğümüz şeyler de söyledikleri de aslında kendisine vahyedilen vahiymiş. Bakın birebir vahiy değil. Birebir vahiy Kuranı Kerimdir. Ama Allahtan gelen bir iletişim olduğunu düşünün. Kalbine inen bir vahiy. O vahiy sayesinde hareketlerini ve konuşmalarını düzenliyor demektir. Bakın şu konuda yanlış yapılıyor.

Rahmetli Hasan Hoca ile konuşmuştuk. Vahyi= İlahi kitap gibi algılanıyor. Eğer öyle olsa idi bakın kaç tane bildiğimiz kitap var dört tane: Tevrat Zebur İncil Kuranı Kerim. Bir de bazı sahifeler var. Bunlar sadece vahiy olsa idi, kitap indirilmeyen peygamberler ile Allahû Teâlâ hiç mi vahiy yoluyla iletişim kurmuyordu. Yani Zekeriya As ile diğer peygamberlerle hiç mi iletişim kurmuyordu. Vahiy değil mi idi o iletişimin ismi. E sadece kitapta olanlar vahiy ise onları nereye sokacağız biz. Dolayısıyla vahiy Allahû Teâlâ’nın kulu ile olan iletişimidir. O iletişim de Peygamber efendimiz(sav)de vardı. Ve bütün söz ver davranışları da vahiy kanalı ileydi. Bakın vahiy ile ilgili bir ayet var. Allah bir insana ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izni ile ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz o yücedir. Hüküm ve hikmet sahibidir(Şura,51)

Yani kulları ile bir vahiy konusunda iletişimin olabileceğinin bile bir işareti bu. Ki biz biliyoruz ki vahiy sadece nebilere inmiyor. Kuranda geçen ifadesi ile bal arısına bile vahyettik diyor. Hz İsa’nın havarilerine vahyettik deniyor. Meryeme vahyettik. Hz Musa’nın annesine vahyettik deniliyor. Yani sadece vahiy resullerle olan bir iletişim değildir. Allahû Teâlâ’nın kullarıyla hatta arılarla iletişimine vahiy denir. Bunun da küçük versiyonuna ilham denir. Şems suresi 6.ayette şöyle geçiyor:

Feelhemehâ fucûrahâ ve tagvâhâ

(فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا)

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene hamdolsun ki. Bu insana, ilham edene diyor yani bize. Bırakın şimdiyi yaratılış sistemimizde Allahû Teâlâ ilham etmiş bize. Aslında bize değil. Nefse ilham etmiş. Neyi ilham etmiş? Bir takvayı, iki fücru. Doğruyu ve yanlışın ne olduğunu bizim nefsimize ilham etmiş. İşte diyor ya burada hani ben eğer ihtedeytu hidayet üzerinde olursam bu bana Rabbimin vahyi üzerinedir. İşte Şems suresindeki ayet vesilesi ile bizim nefsimize de daha evvel ilham edilmiş olduğunu ve bu sayede de bizim hidayet üzerine olduğumuzun bir göstergesi arkadaşlar. Bakın bunun ne faydası var?

Ayeti Resulden aldık kendimize getirdik. Eğer sadece Resul üzerine Peygamber(sav) üzerine kalsa ne olur? Onun doğru yolda kalması vahiy üzerinedir anlamına gelir. Biz o zaman ayvayı yedik manasına gelir. Çünkü bize vahyedilmiyor ona vahyediliyor ona de emri var o da diyor ki benim hidayet üzerine olmam anacak Rabbimin bana vahyi üzerinedir. Bakın O bile diyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber bile diyor ki hatta de emri var. Ben saparsam dalalette olursam, Resulullah’ın bu fiille ifade edilmesi ne kadar ilginç. Resulullah’ tan bahsediyoruz. Benim nefsim üzerinedir de deniyor. Hidayet üzerine bulunmam da ancak Allah’ın vahyi üzerindedir. Yani o vahiy olmazsa ben duramam diyor. Şimdi biz bu ayeti sadece Resulullah’a götürürsek sanki bizim üzerimizde değilmiş gibi oluyor. Hayır, Allahû Teâlâ diyor ki bizim en başta şems suresinde bahsettiğimiz gibi yaratılışın başında sizlerin nefisleri içine, sisteminize hidayet unsurlarını yükledim. Öyle kaçamazsınız. Sana neyin doğru neyin yanlış ayırt edeceğin sistemi sana yükledim. Bu vicdan olarak da ifade ediliyor. Kurtaramazsın diyor artı sana vahiyle inmiş kitabı gönderdim diyor artı konuşmasının vahyi dışında hiçbir şey olmayan resulün sünnetleri sana bildirildi. Ve hadisleri bildirildi. Sen o yüzden kaçamazsın diyor. O yüzden senin hidayet üzerine olma durumunu Allah’tan bil. Dalalette olma durumunu da sakın ne başka arkadaşından ne insandan ne şeytandan ne de haşa Allah’tan değil kendi nefsinden bil. Ve bu yukarıdaki hak sistem üzerine söyleniyor arkadaşlar. Hak ve batılı ayrımını yaptı. Allahû Teâlâ da hak sistem üzerine olmanın ne olduğunu burada ifade ediyor. Ve nasıl davranman gerektiğini söylüyor.

İnnehû (اِنَّهُ) – şüphesiz O

Semîun(سَمٖيعٌ) – semidir, işitendir

Garîb(قَرٖيبٌ) – gariptir, yakındır

Eğer garib i burda karibi yakınlık sahibidir yakındır’ı sıfat olarak da söylersek o yakın olan işitendir. Sıfatın bütün özelliklerine uyuyor. Yakın olan. Şimdi burada in diyor ya. Gul dedikten sonra iki tane in cümleciği var. Birincisi in daleltu – eğer ben dalalette olursam şöyle şöyle. İkincisi ben hidayet üzerine olursam şöyle şöyle. Şimdi ayeti Resulden çıkaralım. İnsan olarak düşünelim. Bütün insanlığın sistemi olarak ele alırsak şayet edatı ve şart edatı ile beraber iki yol gösteriyor Allahû Teâlâ. Bir dalalet yolu bir de hidayet yolu. Ayetin sonundaki semîun garîb ikisine de gidiyor. İki şartlı yola da gidiyor. A şıkkı sen dalalette olursan da Allah işitendir, yakındır. Sen hidayet üzerine de olursan işiten ve yakındır. Farkı nedir? Nasıl tesir eder? Yani dalalette olana semiğ karib nasıl tecelli eder? Hidayette olana nasıl tecelli eder? Bakara 284’ü biz çok kullanıyoruz. Maalesef bu ayete nesih ayeti demişler. İnsanlığın en büyük trafik kazalarından biri. O kadar çok ıskalanmış ki. Eğer o nesih ayeti olarak şey yapmasaydı inanın çok fark ederdi. Maalesef. Amener Resulü’den hemen önceki ayet.

Ayette diyor ki: Lillâhi mâ fis semâvâti ve mâ fil ard. Hepsi Allah’ındır. Eğer siz nefsinizde olan şeyi açıklasanız da ve ya onu gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. O dilediği kimseyi bağışlar ve dilediği kimseye azap eder. Her şeye kadirdir. Bunu son 3-4 yıl içerisinde o kadar çok tekrar ettik ki muhakkak zihinlerde yer etmiştir. Yani diyor ki Allahû Teâlâ. Bırakın sadece yaptığınızı, ben sizin nefsinizdeki benlikleri ile de muhasebe edeceğim ama eğer onu kefere edersem, üzerini örtersem yırttınız. Eğer bu oraya bir şekilde gelirse çok zor işiniz manasında bir ayet. Şimdi dalalette olan bir kimsenin bu ayetin tecelli etmesi için dışarıda bir şey yok zahirde değil mi biz zahiri ile değerlendiriyoruz insanları. Ama Allahû Teâlâ içi ile değerlendiriyor. İçi ile nasıl değerlendirecek? İç seslerin duyulur hale gelmesi ile bu olur.

İç sesler de değişik mekanizmalarla tezahür eder. Birisi mesela negatif mekanizmalarla tezahür eder ve bu şeytan vesvesesidir. Konuşur durur. Birincisi vesvese ikincisi nefsi dürtüler. Fakat bu kişinin içerisinde sanki sesmiş gibi tezahür ediyor. Aslında bunlar ses değil. Vahiy ses değildir ama Resulullah’ın ağzından ses gibi kelimelerle tecelli ediyor. Biz insana beyanı öğrettik diyor Rahman Suresinde. Bu beyan beyyine yani açık etmekten geliyor. Aslında vahiy bir nur, kalbe iniyor fakat oradan tezahürü insanın diline gelmesi kelime ile oluyor. Bu ses olarak tecelli ediyor. Bu batıni olan bir şeyin zahiriye tezahürü. Bir de zahiri olan bir şeyin batını tezahürü de işte bu iç sesler olarak tezahür ediyor. Ama kime? Kişiye. Bunu kişiden başkası duyuyor mu? Hayır. Duysa var ya kimse kimse ile konuşamaz. Kimse kimsenin yüzüne bakamaz. Çünkü ne şeytan vesveseleri böyle ifade edilmeye çıkarılacak kadar yüz kızartıcı olmayan şey. Ne de biz nefsimize tekâmül hale güzel hale getirdik içimizden maalesef neler geçiyor neler. Bunun zahir olduğunu düşünsenize, yakınımızda kimse kalmaz. Ama Allahû Teâlâ o kadar rahman ve rahim ki o kadar hilm sahibi ve vakur ki bütün bunları bildiği halde ve bunların bırakın kelimeler haline gelmiş halini. Derinlerin derinini bildiği halde hala bize ikram edip duruyor.

İşte burada semiğ derken de Allahû Teâlâ diyor ki eğer saparsanız kendi nefsinizle sapmış olursunuz diyor ya işte bu senin sapmana vesile olan nefsinden çıkan sözleri de, konuşmaları da ben duyuyorum demek. Ama nasıl duyuyor biliyor musunuz? Garib olarak duyuyor. Siz beni uzaklarda falan zannetmeyin. Ben size şah damarınızdan daha yakınım. Yakınım. Bakara 284’te geçen nefsinizdekileri. İşte biz o nefsimizden gelen sesleri ayırt etmek zorundayız. Öyle kişi zannediyor ki kafasına gelen içine gelen düşünceler kendi düşüncesi. Hayır, arkadaşlar en azından üç mekanizma var:

Biraz evvel söylediğim nefis mekanizması var. Nefsin sana dediği hadi hadi şunu yap böyle yap şöyle yap, şu nasıl adam dediği kendi içinden kaynaklanan ses var. Artı senin ayağına çelme takmak isteyen kendi gittiği için Allah tarafından zaman mühlet verişmiş olan şeytanın sana akıl oyunları ile söylediği sözler var. Biz buna vesvese diyoruz. Vesvese zannedildiği gibi kuruntular değildir. Bize kuruntu şeklinde bir şey söylenmiş. Kuruntu da onun içerisinde fakat zihin oyunlarıdır. İşte geçen hafta bahsettik ya. Ya sünnete ne gerek var adam diyor. Sünnet benim ile Allah arasında ağır ağır namaz kılmamı engelliyor sünneti bırakayım ki ben ağır ağır namaz kılayım diyor. Bu zihin hamlesi. Bu nefis hamlesi değil. Bu şeytanın akıl hamlesi. Kurnazcasına senin aklına felsefesine gönderdiği şeyler şeytan hamlesidir. Ama aynı çocuk gibi isterim isterim yapsana yapsana, ya canım namaz kılmak istemiyor ya da kelimelere vurmak istemediğim başkaları hakkında söylenen şeyler de kişinin kendi nefsindendir. Biz içimize gelen bu sesleri neden olduğunu ayırt edeceğiz arkadaşlar. Bir de pozitif olan hani diyor ya takvasını da bildirdik nefse. Allahi, rahmani olan duygular vardır. Vicdan olan şeyler. Bunları da ayırt edeceğiz ve koordinatör olarak aklımızla beraber irademizle birlikte de güzel şeyler düşünüp üreteceğiz. Üretmezsek ne oluyor Bakara 284’te ne olacağını söylüyor. Onunla sizi hesaba çekeceğim. Ama Allah’ın örttüğü ya da mağfiret ettiği şeyler müstesnadır diyor. İşte buradaki semiun garip olayını dalalette olanlar için tezahürü bu. Bu kötü. Allah korusun bundan. Kaçmak mümkün değil ama mümkün olduğunca Allah korusun. Kendi nefsimizin o dizginlerini tutarak biz de biraz dikkat edelim o bizi dizginlerine bağlamasın. Biz onun dizginlerini tutalım. İkinci kısmı olan hidayet üzerine olma durumu ne? Orda semiun garip nasıl tecelli eder? Allahû Teâlâ ben o güzellikleri de duyuyorum ve ben sana garip olarak yakınım. Bu Buruc suresi 13-14’te var. Oradan aktarayım. Buruc 13’te diyor ki:

İnnehû huve yubdiu ve yuîd(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ) – Allah başlatır ve geri dönderir. Ayet devam ediyor:

Ve huvel ğafûrul vedûd(وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ) – O örtendir ve veduddur.

Vedud seven demektir. Allahû Teâlâ burada seven. Garip de yakın demek. Eğer siz hidayette olduğunuz sürece ben sizin o içinizden gelen ve ifade ettiğiniz güzel şeyleri de duyarım ve size garip olduğumda da size vedud olarak tecelli ederim. Yani sizi severim. Başka bi ayette de eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin. Bana tabi olun dediği ne işte buradaki benim rabbimin vahyi üzerineyim. Resulullah aracılığı ile vahyedilen kurana uyduğumda ve onun sünnet ve hadislerine uyduğumda, semiğ olan Allah garip olarak yakın olarak tecelli ediyor ve bunun görüntüsü de sevilmek arkadaşlar. Ve bir şeye yakın olmak ve sevilmek en üstün ikram derecesidir.

Firavuna soruyorlar o sihirbazlar eğer biz bunu kazanırsak ne var bize iyilik olarak diyor. Siz benim yakınlarım olacaksınız. Gözdelerim olacaksınız. Firavun en büyük ikram olarak-tabi yanlış mekanizma olarak- yakınlığını ortaya koyuyor, onlar da tav oluyor. Bir de alemlerin rabbi olan Allah’ın kullarına yakınlığını, onlara ikram ettiği mukarrebun(yakın olanlar) olunma ikramını. Ve bunun bu dünyadaki tecellisi işte Buruc 14’te olduğu üzere Vedud esmasının tecellisidir. Sevilen sevendir. Biz de o zaman sevilmiş oluyoruz. O yüzden Allahû Teâlâ kendi hak sistemini doğru anlayıp, nefislerine hâkim olan, onları terbiye eden ve Allah’ın indirdiği Kuran’la ve ona vahyedilmiş olan Resulullah’ın sünneti ile ve hadisleriyle amel edip Allah’ın yakınlığına mahzar olan kullarından eylesin. Eğer böyle olmazsak ahirette işimiz zor arkadaşlar. Orada da Allah bize es-seddar, el-gaffar’lığı ile mağfiret sahibi olması ile yardım etsin. Allah bizi en yakınlarından eylesin. Amin

Sadakallahülazim.

SEBE (31.SOHBET) 49.AYET#


 

SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/cYNG8kV1kpvsd


 

قُلْ جَاء الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu.

1. kul : de
2. câe : geldi
3. el hakku : hak
4. ve mâ yubdiû : ve başlatamaz, ortaya çıkaramaz, zuhur ettiremez
5. el bâtılu : bâtıl
6. ve mâ yuîdu : ve geri getiremez,geri döndüremez

De ki: “Hak geldi, bâtıl (bir şey) başlatamaz ve geri getiremez.”


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Sebe Suresi 49. Ayet – 31. Sohbet (29.11.2015)

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm.

Bismillâhir rahmânir rahîm

1. kul : de
2. câe : geldi
3. el hakku : hak
4. ve mâ yubdiû : ve ortaya çıkaramaz, zuhur ettiremez
5. el bâtılu : bâtıl
6. ve mâ yuîdu : ve geri getiremez

SEBE suresinin 48. Ve 49. Ayetleri birbiri ile bağlantılıdır. 48. Ayeti hatırlayacak olursak:

قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ

Kul inne rabbî yakzifu bil hakk(hakkı), allâmul guyûb(guyûbi).

De ki: “Muhakkak ki benim Rabbim hakkı kazefe eder. Bütün gaybleri (tamamiyle) bilendir.”

1. kul : de
2. inne : muhakkak
3. rabbî : Rabbim
4. yakzifu : kazefe eder, atar, tecelli ettirir
5. bi el hakkı : hakkı
6. allâmu : çok iyi bilen
7. el guyûbi : gaybler, bilinmeyen

Kul (قُلْ). De ki.

Burada biliyorsunuz “Kul(قُلْ)” “De” emri. Peygamber Efendimiz(SAV)e hitap ediyor, dolayısıyla Kuran’ın muhatabı olan okuyucuya yani bizlere.

İnne rabbî(إِنَّ رَبِّي). Şüphesiz benim Rabbim.

Yakzifu(يَقْذِفُ)  yok eder, parçalar, atar gibi anlamları vardır. Ne ile? Hak ile. Yani buradaki ifadeyi söylüyorum “Şüphesiz benim Rabbim hakkın yardımı ile batılı yok eder. Hak ile batılı yok eder” ifadeleri vardır.

Allamul guyub(عَلَّامُ الْغُيُوبِ). O bütün gaybları çok ince derinlikleri ile çok çok bilendir.

Bugünkü ayette de tekrar kul(قُلْ) var. Kul câel hakku(قُلْ جَاء الْحَقُّ). De ki: “Hak geldi”. Ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu(وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ).

Geçen sohbette hak konusu baya teferruatı ile anlatılmıştı. Hak kelimesi gerek Arapçada gerek Türkçede çok fazla kullanım alanı olan ve farklı farklı kullanım yerleri olan bir konudur. Fakat burada birinci anlamı ile kastedilen özellikle sistem.

Çok meşhur bir ayet vardır:(İsra suresi 81. Ayet.)

  • وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
  • Ve gul câel haggu ve zehegal bâtıl, innel bâtıle kâne zehûgâ
  • “Hak geldi batıl zail oldu ; batıl kesinlikle yok olmaya mahkumdur”

Çok meşhurdur biliyorsunuz.  Hatta geçen hafta söyledik. Bir gazetenin sloganı idi bu. “Hak geldi batıl zail oldu”. Özellikle bu kısmı söyleniyor. İkinci kısmı biraz daha az dillendiriliyor. Buradaki ayetle baya alakalı. Şimdi 48. ayetten biz anlıyoruz ki Allahû Teâlâ hak sistemi öyle yumuşak bir şekilde getirmiyor. Bir darbe gibi, bir devrim gibi, bir ihtilal gibi bir şeyle getiriyor. Nereden vardık bu sonuca? Bakın 48’de diyor ki yakzifu(يَقْذِفُ). Bu “nezele (نَزَلَ) indirmek” fiilinden değil, yani “indirir” değil. İndirmede daha yumuşak bir ifade var. Hatta bir başka ayette nuzulen diyordu cennet nimetleri için nüzul diyordu. Yani gökten bir sofranın inmesi gibi, bir ikram gibi. Yani nezelede o var. Fakat  “yakzifu” olduğunda yukarıdan aşağıya kafasını parçalarcasına atmak var.sertlik var. Yani indirir manası da var yakzifu için ama öyle bir” yukarıdan aşağıya şiddetle indirir ki , beynini parçalayacak şekilde”.

Enbiya 18’de şöyle geçer:

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nagzifu bil haggı alel bâtıli feyedmeğuhû feizâ huve zâhig, ve lekumul veylu mimmâ tesıfûn
  • Bilakis biz “akkı batılın tepesine öyle bir atarız ki onun beynini parçalar bir de görürsün ki batıl yok olup gitmiştir. Allaha yakıştırdığınız o çirkin sıfatlardan dolayı vay halinize!

Bakın bunlarda bir yumuşaklık var mı? Yok. Dikkatinizi çekerse bütün dinlerin gelişinde böyle bir sertlik var. Mevdudi’nin bir kitabı vardır: “kuran’da dört terim”. Rab, ilah kavramlarını açıklıyor. Oradaki bir ifade şöyleydi: “Biz bugün kanıksadık La İlahe İllallah kelimesini”. Çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV) bu (kelime-i tevhid)’ı ilk getirdiğinde “Ya başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi”. Arada başka bir şey yok , çünkü onun getirdiği ile o ” La İlahe İllallah” cümlesi ile nelerin değişeceğini o andan itibaren insanlar çok net anladılar. Ya teslim olmak zorundalardı, başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi. Yani yumuşak bir gelişle gelmedi. İhtilal gibi, devrim gibi geldi. Bakın kelime-i tevhidin ilk kelimesi ne? “La”. La , hayır demek; Yok demek. Yani reddedişle geldi. Yani o kelime i anlayan -kelime-i tevhidi anlayan – önce reddetti mevcut sistemi. Ondan sonra kabul var. Bir kere  “la”diyorsun hatta- ikincisi ile beraber- “la ilahe” diyorsun. “İlah denilen bir şey yok”. Yani güç ve kudret tahsis edilecek, medet umulacak hiçbir şey yok. Ya nasıl? Hiç mi bir şey yok? Sistemi yaratan var. Evet işte O. Bir tek O. “İlallah”.  Bakın bu şekilde anlaşıldığında kelime-i tevhid daha manalı. Bu bir devrim. İnsanların kafalarında oluşturduğu bir sistem var. Allahû Teâlâ diyor ki ;

Siz sistem mistem oluşturamazsınız. Sistemi  yaratan oluşturur. İşte ona da Hak deniyor. İşte” kul câel hakku “bu. Hak geldi. De ki: Hak yok muydu? Yani o anda mı geldi? Hayır vardı. Fakat insanlardan bunu oluşturması bekleniyordu. Bu hak doğrulara gelmeleri bekleniyordu.

Çünkü biz daha evvel Hanif derslerinde işledik biliyorsunuz. Hanif konusunda özellikle kim işlendi, hangi peygamber işlendi? Hz. İbrahim . Onun en büyük özelliği neydi? Tek başına olması idi. Hiç bir din yok,  hiçbir öğreti yok. Kitap yok. Resul yok. Çevresinde bir şey yok. Buna rağmen yanlış gibi gözüken şeylerle başlaya başlaya öyle bir Hak sistem idraki oldu ki Allahû Teâlâ’dan “el-Halil”  ünvanını aldı. Literatüre geçti yani. İşte onun kafasında oluşturduğu o sistem Hak sistemdi. Gittiği şey Hak sistemdi. Allahû Teâlâ bize Hazreti İbrahim’le neyi öğretiyor : Tamam şu an sizin önünüzde kitap var, peygamber var, din var. Ama benim size yüklediğim fıtrati sistem, sizin kendi başınıza düşünüp de ulaşabileceğiniz bir hak sistem. Ben sizden bunu bekliyorum. Ama yine de çok zor. Ben hidayet unsurları ile de sizi destekliyorum. Ne yaptı? Din gönderdi. Ne yaptı? Resul gönderdi. Ne yaptı? Peygamber gönderdi.

Necip Fazıl Kısakürek’in bir hikâyesi var. Karşıdan karşıya vapurla geçiyor şehir hatlarıyla. Biri gelip soruyor: Peygambere ne gerek var? O da diyor ki: O zaman niye vapura bindin? Karşıya yüzerek geçse idin ya !..

Yani din bize bu rahmeti sağlıyor.

Enbiya suresi 107:

  • (وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ)
  • Ve mâ erselnâke illâ rahmetel lil âlemin
  • Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.

bize kolay yolu gösteriyor.

Hak sisteminin yaşanılırlığını mı öğrenmek istiyorsunuz, alın size bir misal: Resulullah. İçinizden kendi içinizden bir peygamber gönderdik. Size kendi içinizden resul gönderdim. Yani sizin gibi.Tevbe suresi 128:

  • لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ)
  • Legad câekum rasûlum min enfusikum aziz, aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mué’minîne raûfur rahîm
  • Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi. Sizin üzüldüğünüz şey, O’na ağır gelir (O’nu üzer). Size çok düşkün, mü’minlere şefkatli ve merhametlidir.

Yani kendi içinizden misal. Sizin gibi yiyip içen ama sahip oldukları ile ilham edilenlerle müthiş Allah destekli. İşte bu Resul(SAV) aracılığıyla gönderilen, teferruatı anlatılan, kemal olmuş sistem geliyor işte. Yani o gelmesi ile var olmuyor. Yaradılışın ilk anından itibaren o sistem var. Yani kün emri ile beraber o sistem var. Fakat Resulullah ile beraber gönderiliyor, yani bizim açımızdan bakarsak da geliyor. Ama işte bir önceki ayetin ifadesini söylüyorum. Bu gelme yumuşak bir şekilde değil devrim şeklinde. Çünkü insanların kafasındakilerin bitmesi gerekiyordu.

Kuran’ı sıkça okudukça okudukça artık bir şey size çağrışım yapıyor.  Sanki burada İsra Suresini okuyormuşsun gibi oluyor. “Hakkı yardımı ile indirir.” Bir de sonraki ayetle beraber “kul cael hakkı  ve zehegal batıl” ile beraber o hemen aklında çağrışım yapıyor. Dolayısıyla direkt batıl diyebiliyorsunuz. Orda batıl yok ama Kuranın tefsiri Kuran olduğu için Direkt orda Allahû Teâlâ’nın hak ile neyi yukardan aşağı atarak parçaladığının, indirdiğinin, batıl olduğunu anlıyorsunuz. Neden? Hakkın zıttı batıl. Yani tamamlama var. Beyinde Allah’ın yarattığı sistemde tamamlama vardır. Bir şeyi veriyorsun, bir bilgiyi veriyorsun. Üçüncüyü vermiyorsun. O bunu birleştiriyor. Tamamlıyor. Burada o tamamlama ile beraber o anlam çıkıyor.

“Gazefe” yukarıdan aşağı bir şeyin fırlatılması manasına geliyor. Batıl ondan etkilenen. “Hadara ” fiili de kullanılabilirdi burada “hazır oldu, yani o anda huzura gelmiş olması” ama buraya uygun değil. Yani daha evvelden vardı bu. Hak sistem.

” Câe” fiili  kullanılmış burada. Yani mevcutta olan bir şey vardı.  o geldi. Sistemin içerisinde de gizli ve Peygamber Efendimiz( SAV) en kemal haliyle bunu gösterdi. Yani diğer peygamberlere gönderilen de İslam. Yani farklı bir şey değil. Peygamberler tarihini okuyunca da görüyoruz ki Allahû Teâlâ hep aynı şeyleri indiriyor. Farklı bir şey indirmiyor aslında. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV)’e indirilen onun en kemale ermiş, en olgunlaşmış hali. Neden? Başka bir açıdan bakarsak insanlığın toplam aklı, idraksal seviyesi Peygamber Efendimiz(SAV)’in dünyaya teşrifi ile beraber artıyor. Artık diğer insanlara öğretildiğinden daha farklı bir ifadelerle anlatılması gerekiyor bunun. Yani birkaç bin sene evvel dünyanın bir bölgesinde değişik bir coğrafyada yaşayan insanı anlattığı gibi anlatılmıyor artık. Neden? Çünkü idraksal seviye yükseldi. Bu kavram çok önemli. Yani bu idrakin yükselmesi çok önemli. İdrak zannedildiği gibi tek bir seviye bir şey değil. Yani ilk insanın anlama kapasitesi ile şu an bizim anlama kapasitemiz aynı değil. Bunu biz anlayamayız çünkü o dönemi bilmiyoruz. Ama biz o döneme gitsek de insanlarla bir konuşsak, teknolojiyi falan bırakalım, ortak şeylerle onların akıllarını çok ilkel buluruz yine. İdrakimiz bir şekilde arttı istesek de istemesek de. Sadece bizim değil bütün insanlığın arttı.

Ikinci kısım” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” (وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ) ile

“zehekal batıl” aynı manada. Biz bunu matematikte öğrendik değil mi? matematikte ne kuralı diyorduk biz buna? Matematikte değişim kuralı idi:

a+b+c = a+d ise

(b+c) = d

Biz bunu matematikte öğrendik. Ama sayılar olarak öğrendik, hayat pratiği olarak öğrenmedik. İşte Kuran’da da o matematik kuralını uyguluyoruz. 2 tane ayet var:

Birisinde (İsra suresinde):

“Ve gul câel hakku ve zehegal bâtıl”, diyor.

Burada da;

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu”, diyor.

Demek “zehegal batıl” ile bu öbür kısım “ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” aynıymış. “Hak geldi ve batıl zail oldu.” Zail olması ne demek? Yok olması, zeval bulması. Yani tesirinin, etkisinin gitmesi demek. Şimdi burada da” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” yu açıklayalım.”Ma Yubdiu “burada ortaya çıkaramaz diyor. Bunun kökü aslında “bedee”.  “Bedee”ne demek? Başladı demek. Yubdiu da başlatır anlamına gelir. Başındaki ma olumsuzu ile beraber de başlatmaz. Şimdi “batıl bir şeyi başlatamaz”

Bizim buradan baktığımızda insanların iddiası bu değil. İnsanlar kafalarında bir sistem oluşturuyorlar. Komünizm gibi, bilmem ne izm gibi. İşte müşriklerin oluşturduğu sistem, putperestlerin oluşturduğu sistem, laisizm, deizm, izm denilen her türlü sistem var burada. Bu ayet diyor ki HAK. Doğrusu bu. Bunun üzerine sistem kuruluyor. İşte Rusya’da komünizm uygulanması için yapılanlar var, insanlar mahvoldu. Sosyalizmin uygulanması ile insanlar mağdur oldu. Hitler’in yapmak istediğini biliyorsunuz. Bunlar yakın dönem olayları. Bir şey oluşturulmaya çalışılıyor, diyor ki en doğrusu bu. Onları yapanlar ne diyor yeni bir sistem buldum en doğrusu bu yeni bir dünya sistemi kuracağız diyor. İşte o kuracağız derken bir başlatma eylemi yok mu? işte ayetteki başlatma eylemi bu. Allahû Teâlâ da diyor ki, “hayır batıl bir şeyi başlatamaz, çünkü sistemi Ben kurdum, benim sistemimle örtüşen, hak sistem ile örtüşen şeyler başarılıdır.” .Hatta bunu bile demiyor. “Bundan başka sistem yoktur” diyor. Bununla örtüşen sistemler başarılıdır dedim ya bakın bu da değil. Çünkü bu neyi yanlışa götürüyor biliyor musunuz?  Bir İslam var, bir de İslam’la örtüşen bir sistem var. Ve maalesef insanlar bu dönemde bunu alkışlıyorlar, alkışlamak zorunda kalıyorlar.

Bakın biz demokrasi denilen insanların bulduğu bir sistem içerisinde Allah’ın doğrularını yaşamaya çalışıyoruz. Ve mutlu olmaya çalışıyoruz. Bir seçim oldu geçende. Demokrasi denilen sistem Allah’ın sistemi mi? Antik Roma’da Yunan’da oluşmuyor mu demokrasi?  Yani insanların bulduğu bir sistem. Niye kabul ediliyor? Şu anki yeryüzünde Allah’ın sistemini kastetmiyor, insanların bulduğu sistemler içerisinde en iyi çalışanı, halka en fazla yarayan gözükeni o olduğu için uyguluyoruz. Biz bu sistem içerisinde koskoca Allah’ın hakikat sistemi ile örtüşen bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve onunla mutlu oluyoruz. Bu bile değil aslında. Ama bir insanın kafasında oluşturduğu sistem Allah’ın hak sistemi ile ne kadar örtüşürse insanlık sistemi açısından o kadar doğrudur. Ama tek hak sistem var. Diğeri batıl. Ne kadar şirin, güzel, sempatik gözükse de batıl.

Ayetin ikinci kısmında ne var? ve “mâ yuîdu”. Buradaki kelimenin kökü “iade”. İade geri dönüş demektir. Mesela bir malı alıyorsunuz sonra onu iade ediyorsunuz. Başka anlamıyla redde yakın. Bizim geri verdiğimizde red var. Allahu Teala iade kelimesini Kur’an’da Buruc Suresi 13. Ayette şöyle kullanmış:

İnnehû huve yubdiu ve yuîdu (85.13)
(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ)

Şüphesiz muhakkak ki o ilk defa yaratır ve iade ettirir, döndürür anlamında.

Yunus 34 e bakacak olursak:

  • قُلْ هَلْ مِن شُرَكَآئِكُم مَّن يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ 
  • Kul hel min şurakâikum men yebdeul halka summe yuîduhu, kulillâhu yebdeul halka summe yuîduhu fe ennâ tu’fekûn(tu’fekûne).
  • De ki: Sizin ortaklarınızdan o örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek kim var?

Neredeyse tekrarlanmış:

De ki: Örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek Allah’tır.

Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz, çevriliyorsunuz. Bakın burada bedee var başlatarak yaratma. Sonra yuidu iade eden. Bu birkaç yerde geçmiş. Bir de Rum 27de geçmiş.

Rum 27 de ifadeler çok benzer:

  • وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 
  • Ve huvellezî yebdeul halka summe yuîduhu, ve huve ehvenu aleyhi, ve lehul meselul a’lâ fîs semâvâti vel ard(ardı), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
  • O, Öyle bir mâbuttur ki her şeyi önce yaratır, sonra öldürür ve tekrar diriltir(işte iade bu), ona göre pek kolaydır ve onundur göklerde ve yeryüzünde bütün sıfatlar ve odur aziz ve hâkim olan.

Allahû Teâlâ iadeyi yeniden diriltme olarak kullanmış. Önce Allahû Teâlâ sistemi yaratıyor, ondan sonra da iade ediyor. Yani yaratma sistemini (işte burası ilginç) geriye çevirerek tekrar yapıyor. Kuran meallerinde iade etmeyi yeniden diriltme olarak kullanmışlar. Biz kullanırken reddettme manasında da iade ediyoruz. Bu manada da geri çevirme. Şimdi ikisinin birleştiği yeri söyleyeceğim.

Bakın besmeleyi işlerken hatırlıyor musunuz Rahman ve Rahimi işlemiştik. Rahman ve Rahim’de ne vardı? Rahman, Allahû Teâlâ’nın sistemi kurduğu esma. Yani sistemi Er Rahman esması ile kuruyor ama dönüş, iade Rahim esmasıyla.

Ve sınırı da bu dünya. Allahû Teâlâ bu sistemin geri dönüşünü neye endekslemiş? Şu anki dünya sisteminin kıyamet denilen birinci sura üflenilmesi ile bitirmiş.( Bütün sistemin bitişi dikkat edin, sadece dünya sisteminin değil.) Ve ikinci surla beraber yeni bir sistem başlıyor. İşte ikinci surla beraber yeni sistemin başlamasında artık Rahim esmasının tecellisi var. -Ara bir dönem var -işte din gününde insanlar ikiye ayrılıyor. Birinci kısım cehenneme gidip artık geri dönmenin içerisine giremeyecekler. İkinci kısım da er-Rahimle beraber geri dönüşün içerisine devam edip artık sistemin geri saydığı yöne (ileyhi turceun) gidenler. Neden işte Rahmanla başlayıp Rahmanla bitmiyor. Allahû Teâlâ orada bir eleme yapıyor.

İşte batıl da yok olmaya mahkûmdur. İşte sen hak sistemin içine giremezsen cehennemlikle tasvir edilen alana girersen orada yok olup bitecek. Bakın bu ahiretteki açıklaması. Bir evvelki dünyadaki sistemsel açıklaması idi. Şimdiki ahiretteki sistemsel açıklaması. Hangi sistem, hangi hak sistem geçerli olacak? Allah’ın hak sistemi geçerli olacak. O da işte Rahim ile devam edecek.

İşte buradaki

  • “ve ma yubdiu ” başlatmaz ⇒ Er-Rahman ile ilgili; (asıl başlatan er-Rahman esması))
  • “Ve ma yuidu” iade edemez, döndüremez ⇒ İşte o da er-Rahim ile ilgili.(Asıl iade eden/döndüren er-Rahim esması)

Buruç 13’de :

إِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ

İnnehu huve yubdiu ve yuîd(yuîdu).

1. inne-hu : şüphesiz, muhakkak ki o
2. huve : o
3. yubdiû : ilk defa yaratır, yoktan var eder
4. ve yuîdu : ve iade eder, döndürür

Şüphesiz Allah döndürür, başlatır ve döndürür.

Bir Allah’ın sistemi var bir de insanların sistemi var. İnsanlar kendi sistemlerini Allah’ın sisteminin yerine koyuyorlar ; daha dünyada bile o sistem o izmler, ideolojiler yaşamıyor çöküyor. Başka bir izm gelip onun yerini alıyor. Ahirette de bunu anlayacaklar hak başlarına geldiklerinde. Asıl sistemin Allah’ın sistemi olduğunu anlayacaklar. İade eden de işte o sistem. Peki, mekanizma nasıl işliyor?

Enbiya 18’de ;

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nakzifu bil hakkı alâl bâtıli fe yedmeguhu fe izâ huve zâhikun, ve lekumul veylu mimmâ tasıfûn(tasıfûne).
  • “Hayır, biz hakkı baatılın tepesine (indirib) atarız da o, bunun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bu, yok olub gitmişdir. (Allaha karşı) vasf (ve isnâd) etmekde olduğunuz (iftiralar) dan dolayı yazıklar olsun size! “

Demek ki bu hak sistem önce beyinlerde bir tahribat yapıyor.bu  iman karşıtlarına yaptığı tesir.Pozitifte ne var? Beyinlerde idrak oluşturuyor. İrşad oluşturuyor. Hepimizin kafasında bir sistem var. Şu şöyledir, bu böyledir diye. Rabbim bize hakkı bir şekilde gösterdiğinde-kişi aracılığı ile olabilir, bir ayet aracılığı ile olabilir, hoca veya mürşit aracılığıyla olabilir-bizim önce beynimizde fırtınalar dönüyormuş demek ki. “Vay be! Bu böyleymiş”, “Benim bugüne kadar düşündüklerim demek ki doğru değilmiş”. İlk etki nerede oluyor? Beyinde. Ne diyor? Dimağını parçalar diyor. Bu hidayet yolundaki kişiler olarak bizlere.

Hatırlanırsa Fatiha sohbetlerimizde hidayeti 3 kısımda anlatmıştık:

  1. Kişinin ilk defa hidayete kavuşmasındaki hidayet
  2. Belirli bir hidayet seviyesine eriştikten sonra orada sabit kalmanın desteği olan hidayet
  3. Hidayet üzerine olan bir kişinin hidayetinin artmasındaki hidayet

Dimağları parçalar ifadesi Müslüman olmuş bir insanın idrakinin değişmesi içindir. Bildiğin doğruların değişmesi gibi. Mesela “la havle vela kuvvete ilaa billahil aliyyil azim” in derin manasını anladın ve “Vay be! Böyle miymiş?” diyorsun. “Yani ben bu sistemi daha farklı algılıyordum. Meğerse her şey Allahû Teâlâ’nın Esmaül Hüsnası ile gerçekleşiyormuş.

(Kitaplarda “La havle” deki “havle“nin “güç” diye bir izahı var. “Güç”ün zaten kuvvet gibi bir manası var . “Havle”ne oluyor o zaman? “Havle”nin başka bir kavram olması lazımdır çünkü o kadar konsantre bir ifadenin içerisinde yer almıştır. En üstte “La İlahe İllallah” konsantre formülü varsa, bir altında “La Havle Ve la kuvvet …”var. Bu kadar konsantre bir şeyde ikinci kısım kuvvetse birinci kısma sen”güç” gibi  kuvvete yakın bir mana kullanamazsın. Yani formülün kuvvetliliğine,konsantreliğine uymaz. “Hâle حَالَ”  fiili var Kuranı Kerim’de. “Havle” oradan geliyor. Ne demek Hale? Diyor ki Allah kişinin kalbi ile kendisinin arasına girer diyor :

  • يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ 
  • Yâ eyyuhâllezîne âmenûstecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm, va’lemû ennallâhe yehûlu beynel mer’i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn (tuhşerûne).
  •   Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.(ENFAL 24)

Nuh Aleyhisselam’ın oğlu ile bir sahnesi vardır. Nuh Aleyhisselam oğlunu gemiye davet ediyor. Oğlu “Yok ben kendimi kurtarırım” diyor. O sırada aralarına dalga girdi diyor.

  • قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ 
  • Kâle se âvî ilâ cebelin ya’sımunî minel mâi, kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahim(rahime), ve hâle beynehumâl mevcu fe kâne minel mugrakîn(mugrakîne).
  • O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nûh, “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.(HUD 43)

Yani “araya girme” fiili hale. Bir de havle Türkçe’de tahvil olarak kullanılıyor. Tahvil var ya hisse senedi, bono gibi. Aslında o neyin ifadesi? Paranın ifadesi ama kâğıt haline dönüşmüşü. Kıymetli evrak ama kağıtta bir kıymet var mı? Yani gramla tart kaç kuruş gelir? Ama üzerinde milyarlar var. O milyarlarca mülk ne hale gelmiş? Kâğıt parçası haline gelmiş, tahvil olmuş. Dönüşüm aracı. Su var değil mi? Su buhara dönüşüyor, buhar yağmura dönüşüyor, yağmur kara dönüşüyor, kar buza dönüşüyor, buz doluya dönüşüyor. Aslı ne bunun? Su. Ama değişik şekillerde tahvil oluyor, değişim oluyor, dönüşüm oluyor. İşte Allahû Teâlâ bunu diyor. Sistem ne diyor, “Allah’ın sisteminden  başka dönüşen, dönüştüren ; araya giren, sebep olan, vesile başka bir şey yok “diyor.( Esmaül hüsna’ları biliyorsunuz, isimleri ve Esmaları.) Her şey onlarda tecelli oluyor. Sizin cisim olarak, ,fiil olarak,enerji olarak gördüğünüz her şeyde aslında Esmaların değişik hale gelmiş şekilleri. Sen yemek yiyorsun. Aslında sana Allah enerji veriyor bir şekilde el-Rezzak ile. O yemek vasıtasıyla oluyor. O rızkı yiyorsun, vücudunda görme duyusu olarak işlev görüyor. Enerji geliyor bir enerjiyle. El-Basir esmasına dönüşüyor. Tefekkür ediyorsun beynine geliyor, el-Âlim esması oluyor düşünce oluyor. Yani her şey Allah’ın Esmalarının dönüp durduğu, tahvil olduğu bir sistem aslında. İşte “la havle”. Şimdi bunun bugüne kadar kitaplarda açıklananla ne alakası var? İkincisi de kuvvet. Kuvvet denilen fizikteki o “f “var ya “f kuvveti”aslında meleklermiş. Yani şu kitap burada duruyor ya, aslında bu bir melek ve meleki kuvvet aşağı doğru çekiyor. Biz yerçekimi kanunu diyoruz. Tamam, sünnetullah gereği formüllerle ifade edilen sayısal değerleri ortaya çıkaran  fiziki bir şey var ama bunu bir türlü izah edemiyormuş fizikçiler. İşte solucan teoremi, bilmem ne teoremi, kütle çekim vs. ama bir türlü bulamıyorlarmış onun ne olduğunu. İşte melekî kuvvet. Bununla ilgili bir hadis var. Güneşin meleki kuvvetler tarafından yörüngesinde tutulduğu. Bakın fiziksel kanunlarla ifade ettiğimiz mutlak değerler var. Bu da Allah’ın Sünnetullahı. Ama derin boyutta ve hikmetine baktığımızda Allahû Teâlâ orada meleksel sistemi koyuyor devreye. Düşünsenize şu an bize normal geliyor burada duruyoruz ya biz. Aslında bir meleki kuvvet bize asılmış, aşağı doğru bizi çekiyor. Ama rastgele çekmiyor. İşte yerçekimi kuralı, senin kütlenin karesi ile orantılı bir şekilde çekiyor. Her yerde var. Tek şey yerçekimi değil, kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Yani başka kuvvetlerde var. Big Bang olurken her şey bir kütlede değil miydi? Bir anda patladı yayıldı. F kuvveti yok mu? Bu da meleki bir kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Bizim algıladığımız bir şey. Mesela kara delikler ne oluyor? Bırakın bütün cisimleri ışığı bile kendine soğuruyor. Orada bir kuvvet yok mu? Buna sadece yerçekimi diyemezsiniz.

Aklınıza gelen kuvvetle ilgili her şeyin içerisinde bu var. Peki, melekler sadece bununla mı görevli? Hayır. Bir yağmur tanesini aşağıya indiren melek diye biz iman etmedik mi ona? Bunun içinde de var. La havle vela kuvvete. Kuvvet de yok diyor. Buna fizikte ana kanun olarak ne var? Madde ve Enerji. Yani madde la havle kısmına giriyor, enerji de vela kuvvete kısmına giriyor. İlla billah(“illa Allah”değil) illa billah.  “İlla Allah “olsa farklı bir ifade olur ama illa billah’daki o “bi(ile)” harfi de o Esmaları ya da melekleri ya da diğer ilahi kuvvetleri izah ediyor. Hani “bi ismi Allah “(bismillah) diyoruz. “Billah “demiyoruz. Allah’la yapamazsın “bi ismi allah”.  Allah’ın ismiyle iş görürsün. Bu da neye benziyor? Bazı ayetlerde Allah “biz yaptık” bazı ayetlerde de “ben yaptım” diyordu. Ben, bizzat Allahû Teala’nın Zatı.  Biz deyince de sistem işte. Hak sistem’in işte buradaki ifadesi. Hak. Meleklerin de dahil olduğu, fiziksel kanunların da dahil olduğu, Esmaların da dahil olduğu bir sistem. İşte bu “la havle vela kuvvete” yi hak sistemi anlama açısından görüyoruz.)

Hak sistem var zaten ama algılamamız “cae” fiili  ile oluyor işte. Teferruatı ile kuralı ile öğrenmeniz cae ile oluyor, geldi ile oluyor. Bize göre geldi. Sistemde zaten var.

Bakara Suresi 51. ayeti hatırlayacak olursak:

  • (مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا اَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ).
  • Meseluhum kemeselillezistevgade nârâ, felemmâ edâet mâ havlehû zeheballâhu binûrihim ve terakehum fî zulumâtil lâ yubsırûn
  • Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.

Artık göremezler, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönemezler. Onların misali ateş yakan kimseye benzer. Şimdi ateş nerede yakılır? Karanlıkta yakılır. Yani hak sistemden uzaklaşmış karanlığın içerisinde duruyorlar. Ateş yakmaları neyi temsil ediyor? Birinin aklına bir fikir geliyor, “Ya şöyle olması lazım” diyor. Bir sistem aklına geliyor, “ya aslında şunun şöyle olması, şunun da şöyle olması lazım” diyor. O fikir onlara bir aydınlık veriyor. Geçici bir aydınlık veriyor. Fakat diyor ki Allah “Allah onların nurlarını giderir” diyor. Yani kendi sistemlerini giderir ve onları karanlıklar içerisinde bırakır.

Kendi oluşturdukları sistem (batıl sistem) Allah’ın hak sistemi tarafından giderilince (bu büyük peygamberler tarafından getirilen din ile de oluyor.) Bireysel anlamda da kafamıza atıyor Allahu Teala Hakkı. Gerek yaşamsal olarak gerek idraksal olarak gerek irşadsal olarak. O zaman anlıyor ki insan  kendisin oluşturduğu sistem bir işe yaramıyor, geçici.

Yani nerede kalıyor, tekrar o zulumat /karanlık içerisinde kalıyor. Ve artık diyor Onlar göremezler. Neden göremezler? Çünkü kendi sistemlerine takılı kaldılar. Ancak nur olursa Allah’ın nuru olursa, nurun içerisine sen gidersen onları görebiliyorsun. Yoksa izmlere takılı olarak gidiyorsun. Bugün internette o felsefik akımlarla mücadele eden arkadaşlar var. Yani adamlar kafalarında bir ideoloji belirlemişler, internet ortamında nefisleri kontrolsüz olduğu için, zincirsiz bir alan, gidiyorlar istedikleri şekilde küfür edebiliyorlar. O klavyenin başına geçince, nefis klavyenin başına geçiyor aslında. O sapık inançlar, şunlar, bunlar şeytanın vesvesesi ile beraber devreye giriyor, yazıyor.

Orada ne izmler, ne sapkınlıklar dönüyor. O zaman görüyorsunuz ki ayağını sağlam basmaya çalışan bir adam görüyor zaten. “Bunlar ne diyor, ne yapıyor” diyor. Ama kendileri farkında değiller işte. Summun bukmun umyun- sağırdırlar dilsizdirler kördürler. Artık onlar dönemezler. Allah’ın sistemi dışında bir sistemin- kendileri oluşturdukları bir sistemin- doğru olduğuna inanıyorlar ve onunla öyle bir mücadele ediyorlar ki dönemiyorlar artık. Ne yaparsan yap.  Ama işte Müslüman kelimesinde ne var? İslam var, teslimiyet var. Sen önce teslim oldun diyorsun. Hazreti İbrahim’e ne diyor Allahû Teâla? “Teslim ol” diyor. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. Yani bunu hiçbir dinin kapısında iken demiyor bakın. Dini maksimumda yaşıyor bize göre. İdrakini, yaşantısını düşünün, imanını düşünün. Buna rağmen Allahû Teâla diyor ki “Teslim ol”. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. İşte teslim olarak biz yaşarsak “Aslında şöyle olması lazım. Bu bizim sistemimizde var. Bunun bana göre böyle olması lazım” dersen teslim olmuş olmuyorsun. Önce teslim olacaksın, ondan sonra Allahû Teala’nın bunu yaratmasındaki sistem, hakikat ne var diye onu düşüneceksin. Öbür türlü yanlışa götürüyor. Önce ben bunun bütününü anlayayım da ondan sonra gireyim dersen yanlışa götürüyor. Çünkü şeytanın oyunu çok. Geçen gün şurada bir arkadaş söyledi, çok ilgimi çekti, sizinle de paylaşmak istiyorum. Yanlış sistemler hakkında bundan bahsediyorum. Adamın biri demiş ki “ya sünnet diye bir şey çıktı, farzın önüne geçti”. Ne kadar yanlış. “Ben ne yapıyorum demiş biliyor musunuz “Sünnetleri kılmıyorum, bütün sünnetleri terk ettim. Farzı kılıyorum, farzı da iki rekat kılıyorum.” Bak buraya kadar yanlış ama şeytanın girdiği asıl tehlikeli yer şurası: niye demiş. “Çünkü iki rekat kılıyorum ama ağır ağır kılıyorum. Allah ile iletişimimi maksimumda tutuyorum”. Bak görüyor musunuz şeytanın taktiğini. Bir şeyleri almak için neleri veriyor. Bizim kılamayacağımız güzellikte namaz kılmasına müsaade ediyor onun. Allah bilir hiç dokunmuyordur, vesevese getirmiyordur. Çok güzel namaz kılıyordur ama koskoca “Muhammedun Resulullah “sistemini çizdiriyor onda. “La ilahe illallah” tan da yarısını kestiriyor. Farzları iki rekât kılıyor. Dikkat edin “şeytan sizi Allah’la kandırmasın “diye  bir ayet var.(Fatır 5, Lokman 33). Şeytan ne diyor, ben onlara her yönden yaklaşacağım diyor. Ne diyor önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından. İşte bu nereden yaklaşma? Sağdan yaklaşma. Adam doğru yaptığını zannediyor. Ben Allah’la iletişim kuruyorum ya diyor. Şurada şeytan kapıdan girse hepimiz korkup kaçmayız. Herkes taşını eline alır, üstüne gider. Ama şeytan öyle hamle yapmıyor ki . Onun işi beyinle. Gönlüne bir vesvese veriyor, aklına bir virüs veriyor. “Ya aslında şöyle de böyle de”. Sen oradan gidiyorsun zaten.ayağın kayıyor.

İşte bütün bunlar Allahû Teâlâ’nın sistemine yeterince teslim olup iman etmeyip de kendi kafamızda kurduğumuz acaba şu şöyle sistem olsa nasıl olur dediklerimizden. Gereken bariz olan müşriklerin kurduğu sistemle batıl sistemle, gerekse bireysel olarak kendi kafamızda oluşturduğumuz sistemleri  terkederek asıl sistem olan HAK SİSTEME TABİ OLMAK.  Allahû Teâlâ diyor ki “İşte onlar hak değil batıl”. ve onlar yok olmaya mahkumdur. Asıl değerli olan, doğru olan, hak olan ise benim sistemimdir. Sen buna uyarsan çok güzel yaşarsın, ahirette de işte o Rahim denen geri dönüş sistemine iade olursun. Yoksa yok olup gidersin. Karar senin…

Allah bizi “Hakkı hak bilip ittiba eden ; batılı batıl bilip ondan  imtina eden, sakınan kullarından eylesin.” Amin.

Allah bizi sıratı mustakîmde eylesin. Onda ayağımızı sabit kalsın. Bize de o yolu kolaylaştırsın.

Sadakallahülazim

SEBE (30.sohbet) 47-48.ayetler


 

SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/dEaS0GIFhGM9P


SEBE 47

قُلْ مَا سَأَلْتُكُم مِّنْ أَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

Kul mâ seeltukum min ecrin fe huve lekum, in ecriye illâ alâllâh(alâllâhi), ve huve alâ kulli şeyin şehîd(şehîdun).

1. kul : de, söyle
2. mâ seeltu-kum : sizden istemedim
3. min ecrin : bir ecir, bir ücret
4. fe : öyleyse
5. huve : o
6. lekum : sizin
7. in : eğer (varsa)
8. ecriye : benim ecrim, benim ücretim
9. illâ : sadece, ancak
10. alâ allâhi : Allah’a aittir
11. ve huve : ve o
12. alâ kulli şey’in : herşeye
13. şehîdun : şahittir

 

De ki: “Ben sizden bir ecir (ücret) istemedim. Öyleyse o (ecriniz) sizin olsun. Benim ecrim sadece Allah’a aittir. Ve O, herşeye şahittir.”


SEBE 48

قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ

Kul inne rabbî yakzifu bil hakk(hakkı), allâmul guyûb(guyûbi).

1. kul : de
2. inne : muhakkak
3. rabbî : Rabbim
4. yakzifu : kazefe eder, atar, tecelli ettirir
5. bi el hakkı : hakkı
6. allâmu : çok iyi bilen
7. el guyûbi : gaybler, bilinmeyen

De ki: «Gerçekten Rabbim, hakkı fırlatır (dilediğinin kalbine indirir.) O, gaybları hakkıyla bilendir.»

 

SEBE (29.SOHBET) 46.Ayet


 

SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/-g8enhEvh8ehy


 

SEBE 46 :
قُلْ إِنَّمَا أَعِظُكُم بِوَاحِدَةٍ أَن تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِكُم مِّن جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلَّا نَذِيرٌ لَّكُم بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ

Kul innemâ eızukum bi vâhideh(vâhidetin), en tekûmû lillâhi mesnâ ve furâdâ summe tetefekkerû, mâ bi sâhıbikum min cinneh(cinnetin), in huve illâ nezîrun lekum beyne yedey azâbin şedîd(şedîdin).

1. kul : de, söyle

2. innemâ : ancak, sadece

3. eızu-kum : size vaazediyorum, öğüt veriyorum

4. bi : ile

5. vâhidetin : tek, bir tane

6. en : olmak

7. tekûmû : kalkın

8. li allâhi : Allah için

9. mesnâ : ikişer ikişer

10. ve furâdâ : ve fertler (olarak), teker teker

11. summe : sonra

12. tetefekkerû : tefekkür edin, düşünün

13. mâ : değil, yoktur

14. bi sâhıbi-kum : sizin sahibiniz, arkadaşınız

15. min : dan

16. cinnetin : cinnet, delilik

17. in : eğer

18. huve : o

19. illâ : sadece, ancak, den başka

20. nezîrun : nezir, uyarıcı

21. lekum : sizin için

22. beyne yedey : ellerinin arasında, önünde, gelecek olan

23. azâbin : bir azap

24. şedîdin : şiddetli, kuvvetli

De ki: “Size sadece tek bir şey vaazediyorum. Allah için ikişer ikişer ve teker teker kalkın. Sonra tefekkür edin.” Sizin sahibinizde (arkadaşınızda) cinnet (delilik) yoktur. O, ancak sizin için önünüzdeki (gelecek olan) şiddetli azaba (karşı) bir nezirdir (uyarıcı).

 

SEBE (28.sohbet) 44-45-46.ayetler”ikişer,ferden kalkın”


SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/jbuEwxMGgyyi9


SEBE 44
وَمَا آتَيْنَاهُم مِّن كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَا أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِن نَّذِيرٍ

Ve mâ âteynâhum min kutubin yedrusûnehâ ve mâ erselnâ ileyhim kableke min nezîr(nezîrin).

1. ve : ve

2. mâ âteynâ-hum : biz onlara vermedik

3. min : den, dan

4. kutubin : kitaplar

5. yedrusûne-hâ : onu tedris ederler

6. ve : ve

7. mâ erselnâ : ve biz göndermedik

8. ileyhim : onlara

9. kable-ke : senden önce

10. min nezîrin : bir nezir, uyarıcı

Ve Biz, onlara tedris edecekleri (okuyup çalışacakları) kitaplardan vermedik. Ve senden önce onlara bir nezir (de) (uyarıcı peygamber) göndermedik.


SEBE 45
وَكَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَمَا بَلَغُوا مِعْشَارَ مَا آتَيْنَاهُمْ فَكَذَّبُوا رُسُلِي فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ

Ve kezzebellezîne min kablihim ve mâ belegû mi’şâre mâ âteynâhum fe kezzebû rusulî, fe keyfe kâne nekîr(nekîri).
1. ve kezzebe : ve tekzip etti, yalanladı

2. ellezîne : onlar

3. min kabli-him : onlardan önce

4. ve mâ belegû : ve erişmediler

5. mi’şâre : onda bir

6. mâ âteynâ-hum : onlara verdiklerimiz

7. fe : böylece, buna rağmen, bundan sonra

8. kezzebû : tekzip ettiler, yalanladılar

9. rusulî : resûller

10. fe : böylece, buna rağmen, bundan sonra

11. keyfe : nasıl

12. kâne : oldu

13. nekîri : inkârım, cezam

Ve onlardan öncekiler (de) tekzip ettiler (yalanladılar). Ve onlara verdiğimiz şeylerin onda birine (bile) erişmediler. Buna rağmen resûllerimizi tekzip ettiler (yalanladılar). Bundan sonra inkârım (cezam) nasıl oldu?


SEBE 46 :
قُلْ إِنَّمَا أَعِظُكُم بِوَاحِدَةٍ أَن تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِكُم مِّن جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلَّا نَذِيرٌ لَّكُم بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ

Kul innemâ eızukum bi vâhideh(vâhidetin), en tekûmû lillâhi mesnâ ve furâdâ summe tetefekkerû, mâ bi sâhıbikum min cinneh(cinnetin), in huve illâ nezîrun lekum beyne yedey azâbin şedîd(şedîdin).

1. kul : de, söyle

2. innemâ : ancak, sadece

3. eızu-kum : size vaazediyorum, öğüt veriyorum

4. bi : ile

5. vâhidetin : tek, bir tane

6. en : olmak

7. tekûmû : kalkın

8. li allâhi : Allah için

9. mesnâ : ikişer ikişer

10. ve furâdâ : ve fertler (olarak), teker teker

11. summe : sonra

12. tetefekkerû : tefekkür edin, düşünün

13. mâ : değil, yoktur

14. bi sâhıbi-kum : sizin sahibiniz, arkadaşınız

15. min : dan

16. cinnetin : cinnet, delilik

17. in : eğer

18. huve : o

19. illâ : sadece, ancak, den başka

20. nezîrun : nezir, uyarıcı

21. lekum : sizin için

22. beyne yedey : ellerinin arasında, önünde, gelecek olan

23. azâbin : bir azap

24. şedîdin : şiddetli, kuvvetli

De ki: “Size sadece tek bir şey vaazediyorum. Allah için ikişer ikişer ve teker teker kalkın. Sonra tefekkür edin.” Sizin sahibinizde (arkadaşınızda) cinnet (delilik) yoktur. O, ancak sizin için önünüzdeki (gelecek olan) şiddetli azaba (karşı) bir nezirdir (uyarıcı).

SEBE (27.SOHBET) 42-43-44.AYETLER


SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:
https://yadi.sk/d/G93u5lazgqjxu


42.AYET:

فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا وَنَقُولُ لِلَّذٖينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّتٖى كُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ

 Fel yevme lâ yemliku bağdukum libağdın nef’av ve lâ darrâ, ve negûlu lillezîne zalemû zûgû azâben nârilletî kuntum bihâ tukezzibûn.

İşte bugün birbirinize ne fayda ne de zarar verebilirsiniz.

Zulmedenlere, “Yalanlamakta olduğunuz cehennem azabını tadın” deriz.


43.AYET:

وَاِذَا تُتْلٰى عَلَيْهِمْ اٰيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هٰذَا اِلَّا رَجُلٌ يُرٖيدُ اَنْ يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اٰبَاؤُكُمْ وَقَالُوا مَا هٰذَا اِلَّا اِفْكٌ مُفْتَرًى وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءَهُمْ اِنْ هٰذَا اِلَّا سِحْرٌ مُبٖينٌ

 Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin gâlû mâ hâzâ illâ raculuy yurîdu ey yesuddekum ammâ kâne yağbudu âbâukum, ve gâlû mâ hâzâ illâ ifkum mufterâ, ve gâlellezîne keferû lilhaggı lemmâ câehum in hâzâ illâ sıhrum mubîn.

Karşılarında açık beyyineler halinde âyetlerimiz tilâvet olunduğu zaman o zalimler: «bu başka değil, sırf sizi atalarınızın taptığı ma’budlardan men’etmek isteyen bir adam» dediler ve «bu (Kur’an) başka bir şey değil, sırf uydurulmuş bir iftira» dediler ve o küfredenler hak kendilerine geldiği vakıt bu apaçık bir sihirden başka bir şey değil, dediler


44.AYET:

وَمَا اٰتَيْنَاهُمْ مِنْ كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَا اَرْسَلْنَا اِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِنْ نَذٖيرٍ

Ve mâ âteynâhum min kutubiy yedrusûnehâ ve mâ erselnâ ileyhim gableke min nezîr.

Halbuki biz, onlara ders yapacakları bir kitap vermedik ve senden önce kendilerine bir uyarıcı da göndermedik.

 

SEBE (26.sohbet) 40-41.ayetler”meleklere/cinlere tapmak”


SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/pae3YBr3gh3eX


وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ يَقُولُ لِلْمَلَائِكَةِ أَهَؤُلَاء إِيَّاكُمْ كَانُوا يَعْبُدُونَ

Ve yevme yahşuruhum cemîan summe yekûlu lil melâiketi e hâulâi iyyâkum kânû ya’budûn(ya’budûne).

1. ve yevme : ve gün
2. yahşuru-hum : onları toplayacak
3. cemîan : hepsini, tümünü
4. summe : sonra
5. yekûlu : diyecek
6. li el melâiketi : meleklere
7. e : mı, mi
8. hâulâi : işte bunlar
9. iyyâ-kum : size
10. kânû : oldular
11. ya’budûne : tapıyorlar

 Ve o gün onların hepsini haşredecek (birarada toplayacak). Sonra meleklerine şöyle buyuracak: “Size tapmış olanlar bunlar mı?”


قَالُوا سُبْحَانَكَ أَنتَ وَلِيُّنَا مِن دُونِهِم بَلْ كَانُوا يَعْبُدُونَ الْجِنَّ أَكْثَرُهُم بِهِم مُّؤْمِنُونَ

Kâlû subhâneke ente veliyyunâ min dûnihim, bel kânû ya’budûnel cinn(cinne), ekseruhum bihim mû’minûn(mû’minûne).

1. kâlû : dediler
2. subhâne-ke : sen münezzehsin, sen Sübhan’sın
3. ente : sen
4. veliyyu-nâ : bizim dostumuz, velîmiz
5. min dûni-him : onlardan başka
6. bel : hayır
7. kânû : oldular
8. ya’budûne : tapıyorlar
9. el cinne : cin
10. ekseru-hum : onların çoğu
11. bi-him : onlara
12. mû’minûne : îmân eden, mü’min olanlar
 (Melekler) dediler ki: “Sen Sübhan’sın (herşeyden münezzeh, çok yüce). Bizim velîmiz onlar değil, Sensin. Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Onların çoğu, onlara (cinlerin söylediklerine) inananlardır.”

SEBE (25.sohbet) 39.ayet “infak”


 

SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ: https://yadi.sk/d/5os9SroEgYX8m

 


                                                                        SEBE 39.AYET :

قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ

 وَمَا أَنفَقْتُم مِّن شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ

وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ

Kul inne rabbî yebsutur rızka li men yeşâu min ibâdihî ve yakdiru leh(lehu),

ve mâ enfaktum min şeyin fe huve yuhlifuh(yuhlifuhu),

ve huve hayrur râzikîn(râzikîne).

1. kul : de
2. inne : muhakkak
3. rabbî : benim Rabbim
4. yebsutu : genişletir
5. er rızka : rızık
6. li men : o kimseye
7. yeşâu : diler
8. min ibâdi-hî : kullarından
9. ve yakdiru : ve takdir eder
10. lehu : ona
11. ve mâ : ve ne
12. enfaktum : infâk ettiniz
13. min şey’in : bir şeyden
14. fe : o zaman
15. huve : o
16. yuhlifu-hu : onun halefini, karşılığını verir
17. ve huve : ve o
18. hayru : hayırlı
19. er râzikîne : rızk verenler
 De ki:
Muhakkak ki benim Rabbim, kullarından dilediği kimseye rızkı genişletir ve takdir eder
Ve bir şey infâk ettiğiniz (verdiğiniz) zaman (o taktirde) O, onun karşılığını verir.
Ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.