Yasin Suresi (7.Sohbet)

Yasin 7. Sohbet. 20. Ayetten itibaren.

Geçen hafta ve ondan önceki hafta 18 ve 19. ayetleri anca işlemiştik, bugün 20. ayetten devam edeceğiz. Fakat geçen hafta da bir iki yer eksik kaldı son bir iki kelime ve bir de kuş meselesine hafif bir değineceğim. Çok ilginç ve önemli bir konuydu. Gelen tepkilere istinaden söylüyorum. Devam edeceğim. Biliyorsunuz kuş bir uğursuzluk anlamında kullanılıyordu. Onlar diyor ki; müşrikler, inanmayanlar diyeyim inkâr edenler mürsellere ne diyorlardı? “Uğursuzluk geldi ve bu uğursuzluk sizin yüzünüzden” diyorlardı. Resuller de diyor ki; “Uğursuzluk sizin kendinizledir gibi gözüken ama teferruat ile baktığımızda uğursuzluk olarak gördüğünüz şeyler sizin düşünce sisteminizden kaynaklanıyor. Siz kendinize bakın olayları yorumlarken yanlış yorumlamayın” şeklinde bir ifade vardı.

Teferruatına indiğimizde, İsra suresi 13. ayette geçen “Biz onların kuşlarını boyunlarına astık ve ahirette de o kitapları önlerine açılacaktır” dan da istifade ederek, sanki kişilerin boyunlarında manevi bir çip olduğunu, düşünce sistemlerinin hem sebebi hem de kayıt mekanizması olduğunu belirtmiştik. Bu Enam Suresi 38. ayette de daha sırrani manalarıyla o yukarı doğru gidişatta, terakki deniliyor buna, nefsini ve anlayışını yukarı doğru çıkaranlarda da, kuşla ifade edilen bir timsal sistemi olduğunu söylemiştik. Bunu meraklısına ifade etmiştik. Orayla ilgili bir iki küçük şeyle devam edeceğim.

Kuş deyince bir kaç şey aklıma geldi, Ruhul Kudüs var biliyorsunuz Cebrail Aleyhisselam Hristiyan kültüründe o üçlemenin, yanlış olan üçlemenin, teslis deniyor biliyorsunuz. O üçlemenin içinde yer alır. Yani Allah deyince onların üç şey aklına geliyor. Allah, oğul ve kutsal ruh. İşte kutsal ruh pek iyi izah edilmiyor. Bakın internette hep böyle Hz.İsa ve Allah kavramı geçmiş. Fakat Ruhul Kudüs’ü biraz üzeri kapalı geçmiş. O Cebraildir aslında, Cebrail Aleyhisselamdır. Onu tanrı olarak ifade ediyorlar. Yani onda o kadar olağanüstülükler görüyorlar ki, Tanrı üçlemesinde biri olarak kabul ediyorlar. Onun simgesi kuştur mesela. Mesela hani bu ipucu olsun diye anlatıyorum. Hani yukarı terakki dedik ya, ruhani alana yakınlık anlamında söyledik.

Bir şey daha söyleyeceğim, bunu Münir Derman hocanın bir hikâyesinde anlatıyordu. Mağara olayı var ya, Peygamber efendimizin Hz. Ebubekir ile beraber hicrette, Sevr mağarası. İçeri girdiklerinde Rabbim onları neyle setrediyor kapıdan? Örümcek ağı ve kuşla. Bir güvercinle. Şunu ifade ediyor; tamam o güvercinler içeri girdikten sonra oluştu fakat onlar gittikten sonra Resulullah ve Hz. Ebubekir o yuvayı yıkarak ve kuşları kaçırarak mı dışarı çıkmış olabilir rahmet peygamberi? Dolayısıyla o kuşun hikmeti ne olabilir diye sorduğumda, hani bu cevaplar geldi benim aklıma. Hani Ruhul Kudüs ile ilişkili olan bir şey aklıma geldi. Hani bunu da söyleyeyim dedim. İlginç bir şey.

Bir de aklıma şey geldi hani yüzlerce misal gelebilir ama üçünü not etmişim burada. Birisi de Fil Suresi. Ebabil kuşları geliyor. Bakın Kur’anda hiçbir şey boşu boşuna değildir, Kur’an da bir tarih kitabı değildir. Tarihten bilgi verir ama tarih kitabı değildir. Orada kuş diyorsa, fil diyorsa neden Kabe’yi yıkmaya geldikleri hikayede bunlar varsa bunların hep bir yeri vardır. Bakın “Yasin. Vel Kur’anil hâkim”(يس وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ) derken, hâkim kelimesinin anlamlarından birisi neydi? Muhkem. Yani buna İngilizce knitted deniyor. Yani örülmüş. Yani bütün bir örgüyle örülmüş. Kur’anın bir yerindeki bir ifade diğeriyle pekişmiş, örtüşüyor anlamında. Yani rastgele geçmiyor anlamında. Dolayısıyla orada bir kuşlardan bahsediyorsa, muhakkak bu Yasin’de 19’daki, işte İsra 13’deki ve Enam 38’dekiyle bir bütünlükte. Diğer yerde geçen kuşlarla beraber.

Bakın ne vardı fil hikâyesinde? Hikâye olarak geçiyor. Orayı yıkmaya gelen var ya, Ebrehe. Aslında inançlı. Hristiyan inancından birisi. Daha Müslümanlık gelmemiş. Fakat kıskançlığından ötürü. Yani neden insanlar bu Kabeye geliyorlar da benim yaptırdığım, çevresini dolanmalarını istediğim yere gelmiyorlar diye hasedinden geliyor oraya. Bir haset suçu var. Bunu unutmayalım. Yani oraya giden inançsız değil. İnançlı. Bak buradaki “Rahman bir şey indirmedi”ye götürür. Rahman diyor ya orada yani Rahman bilgisi çok ilginç. Yani Allah diye bir şey yoktur demiyor. Rahman kavramına erişmiş, o bir şey indirmemiştir diyor. Buraya inançlı biri gidiyor. Peki Kabe neyi temsil ediyordu biliyor musunuz aslında? Birçok timsali var ama Kabe’nin çevrelediği toprak örtüsü özel bir toprak. Bir ayete göre Adem’in yani ilk insan Hz. Adem in yaratıldığı toprağın o alandan alındığı söyleniliyor. Ebrehe gidiyor oraya, o toprağa gidiyor. Peki kuşlar işte buraya kuşlar diyeceğiz, ne atıyor kafalarına? Siccil. Onun ifadesi siccil. Siccil pişirilmiş demek. Biz biliyoruz ki Âdem in yaratılması ile ilgili şeylerden, topraktan yaratıldı filan birisi de pişmiş topraktan yaratıldı diye bir ifade var ayetlerde biliyorsunuz. Şimdi kafa neyi temsil eder? Düşünme sistemini değil mi? Düşünme sistemine kendi yaradılışından bir nesne ile Rabbim helak ediyor. Yani şu mesaj veriliyor; ya sen nereyi yıkmaya gidiyorsun? Senin yaratıldığın toprağı yıkmaya gidiyorsun. Oranın kutsiyetine karşı olarak. Ben de senin aslının yaratıldığı mıntıka olan, ruhların timsali olan kuşlar aracılığıyla, senin yanlış düşünce sistemine senin yaratıldığın ???8.18 atarak seni cezalandırıyorum. Yani işte bunları birleştirdiğimizde Kur an bir bütün ya, böyle bir sonuç çıkıyor. Yoksa rastgele okuduğunuzda Fil suresini bir anlamı yok. Ama kuş ne? O taş neyi ifade ediyor? Neden onların kafasına gidiyor? Ve yenilmiş ekin haline getirdik diyor. Me’kul diyor. Me’kul, ekele fiilinden ismi mef’ul, yenilmiş anlamında. Neden? Fil de neyi temsil ediyor biliyor musunuz? File bakın yiyip yiyip şişer. Değil mi? Hortumu da vardır. Şişer. Yani demek ki o zihniyette olanlar, dünyada yiyip içip semirmekle uğraşan insanlar yani düşünce sistemi kalmamış, ona da bu ceza veriliyor. Cezanın şekli bak semadan geliyor, o geçen hafta bahsettiğimiz kuşlar tarafından geliyor. Ruhani kısımdan. Kabe’yi yıkmaya gidiyor. Kabe neyi temsil ediyor yani senin yaratıldığın?? 9. 22 yani nasıl bir ceza ki Allah kişiye cezayı kendisinin yanlışı tarafından veriyor. Seni seninle cezalandırıyor.

İşte “tairikum meakum”(طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ ) “kuşunuz kendinizedir”. Düşünce sisteminiz, yanlış düşünce sisteminiz bu sonucu doğuruyor. Bir de şundan bahsetmek istiyorum, bu güzel bir nokta oldu. Ben de anladığımda çok etkilenmiştim. Bu geçen ders Kayhan Bey sizden rica ediyorum hatırlatın, bu hani size “vadrib lehum meselen”(وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا) diyor ya, mesel verildi, o meseleler hep birinci sayfadaki geçen kelimelerle ilgili örnekler veriyor Rabbim bu kalan kısmında.

Bunu kelime kelime yakaladım ama hani toplu halde vermek istiyorum. Buna misal olarak vereceğim ama haftaya bu sayfa bittiğinde yan sayfaya geçtiğimizde, hani bu birinci sayfadaki hikâye nereye tekabül ediyor onu toplu halde bir verelim bir zahmet hatırlatın. Ama şunu söyleyeceğim bakın “meakum” diyor ya; “tairukum meakum”, kuşunuz sizinledir. O İsra Suresi 13. ayette de diyor ya, “boynunuza astık”. O ilk sayfada hatırlıyor musunuz? Biz onların boyunlarına halkalar geçirmişiz derken de işte buraya bir işaret var. Bir şey dikkatimi çekti, bakın Allahu Teala maddiyat ile maneviyatı ayırt ettirmiyor bize. “âlimul ğaybi veş şehâdeh”( عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ )/ Haşr 22. derken bu var. Bakın gayb ve şehadet bir alem ya, ikisinin toplamı kulli alem. Bizim şahit olduğumuz alem var bir de gayb var. Gayb bizim şahit olamadığımız alem. Şöyle bir söz var gayb görünmeyen değil, görülemeyendir diye. Yani bizim ona erişemediğimiz. Dolayısıyla biz görebildiğimiz şahit olduğumuzda ne oluyor biliyor musunuz? Gayb alemi küçülüyor, şehadet alemi büyüyor. Biz görebildiğimiz yerde hepsine hâkim olduğumuz yer şehadet alemi olacak. Yani bilgi bu şekilde. Bunu gibi maddi ve manevi şeyler aslında iç içe. Örtüşür. Biz ayırıyoruz onu. Hani tasavvuf ve şeriat olarak ayırıyorlar ya, hayır iç içe onlar. Hepsi beraber. Bunu niye anlatıyorum, işte hani “kuşunuz boğazınızdadır” derken de tiroit beziyle etkileşimini söylemiştik ya izdüşümü olarak. Boğazınızdadır diyor, bir bakılıyor orada kanadını açmış kuş gibi değil mi? Rabbim orada birleştiriyor.

Bir misal aklıma geldi, Alak Suresinde “biz onun perçeminden tutarız, yakalarız” diye bir ifade var. “Nasiyetin kazibetun hatiye”(نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍ) diye vardı orada hatırlarsınız belki. Orayla ilgili internette yine bir yorum okumuştum, aynı tiroit bezine benziyor. Perçem nerede? Alnın üst tarafında değil mi? Dikkat edin saçların örttüğü alan yukarıda. Özellikle şunu diyor; saçların döküldüğü alana dikkat edin beynin olduğu alandır diyor. Beynin olmadığı alan en son dökülen alandır. Tersinden gidersek, saçların döküldüğü alan beynin kapsama alanıdır. Bakın enselerde ve şakakta beyin izdüşüm alanı yok. Değil mi? Onun gibi. Perçemin olduğu yer de, alnın üst tarafı yani beynin ön bölgesi. Buna frontal lob deniliyor. Ön lob. Ön lobun özelliği ne biliyor musunuz? Muhakemenin olduğu alan. Muhakeme ne demek? Doğruyu yanlıştan ayırt etmek. Bir şey önünüze geliyor.
Bakın ilginç, buluğa ermemişlerde o alan tam gelişmiyormuş. O yüzden çocuk çok tereddütlüdür. Annesine babasına sorar, sen karar ver desen, karar veremiyorum ne yiyeceğime ne giyeceğime der. Onu suçlamamak lazım çünkü o frontal lob tam gelişmemiş, o tam rüşte ermemiş ya da buluğa ermemiş tam karar veremiyor. İşte anladınız mı? Ne zaman ki o alan gelişiyor, çocuk sorumlu oluyor artık. O yaşa kadar sorumlu değil. Akıl baliğ denilen baliğa ulaşmak demek. Şimdi frontal lob hükmetme alanı. Kararlardan bir karar verebilme alanı. İşte yanlış karar verdikleri için, hani ölçtü biçti, nasıl da ölçtü biçti, kahrolsun nasıl da ölçtü biçti deyip de eleştirilen kişinin o alanı neresi biliyor musunuz? İşte bu frontal lob. İşte oradaki maddesel şey ne? Perçem. İşte biz ahirette onu perçeminden tutup sürükleriz diyor. Bakın manevi bir alanla maddi alanın birleştiği yine bir şey. Aynı tiroit bezinin olduğu gibi. Bunun gibi ne kadar çok alan vardır vücudumuzda siz düşünün. Bu ilmi de bu şekilde değerlendirmek lazım.
Dünya ve ahiret beraber. Ayıran biziz. Rabbimin ilminde hiçbir şey ayrı değil. Kuşlarla ilgili bunu söylemek isterim, çok şey konuşulabilir ama teferruata girilir meraklısı bunları düşünür, geliştirir.

İki nasıl kalmıştı on dokuzuncu ayette? “ein zukkirtum”(اَئِنْ ذُكِّرْتُمْ )

Yani şöyle olsa da mı????

zukkirtum(ذُكِّرْتُمْ) tüm siz, geriye ne kaldı zukkira. Zukkira ne demek? Kökü bunun zekera, zikir fiilinden. Zekera çok ilginç buna da değinmek istiyorum. Ayetlerde ilerlemiyoruz ama bunlar müthiş kavramlar. Ben kavramlar üzerinde çok duruyorum ve çok faydası oluyor. Zekera fiili neymiş biliyor musunuz zikir fiili? Normalde unutma olma durumunda, unuttuğun bir şeyi hatırlamak demek. Bugün müfredat diye bir terimler ansiklopedisi var orada gördüm. Hafaza fiiline benziyor. Hafaza hıfz etme. Farkı hafıza sürekli hatırında yani. Fakat zekera olunca unutma durumunda oluyorsun onu hatırlıyorsun. Unuttuğun bir şeyi tekrar hatıra gelmesi gibi. Yani kökü buradan kaynaklanıyor.

Hatırlıyor musunuz şunu demiştik, zikir fiilinin zıttı Gaflet demiştik. Bakın gaflet ne demek? Normalde hatırlaman gereken bir şeyi unutmak. Hani gaflet anıma denk geldi diyor yani. Gelmemesi gerekiyor. Normalde aklında olması lazım, o geldi. Bu durumda hıfzanın zıttı ne oluyor? Nesiya unuttu. Tamamen hatırdan çıkması. Gaflet ne? Hatırda olması gereken bir şeyin o anda unutulması. Zikir bu anlamda önemli. Çünkü buradaki manasına gidecek de onun için söylüyorum. Zukkirtum ise bunun başkası tarafından yapılması. Meçhul bir ifade. Edilgen bir ifade. Yani zekera ben hatırladım. Zekkera ise başkasına hatırlatma. Yani bunu biraz teknik bir ifade olacak ama burada Arapça talebeleri var ona söylüyorum zekera lazım bir fiil. Geçişsiz bir fiil. Kişinin yapanın kendisini ilgilendirir. Ben hatırladım. Ama oradaki “k” ye şedde geldiği zaman zekkera ne oluyor? Başkasına bunu hatırlatmak. Bakın anlam nasıl değişti. Size hatırlatıldığı zamanda mı böyle yapıyorsunuz diyor. Bakın bir şeyin hatırlanması için ne gerekir? Unutulmuş olması lazım. Unutulmuş olma durumu için ne gerekir? Onun daha evvelden bilinmiş olması gerekir. Hani yukarıda diyordu ya. Belagul mübin diyordu ya. Resuller ne yapıyordu? Açıklayıcı ve beliğ söz söylüyorlardı. Rastgele söz söylemiyorlardı. Bu ayette onun arkasına geldiği için, her kelimesine dikkat edersek içinde de sırlar açıklayıcı beliğ ifadeler olduğunu gösteriyordu. Size hatırlatılsa da mı? Neyi hatırlatıyor mürsel? Hani kuş en yüksek ruhani âlemi temsil ediyordu ya, yani o boyutta sizin aslını hatırlamanız gereken bir şey var. Ruhlar boyutunda. Yani elest meclisini ve kalubelayı hatırlatıyor. Hani siz böyle bir söz vermiştiniz, hatırlamıyor musunuz? Bak size bu hatırlatılıyor, mesajı var “enfussin” manalarında. Bak aleni manasında demiyorum. Derin manasında. Aleni manasına var diyor diğerinde. Ya size öğüt verilse de mi böyle yapıyorsunuz? Yani biz üzerimize düşen açık bir tebliğ. Başka bir şey yok. Sizi uyarıyoruz bakın. Siz uyarıcı mı uğursuzluk denilen şeyi ortaya çıkarmaya başladı gözüken. Ama derinde de hatırlatılıyor. Hatırlatılması için o şeyin daha evvelden bilinmesi lazım. Yahu ismi hatırlamıyor musun? Kişi niye kızar başkasına? Bildiği bir şey için. Bilmediği bir şey için kızmazsın ki. Demek ki onların dolayısıyla bütün insanların derin boyutlarıyla alt boyutlarıyla bildiği bir şey var, ama unutmuş, hatırlatılıyor. Ama o hatırlatıldığı şey nefislerinin işine gelmediği için boyunlarındaki o küçük beyin gibi olan mekanizma var ya onunla beraber muhakeme yapıyorlar, ama yanlış muhakeme yapıyorlar. Bu seferde karşındakini kendilerini değil karşındakini suçlayıcı bir haleti psikolojiye giriyorlar. İşte resuller de bunu diyor, “Ne oldu size, hatırlatılınca mı böyle yapmaya başladınız?” gibi bunun da bir ifadesi var.

Zikirle ilgili konusu değil ama bugün bir şey okudum çok hoşuma gitti bir ayet var Bakara Suresi 152. “Fezkurûnî ezkurkum”(فَاذْكُرُونٖى اَذْكُرْكُمْ) – “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim“. Bunun benzeri nerede geçiyor biliyor musunuz? Yine Bakara Suresinde geçiyor, ön sayfalarda. Bakara 40. ayette diyor ki: “Yâ benî isrâîlezkurû niğmetiyelletî en’amtu aleykum ve evfû biahdî ûfi biahdikum ve iyyâye ferhebûn”(يَا بَنٖى اِسْرَایٖٔلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِىَ الَّتٖى اَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَاَوْفُوا بِعَهْدٖى اُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَاِيَّاىَ فَارْهَبُونِ) “Ey israiloğulları sizin üzerinize olan nimetimi hatırlayın zikredin”. Nimeti zikrettiriyor Rabbim orada. Kime? İsrailoğullarına. Ama asıl muhakkak olan sahabeler ve Efendimiz(SAV) de olmak üzere en üst bilinçteki iman etmiş olan Müslüman topluluğuna ne diyor? Beni zikredin. Bakın İsrailoğullarına nimetleriyle zikrettiriyor Müslümanlara ise zatıyla zikrettiriyor. İşte bu da Muhammed ümmetinin diğer ümmetler üzerine olan üstünlüğü.

Zikir de arkadaşlar tamamen zihinsel, kalbe yansıyan zihinsel faaliyettir. Allah’ı direk olarak düşünmektir. “Beni düşünün” diyor, burada bir müjde var. Çok ilginç ben de sizi o anda düşünüyor olacağım yani zikrediyor olacağım. Anıyor olacağım. Bu ümmeti Muhammed’e olan müthiş bir nimettir. Mesela bu ayetlerin benzerlerine baktım Hz. İsa’ya bile diyor ki; “Annen üzerine olan nimetimi düşün” diyor, anlıyor musunuz bu inceliği Muhammed ümmetine. Kendi “ezkuruni” diyor beni diyor zikredin ki bende sizi zikredeyim. Yani şunu diyor: “Beni zikrettiğinizde…” Doğru anlayın bakın. Tesbih değil tesbihle zikrin ne farkı vardı? Tesbihte belirli isimleri sürekli olarak tekrar etmek vardı bunu bütün mahlûkat yapıyor ama Allah eşlik etmiyor. Zikirde sen direkt ona hiçbir şey düşünmeksizin gerçekten ona doğru şekilde yöneldiğinde Allah devreye giriyor. “Ve le zikrullâhi ekber”(وَلَذِكْرُ اللّٰهِ اَكْبَرُ )ne demek? Allah’ın zikri en büyüktür. Bunun üstüne bir şey yok demektir. Konumuz zikir değil ama bugün gelen bir şeydi paylaşmak istedim. Yan alan gibi gözükse de, aslında kavramların içinde bir şey “bel entum gavmum musrifûn”(بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ) – “Hayır bilakis entum sizler bir kavimsiniz”. Nasıl bir kavim? Musrifun. İsraf eden bir kavimsiniz. İsraf etmek neydi? Bir şeyi harcamakta aşırı gitmek. Demek ki olayları muhakemede, olayları değerlendirmede yanlış yerde aşırı gitmiş bir kavim olma durumu var burada. Yeter herhalde bunlar. On dokuzuncu ayet için daha çok şey söylenebilir ama yirmiye geçmek istiyorum.

Bismillah.

Ve câe min agsal medîneti raculuy yes’â gâle yâ gavmittebiul murselîn

(وَجَاءَ مِنْ اَقْصَا الْمَدٖينَةِ رَجُلٌ يَسْعٰى قَالَ يَا قَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلٖينَ)

Ve câe(وَجَاءَ). Şimdi burada bir bir olay anlatıldı yukarıda, ikinci kısma/pasaja geçildi. ve câe geldi, nerden geldi?
Min aksel medineti(مِنْ اَقْصَا الْمَدٖينَةِ). Şehrin en uzak kısmından, aksel medineti. Akseli açıklayacağız. Kim geldi?
Racul(رَجُلٌ). Bir adam. Nasıl gelmiş?
Yes’â(يَسْعٰى). Say ederek. Yani bunu hacca gidenler bilir bu fiili. Say ederek, yani hızlıca yürüyerek. Koşmak değil, yürümek de değil, hızlı adımlarla. Câe(جَاءَ). Geldi. Şimdi burada gelmesi nereye? Mekâna gelmesi. Bakın gitti demiyor. Yani olayın ana merkezinde olan bir olayı anlatıyor. Câe geldi. Kim gelmiş?
Racul . Önce oradan gidelim. Racul ne demek? Bir adam. Ama burada birisi dememesi, yani men dememesi, bir kişi dememesi de özellikle rical demesi, rical erkek demek. Yani adam gibi bir adam geldi diyor. Hani o nice erler vardır ki; ne ticaret ne alışveriş onları Allah’ın zikrinden alıkoymaz diyor orada övüyor. Yani erkekler vardır, ne erler vardır diye övüyor ya, burada da bir övgü var.
Agsal medîneti( اَقْصَا الْمَدٖينَةِ)’den gelmiş. Bakın burada ilk defa medine geçiyor. Halbuki yukarıda kariye geçmişti. Fakat medine geçmesi kariyeyi açıklıyordu. Yani herhangi bir köy değil de bir şehir olduğunu da yukarıda izah ediyor.

Ne demiştik derste? Medine şehrinin asıl ismi neydi? Yesrib idi değil mi?. Tayyibe deniliyordu, Yesrib deniliyordu. Fakat Peygamber Efendimizden sonra ne isim oldu? Medine, şehir. Bu İslam dininin bir şehir dini, bir kültür dini olduğunu göstergesidir. İşte burada da bunu gösteriyor. Fakat , aksa ne demekti biliyor musunuz? En uzak demek. Bu aksa kelimesini nereden biliyoruz biz? Mescid-i Aksa‘dan. İsra Suresinin birinci ayetinden biliyoruz değil mi?

Subhânellezî esrâ biabdihî leylem minel mescidil harâmi ilel mescidil agsallezî bâraknâ havlehû linuriyehû min âyâtinâ, innehû huves semîul basîr.

(سُبْحَانَ الَّذٖى اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذٖى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ)

O Sübhan’dır, kulunu bazı ayetlerini göstermek üzere Mescidil Haramdan Mescidi Aksa’ya gece yürüyüşü yaptıran Rabbin şanı ne yücedir diye bir ayet var. Oradan en uzak mescid, nereye en uzak? Mekke’ye en uzak. Geçen gün yarışma programında vardı, kim beş yüz milyar isterde. Aksa kelimesi orada soru olarak çıkmıştı. O da bana bir ipucu gibi geldi. Hemen dedim ben bunu açıklayayım. En uzak kısmında. Peki neden Rabbim burada en uzak kısmı diyor?
Bir kere burada resulleri övüyor. Diyor ki; öyle güzel tebliğ ettiler ki, görevlerini en güzel hakkıyla yerine getirdiler ki, şehrin taa en ucundaki adam bile bu tebliğden nasiplendi diyor. Yani tebliğ konusunda diyor ki; yani siz yakınlarınıza da tebliğ edeceksiniz ama tebliğiniz, sizin ettiğiniz tebliğ, temsil ettiğiniz tebliğ, hatırlıyorsunuz geçmişte İslamiyet en güzel tebliğ şekli temsildir. En uzaktaki insanlara bile erişebilsin manası vardı burada hatırlarsınız. Yani oradaki adam bile, bir adam bile, bunu duymuş geliyor.

Şimdi burada başka bir ifade, tebliğin kime fayda vereceği belli olmaz. Bir ayet vardı; Zariyat 55 idi:

Ve zekkir feinnez zikrâ tenfeul mué’minîn

(وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِنٖينَ)

Sen uyar diyor, zikret diyor, umulur ki zikir müminlere fayda verir. Bakın yakındaki kimseye fayda vermiyor, kime vereceği belli olmaz, uzakta bir mümine bile fayda verebilir. Sen yine tebliğini yap.

Yani biliyorsunuz denizde balığın karnına giren hangi peygamberdi? Yunus Peygamber. Yani tebliğ ediyor ediyor yok. Yani kızıyor ayrılıyor oradan. Rabbim cezalandırıyor. Senin görevin tebliğ diyor. Belki kalsaydın birkaç kişi iman ederdi. Zaten peygamberlerin kaderi de hep böyle ederler ederler, çok az kişi iman eder. Bakın Allah destekli, buna rağmen yok. Hidayetin, yani Allah’ın özgür iradeye ne kadar saygı duyduğunu imtihan yeri de bunun göstergesi oluyor. Yanılmıyorsam yedi senede kırk kişi iman ediyor Mekke’de. Allah Mekke’ye göre uzak olan yerde, Hz Musab’ın gittiği yerde kavimler iman ediyor. Ona göre “aksal medineti” oluyor yani bir şekilde. Belli olmaz bunun göstergesi kime vereceği belli olmaz. Buna Habibi Neccar deniyor. Hikaye kısmına girmeyeceğim de ben kelimeleri kaçırmadan diyeyim dedim.

Bir şey daha var; yes’a da ne var? Neden normal yürümüyor da koşarak yani koşmuyor da bakın, Rabbim burada orta yolu söylüyor müthiş bir ifade bayılıyorum. Yani yürüyerek de gelmiyor, koşarak da gelmiyor. Ama hızlı adımlarla geliyor. Vasat bir ümmet. Yani israf etmeyen bir ümmet. Hakkını vererek, ama abartmayarak ağırdan da almadan hızlı adımlarla geliyor. Yani diyor ki; siz de bir yanlışı düzeltme konusunda bir şey mi yapacaksınız ? Gayretli olun.

Say gayret demek. Gayretli yürüyüş demek. Hz. Hacer annemizi düşünürseniz, o iki tepelere gitme konusunda, ne kadar gayretli olduğunu düşünsenize. Say denilen fiilin ne olduğunu anlarsınız. Ama koşmayı sadece nerede yapıyor? Kâbe’nin gözükmediği iki alanda yapıyor. Bu hikaye edilen, hani bunu ilk derste anlattığım için değinmedim.

Habibi Neccar denilen kişi bunu yapıyor. O kadar çok rivayet var ki, kafa karıştırıcı. Kimisinin önceden Neccar, marangoz, ağaçtan putlar yaptığını, daha sonra bu tebliğ ile beraber iman ettiğini söylüyor. Bir rivayete göre hatta biraz sonra göreceksiniz, Allah Allah ne oluyor geliyor orada diyor ki; siz ne istiyorsunuz diyor, şundan. Para mı istiyorsunuz diyor, hayır. Ondan sonra iman ettiği ile ilgili rivayetler var. Bir rivayete göre peygamberimizin bir hadisine dayandırılıyor. Doğduğundan beri Allah’a hiç şirk koşmamış üç kişiden biri ki birisi Hz. Ali olarak ifade ediliyor hadiste. Ne kadar sağlıklı bilmiyorum. Onun olduğu. İkinci kişinin de Habibi Neccar olduğunu söylüyor. O zaman put yapıcılığı buna uymuyor. Çok rivayetler var. O yüzden buraya getirmek istemedim. Ama bu olay Antakya’da geçiyorsa, Habibi Neccar’ın da o çarşı içerisinde galiba makamı ya da kabri olduğu söyleniyor tefsir kitaplarında. Bu kişi var. Nihayetinde hiç kimseye tebliğin bir şekilde ulaşmadığı ama taa şehrin uzağında bir kişinin ulaştığı, bunun da gayretli bir şekilde geldiğini biz buradan anlıyoruz. Ha şehrin en uzak yerinde şunu da söyleyecektim, bakın yine şehirde ama şehrin uzak yeri. Bu bana şunu çağrıştırdı; şehirde olun, halkla beraber olun ama yine de çok içlerinde kaybolmayın. Halkın içinde Hak ile beraber olun.

Yani çok fazla sosyal faaliyetler şunlar bunlar güzel ama, en nihayetinde İslami de olsa bazen halkın içinde kaybolmak oluyor. Hak ıskalanabiliyor. O yüzden mesela bir rivayette de deniliyor ki; kendi mağarasında ibadet ederken kendince, oradan geliyor. Mağara da şehrin içinde olmaz değil mi? Kehf suresinde ne diyordu? Siz onlardan ve onların taptıklarından uzak kaldıysanız diyor, hadi mağaranıza sığının ki Allah da size rahmetini açsın ve size işlerinizde bir kolaylık versin. İşte o mağara, ehli-kehf bu “kehf” kelimesini kullanmakta neden biliyor musunuz? Bizler ehlikeyfiz, onlar ehli kehf. Biz hep ehli keyf diyoruz farkında olmadan ama ehli kehf farklı bir konumda olmuş.

Bunun gibi de kendi mağarasında Allah’a yönelik yaşayan insanların, böyle bir olay duyduğunda da gayretli bir şekilde mücadele etmesi gerekliliğine bir örnek. Benim aklıma hemen ne geliyor? Veysel Karani Hazretleri geliyor. Bu dünya, içerisinde sanki dünyada olmamış gibi yaşamış, sanki meleklerle yarışır gibi yaşamış. Ama bir cihad emri olduğunda da gelmiş. Çok şaşırmıştım ben. Medine’ye geliyor, ibadet ediyor, ondan sonra da cihatta şehit oluyor. Siirt’te ziyaret denilen bir yer var, Allah nasip etti gittim. Orada da bir makamı var. Şehit edildikten sonra herkes onu biliyor tabi. Kabrini kendi memleketlerine taşımak istiyorlar. Herkes de aldığını zannediyor, ama farklı tabut görüntüleri olmuş. Kimi o ülkeye götürmüş, kimi o ülkeye götürmüş. Her götürülen gömülen yer de onun makamı olmuş. Ne diyor duasını almaya gittiklerinde bir iki soru soruyor, siz resulü görememişsiniz diyor. Kime diyor bunu? Hz. Ömer ile Hz Ali’ye diyor. Yani nasıl bir konumda yaşadığını düşünün. Yani şehrin ucunda yaşıyor, ama bir cihat durumu olduğunda da ne yapıyor? Yes’a, yani koşarak hızlı adımlarla geliyor.

Ya Allah’ın bildirmesiyle biliyor, ya da tebliğ bir şekilde kendisine geliyor. Zaten maneviyatta da şu vardır; veli olarak her türlü makama çıkabilirsin, ama orada takılıp kalmayacaksın. Meczuplar orada takılıp kalandır. Ama Peygamber Efendimiz(SAV) çıkılabilecek en yüksek yere çıktığı halde, ertesi günü sabah olmuş, soruları cevaplandırıyor. Yani ayağı yere basarak en yukarılara çıkmak marifettir. Buna da maneviyatta “kemaliyet” denir. Eğer sadece kafa olarak orada vücut başka yerde olarak yaşarsan, yani olaylardan kopuk olarak yaşarsan, buna da uçukluk hali denir. Bunun göstergesi de dünyada ahenkli yaşamaktır. Bir şekilde ahengin bozulursa, hani geçenlerde dedik ya iki kanadıyla gökyüzünde uçan kuş dedik ya, gökyüzü semayı maneviyatı kastediyordu. İki kanadıyla uçan kuş da, hem maddiyatı hem maneviyatı dengeleyerek gökyüzünde olan kuş ifadesi vardı. İki kanadıyla olan kuşta da şu aklıma geldi; kuşlar her zaman kollarını çırpmaz demiştik. Kanatlarını çırpmazlar değil mi? Kanatlarını çırpmak neyi anlatıyor? Gayreti. Bazen de kollarını şöyle tutarlar, ben havacıyım bilirim. O da neyi çağrıştırdı size? Hangi manevi gidişat? Tevekkül. Bazen gayret, bazen tevekkülle havada olur. Ama gayrette ne kadar enerji sarf edildiğini düşünün. Ama tevekkülde de rüzgâra bırakıyorsun böyle kaldırıcı rüzgârlar vardır mıntıkalar vardır gidersin. Ama onu yapabilmek için önce havada olmak lazım. Havada olmak için de kalkmak lazım. Kolunu/kanadını çırpman lazım. Bütün kuşlar rüzgâra doğru kalkar ve inerler biliyor musunuz? Aynen bütün hava araçlarında olduğu gibi. Uçaklar da öyle. Zaten o da oradan kopyadır. Bir kuş sadece tersini yapar. Duydunuz mu o kuşun ismini? Hatta insanlara böyle hakaret olarak o kullanılır. Yani ne şöyle şöyle adam derler. Angut. Duymuşsunuzdur. Angut kuşu rüzgârı arkasına alarak yani zıttını yapar. Tersini yapar. Onun dışında bütün kuşlar rüzgâra karşı uçar. Ne demek? Yani rüzgarı önünden alıyorsun, gayret ediyorsun, havaya gittin artık tevekkül vakti kollarını açıyorsun tevekkül ediyorsun. Ne zaman bitti? Tekrar kuş kanatlarını çırpınca. İşte bu maneviyatla maddiyatı birleştirdiğinde, bir şey ortaya çıkıyor.

Ama angutu örnek alan maneviyat ehli olursa da çakılır. Ama bir şekilde de havalanıyor kuş. Onun da hakkını yemeyelim. Kuş ya havada uçuyor. Cezbelenmiş anlamına geliyor fakat o cezbenin haliyle o mıntıkada kalmış, yere inemiyor. Ama bu çok da övünülesi bir şey değil. Yani normal bir insana göre güzeldir. Deli değildir o. Allah’ın cezbesiyle o hale gelmiştir. Ona deli diyemezsin hakaret olur. Ona mecnun da diyemezsin. Mecnun ne demektir? Cinlenmiş demektir. Onu da diyemezsin fakat olması gereken manevi kemal haline göre bu eksikliktir. Kemal ehli orayı da yaşar, yeryüzünü de yaşar ve dengeli bir şekilde gider.

Gale( قَالَ) – dedi ki. Diyen kim? Burada Habibi Neccar demiş yani Habibi Neccar olduğu iddia edilen kimse ya da derin manasıyla bu konumda olan, biraz evvel bahsettiğim kimse demiş ki; “ya kavmi” – ey kavmim, burası ilginç buradan bahsedeceğim.

İttebiu(اتَّبِعُوا) – tabi olun.

el mürselîn( الْمُرْسَلٖينَ) – mürsellere tabi olun.

Şimdi burada ilginç olarak kavmi diyor. Kavmim. Burada belagatle meallere baktığımda şunu diyor; kavmi ifadesi sıcak bir ifade. Yani “Ey insanlar!” Topluluk ne yapıyorsunuz filan yok. Kavmim diyor. Ya da kavim demiyor. Kavmim diyor. Burada da diyor ki; tebliğ ederken onların gönüllerine girin. Kucaklayıcı olun. Sevgi, samimiyet ve şefkatli bir ifade olsun. Bu bir şekilde tesire olabilecek bir şeydir. Habibi Neccar da onu kullanıyor. Tabi Rabbim bu şekilde ifade ediyor. Yani Allah’ın kelamı olduğunu unutmadan bunu söyleyeceğiz. “Ya kavmi”, ey kavmim. “İttebiu”, tabi olun. Tabi olmak ne demek? Yani uymak demek. Peşinden gitmek manasında yani. O bir yere götürüyor, neden? Allah’ın resulü. Onlarda hidayet üzerine, hani “ala sıratım müstakim” diyor ya, o da gidiyor peşimden gel diyor aslında resuller. Sen de ne yapıyorsun ona? Tabi oluyorsun. Kime tabi olun? “El mürselîn”, Mürsellere tabi olun. Elçilere tabi olun. Burada da Habibi Neccar’ın onları mürsel olarak kabul ettiği var. Diğerleri kabul ediyor mu? Etmiyor. Diyor ki Rabbine; rahman bir şey indirmemiştir diyor. Sen nereden çıkarıyorsun diyor. Tamam Rahmana inanıyorum ama diyor, bir şey indirmemiştir diyor. Sen nereden çıktın diyor. Ama Habibin Neccar mürselin demekle de ona iman etmiş olduğunun bir göstergesi. Demek o hale gelmiş.

İşte tam anlamıyla ateist yok demiyor ya, işte bunun ifadesi. Bu onun büyüsü. Bak yerleri ve gökleri yaratan kim diyecekler sana, Allah’tır diyor ya, bu da yani Allah tamam çok önemli de bir kavram ama nasıl yani Allah. Ama Rahman biraz daha teferruatlıca yani esma boyutundan da tanınmış demek. Biliyorsunuz esmaların gittiği en son nokta Rahmandır. İsra Suresi 110. ayette de dediği gibi: Gulid’ullâhe evid’ur rahmân(قُلِ ادْعُوا اللّٰهَ اَوِ ادْعُوا الرَّحْمٰنَ) “İsterseniz Allah deyin, isterseniz Rahman deyin birdir”. Rahman eşittir Allah değil. Çünkü Rahman esmadır. Esmanın en konsantre halidir. Yani yaratılmış olarak bizim Allah’ın zatını anlama şansımız yok. Esmalarla anlama şansımız var. Esmanın da gittiği en son yer Rahman. Yani sanki Allah değil de sanki yani sen o kadarını ancak tanıyabilirsin demek. Bu rahman bilincine gelmişler. Çok ilginç.

Bakın şöyle denir; bütün insanlık yavaş yavaş kemaliyete eriyor, ama Rahman bilincine ermiyor. Rab bilincindeler. Alemlerin Rabbi bilincine getiren, peygamberimiz(SAV). Rahman’ın da bununla bir alakası var. Yani aslında ne kadar yüksek idrakte olduklarını, fakat nefisleri gereğince size hatırlatıldı diyor ya hani, bildikleri bir şey hatırlatılıyor. Kaçtıklarının göstergesi. Çünkü ne demiştik önceki derslerde? Bunu kabul ederlerse bir süre kulluk yapmaları gerekiyor. İşlerine gelmiyor, inkâr ediyorlar. Yani küfrediyorlar. Yüzlerini örtüyorlar ki kendilerini sakinleştiriyorlar güya. Ama ahirette bunun karşılığını görecekler.

Diğer ayete(21.ayete) geçelim:

İttebiû mel lâ yes’elukum ecrav vehum muhtedûn

(اِتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْپَلُكُمْ اَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ)

Burası önemli, “ittebiu” – tabi olun, bakın burada ilginç. Yukarıda da ittebiu deniliyor. “Tabi olun” bir daha ittebiu geçiyor. Kuranı Kerim fasihtir ve beliğdir. Fesahate uygun değil bu aslında bir kelimenin fazla olarak tekrar etmesi belagate değil de fesahate yani kelimelerin kullanılma şeklindeki güzelliğe aykırıdır. Ama burası, ilginç tekrar olması açıklayacağım.

İttebiu(اِتَّبِعُوا) – tabi olun,

men(مَنْ) – o kimseyi ki,

lâ yes’elukum ecran(لَا يَسْپَلُكُمْ اَجْرًا) – sizden hiçbir ücret, ecir talep etmiyor, istemiyor. Sormuyor bile.

vehum muhtedûn(وَهُمْ مُهْتَدُونَ) – Ve onlar hidayet ermiş kimselerdir. Bu ikisinde de yani diyor ki; sizden hiçbir şey istemeyen kimseye tabi olun diye ayetler var. Onu haftaya daha iyi anlatırız. Hazırlanarak geldim ama ezan okunacak. Sizden hiçbir şey istemeyene tabi olun diye sekiz on tane ayet var.

Eğer bir insanın menfaati varsa, özellikle dini konuda uzak durun. Televizyon programlarına bir bakın, dini şeylerde bir talepleri var mı yok mu? Varsa uzak durun. Başka kanala geçin. Sohbette iseniz sıvışın. Allah’ın ilmine göre söylüyorum. Hiçbir şey olmayacak. Hiçbir şey satmayacak, sattırmayacak, kendine çağırmayacak, hem maddi ve manevi bir şeyi olmayacak. Bir cemaat hakkında şu deniliyordu; ya oraya zengin olmayan gidemez diyordu. Bir talepleri var yani. Hemen sıvış. Uzaklaş yani buradan. Ayrıntıya girmeyeceğim. “İttebiu”, “tabi olun”. Men, o kimseye ki; lâ yes’elukum ecran. Ecran burada nekra gelmiş bilinmeyen. Herhangi bir şey yani. Bir şey bile değil. Bakın burada şunu açıklayayım; neden iki kere ittebiu ayrı ayrı gelmiş? Yukarıdaki özellikle peygamberlerdi. Yani o peygamberleri ve resulleri kastediyor. Ama burada da genel olarak dine çağıran tebliğci manasında var. Ayette hiçbir yerinde resul(mürsel) geçmiyor. Genel anlamda bir kişinin arkasından gideceksin. Hatta dini bile olmasın. Sizden bir menfaati olmayan kimsenin arkasından gidin diyor Allah. Bu ayetlerin derinlerine gizleyerek “vehum muhtedun” ne demek? Buradaki o “hal vav”ı da olabilir yani hal ifade eden vehum muhdedun. Ki onlar mühtedi olarak, mühtedi ne demek? Hidayete erdirilmiş demek. Hidayete ermiş ve erdirilmiş demek. Bunları da haftaya açıklayacağım inşallah. O kimse pozisyonunda olan. İkinci mana vermişler buna. Karşılık olarak sizden hiçbir şey istemeyen ve hidayete erdirilmiş kimselere tabi olun. İki farklı mana var birbirine çok benziyor. Farkı ne? Sizden hiçbir şey istememe durumunda birileri de olabilir. Ama bir daha bakın, hidayet sahibi mi? Hidayet sahibi olmadan da görünüşte bir şey talep etmeme durumunda olanlar olabilir. Siz onların hayatlarına bakın. Gerçekten hidayetteler mi? Söylediklerini yaşıyorlar mı? Eğer öyleyse onlara uyun. Bu ayet yarım kaldı haftaya buradan devam edeceğiz. Allahu Teala bize zikre uyan, hatırlayan ve o zikri hatırlatan resullere ve kimselere şartsız, nefislerimizi aşağı alarak tabi olanlardan eylesin. Ve bize halk içinde hakla beraber olanlardan eylesin. Fakat gerektiğinde de gayretle koşanlardan eylesin. Halk içinde halkta kaybolanlardan eylemesin. Bizleri de menfaat karşılığı olmadan dini tebliğ faaliyetleri yapanlardan olmayı ve hidayete erdirilenlerden olmayı nasip etsin.

Sadakallahul azim. Ve ahiru davaen elhamdulillahi rabbil alemin el Fatiha.

Yasin(3.sohbet) 12. Ayet/yazılı metin

Biliyorsunuz Yasin Peygamber Efendimize bir hitap, “Ey İnsan” diyerek. Rabbim yemin ediyor. Kuran’a yemin ediyor. Peygamber Efendimiz’i de destekliyor. “Muhakkak ki sen peygamber olarak gönderilenlerdensin”. Burada “mursel” ifadesi geçiyor. Bu neden mursel olarak kullanılmış? Bugün işleyeceğimiz bu 13. ayetten itibaren  bununla ilgili bir konu olacak. Bir sıratı mustakim üzerindesin. Bu kitap Aziz ve Rahman olan Allah tarafından indirilmedir. Babaları uyarılmamış olan kavmi inzar etmek için/uyarmak için çünkü onlar gaflettedirler. O azap sözü ya da hak olan söz gerçek oldu, onlar iman etmezler. Biz onların boyunlarına halkalar geçirmişizdir. Bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Artık onların başları kalkık durumdadır. Biz onların önlerine de bir set çekmişizdir. Arkalarına da bir set çekmişizdir. Bir de onları kaplamışızdır. Artık onlar görmezler. Onlar için musavidir/eşittir kendilerini inzar etsen de uyarmasan da onlar iman etmezler. Sen ancak şu kimseyi inzar edersin ki o zikre uyar ve de gaybi olarak Rahman’dan haşyet duyar. Sen ancak o kimseyi, uyarabilirsin. İşte o kimseyi bir mağfiret ve kerim bir ecir ile müjdele.”

Burada klasik yorumları ile beraber şunu da söylemiştik ki insanların kendi kibirleri yüzünden kendi göğüslerinde olan “gıllin” denilen marazları sebebiyle kendi kendilerine geçirdikleri demir halkalar ki onlar boyunlarını yukarı çıkarmıştır. Biz de onları o hale getirdik ve önlerine ve arkalarına setler çektik. Burada önleri; gelecekleri ve halleri. Arkaları ise geçmişleri. Arkalarına bir set çektik ki bu onların tövbe etmelerinin ve geçmişten ders almalarını engelliyor. Önlerine set çektik ki onların ilerlemelerini ve olayları görüp de ibret almalarını engelliyor. Bir de onları her taraflarından kuşattık ki artık ilerleyemezler. Tamam bunları Rabbim yapıyor ama sebep insanın kendisi. Çünkü kibrinden. Kibirli insan ne yapar? Burnunu, kafasını çenesini yukarıya kaldırır. Rabbim’in de en hoşlanmadığı şey kibirdir. O kibirleri sebebi ile de Rabbim onların boyunlarına halkaları geçiriyor. Yani sistem bunu böyle yapıyor.

Bunun alternatifi ne? Bu sistem hemen hemen herkesi kapsıyor. Onlar diyor eşittir. Uyarsan da uyarmasan da. Sadece özel bir grup var ki ancak onlar inzar edilebiliyor/uyarılabiliyor. Onlar da zikre uyan, yani birinci anlamı ile öğüdü dinleyip değişime müsait olan insanlar, yani değişime açık. Bu insan ne diyor? Ya da bu zikre Kuran dersek Kurani öğütlere açık, onun gereklerini yerine getirebilecek durumda. Ve de gaybdan ve Rahman’dan korkanlar. Haşyet duyanlar. Korkanlar demeyelim ona haşyet duyanlar. Ancak bir kişide bu iki haslet varsa önü açık oluyor. Yani Allah’ın hidayetine mazhar olabiliyor. Fakat diğerlerinin ise bir şekilde aleni değil ama zahiri olarak boyunlarında demek ki halkalar var. Ve onlar bir türlü iman etmiyorlar. Hani çenesinde halkalar olan bir insan tasdik manasında kafayı sallayabilir mi? İman ettim diyebilir mi? Diyemez. Yani kendi kendilerine yaptıkları yüzünden de öyle bir sonucu oluyor. Ama ataları uyarılmamış bir kavim derken de şunu demiştik. Yani babalarında, atalarında ve çevresinde böyle bir öğüt olmayabilir. Ama şu değişmeyecek. İşte geçmişine bakacak, ders alacak, aynı zamanda tövbe edecek kendini değiştirme potansiyelini elde edecek ve bununla beraber de ilerleme potansiyeline sahip olacak. Onları işte marifet ile…

Bu mağfireti de şöyle açıklamıştık: Mağfiret önce kişinin arkasına set çekilmişti ya, o set kaldırılıyor. Çünkü geçmişinde iman etmediği tarafı ile işlediği hatalar var. Tövbeyi gerektiren durumlar değil mi? Önce orası imha ediliyor/yok sayılıyor. O da geçiliyor “tebdil” denilen bir şeyin yerine başka bir şey konma durumu oluyor. Hani seyyielerini, hasenatı tebdil eyle denilen şeyle beraber. İkincisi ne oluyor? Bu sefer de “ecrin kerim” veriliyor. Kerim bir ecir veriliyor. Şimdi bunları dedikten sonra 12. ayette ne deniyor?

اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَاٰثَارَهُمْ وَكُلَّ شَیْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فٖى اِمَامٍ مُبٖينٍ

– İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ve nektubu mâ gaddemû ve âsârahum, ve kulle şey’in ahsaynâhu fî imâmim mubîn.

İnnâ nahnu nuhyil mevtâ ( اِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتٰى ) – Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz

ve nektubu  ( وَنَكْتُبُ ) – ve yazarız. Neyi yazarız?

gaddemû ( قَدَّمُو ) – önlerinden takdim ettiklerini

ve âsârahum  ( وَاٰثَارَهُمْ ) – eserlerini

ve kulle şey’in  ( وَكُلَّ شَیْءٍ ) – her şey

ahsaynâhu  ( اَحْصَيْنَاهُ ) – biz onu ihsa ettik, hesap ettik, saydık. Nereye?

fî imâmim mubîn ( فٖى اِمَامٍ مُبٖينٍ  ) – Mübin denilen şeye.

Burada ilginç bir şey var. Yukarıda hep hayatla ilgili örnekler verilirken bir anda diyor ki “Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz”. Yani bir şekilde ölülerden bahsetmediği halde diriltmekten bahsediyor. Bir şeyi diriltmenin ön şartı nedir? O şeyin ölü olma durumu. ama yukarıda herhangi bir ölüden bahsedilmiyor. Bunun hikmeti ne olabilir?

Birinci anlamı klasik anlamıyla/afaki anlamıyla; yani insanlar yaşadıklarına dikkat etsinler, her şeyin bir sonu var. Bu son, yeni bir başlangıçtır. Biz onları dirilteceğiz ama hesaplarını da soracağız. Dikkat. Bu zahiri mana.

Ama geçen haftaki o insanın gelişimi/değişimi ile ilgili, değişime açık olması ile kendini yenileyebilip de yeni bir iman sayfası açması ile ilgili olarak da ne olabilir? Bakın ne diyor? “Ölüleri biz diriltiriz”. Demek ki inzar edilmemiş insanlar/ inzarın ulaşmadığı insanlar demek ki Allah indinde ölü konumundaymış.

Zahiren yaşıyor, biyolojik olarak yaşıyor ama ölü konumunda. Sadece kalpleri  ölü demek bile doğru değil. Bir şekilde ölü. Bazı hadisi şeriflerde de buna işaret var zaten: “…onlar ölülerdir” diye. “Sen ölülere işittiremezsin” diye de bir ayet var. Yani hangi ölü bu? Manen ölü. Diri ama ölü. İşte buna ne diyor Rabbim? “Biz diriltiriz onları“. O zaman diriltmek hangi manada oluyor? Hidayet etmek anlamında oluyor. “Biz o ölü konumunda olan yaşayan ölüleri dirilterek onları bir mümin haline getiririzdiyor.  Bakın burada ilginç bir Arapça yapı var. “inna”(اِنَّا) derken bir te’kid var orada. “Şüphesiz biz…”. Bir de “nahnu”(نَحْنُ) geliyor orada. Nahnu’nun gelmesine gerek yok çünkü hem inna’da hem de yuhyi’de fiili mudari olduğu için orada “n” harfi var. “N” zaten biz demek. Biz diriltiriz. Türkçeyi düşünün. “Diriltiriz” deyince zaten gizli olarak biz var orada. Ayriyeten biz denmesine gerek yok. Bu Arapça’da bir kaidedir ki eğer  bu şekilde “nahnu” ve zamir açıkça geldiğinde şu olur: Yani o işi yapan biziz, biz, başkası değil. Bu anlama gelir. Orada ciddi bir vurgu var. Buna Arapça’da te’kid deniyor. Bir de başında inna var. İnna geldiği zaman, şüphesiz, gerçekten, muhakkak ki anlamına geliyor. Biz, biz. 

“İnneke leminel murselîn”(اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ) – Peygamber Efendimize “sen resulsün” demiyor. Minel murselin. “Sen resul olarak gönderilmişlerdensin“. Burada bir te’kid var. Korkma arkanda biz varız var. Bir de ne var? Sizler, sen dahil bütün resuller görevli. Yani asıl olan benim. Bu benim dinim. Bu işi ben yapıyorum. Sizler de görevlisiniz. Sen de o görevlilerden birisin. Yani bir görev hatırlatması var. Yukarıda ne diyor? Sen uyar, inzar et. Peygamber de olsa bir kişinin görevi inzar etmek/uyarmak. Sen hidayet veremezsin. Hidayet bize ait. Zaten zıddı olsa idi, Ebu Talib yaşarken Müslüman olurdu. Ne diyordu onunla ilgili ayette? “Senin üzüldüğünü biliyoruz (fakat) sen sevdiklerini hidayete eriştiremezsin, hidayet bize aittir“.

Burada Rabbim sistemi gösteriyor çünkü Rabbim’in indinde hakikat ve hikmet farklı. Müslümanın tebliğ görevi vardır. Hem temsil görevi vardır hem de çevresine tebliğ görevi vardır. Sen köşende yaşayamazsın İslamiyeti. Cihat edeceksin. Ya bilinen anlamı ile cihat edeceksin ya da bildiğin gerçekleri çevrene yaymak için gayrette bulunacaksın. Kendinle ilgili bir şey o. Hiçbir mutasavvıf cihattan geri kalmamıştır. Veysel Karani Hazretleri üst örneklerindendir. Savaşta şehit olmuştur. Bunu unutmayalım. Herkesin bir cihat görevi var. Fakat bir yere kadar. Asıl hidayet buradaki ifadesi ile ölüleri diriltmek Allah’a mahsustur. Diyor ki işte burada “Biz diriltiriz, biz, bizden başkası değil“. Buradaki üçlü vurgu işte bunu gösteriyor.

Bakın ne kadar ilginç. Hepimiz ahirete inanan insanlarız. Hepimiz öleceğiz. Allah tabi ki bizleri diriltecek. Dirilten de Allah. Ama işte bu önceki/dirilere özgü kısmı ile değerlendirdiğimizde olay farklı oluyor. Çünkü 69. ve 70. ayetinde ne diyordu:

(69) …in huve illâ zikruv ve gur’ânum mubîn.(اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ) – Bu şüphesiz Kuran’ı mübindir.

(70) Liyunzira men kâne hayyen…. (لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا ) – Hayatta/hay olanları inzar etmek için. İnzar kelimesi burada da geçmiş. Hay(diri olma konumu) burada da geçmiş. Demek ki Yasin birinci anlamı ile hay olanlara hitap. Bu uyarılar, bu zikir ölü kalpleri diriltebilir. Sen inzar et. Bir ayette ne diyor? Sen zikret, umulur ki zikir(ikaz) fayda verir. 

ve nektubu(نَكْتُبُ) – yazarız. Ketebe yazmak fiili, nektübü biz yazarız, yazıyoruz, yazacağız. Bu üç zamanı da kapsar fiili muzari. Neyi?

mâ gaddemû (مَا قَدَّمُوا) – onların takdim ettiklerini. Yani önden gönderdiklerini, önden ileriye doğru gönderdiklerini. Bu bazı meallerde öncelikli hale getirdikleri manasında da kullanılabilir. Yani kademe kademe. Kademe kademe herkesin bir önceliği var. Neyi öncelikli hale getirdim? Yani birinci sırada Allah var, ikinci sırada Resul, din. Yoksa bu değişiyor mu? Önceliklerin ne? Hani bazı şeyler dinin, hatta Allah’ın önüne mi geçiyor? Hatta din Allah’ın önüne mi geçiyor? vb. Ama birinci manası ile takdim ettiklerini. Daha evvelden gönderdiklerini de biz ne yapıyoruz? Yazıyoruz.

ve âsârahum(وَاٰثَارَهُمْ) – Eser kelimesinin çoğulu. Onların eserlerini, izlerini de yazarız. Bu ne demek? Yani yaşarken hepinizin yaptıklarını biz kaydediyoruz. Rabbim bunu ikiye ayırmış. Birincisi; senin önceden takdim ettiğin şeyi orada görüyorsun, bulacaksın demek. Yani olumsuz anlamda bir örnek var. Cehennemde ateş yok diyorlar. Neden? Kişi oraya önceden gönderiyor zaten. Yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem var ya. Kişi buradan götürüyor diye bir ifade var dini ifadelerde. Yani sen önceden oraya yaptıklarınla yerini hazırlıyorsun orada. Aynı şekilde pozitifte de sen oraya sundun. Mesela Hz. Aişe ile Peygamber Efendimiz’in bir diyaloğu var kurban bayramında. Kesiyor kurban. “Ya Aişe ne yaptın?” diyor Peygamber Efendimiz(SAV). “Üçte ikisini dağıttım, üçte biri bize kaldı” diyor Aişe Annemiz. “Öyle deme Aişe. Üçte birini dağıttım, üçte ikisi bize kaldı, de” diyor Peygamber Efendimiz(SAV). Çünkü gitti ya, Allah onu yazmadı mı? Gidince karşılığı orada bulunacak. Üçte birini orada bulmayacaksın, üçte ikisini orada bulacaksın. Ama dünya mantığı ile baktığında yok. Kayboldu, havaya gitti. Ama sistem öyle işlemiyor. Mesela şu duvarın arkası ahiret diyelim. Hadi şu kalemi, sandalyeyi diğer tarafa sokalım. Duvarın içinden geçsin, öbür tarafa geçsin. Gidiyor mu? Gitmiyor. Ama Allahu Teala öyle bir sistem koymuş ki senin Allah yolunda infak ettiğin oradan geçiyor. Ahirete gittiğinde de onları görüyorsun. Ama burada kendi adına kullandıkların, Allah adına kullanmadıkların ya da Allah adına kullandığını zannedip de Allah için olmayanları ise orada bulmuyorsun. Orada “gerçekten Allah için” yaptıklarını bulursun. “kaddeme” o, önden  takdim ettikleri. Gönderiyorsun. Mesela bir yere taşınacaksın. Yeni sistemde ne yapıyor? Tırı yüklüyorsun önceden yolluyorsun. Bir bakıyorsun gittiğinde oh hazır. İşte ahiret böyle bir şey, taşıma şirketleri var. Onlara da mümkün olduğu kadar yüklemek lazım. Orada ihtiyaç olacak çünkü.

Peki “asarahum” ne? Eserlerini de yazarız. Şimdi bununla ilgili hadisi şerifler var. İnsan öldükten sonra amel defteri kapanır. Yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder:

      1. Sadakayı cariye

      2. Yararı sürekli olan ilim

     3. Ölenin ardından  dua eden hayırlı evlat

Şimdi işte bunlar eser oluyor. Yani gittin öbür tarafa ama burada işliyor. Fabrika gibi işliyor. Yani yanına kalıyor. Onlar da eser oluyor. Bunun negatiften kullanımı şöyle: “Ben bir şey yapayım da namım yürüsün”. Bilmem ne olsun? O dünyevi eser. Hakikaten dünyada kalıyor. Ama demin dediğimiz gibi. Allah için zannedip de Allah için olmayan şeyleri bulamazsın diğer tarafta. Onları hiç bulamazsın. Ama gerçekten Allah’ın rızasını kazanacak şeyleri eğer burada çalışan, işleyen, devam eden bir şekilde bir fabrika gibi burada bırakırsan senin arkandan da sürekli olarak oraya bir gönderim yaparsın. Asar olarak bunu yorumlamışlar.

Atalardan gelenler dünyevi miras oluyor. Öbür tarafa gönderdiklerimiz de uhrevi miras oluyor. Sadakayı cariye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlat. Bakın bunu cebinize koyun. Ahirette çok işinize yarar. Bunlar sürekli orada fabrika gibi gönderecek size sevapları. Bu Ebu Müslimde geçen kuvvetli bir hadistir.

Bir de negatif tarafı var. “Kim iyi bir uygulamaya öncülük ederse kendisine hem o davranışı hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin sevabı verilir. Yine kim kötü bir uygulamaya öncülük ederse kendisine hem o davranışı hem de kıyamete kadar onu örnek alan kimselerin günahı yüklenir. “

İşte bu da farklı bir eser. Yani bir şeyin önünü açtın ya, ayvayı yedin. Mesela Kuran’da olmayan bir hükmü varmış gibi gösterdin. Ya da var olan bir hükmü aslında Kuran’da yok dedin. Binlerce kişi de ona uydu. Bir de “kitaplarımı alın okuyun” dedi. Belki onlar onu hak zannettikleri için, iyi bir ilim adamına tabi olacaklarını düşündükleri için. Gerçi niyetlerinden yine sorguya çekilecekler ama, sen onca insanın günahını alarak gideceksin. Ne için? Neden?

ve kulle şey’in  – ve bütün her şey.

ahsaynâhu – Biz onu ihsa ettik. Nerede?

fî imâmim mubîn – imam-ı mübinde.

Burada her şeyde değişik bir şey var. Yukarıda takdim ettikleri bir de eserleri var. Bu küllü şey değil. Bir de küllü şey diye Rabbim ayırmış. Bunlar da var ama bir de küllü şey var.

Ahsaynahu – Biz onu ihsa ettik. İhsa kelimesi çok ilgin. Ve de önemli “el-muhsi” diye bir Esmaul Husna var. O nedenle çok önemli. Eğer 99 esma ve diğerlerinin içerisinde ise, Allahu Teala kendisine isim olarak koyduklarından ise bu fiillere dikkat etmek lazım. Bu kelimenin kökü çakıl taşı. Yani saymak, hesap etmek gibi alanlarda çakıl taşının ne alakası var? Eskiden bilgisayar yok tabi çakıl taşları ile sayacaklar. Hesaplarını çakıl taşlarıyla bilecekler. O yüzden buradan türeyen bir isim olmuş. Hatta Nasreddin Hocanın bir fıkrası var.

Eskiden takvim falan yok. İmsakiye de yok. Ramazanın kaçı olduğunu nereden bilecek? Bir kabın içine çakıl taşları atıyor. Yani ihsa yapıyor. Bir çocuk da tabi muziplik yapıyor bunu görmüş, bir avuç da kendisi çakıl taşı atmış kabın içine gizlice. Ramazanın ortalarına doğru cemaatten biri sormuş:  “Hocam bugün Ramazanın kaçı?”. “Dur sayalım” demiş Hoca. Saymış bir bakmış 45. “Ramazanın 45’i demiş. “Hocam nasıl olur böyle bir şey? demiş adam. “Valla sana mı inanayım yoksa bu çakıl taşlarına mı inanayım?” demiş Hoca.

Yani burada işte “ihsa” çakıl taşları ile saymak manasına geliyor. Biz fasulyelerle sayıyorduk. İşte bu fiilden kaynaklanan bir isim. “Addede” kelimesine çok benziyor. Addede, adetli olarak saymak manasına geliyor. Fakat bazı ayetlerden biz bakıyoruz. Mesela 14/34’te bir ayet var. İbrahim Suresi 34. ayet:

(وَاٰتٰیكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ وَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ لَا تُحْصُوهَا اِنَّ الاِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ)

Ve âtâkum min kulli mâ seeltumûh, ve in teuddû niğmetallâhi lâ tuhsûhâ, innel insâne lezalûmun keffâr.

Ve âtâkum min kulli mâ seeltumûh  وَاٰتٰیكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَاَلْتُمُوهُ ) – İstediğiniz şeylerin hepsinden size verildi.

ve in teuddû niğmetallâhiوَاِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللّٰهِ ) Allah’ın nimetlerini saymaya çalışırsanız

lâ tuhsûhâلَا تُحْصُوهَا  ) Bunu sayamazsanız.

Kelimelere dikkat edin. İki tane “sayamazsınız” var.

Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız. Fakat Arapçada bu öyle değil. İlki “ve in teuddû” adet kelimesi, adetle saymak. Yani bir, iki, üç, dört, beş gibi saymak. Böyle saymaya kalkarsanız, bakın şunu diyebilir de yine “adetli olarak sayamazsınız” diyebilirdi. Yani “la teuddu” diyebilirdi. Ama farklı bir fiil kullanmış. Buradaki fiil “lâ tuhsûhâ”. Demek ki ihsa bizim bildiğimiz anlamıyla saymak değil. Mesela şöyle: Allah’ın üzerimizdeki biyolojik olarak nimetlerini sayalım: Göz, kulak, burun, ağız, el, kalp…. Ne yaptık biz? Saydık. Ama addede fiili ile saydık. Yani adetlendirerek saydık. Diğer sayamamak ne biliyor musunuz? Kavrayarak, idrak ederek. “Ya Rabbim bir göz vermiş ya, göz vermese idi biz nasıl algılayacaktık? Nasıl işitme şeyi olmuş? Böyle sivrisineğin nerede olduğunu anlıyoruz. Kafamızın üstünden geçiyor bir anda anlıyoruz. Bu kalp nasıl bir şey ya? Benim kolum odun kırarken yoruluyor ama kalbim doğduğumdan beri mola vermeden çalışıyor. Kalp kası yorulmuyor. Ya Rabbi nasıl bir şey? Bak ne yapıyorum burada? Sayıyorum ama idrakı ile sayıyorum. Kadrini kıymetini bilerek sayıyorum. Manasını bilerek ya da bilmeye çalışarak sayıyorum. Yani buradaki saymak biraz farklı. Kabaca bir sayış değil yani. Takdir ederek, bütün inceliklerine vararak demek.

Mesela bu konu ile birçok ayet var. Şu kısım ilginç. Geceleyin kalkıp da teheccüd namazı kılmak ile ilgili ayet var ya, orada diyor ki: “Gecenin çoğunda kalk kıl”. Sonra bir yumuşatma geliyor, “Ol” hükmü geçerli olmakla beraber. Yani nesih olmuyor. Rabbim sizin bunu sayamayacağınızı bildi de azalttı diyor. “Artık bundan sonra Kuran’dan kolayınıza geleni okuyun” diyor. Burada da aynı “ihsake” fiili kullanılmış. Meallerde ne geçiyor?

Yapamayacağınızı, yerine getiremeyeceğinizi bildiği için, fakat fiil saymak. Ne demek saymak? Değerini bilemezsiniz, anlamını bilemezsiniz, takdir edemezsiniz, gereklerini yapamazsınız manasında. Bu fiil bir de Esmaül Hüsna’da geçmiş. Tirmizi’de geçen meşhur hadis var ya: 99 esma meselesi. Kim ki bunları saysa işte orada “ihsa etse” diyor. Yani şu demek değil; 99 u sırasıyla say. E o zaman okursun geçersin. Ya da inanın biz yaptık bunu. Yarım günde ezberleniyor 99 esma. Denedik 99 ismi, yarım günde ezberlersin. Bu kadar kolay olabilir mi? Allah isterse tabi ki. Fakat Rabbim’in kastettiği bu esmalarını bir öğren. Yani bir hafızana al. Gerekli yerde de “Aaa Rabbim’in esması böyle tecelli ediyormuş, demek ki bu manaya geliyormuş” de, Rabbini tanı. Hani bilmenin en azından ilim anlamındaki ilk şeyini yap. İşte ihsa böyle bir kelime.

Bunu saydık diyor. Külli şeyin. Her şeyi saydık. Nerede? İmamin mübin‘de. Bütün tefsirlerde buna levhi mahfuz deniyor hemen hemen. Tamam, levhi mahfuz olabilir ama Rabbim levhi mahfuz dememiş. İmam demiş. Bakın burada imam ana kelime, mübin ise onun sıfatıdır. Biz biliyoruz ki önemli olan sıfatlanandır, sıfat değildir. Mesela büyük kalem. Burada önemli olan kalem mi büyük mü ? Kalem. Kalem dersin büyüğünü ekstra olarak söylersin. Burada da önemli olan imam. İmamlar bizim bildiğimiz imam. Önümüzde namaz kıldıranlar. Diyor ki “Biz her şeyi bir imamda saymışızdır(ihsa etmişizdir)”. Hayda? Nerede bulacağız bunu? Hah, işte mümin burada biraz açıklayıcı. Kuranın temeline bakmak bundan önemli. Yani Kuran’ın tefsiri yine Kuran’dır. Bakın Kuran’da bununla ilişkili ifadeleri söyleyeyim. “Kitabun mübin” var. Başka bir ayette “kitabu merkum” geçiyor. “Kitabu mektum” geçiyor. Bir de “ümmül kitap” geçiyor. Bütün bunları birleştirdiğimizde, evet doğru, kastedilen hep aynısı. Yani Rabbim’in levhi mahfuz dediği, kitabı mektum dediği, kitabı merkum dediği şey. Amenna. Peki neden bunu o ifadelerden biri ile kullanmamış da bu şekilde kullanmış?

Çünkü Rabbim bir kavramı bizim dünyamızdan olmayan ya da olsa da idrak ettirmek istediği, derinlerine vakıf ettirmek istediği şeyi Kuran’ın değişik yerlerinde değişik ifadelerle bulunduruyor ki mahiyetini bize ama dikkat “alakalısını” izah etsin. Bunu anlamak için bir kere kuranı tederrüs ve tedebbür etmemiz lazım. Bir oraya, bir oraya, bir oraya bakmamız lazım. Bunun için Kuran-ı Kerim’in Alemlerin Rabbi olan Allah’ın kitabı olduğunu bilmemiz lazım. Şimdi bir yerde “kitabı mübin” geçmiş. Burda “imamı mübin” geçmiş. Demek ki matematikte değişme özelliğine göre kitapla imam aynı şey.

Geçen hafta imam kelimesini inceledim. Çok ilginç. İmamın kelimesinin kökü Elif, Mim ve Mim harfleri. Buradan neler çıkmış? Amme kelimesi yani ümm. Buradan, aynı kökten. Teyemmüm kelimesi buradan geçiyor. Ümmet burdan geliyor, aynı kökten. Bununla ilgili bir sürü kelime var. Kökü ne imiş bunun? Kastetti, yöneldi demekmiş. Yönelmekle ilgili. Yani senin ilgin, alakan doğrultusunda olan ve senin yöneldiğin şey demekmiş. İmama da o yüzden sen yöneliyorsun, ona meylediyorsun. Bir yandan da anne gibi oluyor senin için. Sen de onun arkasından gidiyorsun. Ona tabi oluyorsun yani.

Kendisine yönelinen bir şey var, bu yönelinen şeye her şey kaydediliyor. Ve bu da bir kitap. Bediüzzaman hazretlerinin açıklamasına baktım. Biraz geri gideceğim, “ahsa” kelimesinin İngilizce karşılığına baktım. “to compute, to calculate , to count” yazmışlar. To calculate, hesap etmek. To compute, bilgisayarın fiili. 1400 sene evvel çakıl taşları ile saymak, çetele tutmak gibi yazmak anlaşılıyordu. Fakat bugünkü şey ile görüyoruz ki bilgisayar gibi hesap etmek, bir program haline getirmek manasına geliyor. Yani kainatın-dikkat burada-ana formülü, anayasaları, programları, planları. İmamı Azam dünyadakine örnek vermiş: Bir tane çam ağacının çekirdeğini düşünün. Kozalakları düşünün. Çam fıstığını düşünün. Toprağa gömdüğümüz zaman ağaç çıkıyor. Koskoca ağaç. Yaprağının nasıl olacağı, kaç tane dalının olacağı, başka ağaçlar için düşünün: Ne zaman meyve vereceği, ne zaman meyve vermeyeceği, yapraklarının ne zaman döküleceği, boyunun ne kadar olacağı, şunlar, bunlar, hepsi neyin içinde gizli? Çekirdek, tohum. Aslında tohum ama hepsi değil. O tohumun biliyoruz ki bir kısmı o toprağın içinde kendine gelinceye kadar, kökler oluşuncaya kadar besin. Onun içinde ne var? Çekirdekçik kısmı var. Onun içinde “ruşeym” deniyor biliyorsunuz. O ruşeymin içerisinde de ne var? DNA var. O DNA ‘nın içerisinde koskoca ağaç gizli. Şimdi kainatın çekirdeğini düşünün. Ana formülünü düşünün. Kainatın DNA’sını düşünün. İşte onun içerisinde de “imamı mübin” gibi ana program kayıtları. Neden kendisine yönelinen? Çünkü hem melekler, hem insanlar buna yöneldiğinde bir şekilde açıklayıcı unsurlar buluyorlar. Bakın neden açıklayıcı dedim? Bakın ne diyor burda? İmamı mübin diyor. İşte Rabbim sadece imam da diyebilirdi. Ama mübinle de işte bunu size biraz açıklayayım diyor. Mübin bütün kitaplarda “açık” deniyor. Doğru “açık” anlamı da var ama asıl manası “açıklayıcı” demektir. İsmi faildir. Mübin açıklayıcı demektir. Yani demek ki kitap her ne kadar levhi mahfuz gibi mahfuz(gizli), kitabu mektum gibi gizli de olsa açıklayıcı tarafları da varmış. Bir şekilde ona ulaşıldığında tabi. Yani Rabbim’in sistemi açıklayıcı. Bakın mesela DNA’ya gelelim. Bugün insan genom projesi tamamlandı. DNA’sı tek tek açıklandı. Şimdi gizli idi o iş, hiçbir şey anlaşılmıyordu. Şu an dikkatli bir şekilde yönelindiğinde açıklayıcı bilgi oluyor DNA.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki “kitabı mübin”in yüzü şehadet alemine bakar, “imamı mübin”in yüzü de gayb alemine bakar. Çünkü gayb alemi şeydir. Biz biliyoruz ki mesela “tenzilel kitap” diyor ya kitabın aslı nerede? Levhi mahfuzda. Tek parça olarak gök semasına indiriliyor. Buna ne deniyor? İnzal deniyor. Oradan da tedrici olarak yavaş yavaş da tenzil oluyor. “Nezzele” fillinden gelir. Nezzele ağır ağır indirtmek demektir. Eğer bu kitap yeryüzü kitabı ise bunun aslı yukarılarda. Ama aslının mahiyeti, birebir bunun aynısı değil. Allah’ın kelam sıfatı ile kelimelere dökülmüş hali. Şimdi bu vahiyle inmiyor mu? İniyor. Kime iniyor? Peygamber Efendimize. Peygamber Efendimize nasıl iniyor? O’nun kalbine iniyor. Taha suresinde ne diyor ayette? “Sen onu unutacağın endişesi ile dilini oynatarak tekrar etme“. Şunu demek istiyor. Bu dilinle ilgili bir şey değil. Bunun özü bir öz olarak, nur olarak senin kalbine indirildi. Bunun aslı o. Bunu senin konuşmaya başlayınca kelimeler halinde çıkıyor. Halbuki kitabın aslı bu değil. Kitabın aslı bir nur. Bizim anlayamayacağımız bir program diliyle kodlu. Onun yeri de levhi mahfuz denilen o muhteşem alanda. Ama o alanın da özellikleri var. Şimdi Haluk Nurbaki Hocanın bir yorumu var. Şimdi bakın bir bilgisayar var. Bu bilgisayarın içerisinde anakart var, önbellek var, hafıza kısmı ayrı, klavye kısmı ayrı, girdisi çıktısı ayrı değil mi bunun içerisinde. Ekran kartı var, grafik işlemci var, ses kartı var. Ama bunun hepsi bir computer(bilgisayar). Levhi mahfuzu da böyle düşünürsek, onun da işlevsellik alanları farklı.
İşte Haluk Nurbaki Hoca diyor ki: İmamı mübin onun, kayıtlarının yer aldığı programla ilgili bir kısmı. Bunu nereden anlıyoruz? Bu, imamı mübin ifadesine baktım Kuranı kerimde. Bir de 15/79’da geçiyor. Hicr Suresi 79: ayet: İki tane kavimden bahsediyor. O kavimleri Rabbim helak etmiş. Eyke ve Medyen kavimlerini yok etmiş.  Diyor ki: “Onlardan intikam aldık”. Fentegamnâ minhum – ( فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ )

ve innehumâ lebi imâmim mubîn – ( وَاِنَّهُمَا لَبِاِمَامٍ مُبٖينٍ ) Onlar imamı mübin üzerindeler, gibi bir ifade. Yani bunu şöyle yorumlamışlar: Açık bir yol üzerinde. Yani sen gittiğinde onları görüyorsun gibi. Ama Rabbim’in imamu mübini burada kullanması boşa değil. Ne var burada? Açık bir imandadırlar. Yani diyor ki; hani burada “ölüleri biz diriltiriz” ve “bütün eserleri yazdık” diyor ya. Bırakın kişisel anlamını. Bu Hicr Suresindeki yeri anlatıyorum. Kavimler boyutunda da onların başlarına gelenleri, biz zaten imamu mübine kaydetmiştik.

Burada bakın “ahsayna” derken zaten fiili mazi kullanılıyor. Yani geçmiş bir ifade kullanılıyor. İkinci manası da “Önceden bütün olacaklar, kuran ilmi içerisinde zaten kayıtlı, belli”. Şimdi bakın zaman bize göre geçerli, Allah indinde zaman yok. Allah zamanın yaratıcısı bizim için zaman geçiyor geçmiyor. Allah zamandan berî. Çünkü zaman varsa bir bitme durumu söz konusu. Fanilik söz konusu. Zamanın olduğu şeyde fanilik vardır. Allah fani olmadığı için, baki olduğu için. Zaman onun için değildir. Zaman “kün” emri ile mahlukatı içindir. Dolayısıyla Rabbim bir sistemi murat ettiğinde “kün feyekun” dediğinde “İnsanların kendi iradeleri ile kendi tercihleri ile yaptıkları hepsi belli oldu“. Rabbim’in ilmi ile. Rabbim’in bilmesi ile.

Ve bu da bir yerde kayıt edildi tabi ki. Yani insanlara doğaçlama bir şey veriliyor. Hadi oynayın deniyor. E kamera ile kaydediliyor. Bunun eskisi teypler geliyor, kaydediyor, bitti. Yani yönetmenin bir şeyi olmadı orada. Varsayım üzerine. Kişiler oyuncular kendi iradeleri ile yapmadılar mı? İşte o plak, disk, video kaseti ne derseniz deyin belli. Yani oyun bir anda bitti. Rabbim indinde ama. Biz o süreci yaşıyoruz. Kendi iradelerimizi kullanıyoruz. Bu böyle olmaz. Allah’ın cennet ya da  cehennemi yaratma mantığı kalmaz. O zaman şu olur. Yani şunlar şunlar cennete girsin derim. Şunlar şunlar cehenneme girsin derim. Olur da bu da zalim Tanrı olur felsefi olarak. Bu değil. işte bütün bu ilerde olacakların yazıldığı yer “imamu mübin” ya da “levhi mahfuz”dur. Onun da bir kısmı kayıt mekanizması. Yani sistemi bu şekilde kurmuş, Allah’ın bir sisteme ihtiyacı yok aslında. Ama hep sistemle bilinmiş. Yani melekleri kayıt edici olarak kullanmış. Hatta diyor ki “Biz resuller gönderdik”. “Onların önlerinden ve arkalarından melekler  gönderdik ki onları ihsa etsinler, yazsınlar” diye diyor. Ya Rabbim görmüyor mu? Şahit değil mi? Ama sistemi bu şekilde kurmuş. İşte bu kurduğu sistemin içerisine de levhi mahfuz gibi kitabı mübin gibi imamı mübin gibi öğeler yerleştirmiş. Yani Rabbim bu Yasin Suresi’nin özellikle ilk sayfasında, o da çok güzel denk gelmiş arkadaşlar. Yasin Suresinin ilk sayfası okunur genellikle ilk rekatlarda, ikinci sayfa bir hikaye ile başlıyor. Hani “Vadrib lehum meselen ashâbel garyeh” gibi. İlk sayfasında bir sistemi anlatmış. Kitaba yemin ediyor. Rasulullah(SAV)’in hangi amaçla gönderildiğini söylüyor. Sıratı müstakimi tanıtıyor. Allah’ım bunu indirmeyebilirdi ama “tenzil ettim” diyor. Çünkü “Ben Azizim aynı zamanda Rahimim bu kitabı okursanız siz zikir olduğu için hidayete kavuşabilirsiniz ama bunun için boynunuzdaki halkaları çıkarın. O kibir halkalarını çıkarın, geçmişteki o şeyleri de bırakın, teslim olun. Teslim olduğunuz takdirde ben size kapılarımı açacağım. Size hem mağfiret edeceğim, hem geçmişinizi sileceğim hem de size ecir vereceğim. Hem bu dünyada size ikramlarda bulunacağım hem de ahirette bunun  karşılığını siz göreceksiniz. O yüzden inat etmeyin, yapılması gerekenleri yapın. Çünkü hidayet benden. Bu inzar eden ben uyarandan da değil. Sizler aslında farkında değilsiniz ama ölüler gibisiniz. Ben sizi dirilteceğim. Dirilten de benim. Benden başkası değil. Ben dirilteceğim, size hidayet vereceğim. Buna göre dikkat edin. Şunu da unutmayın. O gerçeği anladınız mı? Siz dünyada yaşarken bir şeyler yapacaksınız. Ve bu yaptıklarınızdan benim rıza-ı ilahim doğrultusunda olanları ahirete takdim edeceksiniz. Kötü olanları da takdim etmiş olacaksınız. Bir de dünyada bıraktığınız sistemler yaşayacak. Bu sistemler de sizin lehinize ya da aleyhinize sürekli fabrika gibi gönderecek. Dikkatli olun. Çünkü biz her şeyi yazmaktayız. Bırakın yaptıklarınızı, öyle bir sistem kurduk ki bu sistemin içerisinde her şey bir ana program gibi bilgisayar programı gibi işlemekte. Her şeyin de bir formülü var. Yani bizim sistemimizin muhteşemliğini görün. Ona göre de yaşayın.

Bununla ilgili olanları da Yasin’in diğer kısımlarında Rabbim hikayeleştirmiş, anlatmış, öğütler vermiş. Hikaye gibi görünen kısımların içerisinde neler söylemiş neler. Misal olarak bir kişiden örnek vererek o Habibi Neccardenilen kişinin de kurtulduğunu örnek vermiş. İşte o sen o kimseyi uyarırken ki kişiyi anlatmış. Ve Habibi Neccar ile ilgili bir şey söylemek istiyorum. Belki de bir vakit namaz kılmadı. Sadece şeylerine uydu ve Allahu Teala onu öyle bir öldürüşle öldürdü ki ölürken bile cennetle müjdelendi. Bu esnada bile acımış, şey yapmış. İşte o kişi kim? Burada anlatılan. Sen ancak o kimseyi uyarabilirsin ki o zikre tabi olur ve gaflet haşyetten gaybte Rahmandan haşyet duyar. İşte onlara, eğer biz onlardan olursak bizlere bir mağfiret var. Hangimiz mağfirete muhtaç değiliz? Peygamber Efendimiz bile günde bir rivayete göre 70 bir rivayete göre 100 kez Estağfurullah çekiyor. Kendi durumunuzu düşünün. Kim mağfirete muhtaç değil? Hem Rabbim mağfiretle müjdeliyor hem de bir ecir ki kerim, müthiş, artan, sürekli seni nice güzel hallere getiren hem bu dünyada hem ahirette bir şeyle müjdeliyor. O yüzden Allahu Teala bizleri bu kitabın Allah’tan bir indirme olduğunu, içerisinde nice hikmetler olduğunu bilen, işte o zikre tabi olan, ve bunun gereklerini yapan, Allah’tan da layıkıyla haşyet duyan kullarından eylesin. Ahirete de güzel şeyler takdim etmemizi, önceliklerimizi belirleyip en yukarılara Allah’ı ve dini almayı, Resululah’ı almayı, Allah’ın razı olduğu şeyleri almayı, daha sonra diğerlerini kademe kademe aşağılarda almayı nasip etsin. Allah da bizi bu Kuran’ın hikmetlerine, inceliklerine vakıf eylesin. Bunları da amelimiz eylesin. “Amele geçmeyen her ilim, eşeğin sırtındaki yüktür” Kuran’ın ifadesi ile. Allah da bizleri bundan sakındırsın. Allah bizi Kuran’dan ayırmasın. Sürekli onla meşguliyet halinde olanlardan eylesin. Yanlışlarımız olduysa da hakkı söylemeye çalıştık. Elbette hatalarımız var. Kasti değildir inşallah. Bundan da affola. Sizlerin de kulaklarına benim tarafımdan yanlış bir şey gittiyse, hakkınızı helal edin. Allah bizi her şeyin en doğrusuna eriştirsin inşallah.

Selamun aleykum, sadakallahulazim ve ahiru davauhum enil hamdullilahı rabbil alemin.

Onların dualarının sonu elhamdulillahi rabbil alemin demektir.

veahuruddavahum enilhamdülillahi rabbil alemin.

El fatiha.