FATIR (4.Sohbet) 4-5.ayetler#


SOHBET KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/kovAzUCinCzoD


 

FATIR 4.AYET

وَإِن يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِّن قَبْلِكَ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الأمُورُ

Ve in yukezzibûke fe kad kuzzibet rusulun min kablike, ve ilâllâhi turceul umûr.

1. ve in : ve eğer
2. yukezzibû-ke : seni yalanlıyorlar
3. fe : artık, da
4. kad : olmuştu
5. kuzzibet : yalanlandı
6. rusulun : resûller
7. min kabli-ke : senden önce
8. ve ilâllâhi (ilâ allâhi) : ve Allah’a
9. turceu : döndürülür
10. el umûru : emirler, işler

 

 Ve eğer seni tekzip ediyorlarsa (yalanlıyorlarsa), senden önceki nice resûller (de) yalanlanmıştı. Emirler (bütün işler), Allah’a döndürülür.


FATIR 5.AYET

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُم بِاللَّهِ الْغَرُورُ

Yâ eyyuhân nâsu inne va’dallâhi hakkun fe lâ tegurrannekumul hayâtud dunyâ, ve lâ yegurrannekum billâhil garûr(garûru).

1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. inne : muhakkak
4. va’dallâhi (va’de allâhi) : Allah’ın vaadi
5. hakkun : hak
6. fe : artık, öyleyse
7. lâ tegurrenne-kum : sakın sizi aldatmasın
8. el hayâtu ed dunyâ : dünya hayatı
9. ve lâ yegurrenne-kum : ve sakın sizi aldatmasın
10. billâhil (bi allâhi) : Allah ile
11. el garûru : aldatıcılar

Ey insanlar! Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. Öyleyse dünya hayatı sizi sakın aldatmasın. Aldatıcılar da sizi Allah ile  aldatmasınlar.


SOHBETİN YAZIYA DÖKÜLMÜŞ METNİ:

Geçen haftaki ayeti hatırlarsanız “Ey insanlar Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın” derken birçok nimetten bahsedilebilir. Her şey nimettir. Biz bunlara şükürden aciziz. Ama burada biraz üzeri örtülü bir şekilde asıl nimetin, en büyük nimetin ne olduğunu söylüyor. Ne ile anlıyoruz biz bunu? Hemen arkasında “hel min halikun gayrullah” –  Allah’ın gayrısından başka bir yaratan mı var derken asıl nimetten yani yaratılmış olma nimetinden bahsediyordu. Yani biz yoktuk. Allah yoktan yarattı diyoruz. Ya da yoktan yarattı diyoruz. Eğer yaratmasa idi, biz bu bilinçte olmayacaktık. Halıkımızı, yaratanımızı tanıma fırsatını bize verdi. İçinde muhabbet olan bir tanıma ve bilme ile oldu. Bu nimetlerin en büyüğü bence.

“Hel” diye soru var orada? Hel Arapçada soru edatı mi?, mı? Türkçesi. Türkçede sonda gelen mi?, mı? Arapçada başta geliyor. Niye orada soru soruyor? Sizin için Allah’tan başka yaratan yok da diyebilirdi. Ama soru soruyor orada. Kime soruyor? Bize soruyor. Bir üstünde insanlara soruyor?  Ne ile başlıyor? Ya “eyyühennas”. Demek ki bütün insanları ilgilendiren bir şey olmalı. Mesela bu İslam nimeti olsa ya “eyyühennas” demezdi. Ya “eyyühellezine amenu” derdi. Demek ki ya eyyühennas dediğine göre bütün insanlığı ilgilendiren bir nimet. İşte biz buradan yaratma nimetini anlıyoruz.

Hel diye neden soru soruyor? Bir düşünün. “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın”la ilgili, benzer ayetleri geçen hafta sıralamıştık. Bu yaratılma nimetini o kadar vurgulu bir şekilde  değinmiyordu diğer ayetler. Bu genel tarza aykırı aslında. Rabbim bir yerde bir şeyi açıklıyorsa -varsa- Kuran’ın diğer yerlerinde benzer ifadelere baktığınız takdirde onu bulabiliyorsunuz. Fakat bunu göremedim. Ama bakın bizden bulmamızı istiyor. Hel soru soruyor? Yani Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın diyor. Müphem, kapalı. En büyük nimet nedir diye düşünürken ipucu veriyor. “Hel min halıkı min gayrullah”. Allah’ın gayrısından başka bir yaratıcı mı var? Seninle orada soru sorduruyor sana. Yani irdele. Kendi kendine soru sor. Ezbere gitme. Düşün. Tefekkür et. Bakın bunu anlayan Peygamber Efendimiz(SAV) geceleyin ayakları şişinceye kadar namaz kılarken ne diyor Hz. Aişe annemize: “Allah’a şükreden bir kul olmayayım mı?” diyor.

İkinci olarak “uzkuru nimetallah”. Orada nimet müfret gelmiş, tekil gelmiş. Çoğul olarak gelmemiş. Nimet çoğul olarak gelmemiş. Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın demiyor. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın diyor. Niye tekil gelmiş? Özellikle bir nimete dikkat çekiliyor. Yaratılışa. Birçok nimetler var. Ama burada müfret. Bunu nasıl yorumluyoruz? Allah’tan başka bir yaratan yok. Ama nimet tekil gelmiş. Hayat nimeti eşittir yaratılma.

Hel sorusu sorulmuş?Arkasından Allah’ın yaratmasından bahsediliyor? Nimet tek olarak gelmiş. Bunları birleştirdiğimizde diğer nimetlerle beraber ama daha önde olarak yaratılmanın en büyük nimet olduğu ifadesini görüyoruz.

Sonunda döndürülürsünüz ifadesi var. “feennâ tué’fekûn”. E nasıl mı döndürülüyorsunuz? Bu gerçekleri anladınız mı? Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetlerini yaratıcı olmasını ve sizden gökten ve yerden rızık verecek olduğunu ve ondan başka bunu yapabilecek bir ilah olmadığını anladın mı? Buna ki tevhid deniyor. Nasıl döndürülüyorsunuz?

Şimdi bakın nasıl dönersiniz değil, döndürülüyorsunuz. Meçhul, edilgen gelmiş fiil. Burada negatif sisteme dikkat çekiliyor. Yani bu kadar gerçeğe rağmen tırnak içerisinde aklınızı kullanmayarak şeytanın vesveselerine açık olarak nasıl döndürülüyorsunuz diye bir soru var. Nasıl böyle bir şey olabilir? Fe enne. Fe ile gelmiş. Nasıl olabilir böyle bir şey?

Şimdi dönmek Kuranı Kerimde 3 tane fiil ile ifade ediliyor. Benim denk geldiklerim şöyle.

Birincisi buradaki “ifk” kelimesi.

İkincisi “sarf” – kuyumcular kullanır. Sarf ediyor. Bozuyor, döktürüyor manasında. tusrefun olarak geçiyor bazı ayetlerde. 39/6 da var mesela. 10/32 de varmış.

Üçüncü olarak “tevelli” var. Velleye. Fe in tevellev diyor. “Fe in tevellev fe kul hasbiyallahü”(Tevbe 129). Yani sen anlatıyorsun anlatıyorsun karşındaki bütün buna rağmen dönüyor. Arkasını dönüyor ve gidiyor.

Bir de “arada an” var. Geri çevrilip dönmek var. Böyle birkaç tane dönmek var. Fakat neden burada Rabbim ifk kelimesini kullanmış. İfk, tufekun derken gerçeklerin farklı algılanmasıyla bir dönüş var. Hani iftira deniyor ya Hz. Aişe’nin olayında. O hadiseye ifk deniyor. Yani bir tane gerçek var. Ama içine yalan karıştırılarak hile karıştırılarak olduğundan farklı gösteriliyor. İnsanlar bu sayede gerçekten dönmüş oluyorlar. İşte buradaki dönme bu manada.

Dördüncü ayete geçelim:

وَاِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ

Ve iy yukezzibûke fegad kuzzibet rusulum min gablik, ve ilallâhi turceul umûr.

Eğer seni yalanlıyorlarsa gerçekten senden önceki peygamberler de yalanlandı. Bütün işler Allah’a döndürülür.

Şimdi iki tane ayet gördüm. Bu ayet sanki 3 ile 4 arasında bir aracı gibi. Ankebut suresinde 17.ayet.

“Siz Allah’ı bırakarak anca putlara tapıyorsunuz ve yalan uyduruyorsunuz. Allah’ı bırakarak taptıklarınızın size hiçbir rızık vermeye güçleri yetmez. Öyle ise rızkı Allah katında arayın. Ona kulluk edin ve ona şükredin. Siz yalnız ona döndürüleceksiniz.”

Bakın başka bir sure başka bir ayet fakat ortak kelimeler ne kadar var. Bu ayette ifk geçiyor. Siz Allah’ı bırakarak ancak putlara tapıyorsunuz. Sanem geçiyor orada tapıyorsunuz. Yalan uyduruyorsunuz derken “tahlikune ifkan”. Şimdi burada tahlikune derken ilginç bir ifade var. Yaratmak “halaka” kelimesi kullanılıyor. Yaratma kelimesi Allah’tan başkasına isnad edilemez. Doğru ama Allahu Teala kullanıyor burada. “Tahlikune” diyor “yaratıyorsunuz” Ama neyi “ifken”. Yani siz ancak “ifk”i yaratabilirsiniz. Allah’ın yaptığı gibi bir şey değil de oluşturma, meydana getirme, uydurma anlamında diyor . Bakın burada bir önceki ayette hani “Allah’ın gayrısından başka bir Halık mı var” derken burada da “Siz Allah’ın dışında putlara tapıyorsunuz(La ilahe illallah kısmı) ve uyduruyorsunuz. halk kelimesini kullanmış Rabbim. Ama ne? İfk. Yani bir yalan, iftira, gerçekten döndürülecek şeyler uyduruyorsunuz.

“innellezîne ta’budûne min dûnillâhi”Allah’ın berisinden sizin taptıklarınız-yöneldikleriniz- bir önceki ayette Allah’ın gayrısından. Yine ortak bir ifade. “lâ yemlikûne lekum rızkân” – Size rızık vermeye güçleri yetmez. Size gökten ve yerden rızık verecek Allah’tan başka halık mi var diyordu diğer ayette. Yine ortak bir ifade. “Fağbudu veşkuruhu”. Ona ibadet edin kulluk edin. Veşkuruhu. Bakın şükredin. Şükür nimete yapılır. İşte son kelime. Ve ileyhi turceun – siz ona döndürüleceksiniz. Bakın bu dördüncü ayette son kısmında “ve ilallâhi turceul umûr”. Bütün işler Allah’a döndürülür. Peki  burada neden bütün işler Allah’a döndürülür demiş de Ankebut 17’de “ve ileyhi turceun” demiş? Bana döndürüleceksiniz diyor. Diğerinde bütün işler Allah’a döndürülür diyor.

Bütün işler Allah döndürülür, öbür tarafta sizler Allah’a döndürüleceksiniz diyor. Burada “umur” var – işler. İşlerin döndürülmesinde , melekleri ikişer,üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan.

Resuller derken şunu açıklamıştık. Allahu Teala bizatihi kendisi de her şeye şahittir, hakimdir, amildir fakat kurduğu sistem gereği meleklerini de elçiler olarak kullanır. Hatta Kadir suresinde küllü şey – bütün işler için indikçe inerler ifadesi var. Kimler? Melekler ve ruh. İşte “bu bütün işler” derken burada “Umur” emrin çoğulu. Emir iş demek. Umur da onun çoğulu. İşte meleklerin de olduğu bir sistemle beraber, bütün işler Allah’a döndürülür. Yani burada Rabbim sisteme ve  özellikle meleklere de işaret ediyor.

Önceki ayette “tufekun” geçmişti. Döndürülüyorsunuz anlamında. Biz Kuranda biliyoruz ki yalan ve iftira anlamına da geliyor bu kelime. İşte başka bir yalan ifade eden kelime ile devam ediyor. Rabbim kelimelerin inceliklerini işleye işleye anlatıyor.

Ve in – in şayet demek. Şart edatıdır.

Yükezzibuke   – eğer seni yalanlıyorlarsa

Fe – ki, öyle, öyle oldu ki manasında

gad kezzebet – mazi fiilden önce gad kelimesi gelince Türkçedeki mış mişli geçmiş zaman gibi oluyor. Yani küzzibet. Yalanlamışlardı.İşte bu “fe” de hatırla ki, gerçekten öyle olmuştu manasına geliyor. Küzzibet de meçhul bir ifade. Edilgen bir ifade. Kezzebe değil de küzzibe. Yalanlandı.

Kim yalanlandı?

Rusulün – Peygamberler ya da resuller.

Neden merfu geldi? Meçhul bir cümle olduğu için naibi fail dediğimiz kural geçerli. Peki neden nekra geldi? Errusulu değil de rusulun geldi? Nekre belirsizlik ifade eder. Yani belirli resuller değil de herhangi bir rusul. Hepsi nice o kadar çok ki yalanlanan. Yani o birtakım rusullerin hepsi de, aklınıza gelenlerin hepsi de yalanlandı. Bu adet gibi oldu. Ne?

Min gablike – sen yalanlandın tamam. Üzücü bir olay ama zaten bu işler böyle gidiyor.

Yasin suresinin 30. ayetinde var: “Kendilerine bir peygamber gelmiş olmasın ki onunla alay etmiş olmasınlar.”

Rusulün illa kanu bihin yestehziun – Bırakın yalanlamayı arkadaşlar üstelik onlarla bir de alay edilmiş. Bunun sürekli bir insanların adeti olduğunu söylüyor. Burada Peygamber Efendimize(SAV) bir teskin var. Olayın gerçekliğine, ciddiyetine baksanıza. Allah’ın resulü Peygamber Efendimiz’in(SAV) idrak düzeyinin bizden ne kadar farklı olduğunu düşünün. Gerek  mevcut kapasitesi(seviyesi) ile bir de Allah’ın ona özel olarak yükledikleri ile. Bir de Kuran’ın özel birebir muhatabı. Şimdi biz bu ayetleri biz bile anlayınca ne kadar tesirinde kalıyoruz. Bir de Allah’ın Resulü bu gerçekleri anlıyor. Şimdi üzülüyor. Yaratıldık. Yaratan Allah, rızkı veren Allah, insanlar döndürülüyorlar. İnsanlara elinden geldiğince doğruları anlatmaya çalışıyor ve yalanlanıyor. Nasıl olabilir böyle bir şey? Gerçekleri söylüyorum onlar beni yalanlıyor. Haleti ruhiyesini düşünebiliyor musunuz? Biz bile çevremizdeki bazı insanlara öğüt vermeye çalışıyoruz, üzülüyoruz. Yine Müslümanlar yani. Müslümanlıklarında biraz daha iyi olsunlar diye uğraşıyoruz. Ve ateşe gidecekler diyor ayetin sonunda. Ne olacağını söylüyor Rabbim. Peygamber Efendimiz’i(SAV) de Allahu Teala burada teskin ediyor. Ya Resulüm tamam seni yalanlıyorlar ama bir tek seni değil bütün peygamberlerde böyle oldu. Yani insanlar böyle.

Başka ayetlerde de var:

“O halde nefsini onlar için hasretle tüketme”

“Sen nerdeyse kendini helak edeceksin. Allahu Teala isteseydi tüm insanları hidayete kavuştururdu”

Rabbim kendinden önceki olaylara misaller vererek de bir anlamda onu teskin ediyor.

Ve ilallahi – Allaha’dır.

Turceul umur. Aslında bu cümle şöyle olması lazım.

“Turceul umur ilallah” denmesi lazımdı. Yani tertibi değişik bunun. Arapçada bir kaide vardı. Bir şey öne alınıyorsa orada vurgu vardır. Bak “ilallah“. Hani o sizi yaratan, gökten rızık veren Allah var ya. Ona. Ne ona? İşlerin dönüşü. Rabbbim her şeyi biliyor, her şeyi görüyor, her şeye şahit. Ama ahirette kimse itiraz etmesin diye şahit var. Öyle bir sistem kurmuş ki. Rusüller deyince neler var? Sağımızda ve solumzuda iki tane melek yok mu? Bunu reddetmekle iman gider. Çünkü ayetlerde var. Kiramen katibin deniyor. Namazlarda görür gibi selam veriyoruz ya.  Öyle olması gerek. Bu bizim imanımız.

Önce onların melek olduğunu bilip öyle selam vermemiz lazım. Gerçekten hissetmek lazım. Bu imandır. Allaha imandan sonra meleklere iman geliyor. (Resule, kitaba değil ) ikinci sırada meleklere iman!. Görmediğimiz bir aleme iman istiyor Rabbim. İşte bu sağda solda omuzunda olduğuna gerçekten yakinen iman edersen hareketlerine çok dikkat edersin. Aslında ona da gerek yok. Yani Allah’ın sana şahit olduğunu bilmen bunların çok üstünde ! ama Allah’ın kurduğu sistem gereği bir resul olan melekler  vasıtası ile yaptığın bütün işlerin kayıt altına alındığını bilirsen “illalahi turceun” (bütün emirler Allah’a dönecek ) kısmına çok dikkat edersin. Yani sistem gereği karşına çıkacak onlar. Hatta hatta Bakara 284’de geçen kısmı ile “düşündüklerinle, içinden geçirdiklerinle, kalbinden nefsinden geçenlerle beraber” hesaba çekilmeyi de hesaba katarsak iş çok ciddi.(Allahın örttükleri hariç.)

Geçen bir hadis geçiyordu:

Kişi günah işler fakat başkalarına anlattığı için o günahı Allah onun üzerini örtemez diyor. Çünkü şahit tuttu. Günah hepimiz işliyoruz. Herkes yapıyor büyüklü küçüklü. Fakat bunu birine anlattığınız zaman şahit tutuyorsun onu. Allahu Teala bunu istemiyor. Allahu Teala her şeye kadir. Bakın Allah’ın gafur, gaffar ve gafir ismi var. 3 tane ismi. Bunlardan birisi Allahu-l Alem gafir bir şeyi meleklerden bile örtmesi imiş. Şimdi melekler bizi izliyor ya. Ama onun kulu değil mi? Emrine tabi. Siliveriyor kaydı. Yani meleklerden bile gizliyor ama insan şahidi için bu geçerli değil. İstese onlardan da gizler ama sistem gereği sadece kendisine yönelip de onunla bir paylaşımda bulunmasını istiyor. Hatalarımla günahımla Rabbim sen affedersin. Cürmüm ile geldim sana var ya. İlahi var. Yani bir şeyimle değil cürmüm ile geldim sana.

Buna rağmen işlerin Allah’a döndürüleceğini bilirse bir insan ona göre yaşar. Bakın sıralama ile geliyoruz önceki ayetten. Halik olarak Allah’ı bildik. Yaratılmanın en büyük şükür olduğunu bildik ve ondan gayrısı olmadığını da bildik. Rızık verenin de Allah olduğunu bildik. La ilahe illallah dedik. Beşinci ve altıncı ayette geçen şeytanın işlerine uymayarak da döndürülmedik. En büyük, en önemli olarak da Allah’a döndürüleceğimi iyi bilerek, bunun bilinci ile yaşarsam inanılmaz bir seviyede, idrak düzeyinde bir yaşantım olur.

Kime dönüyor işler? Allah’a.

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

Yâ eyyuhen nâsu inne vağdallâhi haggun felâ teğurrannekumul hayâtud dunyâ, ve lâ yeğurrannekum billâhil ğarûr.

Ya eyyühen nas – Yine insanlara hitap var.

inne – Şüphesiz.

vağdallahi haggun – Allah’ın vaadi haktır.

fela – öyle ise dikkat et.

teğurrannekum – sakın ha seni gurura sürüklemesin, aldatmasın

hayâtud dunyâ – dünya hayatı

ve lâ yeğurrannekum – seni kandırmasın

billahi – Allah ile.

el gurur – Gurur seni Allah’la kandırmasın.

Ey insanlar. Müminlere de hitap etmiyor, genel bir ifade var. Allah’ın vaadi haktır. Allah’ın vaadi ne? Allah’ın vaadi elest meclisine gidiyor, galu belaya gidiyor. Bütün insanlara orada hatırlatıyor. Allah’ın vaadi haktır diyor. Allah’ın vaadi haktır derken, demek ki geçmişte Allah bir vaat vermiş. Ben sizi yarattım, galu bela olayını düşünün. Secde kısmını düşünün. “Ben sizin rabbiniz değil miyim?” sorusunu düşünün. İnsanlar “Evet sen bizim Rabbimizsin dedikten sonra hepsi o kutsi alemde kaldılar mı?

Kalmadılar Ne diyor?

Sümme redetnahu esfela safilin. – Onları aşağıların aşağısına indirdik. İndirirken Allahu Teala elbetteki şunu şey yaptı: Burada dediniz fakat size başka şeyler de yüklenecek nefis ve ceset gibi. Siz bunlarla da yeryüzünde bana kulluk edeceksiniz, bunu ispat edeceksiniz. Ve misak aldık diye başka ayetler de var. Ahit aldık, misak aldık diye ifadeler var. Bunun farkında olanlar Allah’ın vaadinin hak olduğunu derinlerinde bilirler. Yani bu sistem gelip geçici, bir imtihan için. Neyi yaptık, neyi yapmadık?

Tebareke suresinde geçtiği gibi “Biz ölümü ve hayatı kimin daha güzel amel işleyip işlemeyeceğini imtihan için yarattık” diyor ya bunun sonucu olarak da Allahü Teâlânın vaadi var. Kıyamet kopacak, sura üflenilecek, yeniden diriliş olacak ve bunun hesabı olacak. İşte bunu bilinç altında değil, alt bilincinde bütün insanlık bildiği için onlara bir hitap var. Biz hatırlamıyoruz ama bizim avantajımız nedir? Kur’an. İşte Allahu Teala Müslümana Kur’an ile hatırlatıyor. Hatırlatmak zorunda değil. Sana verilen hidayet değerleri ile sen bulmak durumundaydın. Ama ben yine sana rahmet ettim, din gönderdim, peygamber gönderdim, kitap gönderdim. Kitapta da sana alına uygun hareket etmen gereken galu bela gibi olayları da sana gösterdim. Bu Müslümana, iman edene kopyadır. Rahmettir. Kur’an neden şifa ve rahmet? Yüzünden okuduğumuzda biz bunu anlayamıyoruz. O da sevap ama içlerine de girip de “Allah Allah böyle olaylarda mı yaşanmış e ben hatırlamıyorum. Bak ama Allah yine bana hatırlatmış” demek lazım. “Demek ki burası imtihan yeri. Benim diğer âlemdeki konumumu bu dünyada yaptıklarım belirleyecek. O zaman ben dikkatli olayım” der Müslüman. İşte Allah’ın vaadi haktır derken de sadece inananlara değil tüm insanlara  hitap var.

fela – Bunu hak olduğunu anladınız mı? Aman dikkat nasıl olur böyle bir şey? Aynı üçüncü ayetin sonundaki gibi “nasıl döndürülüyorsunuz?”.

Fela teğurrannekum – Sakın ha sizi aldatmasın. Aldatma tehlikesi olan cümlenin faili dünya hayatı. Kandıracak olan, fiili işleyecek olan dünya hayatı. Aslında burada şeytan yok, şeytan dolaylı olarak var. Rabbim bir şeyi iki kez kullanmaz. Aynı ayette tegurannekum ve yegurannekum derken orada aynı fiili iki kez kullanmış. Demek ki iki farklı mekanizma var. Birinci mekanizma dünya hayatının kandırması. İkincisi ise garur. Garur ne demek? Birinci anlamı gurur sağlayıcı, aldatıcı eylemler. İkincisi de ismi fail denilen o fiili işleyen mekanizmanın çoğulu. Yani birisi ismi fail demiş gurura. Diğerleri de gurura sürükleyici, mağruriyete sürükleyici, aldatamaya sürükleyici işler olarak yorumlamışlar. Ben şeytana yönelik açıklamayı daha doğru buluyorum. Çünkü diğerleri birinci kısmı açıklanmış. Dünya hayatının cazibesi gereği olan şeyler seni aşağılara sürüklüyor. Önceki dersler yerçekimi demiştik. Bakın dünya çekiyor. Arabayı çekiyor, bizi çekiyor, binayı çekiyor, dalı çekiyor. Her şeyi aşağı doğru çekiyor. Rabbimin imtihan sistemi gereği olarak cazip olan mekanizmalar var. Biz topraktan yaratıldık. Biz arzi bir malzemeden yaratıldık, dolayısıyla arz çekiyor. Üst alemlerden farkı bu. Dünya çekiyor.

Bir süre gitmediğinizde memleketinizi özlüyorsunuz değil mi? Askere gidiyorsunuz, dönüşte toprağı öpüyorsunuz. Neden? Topraki bir malzemenin ortak bir yanı var. Bu bile çekiyor. Üstüne üstlük cazip alanlar var. Ziynetlendirilmiş bir ortamda yaşıyoruz. Bu nefsin hoşuna gidiyor, cesetin hoşuna gidiyor. Zaten sistemi bir çekiciliği var. Neden züyyine denilmiş? Kadın mesela yeterince güzel değil. Kendine makyaj yapıyor, ziynetlendiriyor, cazip hale getiriyor. beğenilme unsurları üzerinde suni olarak makyaj yapıyor. Dünya hayatı için de züyyine derken ziynetledirildi, süslendirildi derken bu var.

Dünya hayatı derken de isim tamlaması şeklinde gelmemiş, sıfat tamlaması olarak gelmiş. Yani Dünya hayatın sıfatı. Dünya aynı zamanda en aşağı, en yakın demek. Edna. Zıttı ala. Tebareke suresinde açıklamıştık: “Biz en yakın göğü semalarla donattık” derken semaed-dünya diyor. Dünya semasını yıldızlarla Allah donatamaz. Atmosferde yıldız yok. Orada dünya seması değil, en yakın sema. Uzay en yakın sema oluyor. Bir numaralı sema. Orada sıfat olarak gelmişti. Burada hem dünya hayatı kastediliyor hem de bu dünya hayatının değersiz olduğu kastediliyor. Yani burada bir teyakuz var. Uyandırma var. Rabbim diyor ki “Bu aşağılık bir dünya, nasıl siz buna kanabiliyorsunuz? Siz benim en büyük rahmetim olan yaratma nimetini görmediniz mi? Rızık verici olarak beni anlamadınız mı? Bunun sonunda -la ilahe illallah- demediniz mi? E nasıl buna rağmen döndürülüyorsunuz? Nasıl olabilir böyle bir şey?” “Ey insanlar, siz bir gün bütün işlerin Allah’a döndürüleceğini bilmiyor musunuz? Dünya hayatı değersiz bir şey. Siz nasıl buna aldanıyorsunuz?” Bu birinci mekanizma. İkinci mekanizmaya haftaya devam edelim inşallah.

Allahu Teala bizi bu hakikatlerden ayırmasın. Allahu Teala hatırlatıyor zaten ama biz bilincimizde bu gerçekleri hatırlayarak, unutmayarak, aklımızda tutarak, zikir boyutunda Allah’ı aklımızda tutarak yaşayarak bu gerçeklerin yaşanacağı günde en güzel şekilde muamele gören kullarından eylesin inşallah.

Sadakallahulazim.


FATIR (3. Sohbet) 3.Ayet#


SOHBET KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/xhvYrqgemnU6e


FATIR 3:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اذْكُرُوا نِعْمَتَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللَّهِ يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاء وَالْأَرْضِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ

Yâ eyyuhân nâsuzkurû ni’metallâhi aleykum, hel min hâlikın gayrullâhi yerzukukum mines semâi vel ard(ardı), lâ ilâhe illâ huve fe ennâ tu’fekûn(tu’fekûne).

1. yâ eyyuhâ : ey
2. en nâsu : insanlar
3. uzkurû : zikredin, anın
4. ni’metallâhi : Allah’ın ni’meti
5. aleykum : sizin üzerinize
6. hel : (var) mı
7. min hâlikın : bir yaratıcı(dan)
8. gayrullâhi (gayru allâhi) : Allah’tan başka
9. yerzuku-kum : sizi rızıklandırır
10 min es semâi : semadan, gökten
11 ve el ardı : ve yer
12 lâ ilâhe : ilâh yoktur
13 illâ : ancak, dışında
14 huve : o
15 fe : öyleyse
16 ennâ : nasıl
17 tû’fekûne : döndürülüyorsunuz

“Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki ni’metini zikredin. Sizi göklerden ve yerden rızıklandıran, Allah’tan başka bir Halîk (bir Yaratıcı) var mı? O’ndan başka İlâh yoktur. Öyleyse nasıl (îmândan) döndürülüyorsunuz?


 

SOHBETİN YAZIYA DÖKÜLMÜŞ METNİ:

Fatır Suresine 3. Ayetten itibaren devam ediyoruz. Geçen ki sohbette bahsetmiştik. “Allah’ın insanlar üzerine açacağı rahmeti tutacak yoktur, O’nun tuttuğunu da gönderecek/salıverecek yoktur” demiştik. Orada bir konuyu biraz daha teferruatlandırmak istiyorum. Burada açan kim? Allahû Teâlâ. İleten kim? Melek. Yani Allah açıyor, Allah’ın açtığını da dağıtan kim? Melek. Fakat ayetin ikinci kısmında Allah tutarsa diyor ya. Tutan kim? Allah. Ama dikkat edin ileten melek değil. Allahû Teâlâ burada kudretini sergiliyor. Eğer ben tutarsam melek bile onu iletemez diyor. Yani Allahû Teâlâ’nın izni olmadan melek bile iletemiyor. Yani burada meleklerin konumu da Allah’ın gücü ile beraber. Güç ve kudret sahibi olan Allahû Teâlâ. Melekler onun görevlisi. Bunu nereden anladık.

felâ mursile lehû mim bağdih( فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِهٖ )

Birinci ayette geçen melekleri elçiler yapardı ifadesi ile birleştirdiğimizde meleklerin de gönderici sıfatı ile rol aldığını ama kendi başlarına bir iş yapamadıklarını ancak Allahû Teâlâ’nın izni ile bu işi gerçekleştirdiklerini biraz daha vurgulamak istedim.

İkinci olarak da Mâ yeftehıllâhu linnâsi(مَا يَفْتَحِ اللّٰهُ لِلنَّاسِ) diyor sonra min rahmetin(مِنْ رَحْمَةٍ) diyor. Rahmetinden diyor ya. Burada Arapça bir ifade var. Nekra olarak gelmiş. Yani sonu tenvinli. Arapçada iki şey var: bir marife gelir bir de nekra gelir. Marife belirgin bir şeydir. Belirli bir şey. Yani mesela el-hamd gibi. Bir de “el” takısı gelmeden gelir, sonuna da tenvin alır. Üstün, ötre ya da esre tenvin. Bu da nekra oluyor. Yani herhangi bir manasına geliyor.

Birincisi marife belirli. İkincisi ise belirsiz, herhangi bir. Burada nasıl gelmiş? Rahmetin derken nekra gelmiş, yani belirsiz gelmiş. Bunun da hikmeti şu: Nekra bilinmeyen demekti ya. Yani sizin bilebileceğiniz bir rahmet değil bu. Niteliğini mahiyetini bilemeyeceğiniz, gizemli, anlaşılmaz bir rahmet demektir. Yani o kadar büyük bir kavram ki o rahmet, nekra yani sizin için belirli değil o, anlayabileceğiniz bir şey değil. Geçen hafta bahsetmiştik: Hani ben rahmetimi üç kısma ayırdım da dünyaya ancak birini gönderdim ifadesi var ya. Daha biz birini bile anlamaya malik değiliz. E diğer kısımları nasıl anlayacağız? Ve de mümkün değil o. Sizin bilebileceğiniz bir şey değil manasında. Hani burada da Arapça ifadelere özgü olarak manaya giden yerde bir izahat olarak bunu söylemek istedim.

Üçüncü ayete gelelim:

Bismillahirrahmanirrahim.

Yâ eyyuhen nâs – Ey insanlar.

uzkurû niğmetallâhi aleykum – Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın.

hel min hâligın ğayrullâhi – Allah’tan başka bir yaratan mı var?

yerzugukum mines semâi vel ard – Size gökten ve yerden rızık veriyor.

lâ ilâhe illâ hu – O’ndan başka ilah yoktur.

feennâ tué’fekûn – O halde nasıl döndürülüyorsunuz?

Burada cümle “Yâ eyyuhen nâs” diye başlamış. “Ey insanlar”. “Yâ eyyuhel müminin” dememiş. “Ey müminler” dememiş. Bütün insanlara bir hitap var. Buradan inanan, inanmayan, kafir, Müslüman herkesi anlamamız gerektiğini görüyoruz. İşte bu da Kuranı Kerim’in sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa, hatta cinlere yollanmış bir kitap olduğunun göstergesidir.

uzkurû niğmetallâhi aleykum – Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini hatırlayın. Şimdi bu Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini hatırlayın kısmını kelime kelime işleyelim.

Uzkur “zekera” kelimesinden emir. Buradan bir kelimeyi çok iyi biliyoruz. “Zikir” kelimesi. Daha evvel bahsetmiştik. Zikir ne anlaşılıyor? Kalbi bir faaliyet anlaşılıyor. Ya da dil ile ilgili bir faaliyet anlaşılıyor. Fakat Allahû Teâlâ Kuranı Keriminde zikir ifadesini kullanırken zihinsel/beyinsel bir faaliyet olarak ifade ediyor. Bu Arap toplumunda da aynı şekildedir. Mesela hafıza kartının ismi zakira, hatırlatıcı yani. Zikir hatırlamak demek, anmak demek, akla getirmek demek. Bizim Allah’ı zikrediyordum dediğimizde yaptığımız ne? Allah’ı anmak gerekiyor. İsmini, belirli bir şeyleri tekrarlamak gerekiyor. Ama bize ne deniyor? Kalple zikir ya da dille zikir deniyor. Doğru. Kalple de dille de yapılıyor. Ama zikir kelimesinin ana manası, beyinsel faaliyetle birleştirdiğimizde gerçekleşir. Demek ki olması gereken Allah’ı hatırlayarak, aklımıza getirerek, rabıta ederek her türlü faaliyeti yapacağız. Yani bin kez Allah, Allah, Allah deniyor. O sırada da bakkaldan şunu  alıcam, şunu yapıcam, bunu yapıcam, kalorifer de yanmıyor…bilmem ne. Bu zikir değil. O tesbihata düşüyor. Allah’ı aklımıza getirdiğiniz anda zikirdesiniz. İlla tesbih bile etmeniz gerekmiyor. Bir şeyi illa çekmeniz de gerekmiyor. Allah’ı aklınıza getirip ona yöneldiğiniz an zaten zikirdesiniz. Arapça kelimenin kökeni bu. Anmak, hatırlamak, düşünmek manalarına geliyor. Tesbihat bunu kolaylaştırıyor ve hedeflere yönlendiriyor. Çektiğiniz kelimenin manası uyarınca daha tesirli hale getiriyor bunu. Kalbe vurduğunuzda bunun farklı bir boyutta destek de sağlıyorsunuz. Ama kalbe vurmakla beraber akıldaki o unutma olursa tekrarlıyorum tesbih. Tesbih kötü bir şey mi? Hayır. Canlı cansız ne varsa zaten tesbih ediyor.

E senin insan olarak farkın ne oldu? Allah’a zikir olarak, yönelme olarak faaliyette bulunman.

Zikir kelimesinin faaliyeti ile ilgili meleklerle ilgili bir ayet bulamadım. Melekler tesbih ediyor. Hamdla tesbih ediyor. Ama melekler de zikreder diye bir ayet bulamadım. Demek ki zikir insana mahsus bir şey. Belki de nefis insanda olduğundan ötürüdür.

Namaz hakkında ne deniyor?  Velezikrullahi ekber. En büyük zikirdir namaz. E namazda da sen Allah’ı hatırlamadığın an zikirde değilsin.

Zikrin zıddı gaflettir. Gafletin zıddı bir faaliyet zikir. Namazda gaflette olunur mu? Olmamak lazım. Elimizden geldiğince gaflette olmamak lazım. Siz zikrettiğiniz anda gerek namazda gerek tesbihatta, zikretme modunda olduğunuz sürece kayıt işliyor. Zikir kaydı başlıyor. Aklınız gittiği anda zikirden çıkıyorsunuz. Binlerce tesbih çekmenin manası yok ki, yönelerek çekmenin manası var. Hatta hiçbir şey çekme, Allah’a yönel, Allah’ı düşün. Yine zikirdesin.

İkisi beraber olursa aliyül ala. Oturdunuz, akşama kadar 5000 tane çektin. Sadece 10 tanesinde Allah aklına geldi. Diğerinde hiçbir şey çekmedin bir dakika Allah’ı düşündün. Hangisi daha kıymetli? Müslüman akıllı olacak.

Kuranla ilgili zikir ifadesi de var. Kuran da zikir biliyorsunuz. Zikir bizzat Kuranın isimlerinden biri.

Velegad……. Biz bu Kuranı zikir için kolaylaştırdık. Öğüt için. Anmak için. Öğüdü anlıyoruz. Peki anmak ne? Hatırlamak. Neyi hatırlayacağız?

Birincisi Allah’ı hatırlayacağız. Kuranı okurken de Allah aklımıza gelecek. Yani bu Allah’ın kitabı. Allah benle konuşuyor. Kuran okunurken Allah aynı namazdaki gibi.

Şimdi de Allah “uzkur” diyor. Hatırla. Niğmetallâh. Allah’ın nimetini hatırla. Aleyküm. Sizin üzerinize.

eyyuhen nâs” Allahu Teâlânın da ifadesi olabilir. “Ey insanlar Allah’ın nimetini hatırlayın”. Peygamberin ağzından da olabilir. Başında gizli bir “gul” ifadesi de olabilir. De ki manasında. İkisi dendiğinde de biz Allah’ın nimetlerini hatırlayacağız.

Bu nimetler ne olabilir?

Bir kere insanlığa söylüyor bunu. “Hatırlayın”la başlayan ayetler var. Onların birkaçından bahsetmek istiyorum. Bakara 231 de geçiyor:

“Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini, ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı(zikir) ve hikmeti hatırlayın. Hatırlayın da Allaha karşı gelmekten sakının. Şunu da iyi bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.”

Bir kere buradan kitabı ve hikmeti hatırlayın diyor. Zikretmek için.

Ali imran 103: “Ey müminler hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin, Allah’ın üzerinizdeki şu nimetini hatırlayın. Hani birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi kaynaştırdı. Onun ihsanı sayesinde kardeş oldunuz. Cehennem çukurunun tam kenarında idiniz. Allah sizi oradan kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye Allah size ayetlerini  böyle açıklıyor.”

Nimetleri hatırlayın” diye başlayan ayetler var. Onları söyleyelim:

Maide 7: “Allah’ın size olan nimetini, «Duyduk ve kabul ettik» dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O’na verdiğiniz) sözü hatırlayın ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, kalplerin içindekini bilmektedir.”

Maide 11: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini unutmayın; hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de Allah, onların ellerini sizden çekmişti. Allah’tan korkun ve müminler yalnızca Allah’a güvensinler.”

Maide 20: “Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size (lütfettiği) nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.”

İbrahim 6: “Hani Musa kavmine demişti ki: «Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Çünkü O, sizi işkencenin en kötüsüne sürmekte ve oğullarınızı kesip, kadınlarınızı (kızlarınızı) bırakmakta olan Firavun ailesinden kurtardı. İşte bu size anlatılanlarda, Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.”

Ahzab 9: “Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.”

Burada neler var? Kitap, ilim, hikmet var. Birbirinize düşman olup da Allah’ın kalpleri birleştirmesi var. “semiğna ve atağna” dememiz var. Elest meclisi, galu belayı, orada verilen sözü kastediyor burada. Toplum zarar vermek istemiş de Allah onu kurtarmış. Sonra peygamberler çıkarıp sizi hükümdarlar yaparak hürriyete kavuşturmuş. Kuranı Kerim’de bu şekilde birçok nimet zikredilmiş.

هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللّٰهِ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ

Allah’tan başka yaratan mı var, Size gökten ve yerden rızık verecek?

Bu ayetin sonu ile de bağlantı var. Yaratılmış olmak en büyük rahmet. Nereden anlıyoruz? Başka bir yaratıcı mı var? Halık’tan bahsediyor. Şimdi bakın arkadaşlar bunu hiç düşündünüz mü? Biz yoktuk. Ve Allah bize bilinç vererek bizim Allah’ı tanımamıza imkan verdi. Yoktuk. Bundan büyük bir nimet olabilir mi? Allahû Teâlâ bizi yaratmakla şereflendirerek ihsan ve ikramda bulunarak rahmetinin  en büyüğünü ve nimetin en büyüğünü vermiş oldu. Hadisi kutsideki gibi “Ben gizli bir hazine idim”. Zaten gizli bir hazine, bir şeye ihtiyacı yok ki. Alemlerden müstağni. Tanınmaklığımı muhabbetle istedim, halkı yarattım. Muhabbet ettim. Neye muhabbet ettim? Bilinmeye muhabbet ettim. Halkı yarattım. Şimdi bunu haşa kendisi için mi istiyor? Haşa. Yaratarak, yarattığı mahlukatı kendisini muhabbetle bilmesi ile mahlukatı nimetlendiriyor. en büyük rahmet bence bu.

Allah’ın bir zatı var bir de esmaları var. Esmaları da Allah’tan gayrı bir şey değil. fakat alemde gördüğünüz her şey Allah’ın isimlerinin tecellisi. bizim Allah’ın zatını anlamamız mümkün değil. ancak Allahu Tealayı esmaları ile anlıyoruz. Hamd(övmek) ancak esmalarla mümkün olmaktadır. Yani esmalar da allahı övebilmek, tanıyabilmek için. Bu esmaların en üstte olanı, ilk tecelli edeni ise er-rahman. Rahman’ın en büyük ifadesi bu ayete göre sistemin yaratılmasıdır.

İlk esmanın tecellisi rahmandır. rahmanın en büyük işlevselliği sistemin oluşması. Gizli bir hazine idim bilinmek istedim demesi, işte bu çıkış rahmandan oluyor. dönüş ne ile idi? er-rahim ile. İleyhi turceun’un işte orayla alakası var. İşte bu rahmanın bize en büyük yansıması rahmet. O rahmetin yansıması da aşağı doğru nimet. Yaratan Allah. Fakat yaratmaya sebep olan kim? Anne ve baba. Sebep diyorum bakın. Şimdi çocuğun annesine bakış açısına bakın. Şeker, çikolata. En yukarıdan bakın, dünyaya gelmesine vesile. İşte dünyaya gelmesine vesillik konumunu düşünün, şeker çikolata temin eden konumunu düşünün. Dağlar kadar fark var değil mi? İşte Allahû Teâlâ da burada sizin üzerinize nimetimi hatırlayın derken biz şekeri, çikolatayı hatırlıyoruz ama bir düşünün diyor. Daha sonra da ipucu veriyor zaten.

hel min hâligın ğayrullâh – Allah’tan başka bir yaratıcı mı var?

Seni kim yarattı? Yani biz çocuğa diyoruz ki “tamam şeker çikolata oyuncak da senin dünyaya gelmene ben vesile değil miyim?” yani burada Allah’ın yaratıcılığını şey yapmıyorum. Sistemini şey yaparak söylüyorum.

Yaratılış en büyük nimet. İkinci nimete geleceğiz bakın ne diyor:

yerzugukum mines semâi vel ard – o size gökten ve yerden rızık veriyor. Verir, verecek. Çocuk için şeker, çikolata oyuncak. Bizim için her türlü nimet. Yaratmaktan murat Allah’ı bilmek. En büyük nimet bu. Bir de faydalanım kısmı olarak, yani elle tutulur, gözle görülür olarak nimetler var. Bu nimetler rızıklandığımız nimetler. Nereden? Semadan ve arzdan.

“Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ard” derken ne demiştik? Aman ya rabbi neler var şu sistemde diye bir hamd ediyoruz. Fatır isminden dolayı. İlk defa yaratılış, örneksiz yaratılış. Semavatta ve arzda aman ya rabbi nasıl bir sistem bu neler var dedirtecek hamd ettirecek, içinde övülme unsurları olan şeylerle birlikte bir yaratma var. Sen buna ilmin, dikkatin ve nasibin ölçüsünde müşahit oluyorsun. Ama sıralamada ilk sema var. Demek ki semavi nimetler arzi nimetlerden daha üstün ki sıralamada önce gelmiş. Semavi nimetler deyince ne anlıyoruz? Hava su falan var da. Sema deyince ben aşkın boyutsal semalarını düşünüyorum. Yani daha manevi nimetler aklıma geliyor. Mesela iman nimeti. İlim nimeti. Hikmet nimeti.

Evet sema derken benim aklıma manevi nimetler geliyor. Yukarıdaki Allah fethettiği zaman onu tutacak yoktur derken, mesela ilimsel fetih. İlim Allah’tan ya. Mesela semadan ilim geldiği zaman da Allah’ın bunu fethetmesi oluyor mesela. Ledünni ilim, hikmetsel ilim. Normal ilim bile öyle. Jeton düşmesi deniyor. Yani düşünüyorsun, düşünüyorsun ve diyorsun aaa bu böyle. Yani aklına gelmesi bile Allahi bir kanaldan. Sadece hak olan sistemde düğmeye basıyor insanlar yaptıkları ile. Yani emek sarf ediyor. Gerekenleri yapıyor biraz düşünüyor ve inanmayana bile geliyor. Düğmeye basıyor sistemin gereklerini yapıyor ilim geliyor. Yani semadan geliyor.

subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ – Allah’ın öğretmesi olmasa nereden öğrenecek insanlar? İşte semai rızık bu. Bir sürü semai rızık sayabiliriz. İlahi, manevi anlamda rızık sayabiliriz.  İşte bunlar semavi nimetler. Öbürleri de arzı nimetler. Arzı nimetler de birinci anlamda bizim temel ihtiyacımızı karşılayacak yemek, içme, barınma, ısı, güvence gibi maddi ve manevi nimetler. İşte bunlar da bizim şeker, çikolata, oyuncaklarımız. Ama bir üstünde demek ki manevi nimetler var. Mesela çocuk anlar mı babanın ona güven telkin ettiğini, ona öğretmekle değişik ikramları ile nimetlerini ilk başta fark edemez değil mi? Ne zaman fark eder? Baba olunca. Anne babanın ona verdiği yeme içme ihtiyaçları değil, ona o kadar değerler öğretilmesine sebep oluyor ki onun nimetleri işte buradaki gibi semavi nimetler. Semadan gelen rızık. Çocuğa da senin öğrettiklerin verdiklerin şeyler. Ya taktik güdüyoruz farkında mısınız? Taktik yapıyoruz. Yani çocuğa Allah’a ve Resul’üne, dine nasıl sıcaklaştırırım diye ne kadar taktiksel davranıyoruz farkında mısınız? Bir şekilde rububiyet. Fazla versen ürküteceksin, bıktıracaksın, az versen olacak. Değişik taktiklerle akıl oyunları ile onu nasıl yetiştirmeye gayret ediyoruz yani. Bunun  için ne büyük nimet. Ama o onu ilerde anlayacak. Biz de ilerde rabbimizin kıymetini ya da işin içerisinde ufkumuz açıldığında gördüğümüz gibi.

Kendi alanından başlıyorsun, arzdan başlıyorsun sonra semaya gidiyorsun. Sonra semanın da üstünde yaratılışa doğru bir yönlenme var. İşte Allahû Teâlâ bizden bunu istiyor. Tefekkür bu. Tefekkürün ilginç bir tarifini yapayım size. Bilinenler ile bilinmeyenlere ulaşmak. Bu nedir aslında? Bu matematiğin tarifidir. Tefekkür bir anlamda matematik oluyor aslında. Kainatın bütün değerlerini düşündüğümüzde aslında kurulan sistem dijital, matematiksel, rakamsal bir sistem üzerine kurulmuş. “Kitabı merkum” diyor Kuranı Kerim sistemi anlatırken. Merkum un manası anlaşılmamış. Kökü “rakam”. ” Rakamsallaşmış sistem”. Biz bunu günümüzde “dijital olarak” ifade ediyoruz. Mesela el kameralarının dijital olanına “kamera er-rakamiyye” diyorlarmış. Rakamiyye yani dijital. Yani rakamlarla ifade edilen. Kitapta ne diyor? Kitabı merkum. Rakamsallaşmış kitap. Yani dijital olarak ifade edilebilen, şifrelenmiş, matematiksel formüllerle oluşturulmuş bir kitap. İşte bu tefekkür ne yapıyor? Bizim bu sistemi anlamamıza götürüyor. Amaç da hamd etmek. Aman ya rabbi nasıl bir sistem. Bu sistem içerisinde muhabbeti de kattığınızda ne oluyor? Allah’ı bilme şansınız oluyor. Niye şans diyorum. Çünkü yakîn Allah’tan gelen idi. Ayet ne idi? Vağbud rabbeke(وَاعْبُدْ رَبَّكَ) Rabbine ibadet et, kulluk et, gayret göster. hattâ yeé’tiyekel yagîn(حَتّٰى يَاْتِيَكَ الْيَقٖينُ). Yakîn gelinceye kadar. Size gelinceye kadar. Yani siz bir yere kadar geliyorsunuz. Bir yerden sonra size geliyor ya da siz götürülüyorsunuz. Bizim sorumluluk alanımız. O alanı zorlamak. Gayretli olmak, bunun gayretinde olmak.  Bu takdir ediliyor ve değişik sistemlerde size ikram ediliyor. Ayette “biz hidayette olanları hidayetini arttırırız.” Ve bu arttırma katlarla oluyor. Matematiksel 2 3 gii olmuyor. Geometrik artış deniyor. Geometrik artışla oluyor. Bu da Allahû Teâlâ’nın rahmetinin tecellilerinden.

La ilahe illa hu. Ondan başka ilah yoktur. Demek ki bizim ilahlığı bir kişinin kelimei tevhidi iyi anlayabilmesi için önce yaratma kavramını sonra rızık verme kavramını çok iyi anlaması gerekiyor. Özet cümle şu: Eğer kişi Allah’tan başka rızık veren ve yaratıcı olmadığını bilirse, bir şey talep etme konusunda kalbini kimseye bağlamaz. Bunu Ruhul Beyan’dan  aldım. İsmail Hakkı Bursevi’den. İşte bu kalbini hiç kimseye bağlamaz kelimesi “la ilahe illa hu” da nereye gidiyor? Hangi kısma gidiyor? İlaha gidiyor.

La ilahe – İlah yoktur ancak O var. Demek ki mahlukatın ilah olma tehlikesi var. La. Reddediyorum ilahları. Her mahlukatın ilah olma tehlikesi vardır. Bu insan olur, cisim olur, maddi olur, manevi olur, melek olur, cin olur, peygamber olur, kızınız olur, oğlunuz olur, hanımınız olur. Günümüzde şarkıcılar ilah oluyor. Ciddi ciddi ilah oluyor. Gerçekten bağlanıyor insanlar. Onun yaptığı gibi yapmak, konuştuğu gibi konuşmak, giyindiği gibi giyinmek istiyor insanlar. İşte bu ilahlık göstergesidir. Birisini tanımak mı istiyorsunuz, ona benzemeye çalışın. En yukarısında ne var? Allahû Teâlâ var? Onun altında kim var? Resulullah var.

La ilahe illallah’ı Türkler anlayamıyor. Araplar daha iyi anlıyor. Mekke döneminde “La ilahe illallah” kelimesi geldiğinde başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi. Çünkü o insanlar la ilahe illallah sözü ile neyin artık eskisi gibi olmayacağını çok iyi anladılar. La ilahe, ilah falan yok. Sizin gönlünüzde kalbinizde aklınızda büyüttüğünüz değer,güç ihsan ettiğiniz hiçbir şey yok. Bunları reddedeceksin. Hiç mi bir şey yok. İllallah. Allah var. Bunu hazreti İbrahim çok iyi anlamış. Ayette geçiyor: Ben sizin değer verdiğiniz hiçbir şeye değer vermem diyor. Sadece Alemlerin Rabbi. Önce red ile giriyor. Herkes devrimci. Asıl devrimci İslam’dır. Reddediyor. Bütün değerlerini sil. Bir tek Allah kalsın.

Kişi Allah’tan başka rızık veren olmadığını bilirse bir şeyi talep etme konusunda kalbini kimseye bağlamaz. İşte senin meylettiğin senin ilahın oluyor. Fatiha’da hangi kısımda idi: İyyake nağbudu ve iyyake nesteîn.  Sadece sana kulluk ederiz, yalnızca senden yardım isteriz. İşte senin yardım talep ettiğin yöneldiğin yer senin ilahın olma tehlikesi olabiliyor. Asıl verenin Allah olduğunu bileceksin.

La ilahe illallah’ın burada açılımı var işte: Ben yaratanım diyor. Sonra da rızık verenim diyor. Her şeyden vazgeç diyor. La süpürgesi ile bütün ilahları sil. Tasavvufta zikir çekmeden önce “laaa” denir. Sonra kalbe inilir, illallah denir. La ilahe illallah diye zikir yapılır. Sonra illallah denir. Sonra da sadece Allah denir. Kademe kademe.

Bir de burada la ilahe illallah değil la ilahe illa hu gelmiş. ( Ya da yazılış olarak hüve. İsme bitişik yazıldığı zaman “hu” diye yazılır. Ayrı yazıldığında ise “hüve” olarak gelir. )

“Hu” geldiği zaman birçok anlamı olur.

Fe enne – Enne “nasıl ki” demek

Fe bunun üzerine, hakikati anladıktan sonra, öyleyse, anladın mı bu gerçekleri

Tufekun – Nasıl da kandırılıyorsunuz? Nasıl da gerçekler ters düz edilerek döndürülmüş oluyorsunuz.

Efeke, ifk, bu kelime Hz. Aişe’ye iftira olayı var ya orada da geçen bir kelime. Yani bir gerçeğin tam tersini iddia etmektir. Bunun peşine sürüklenip gitmektir. İfk kelimesi Hz. Musa sihirbazlarla karşılaştığında, sihirbazların attıkları göz illüzyonu oyunu için de “efeke” kelimesi kullanılıyor. Yani bir doğrudan saptırarak insanları aldatma çabası. Gerçek olan hakikatin zıttı anlamına geliyor bu. Yani bu kadar realite varken sen nasıl da akıl oyunları ile ya da başka mekanizmalar ile ya da senin kendi kendine gerçeği kavrayamayarak nasıl da dönmüş oluyorsun? Yani buradaki meçhul ifade ile nasıl döndürülmüş oluyorsun. Nasıl dönüyorsun demiyor? Allah Teâlâ burada biz koruyor aslında. Yani oyunlara geliyorsun da bir şekilde döndürülüyorsun. Yapma diyor. Ben seni çok güzel hidayet unsurları ile yarattım. Sen tefekkür et. Sana yine zaten bir iki ayet sonra açıklayacam mekanizmaları. Bu mekanizmalar da sana tesir edecek. Şeytan oyunları ile akıl oyunları ile döndürülme. Nasıl dönebilirsin? Benim gerçek ilah olduğumu anlamadın mı? Gerçek rızık verenin ben olduğumu anlamadın mı? Hem semadan manevi rızıklar veriyorum hem de maddi rızıklar veriyorum arzdan. Bir de en büyük nimet olan yaratma ile sana rahmetimi verdim, nimet ettim. Sen nasıl olur da bu kadar şeye rağmen nasıl döndürülüyorsun? Aklını başına topla diyor. İşte bu hatırlatmadır arkadaşlar. Kuran bir zikirdir, öğüttür, hatırlatmadır aynı zamanda. Allahû Teâlâ da işte bize bu ayetleri ile çok büyük gerçekliliği taa en başından anlatıyor. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim. Mahlukatıma da en büyük nimeti, yaratılma nimetini verdim. Bir de yeryüzünde onu nimetlendirdim. Gördünüz mü ben ilahım. Artık bırakın diğer şeyleri. Bana yönelin. Eğer bu kadar gerçeğe rağmen döndürülür mü diye bize Kuran ile öğüt veriyor. Leallekum tezekkerun. Allah da bize bu öğütleri alıp da yaşantımızı ona göre şekillendiren Müslümanlardan eylesin inşallah.

Sadakallahülazim

FATIR (2.Sohbet) 2.ayet#


SOHBETİ MP3 DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK  :
https://yadi.sk/d/fIsMPfZfmecoc


FATIR 2. AYET

مَا يَفْتَحِ اللَّهُ لِلنَّاسِ مِن رَّحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِن بَعْدِهِ

وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Mâ yeftehillâhu lin nâsi min rahmetin fe lâ mumsike lehâ, ve mâ yumsik fe lâ mursile lehu min ba’dihî, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).

1. : şey, ne
2. yeftehillâhu (yeftehi allâhu) : Allah’ın açtığı
3. li en nâsi : insanlar için, insanlara
4. min rahmetin : rahmetten
5. fe : o zaman
6. : yoktur
7. mumsike : tutacak olan, tutan kimse
8. lehâ : onu
9. ve mâ : ve şey, ne
10 yumsik : tutar
11 fe : o zaman
12 : yoktur
13 mursile : gönderen, gönderecek olan
14 lehu : onu
15 min ba’di-hi : ondan sonra
16 ve huve el azîzu : ve o azîz, üstün ve güçlü
17 el hakîmu : hüküm ve hikmet sahibi

 Allah, rahmetinden insanlar için ne açarsa (genişletirse), o taktirde onu tutacak yoktur. Ve neyi tutarsa, artık O’ndan sonra onu gönderecek de yoktur. Ve O; Azîz’dir (üstün, yüce), Hakîm’dir (hüküm ve hikmet sahibi).


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Geçen hafta Fatır Suresi’ne geçmiştik. Geçen haftadan bir iki yeri hatırlayalım:

Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı( اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ) diye girmiştik. Burada fatara kelimesi geçiyordu. Bu fatara kelimesi yaratmak olarak geçiyordu tefsirlerde, meallerde. Fakat bedii var ilk baştan yaratan yaratmayı ilk olarak başlatan manasında. Onunla hemen hemen aynı mana verilmiş. Ama bir amaç bir gayeye özgü yaratmak vardı fatara.da bediiden farklı olarak. Rum Suresi 30. Ayete bakarsak:

Feegım vecheke liddîni hanîfâ(فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّٖينِ حَنٖيفًا)O zaman yüzünü ikame ettir. Nasıl? Hanif olarak.

fıtratallâhilletî fetaran nâse aleyhâ(فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّتٖى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا)- Öyle ki insanları onun üzerine yaratmıştır.

Sadece ilk olarak yaratmak olsa bu ayette teferruatı ile bu şekilde bildirilmez. Yani Allah’ın fıtratı var ve insanları da onun üzerine yaratmıştır. Buna fıtrat diyor Allahû Teâlâ. Şu an işlediğimiz Surede de “semavatı ve arzı yarattı “ diyor. Ama fatara kelimesi yarattı kelimesini bununla birleştirirsek bir amaç gaye üzerine fıtrat üzerine. Allahû Teâlâ “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istiyordum” diyordu ya orada âlemi halk ediyor yaratıyor. Ama bir amaç var. Bilinmek. Başka bir ayette de “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” diyor. Birisi kâinat için bir amaç. Bir de özel akıllı mahlûkata iradesi olan mahlûkata üç tane mahlûkat silsilesi var: melekler, cinler ve insanlar. Özellikle cinler ve insanlar iradi imtihana daha önde olan mahlûkat. Özellikle bunlardan da kulluk etmesi bekleniyor. Şimdi kulluk etmesi bekleniyor. Rabbimin buna uygun fıtrat yaratmaması mümkün değil. O zaman zulüm olur, bu adalet değil. İşte ona uygun bir fıtrata yaratıyor. Semavatı ve arzı özellikle de cinleri ve insanları.

Bir de hadisi şerif var: “Her çocuk Müslüman doğar”. Bunun aslı “Ma min mevludin illa yuledu ala fıtrati”(مَا مِنْ مَوْلُودٍ إِلَّا يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ)  hiçbir doğmuş çocuk olmasın ki fıtrat üzerine doğmuş olmasın. Burada Müslüman kelimesi geçmiyor. Fıtrat ne olmuş oluyor? Her çocuk Müslüman doğar manasına geliyor. Demek ki fıtrat Müslüman fıtratı. Yani Allahû Teâlâ her yeni doğmuş çocuğu kendisine kulluk edebilecek, yönelebilecek bir fıtrat üzerine yaratmış. İşte Fatır Suresinin 1. Ayetinde Allahû Teâlâ semavatı ve arzı işte bu fıtrat üzerine ilk baştan yararak çatlayarak çıkartmış. Neden yararak dedim? İnfitar Suresi var biliyorsunuz infitar kelimesinin kökü de fatara’dan geliyor. Yani gök yarılarak çatladığı zaman. Neden başka bir yarılma çatlama kelimesi kullanılmamış da fatara kelimesi kullanılmış? Çünkü onunla beraber yeni bir yaratma sistemi başlıyor. Yeni bir sistem başlıyor.

İnfitar kelimesi ile fıtrat kelimesi ve yaratmak kelimesi fatır aynı köktendir. Hepsi aynı mana değildir ama aynı köktür. İlk baştan yaratma, fıtrat üzerine yaratma ve bir şeyin çatlayarak yarılarak yeni bir sitem oluşturacak şekilde birden bire ortaya çıkması olur. İnfitar olarak bakarsak gök yarıldığı zaman. O zaman ne oluyor? Yeni bir sistem ortaya çıkacak şekilde bir yaratma var.  Semavatı ve arz dediğine göre de ilk başta da Allahû Teâlâ’nın “kün” emri ile beraber bir sistemin tabiri caizse bir sistemin yarılarak, çatlayarak ortaya çıkması manasına geliyor. Demek ki kıyamette de Allah’ın el-fatır ismi devreye girerek yeni bir sistemin ortaya çıkışı da var. Ama bu yumuşak bir şekilde olmayacak, birden bire aniden çatlayarak ve yarılarak olacak. Bu nedenle kuranı kerimdeki “Mâliki Yevmiddin” e önem veriliyor. Kıyamet koptuğu zaman sadece dünyadaki sistemde mi kopacak, insanlar mı ölecek yoksa kâinatın sistemi de mi bitecek? İşte infitar bunu anlatıyor. Demek ki sistem yarılarak baştan oluşacak. Bir tohumun açılması, patlaması yarılması gibi. Sahhara diyor ya rabbim biz her şeyi musahhar kıldık. Kâinatta ne varsa diyor ya Allah için. O zaman insanlığı basite alanlar, insanın bir halife olduğu gerçeğini hafife alanlar da diyor ki “ya koskoca kâinat sistemi bir insan için mi var oldu. Tamam, kıyamet var ama bu sadece insanlığın bitip yeniden başlaması diye işi hafife alıyorlar. İşte işlediğimiz bu infitar kelimesinin kökünden ne anlıyoruz? Her şey yeniden yarılarak, çatlayarak yeniden bir sistem ortaya çıkacak.

Fatara kelimesi bir de iftar kelimesinde kullanılıyor. İftar orucu açmak. Önceden bahsettiğimiz kelimelerle alakası nedir? İftarın zıttı imsak. İmsak tutmak manasında.

Biz sizi diyor ayeti kerimede yemez içmez melekler yapmadık. Demek ki yemek ve içmek insanın fıtratında. Biz imsakla beraber bu fıtratımızın özelliklerini tutuyoruz. Yemiyoruz ve içmiyoruz. Ama Allah’ın müsaade ettiği gece vakti de artık iftar ediyoruz. Yani fıtratımıza dönüyoruz. Hatta Ramazan bayramının asıl ismi ne? Fatır. İydü’I-fıtr. Fıtır bayramı. Fıtır bayramı ne? Tamama artık yaptınız bir ay süresince siz fıtratınıza döndünüz hadi kutlayın. Bir de ne sadakası var? Fıtır sadakası. Zekât grubuna girer.

İki tür zekât vardır: Fıtır sadakası, nisap miktarı gerektirmez. Yani fakirin de vermesi gereken bir şey. Biriktirecek bir sene boyunca fıtır sadakası olarak verecek. Fıtır ne demek fıtratının sadakası yani şükür. Allah seni, kulluğa uygun bir fıtratta yarattı. Bunun da şükrünü sen vermek durumundasın. Üç kuruş beş kuruş sorun değil. Ama bil şekilde vermek zorundasın. Bazı kitaplarda fıtır sadakası zekât bahsinde geçiyor. Fıtır sadakası diğer sadakalara nazaran biraz daha ciddi.

Geçene hafta Meleklerin kanatları konusu vardı. Sodom ve Gomore kavimleri vardı. Helak edilen kavimlerden. O kavmin helakı şöyle anlatılıyor. Orayı helak etmekle görevli bir melek sadece bir kanadını o şehrin altına koymuş ve yukarı doğru kaldırmış. Aşağı doğru yere geçirmek için kaldırmış. Öyle bir yükseltmiş ki birinci göğün melekleri horoz seslerini duymuşlar. Geçmiş devirlerde bunun anlaşılması biraz zordu ama boyutsal düşünmeye biz alışık olduğumuz için bunu biraz daha iyi anlıyoruz. Şöyle ki astronomik olarak yükseltse ya da çıkabileceği yer neresi değil mi? Fakat biz meleklerin o sesi duymasından anlıyoruz ki yükseltilme birinci kat olarak ifade edilen sema yani bu bizim atmosfer semalarından değil çünkü meleklerin seması olarak geçiyor demek ki bir başka boyuta yükseltilmiş. Şimdi kanatla bunu ilişkilendirirsek ne var? Meleklerin kanatları bizim zannettiğimiz gibi kuşların uçakların helikopterlerin kanatları gibi aynı boyutta bir yerden bir yere götüren değil boyut atlatan bir mekanizmanın işlevselliği içerisinde. Yani işte burada da ikişerli üçerli dörderli denmesinde de bir meleğe ne kadar çok kanat verilirse boyutlar arasında o kadar çok seyahate elverişli bir mekanizması vardır demektir. Aynı zamanda bunu cihet yönüyle de anlamışlar. Aynı zamanda tesir yönüyle de anlamışlar. Cihet yönüyle anlaşılması işte boyutsal farklılığında da bir desteği aynı zamanda. Diğeriyle de şu olmuş. Allahû Teâlâ bizatihi kendisi de iş görebilir ama sistemi ve melekleri aracılığıyla iş görebilir. İşte bu gördüğü her işte e melekleri bir vasıta olarak kılmış. Ve onların kanatlarını da o koyduğu işin icrasına vesile bir araç kılmış.

Mâ yeftehıllâhu linnâsi mir rahmetin felâ mumsike lehâ, ve mâ yumsik felâ mursile lehû mim bağdih, ve huvel azîzul hakîm.

مَا يَفْتَحِ اللّٰهُ لِلنَّاسِ مِنْ رَحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِهٖ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

Allah insanlar için bir rahmet nasıp ettiğinde onu tutacak engelleyecek kimse yoktur. Onu engellediği şeyi de ondan başka verecek ulaştıracak kimse olmaz. O azizdir hâkimdir.

Buradaki “ma” şart edatı olan ma. Ma’ nın değişik anlamları var. Olumsuzluk ma.sı da var. İsmi mevsuf şey anlamına gelen de bir ma var. Burası şart edatı olarak gelmiş.

Ma yeftehullah – Allahın açtığı, feth ettiği yoktur ki. Kim için?

Linnas – İnsanlar için yoktur ki.

Min rahmetin – Rahmetinden.

Yani Allah’ın rahmetinden insanlar için Allah’ın açtığı bir şey yoktur ki. Burada şart var işte.

Fela mümsikleha – Onu tutacak kimse yoktur.

Burada Allah’ın fethettiği diyor. Biliyorsunuz feteha açmak kelimesi geliyor. Fatiha oradan kapalı bir şeyi açması manasına da geliyor. Burada Allah’ın rahmetinden demesi buradaki açtığı şeyin bir hayır olduğunu gösteriyor.

Şart edatları geldiği zaman fiili muzari cezm edilir. Fiili muzariyi şart eden edatlar diye konu var. Orada bulabilirsiniz.

Ma yeftah. Cezm ile biten bir kelimeden sonra harfi tarifli bir kelime gelirse geçiş esre ile yapılıyor. Buradaki o esre yazılma kuralı. Aslında bu ma yeftah Allah. O şey ki Allah onu açtı ama işte şart edatı olduğu için açar ise –se –sa lı şekilde ifade etmek durumundayız. Yani Allah rahmetinden insanlar için bir şeyi açarsa orada sa yı kullanmak zorundayız. Fela mumsik leh. Onu tutacak kuvvet ya da kişi ya da herhangi bir şey yoktur.

Orada mim rahmetin ifadesi var mim de Arapçada –den, -dan manasına geliyor. Rahmetin-den. Allah rahmetini yüz kısma ayırdı da sadece birini dünyaya verdi hadisi şerifi var ya diğer kısımları da ahirette tecelli edecek diye hadis var. İşte o “min” ona denk geliyor. Allah’ın rahmetinden yani Allah rahmetinin yüzde yüzünü bu dünyaya vermiyor. Zaten verse mümkün değil insanlar bunu kaldıramaz. İşte şefaat için şunu demiştik. Bırak bu tarafı ahirette bile er-rahim esması Allahû Teâlâ tarafından direkt tecelli etse mahlûkat yanarmış. O yüzden Peygamber Efendimiz(sav) aracılığıyla tecelli ediyor ki insanlara orada rahmet ve şefaat olarak tecelli ediyor. Affeden Allah rahmeti ile cennete koyan Allah ama er-rahim esmasının o esnada tecellisi bir anda o kadar kuvvetli, olursa insanlar kaldıramıyor onu. İşte Resulullah aracılığıyla şefaat mekanizması devreye giriyor ki daha yumuşak kaldırılabilir olsun deniyor. Bakın rahmetinin yüzde biri deniyor ya ahirette bile daha yeni bir yaratılış var insanların yeni bir şeyleri kaldırabileceği var orada bile tam bir dayanma yok. Bu dünyada nasıl olsun. Edna olan dünyada nasıl olsun. Hem ahirete saklıyor Allahû Teâlâ ikram için hem de kaldırılabilirliği yok. Bunu şuna benzetebilirsiniz. Bir büyük hidroelektrik santralinden çıkan elektrik direkt olarak evimize girerse patlarız. Elektrik rahmet mi enerji olma boyutu ile rahmet ama rahmeti sınırsız verildiğinde rahmet olmuyor. Çünkü bizim dayanıksızlığımızdan kaynaklanan tam tersi bir etki yapıyor o yüzden Allahû Teâlâ bizim bu kaldırabileceğimiz sisteme uygun rahmetini veriyor aynı zamanda. Rahmetin az göndermesi bile rahmet. Rahmanın rahmetini verişteki kısması bile rahmet.  Hani gaflet bile rahmet deniyor ya. Gafletin tersi zikir. Zikrin tersi gaflet. Eğer biz sürekli Allahû Teâlâ’yı hatırlama modunda olsaydık kaldıramazdık gaflette bile rabbim merhamet diyor. Hatta tefekkür sahibi Evliyaullahlar bazen kafalarını dağıtmak için başka şeylerle uğraşırlarmış. Niye? Kaldıramıyor. Hatta Peygamber Efendimiz(sav) bile eve gittiğinde diyormuş ki. Konuş benimle ya Aişe. Neden tecelli o kadar çok ki dağıtması lazım onu hatta biz kadınları teskin edesiniz diye yarattık meselesi var ya ayeti kerimede li teskunu. İşte bunun izahlarından biri de odur. Bir yandan da artı eksi gibi keskindir aslında. Ama biz birbirimize düşman olarak yaşadığımız için bu şey olmuyor. Ama Peygamber Efendimiz(sav) gibi ve Hz. Hatice gibi. Hz Aişe gibi sistemi daha iyi anlayanlar olduğu zaman devrede o karşılıklı ilişki o Allah’ın muradının bir rahmeti olarak tecelli ediyor. İşte “min rahmetin” denmesi o rahmetinden bir kısmı.

Burada min, min-i beyani olarak da geçiyor. Her min kendi anlamında kullanılmıyor burada eğer o cümlenin başında ma geçmişse o ma’nın açıklaması oluyor. Yani Allah’ın açtığı şeyin rahmetten olduğunun göstergesi oluyor bu. İzah ettiği için beyan ettiği için açıkladığı için de orda buna min-i beyani deniyor. Devreden çıkarsan da anlam bozulmayacaksa o min-i beyani oluyor. İkinci şey de o cümlenin başında ma gibi bir edat oluyor.

İkinci kısma geçelim.

Fela mumsike(فَلَا مُمْسِكَ) – onu tutacak yoktur. Feteha’ya ne demiştik kapalı olan bir şeyin açılması yani kapalı bir şey açılacak yayılacak. İmsak da, meseke de onu tutmak oluyor. Sanki engellemek manasında mani olmak gibi yani birisi cömert para kesesi var para kesesini açıyor, dağıtacak. Birisi de onu engellemeye çalışıyor elini tutarak “yapma, yapma” diyerek. Şimdi tutacak yoktur dediği o. Bazı meallerde hapsedecek demiş. Neye göre hapsetmek? Kapalı tutmak, engellemek babında. Yani Allah bir şeyi açmak istediğinde onu kimse tutamaz. Buradaki “mümsik leha” dediğindeki her zamiri de müennes bir zamir nereye diyor burada? Rahmete gidiyor. Rahmetinde sonundaki kapalı t var ya, te’yi marbuta dediğimiz o da onun müenneslik alameti. Oraya gidiyor. Yani rahmetini tutacak yoktur. Neden orada hu denmemiş de he denmiş? Çünkü hu olsa Allah’a gider orada. Hangi mahlûkat onu tutabilecek potansiyelde, kapasitede yaratılışta? Olur mu? Ancak rahmetini engelleyecek bir şey demek bu. Allah’ı tutmuyor Allah’ın elini tutmuyor haşa. Rahmetini tutuyor. Zamir en yakınına gider demek. Bir yerde zamir gördüğünüz zaman. Bütün dillerde böyledir. Muhakkak öncesinde onun açık olarak dile getirildiği bir kısım vardır. İşte burada geriye gittiğinizde onu tarıyorsunuz. Ne çıktı ortaya. Rahmet niye rahmete gittiğinin delilli de ne? Müennes olarak kullanılmış.

Ve ama yümsik – onun tuttuğu şeyi de. Burada fail Allah. Yine şartlı geliyor. Bakın burada açık cezm ile gelmiş. Sonunda elif lamlı bir kelime olduğu için ve ma yümsik fela yürsile lehu onu da gönderecek olan yoktur min bağdihi bundan sonra

Yani Allah kata ettikten sonra onu tutmaya karar verdikten sonra da onu gönderecek yoktur. Yukarıda feteha kelimesinin zıttı emseke kelimesi geçtiği halde. Aşağıda emseke kelimesinin fiilinin zıttı feteha gelememiş. Yani orada yürsil kelimesi yerine fatih de kullanılabilirdi. Fatih ne demek? Açıcı. Bakı yukarıda hemen aynı ayette yukarıda iki fiil var. Feteha kelimesi ve emseke tutmak kelimesi. Ama aşağıda emseke ortak. Ye değiştirmiş. Ama feteha kelimesini ismi faili olan fatih gelmemiş. Ne gelmiş? Mürsel gelmiş. Yani ersele fiili gelmiş bu seferde. Rabbim bı8rada bize müthiş bir şekilde ders veriyor. Neyin dersini veriyor? Diyor ki bakın yukarıda feteha emseke. Ama aşağıda emseke ersele. Demek ki feteah ile ersele benzer manada. Yani açmak ile göndermek rabbimin buradaki ifadesi ile benzer manada. Peki, niye böyle kullanmış? Hemen birinci ayete bakıyoruz. Melekleri elçi yapıyormuş. Bak oradaki rusul kelimesi ile buradaki ersele kelimesi aynı kökten. Rusul ne demek biliyor musunuz? Resul kelimesinin çoğulu yani elçi? Ama nasıl elçi? Gönderilen elçi. Ersele göndermek demek. Gönderilmiş elçi. Yani şunu demek istiyor Rabbim. Feteha kelimesi ile ersele kelimesin aynı olması ile Allah rahmet hazinesinde açıyor ya bu gönderme işini irsal işini melekleri vasıtasıyla yapıyormuş.  Bunun dışında da yapmıyor? Neden? Bizatihi kendisi yapsa ne oluyor? Kaldırılamıyor şiddetinden. Ama melek vasıtasıyla. Biz bir kimseye vahiy edeceğimiz zaman ya bir perde arkasından ya da rüya ile şey yaparız. Neden kaldıramaz kimse? Allahû Teâlâ bizatihi rahmeti ile tecelli etse onun şekliyle kaldırabilecek yok. Bir tek Peygamber Efendimiz(sav) e miraçta geldi. Diğerleri Cebrail vasıtasıyla geldi. Direkt olarak vahiy olunan miraç gecesindeki amene resulü olduğunu biliyorum. Neden orada özel bir sistem var.

Resul ifadesi sadece peygamberler için kullanılmıyor. Nebi ifadesi sadece peygamberler için kullanılıyor. Ma resul ifadesi peygamberlerin dışında da diğerleri için kullanılabiliyor. Bunlardan birisi melekler. İnsan için bile kullanılıyor. Yasin suresinde Hz. İsa’nın havarilerini biz resul olarak gönderdik diye ifade var. Buradaki ifade ile Allahû Teâlâ meleklerini resul olarak, vasıta olarak, aracı olarak kullanıyor. Ne için kullanabilir? Allah fethettiği için diyoruz ya. Bir vahiy olarak kullanabilir. İki insana da vahiy geliyor. Ama biz ona vahiy demiyoruz, ilham diyoruz. Yani Allah’ın hilka ettiği hibe ettiği ilimler olarak diyoruz bunu. Allahû Teâlâ bunu verebilir istediği insana bunu verebilir. Hani bizim kendisine ilim verdiğimiz diyor ya mesela Hızır Aleyhisselâm diyoruz firrasihune fil ilmi ulul elbab deniyor bunlara Allahû Teâlâ’nın özel olarak verdiği ilimler var. Bunun da işte geldiği söyleniyor hatta şairlere gelen ilham bunu Cebrail Aleyhisselâm tarafından geldiği söyleniyor. Hatta bir hadisi şerifte Peygamber Efendimizin şairlerinden biri idi Hassan bin Sabit idi sanırsam ya da Kab bin malik idi sanırsam. Allah seni Ruhu’l-Kudüs ile desteklesin diyor. Dua ediyor Peygamber Efendimiz. Ruhu’l-Kudüs ne? Cebrail Aleyhisselâm. E desteklediğinde ne olacak şaire? İlham gelecek. Bir şeyler geliyor ve yazıyorsunuz. İşte o ilhamın da melekler vasıtası ile geldiği ile ilgili bir rivayet var. Yalnız her gelen ilham pozitifi olmayabiliyor. Çünkü bir ayeti kerimede diyor ki şeytan onlara vahyeder onlar ona tabi olurlar diyor. Her gelene de biraz dikkat etmek lazım. Hani geçen hafta açıkladık. Şüphe şek ile yakîn farkını. Şüphe de benzemek kökündendi. Bu rahmeti bir şeye benziyor ama şuna da benziyor. Yakîn öyle olmaz. Yakîn geldiği zaman yakîne gidilmez yakîn gelir. Benzeme falan olmaz. Alenidir. Yakînde haniflik var. Yönelmede sizin yaptığınıza Allah cevap veriyor. Nahl Suresi’nin son ayeti ne idi?

Fağbudu – hatta kulluk edim yakîn gelinceye kadar.

Bakın yakîn gelinceye kadar sen yakîne ulaşıncaya kadar değil. Maalesef öyle anlaşılmış. Bir de bunu ölüm olarak söylemişler. Tamam, ölüm de bir yakîndir net, şeksiz şüphesiz. Gerçeklerle aleni olarak karşılaşmaktır ama perdeler kalktığında. Telaşlandıkları bir görsen.

Ama yakîn Allah tarafından gelen, şüpheye ve şekke yer bırakmayan hakikat gerçektir.

İşte bu feteha kelimesi ile ersele’nin burada şeyini gördük. Özet olarak feteha emseke bir de fatara birbiri ile alakalı kelimeler. Feteha ile ersel bu anlamda ilişkili.

Ve hüvel azîzul hâkim. Şimdi rabbim iki şekilde öğretim yapıyor. Bir sen esmaları tanımak mı istiyorsun. Rabbim bu kuran ile aynı zamanda kelimeleri de öğretiyor. Şöyle ki ayetlerin sonunda ikili genellikle esma terkipleri vardır

Azîzul hâkim

Alîmul hâkim

Semiul basir gibi

Burada iki metot var. Birincisi sen bu esmaları merak mı ediyorsun. Oradaki ayeti tefekkür et. Esmayı bulursun. Sonra esmayı öğrendin m. O ayeti mi teferruatı ile anlamak istiyorsun, o esma ile o gözü ile o ayete bak. İşte rabim bir şey öğrettikten sonra bütün kitaba yay bunu bütün kurana yaya ne olur? 99 Esma-ı Hüsna’yı anladığın gibi Allahû Teâlâ’nın sistemini anlarsın. Bir de başkalarının anlamadığı gibi o ayeti de anlarsın. Çünkü öğreten Allah. Allah öğrettiği zaman çok daha farklıdır. Biz bu kuranı apaçık bir Arapça ile indirdik diyor. Ne o? Kelime ne? Lisanul arabiyyul mubin. Lisan dil demek. Arabiyya arapça lisanı. Mübin ne demek. Açık. Açık aşikâr ama bu yetmiyor. Mübni kelimesinin içerisinde bir de ismi fail dediğimiz bir özellik var. İsmi fail olunca etken. Açıklayan. Bu açıklayan kısmı devreye girmemiş izahta. Ne demek açıklayıcı? Yani Allahû Teâlâ öyle bir Arapça ile indirmiş ki Arapçanın o fasih olan kurallı kısmı. Kelimelerin manası ile girince ayeti de açıklayıcı oluyor. İşte bu azîzul hâkim kısmı esmalardan. Baktığımızda Allahû Teâlâ öğretmiş oluyor onu. Ne ile. Yine Arapça ile. Hani şek kelimesinden şüphe gelmişti. Şek ne demekmiş? Bir şeyi uzunlamasına yarmak. Mesela sandviç ekmeğini yarmak. Şakkı kamer gibi. Yarınca iki tane eşit parça çıkıyor. Yüzde 50 yüzde 50. Siz ikisi arasında kara veremiyorsunuz. Bu mu bu mu diye? Yani şüphe, tereddüt anlamında. Yüzde 50 50 olması. Ama yüzde 50 bir tarafa yükseğe çıktığında ne oluyor? Zan oluyor. Yüzde yüz hakikat değil ama zan oluyor. Bir kelimeden siz şüphenin manasına girmiş oluyorsunuz. Allahû Teâlâ Arapça ifadelerle derinine daldığınızda fatara kelimesindeki gibi. Rabim bunu Arapça olarak indirdi. Ben fatara kelimesinin derinine indiğimde fıtrat kelimesini daha iyi anlıyorum. Manaya daha derin girebiliyorum. Ben bunu âlemlerin rabbi olan Allah’ın indirdiğini biliyorum. Ve Allah’ın Kamer suresinde  geçen“ve legad yesssernal gurane li zikr”ayeti. Yemin ediyor rabbim.  Bu Kuran’ı ben çok çok kolaylaştırdım diyor. İşte Arapçanın bir iki kelimenin kökenine indiğinde sen anlayabiliyorsun birçok şeyi Allah’ın öğretmesi ile. İşte mübni bu. Açıklayıcı. Açık ve açıklayıcı. O yüzden biraz daha manalarına girmek lazım. Küçük bir gayretin sonucu Allahû Teâlâ size ilim kapılarını açıyor. Sisteminin şifrelerini gösteriyor. Daha ne olsun. Fıtır kelimesini bilmek için Arap olmaya gerek yok. Fıtrat kelimesini bir düşünün. Fıtrat üzerine yaratmanın ne olduğuna gidersin. Arapça ufku açıyor. Kuranı anlamak için Arapça bilmek şarttır anlamına gelmemeli bu. Öyle olsa idi tüm Arapların âlim, evliya olması lazımdı. Bütün ilahiyat fakültesi mezunlarının âlim ve evliya olması lazımdı. Allah’ın istediği sadece Kuranın onun kitabı olduğunu idrak etmek ve bir şekilde onunla mesai harcamak. Allah’ın izni ile kapılar açılıyor. Bir kapı açma yöntemi de şudur: Geceleyin teheccüde kalkın. Ayetleri terrrttiiii ile(ağır ağır) okuyun. Size ağır bir yük indirilecektir. Ne demek bu? Siz mesai harcayın, geceleyin herkesin uyuduğu bir vakitte kalkın, ayetler üzerinde düşünün, tefekkür edin, ben sana manasını hem de ağır bir şekilde göstereceğim diyor. Bunun için Arapça gerekli değil ki. Arapça bir araç. Sistemin sahibi olan rabbim sana kapılarını bu anlamda açacaktır inşallah. Bizim eksikliğimiz gayret. Bir de bu kitabın âlemlerin rabbi olan Allah’ın kitabı ve Peygamber Efendimizin mucize göster dediklerinde mucize olarak gösterdiği kitap olduğunu anlayamamamızdan dolayıdır. Allah’ın kitabı olduğuna iman ediyoruz ama kabul etmek yeterli değil. İnanıyorsun da ne kadar inanıyorsun? İnanıyorsun ne kadar gayret gösteriyorsun?

Ve hüvel azizul hakim. Azîzul hâkim ne demek? Aziz, izzet kelimesi aynı manada. En yakın şeyi izzetinden dolayı mağlup edilemez demek. El-galip esması ile çok yakın ve alakalı. Biraz daha semavata özgü bir esma. Hâkim ise hüküm sahibi, hikmetleri ile yaratıp sistemde hükümdarlık kuran hâkim demek. Allah aziz ama tek esma ile belirtmemiş. Aziz ama hâkim olan aziz. Yani hâkimliği ile fariiiii olan aziz. Ne demek? Yarattıkları ile ilim ve hikmet yaratıp hükmünü incelikleri ile hâkim kılarak izzet sahibi olup yenilmeyen. Akın sadece aziz olsa galip olur. Ama failliği önde değil. Hâkim olması ile yani hükmünün yeryüzünde hâkim olması ile de o izzetliğini yenilmezliğini yeryüzünde de hâkim kılıyor. Haşyetini hükmü ile uyguluyor. Ama uygularken bir şeyi vasıta kılıyor. O da ilim ve hikmet.

Birinci ayetin sonuna bakarsak:

İnnallahu ala külli şeyin kadir –  Her şeye kadirdir. Kadir ne demek? İki manaya gelir:

Kadere, ölçmek demektir. Her şeyi bir ilim yöntem kural üzerine bir ölçüye göre yaratmıştır demek. Aynı zamanda da her şeye kadirdir. Dilediğini dilediği gibi yapar. Kimseye de hesap vermez. Burada da aziz ile bitmiş. Yenilmeyen mağlup olmadığında bu da onun işareti. Dilediğine rahmetini açtığı zaman onu tutacak yoktur. Tuttuğu zaman da onu oradan alıp da onu oradan başkalarına dağıtacak olan da yoktur. Bu da onun izzetidir, yenilmezliğidir. Bunu hem bizatihi kendi kudreti ile yapar. Aynı zamanda da elçileri ile beraber kaideleri ile beraber öyle bir sistem kurmuştur ki bunun da hükmünü o şekilde icra eder. Dolayısıyla hâkimliği ve izzetliği var. Başka ayetlerde de geçiyor. İzzet tümü ile Allah’a aittir. Başka yerde de izzet Allah’a resulüne ve müminlere aittir diye geçiyor. Onlar izzeti başkalarında mı arıyorlar diyor. Müşriklerin yanlarında mı arıyorlar? Bilseler ki izzet tümü ile Allah’a aittir. Yani sen izzetin Allah katında olduğuna inanır da Allah’a yönelirsen Allah sana izzet veriyor. Bu izzetin de asıl mükâfatı ahirette görülecek. Bu tarafta adam yerine koyulmayanlar Allah’ın muiz esması ile beraber izzetlendirici aziz kılıcı esması ile beraber o tarafta öyle bir konumda olacaklar ki ağızları açık kalacak. İzzeti ikramın çok ötesinde. İkram da ediyor ama izzet şeref veriyor. Bakın bu tarafta adam dilenci gibi miskin. Değer verilmiyor. Ahirette o sahnelerle o verilen elbiselerle, o tahtların üzerlerinde başlarına geçirilen taçlarla, boyunlarına geçirilen takılarla, önlerindeki arkalarındaki yanlarındaki nurlarla ödüllendiriliyor.  Allah el-muiz esması ile onu izzetli kılınca o çok farklı oluyor. Allah bunu hepimize nasip etsin inşallah. Hem bu dünyada izzet sahibi etsin hem de ahirette o muiz esması ile ona ulaşanlardan eylesin.

Evet, bu aziz ve hâkim ile 3. Ayetin de alakası var. Bir ayet ne ile başlıyorsa onunla da devam ediyor. Gördüğümüz gibi işte kadir’le bitiyor. Her şeye kadirdir onun da nasıl olduğunu Allahû Teâlâ bilir. Mesela enam suresinde ne var? Allah sana bir sıkıntı verirse onu ondan başkası gideremez sana bir hayır verirse de o şüphesiz her şeye kadirdir. Bakın orada da bütün her şeye kâdir olduğunun göstergesi var. Allahû Teâlâ bizlere rahmeti ile muamele etsin, bizlere o rahmet hazinesinden el-fettah esması ile açsın ki o açtığı zaman o rahmeti tutacak yoktur, Allah bize o rahmet esmalarını kapatmasın, tutmasın. Çünkü o tuttuğu zaman da onu ondan giderecek yoktur. Allah bize el-aziz ve hakîm esması ile de güç ve kudret versin yeryüzünde onun Müslümanları olarak. Ve bizi hem bu dünyada hem ahirette azizlerden eylesin.

Sadakallahulazim.

 

 

SEBE (34.SOHBET)51-54.Ayetler(son tekrar)#

51-54. ayetleri işlediğimiz bir önceki sohbet, ses kaydındaki problemler  ve mevzûnun ehemmiyeti nedeniyle tekrar teferruatıyla işlenmiştir.


 


 

sohbeti mp3 olarak dinlemek veya indirmek için tıklayınız:

https://yadi.sk/d/EYD_1k5ImMcR6


51-)وَلَوْ تَرٰى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ

Bir görsen onları korku ve telaşa düştüklerinde! Artık kaçış, kurtuluş yok! Çok yakın bir yerden yakalanmışlardır.

52-)وَقَالُوا اٰمَنَّا بِهٖ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

“Ona inandık!” dediler. Ama nasıl mümkün olur onlar için imana ulaşmak o uzak yerden!

53-)وَقَدْ كَفَرُوا بِهٖ مِنْ قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

Halbuki daha önce onu (hakkı) inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.

54-)وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِم مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُّرِيبٍ

Artık kendileriyle, iştahla arzuladıkları şey arasına engel konmuştur. Tıpkı daha önce yoldaşlarına yapıldığı gibi. Gerçek şu ki onlar, tutarsızlığa iten bir kuşku içindeydiler.

1. ve hîle : ve ayrıldı, set çekildi
2. beyne-hum : onların arasına
3. ve beyne : ve arasına
4. mâ yeştehûne : istek duydukları şeyler
5. kemâ : gibi
6. fuile : yapıldı
7. bi eşyâı-him : yandaşlarına/yoldaşlarına
8. min kablu : önceden
9. inne-hum : muhakkak ki onlar
10 kânû : oldular, idiler
11 : içinde
12 şekkin : şüphe
13 murîbin : kuşku veren, endişe veren

SOHBETİN YAZILI METNİ:

Evet arkadaşlar geçen haftaki ses kaydındaki bozukluklar nedeniyle bu sohbeti yeniliyoruz. Konunun önemine binaen de bu sohbeti tekrar yapmak istiyorum.

Sebe Suresi 50. ayet bir önceki ayeti “innehû semîun garîb(اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)” diye bitiyordu. Bakın dikkat edin 51.ayet de “mim mekânin garîb(مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ)” diye bitiyor. Sonra da iki tane “beîd(بَعٖيدٍ)” var uzak manasında 52.de – mim mekânim beîd. Tekrar 53.te de mim mekânim beîd diye. Yani rabbim iki kez yakın manasında garîb i kullanmış. İki kez de beîdi kullanmış. Burada 50. ayetle 51. ayete bir geçiş var. Yani 51,52, 53, 54 mana bakımından bütün. Ama diğer derslerden biliyoruz ki; Kuran’da hiçbir surede alakasız gibi gözükse de bir ayet diğerine bağlanırken bağlam denilen siyaku sibak bir anlam bütünlüğü içerisinde bağlanıyor. Kesinlikle ayrı değil. Bunu unutmayalım. Şimdi ne diyordu yukarıda:

De ki: Gul. Eğer ben saparsam dalalete düşersem ancak kendi nefsim üzerine/adına düşmüş olurum. Eğer de hidayet üzerinde bulunursam bu benim Rabbimin bana vahyi iledir. İnnehû semîun garîb. Buna ne demiştik? Yukarıdaki nefis ifadesine bağlayarak sapma durumunda insanın iç sesleri, düşünceleri olacağını; kişi içindeki negatif ve pozitif sesleri dinleyerek bir karara vardığını (irade); ve bu seslere rabbimin kişinin derinlerinin derinlerini bilmesi hasebiyle Allah’ın çok iyi duyduğunu, semiğ işiten demek fakat işiten de yetmiyor bakın garib diye sıfatla gelmiş. Yakın bir şekilde. Hani ben size şah damarınızdan daha yakınım konusu ile alakalı olarak burada garib gelmiş. Yakınım. Şimdi devamında Peygamber efendimiz(SAV)’ e bir sahne ile ilgili bilgi veriyor:

Ve lev terâ(وَلَوْ تَرٰى). Keşke manasına geliyor burada. Ah keşke bir görsem. Ve lev terâ. Ne zaman?

iz feziû(اِذْ فَزِعُوا). Onların telaşa kapıldıkları, panikledikleri vakit şaşkınlık içerisinde bocaladıkları zaman onları bir görsen.

felâ fevte(فَلَا فَوْتَ). Kaçış yok çıkış yok. Geri dönüş yok. Yani İngilizcedeki “No Exit” gibi. Çıkış yok.

Uhızû(اُخِذُوا). Burada ehaze fiilinin meçhulü gelmiş, edilgeni yani. Yakalanmışlardır. Sistem tarafından. Sistemin unsurları tarafından yakalanmışlardır. Bu polisin bir suçluyu yakalamasında da aynı fiil kullanılıyor. Yakayı ele vermek, tutmak, tutuklanmak gözaltına alınmak gibi manaları da var burada. Nereden?

mim mekânin garîb(مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ). Yakın bir mekândan.

Şimdi burada yakın mekânı ne olarak açıklamıştık? Yakınlık uzaklık Allah’a göre. Aslında insana göre burada. Fakat yakınlık Allah’a olması gerektiği için Allahi Allah’ın zatına yakın olan duruma yakın, edna olan, aşağı olan, uzak olan dünyaya da mekânim beîd-uzak mekân deniyor. Şimdi Allah vasidir. Allah bütün mekânlarda muhittir. Allaha mekân isnadı olmaz. Fakat bir ulviyet söz konusu olduğunda zatına yakınlık söz konusu olduğunda böyle ifade kullanılır. Mesela Arş-ı Âlâ diyoruz değil mi? Âlâ yukarıda manasında. Sübhane Rabbiye’l-alâ diyoruz yukarı manasında. Peki, Allahû Teâlâ’nın subhanlığı ile biz mekan tayin edemeyiz. Yüzünü nereye çevirirsen çevir onda. Ama ulviyet, yükseklik, uluhiyet açısından böyle bir yakınlık uzaklık var. Bunu da şöyle anlatalım: Mesela yargıçlar daha yukarıda oturuyorlar değil mi? Bir şeyi temsil ediyorlar. Genel müdür odaları genellikle yukarıda, bu anlamda düşünebiliriz. Yakınlığı uzaklığı da bu şekilde anlamakta fayda var.

Bu telaşa düştükleri vakti ne demiştik? Bir ölüm anı. Diğeri ölüm anından sonra gerçekleşenler. Üçüncüsü de ahiret. İkinci sura üfürülmesi olarak ifade ettik. Yani bizim ahiret dediğimiz sahneler. Ahiret ne demek? Evet sonu. Hani ahir ömrümde deniyor. Ahir zaman deniyor. Yani sonrası. Yani şu an yaşadığımız an “el-an” deniyor ona. Geçmişe mazi deniyor. Gelecekle ilgili ifadelerde de artık ahir. Aslında ahirin bir anlamı ötesi manasına da geliyor. Türkçede öteki dünya diyoruz ya. Hem öteki hem zaman olarak da sonrası manasına geliyor. Buradaki ifadesi ile de ölüm anı mesela çok sıcak. Diğer manalar da var. Ölüm anındaki o telaş çok vurucu. Telaşa düşüyorlar. Neden?

Çünkü o zaman kadar iman etmeden yaşamışlar. Ya da iman ettikleri gibi yaşayamamışlar. İkisi de aynı şey aslında. Neden? Üzerleri örtülüyor. Buna ne fiili diyorduk? Kefere fiili. Yani kâfir olmak inkâr etmek manasında değil. Yani Allah’ı reddetmek manasında değil. Bile bile onun üzerini örterek hem inançsal açıdan hem de yaşantı açısında o şekilde yaşamak demek. İşte bir şekilde ahiret sanki yokmuş gibi yaşanıldığında, perdeler kalktığında, ilk perdelerin kalkması o ölüm anındaki daha ölmedi o başlangıç halindeki sahneler başlayınca telaş başlıyor. Bunlar resmediliyor. Hani geçen hafta da söylemiştik. Ölüm melekleri diyor. Onların sırtlarına vura vura canlarını aldığında onların durumlarını bir görsen diyor. Başka ayette de ne diyordu? Can boğaza dayanmıştır. Biz ona yakınız fakat siz göremezsiniz. Rabbim o anda onun için artık gaib olmayan bizim için gaib olan şeyleri anlatıyor. İşte o anlarda kişiler telaşa düşüyorlar ve kaçış bulamıyorlar. Yakın bir yerde yakalanmayı da ve bir sonraki ayette de “mekânim beîd” derken uzak bir mekândan imanı nasıl elde edeceklerini düşünürken de şunu belirtmiştik:

Zaman algısı biliyorsunuz izafi. İzafi ne demek? Şartlara göre değişen manasında. Kişilere ve şartlara göre değişiyor. Mesela bilim programlarında izlemişsinizdir. Hız arttıkça zaman yavaşlıyor. Mesela uzay gemisine binip çok yüksek hızda sürat eden bir kimse daha az yaşlanıyor. Mesela o anda naklen yayın bir görüşme olsa yeryüzündeki tanıdıkları ile aradaki yaş farkı artıyor. Yani dünyada olanlar daha yavaş bir hızda yaşayanlar daha çabuk yaşlanırlarken o daha az yaşlanıyor. Işık hızını Einstein ulaşılabilecek son nokta olarak söylüyor. Doğru değil. Ben bunu fizik hocası ile konuştum. Işık hızı geçilebilir. Onunla ilgili teoriler var ama onun teorisine göre ışık hızı son nokta. Bir kişi ışık hızını geçtiği zaman zaten kütlesi kalmıyor. Enerjiye dönüşüyor. E=mc2 formülünden. Işık hızına şu anki bilgilerle ulaşmak mümkün değil desek bile, ışık hızına yaklaşan biri için zaman neredeyse durma noktasına geliyor. Ölüm anında da işte böyle şeyler olacak. Ya da ahirete başka bir boyuta geçildiğinde. Zaman algısı komple değişecek. Bir de mekân algısı komple değişecek.  Örneğin kişi bir trende gidiyor. Trendeki kişilerle gitmesi şu anki yaşam algısı. Ama istasyonda onu alıyorlar. O olduğu yerde duruyor, bakın o bir yere gitmiyor. Ama tren ve içindekiler ondan uzaklaşıyor. İşte diyorlar ki öldüğünde öyle olacak. Yani hem kişiler hem de mekân sizden uzaklaşacak. Siz olduğunuz yerde kalacaksınız. Bir anlamda yavaşlamış olacaksınız. Zaman algısı değişecek, mekân algısı değişecek. Hani o plaka örneğini vermiştim. Zaman ve dehri şu anki bizim algılayamadığımız içinde olduğumuz yaşadığımız için algılayamadığımız zaman algısını çok iyi anlarsınız. O zaman yakın bir mekânı, uzak bir mekanı daha iyi anlarsınız.

Hani eski plaklar var, taş plaklar. İğnesi var. İğnesi plağa değiyor ve ses kaydı oluyor. Bunu ses kaydı değil de yaşam kaydı olduğunu düşünün. Şu an biz o iğnenin değdiği yerdeyiz. Ve bizim şu anki yaşam kaydımız kaydediliyor. Aslında birçok değişken var entropi deniyor buna. O trilyonlarca değişkenden, olasılıktan sadece biri oluyor ve biz şu an “an” denilen yaşam kayda geçiriliyor. Plağı düşünün. Bir iğne var. Kayıt yapıyor. Nasıl plakta bir sürü çizgi var değil mi? Toplasanız metreler edecek bir ses kaydı var. Fakat plak bir bütün. Siz o iğnenin geçtiği o çizgiden, yoldan ne bir öne ne bir arkaya geçemiyorsunuz şu an içerisinde. Fakat öldüğünüzde ise o iğne kayıt yapan iğne yukarı kalkıyor. Sizde o iğne ile beraber yukarı kalktığınızı düşünün. Gördüğünüz ne? Plak. Ama nasıl bir plak? Yaşamın bütünü. Yani doğduğunuz andan itibaren bütün yaşadıklarınız size şematik olarak gözüküyor. Kayda geçmiş olarak.

İşte Peygamber Efendimiz(SAV) ne diyor? Dünya bir andır diyor ya işte bu an. Biz bu anı anlayamıyoruz neden? Üç boyutlu bir dünyada yaşıyoruz şu an. Öldüğümüz zaman başka bir idrak boyutuna geçtiğimizde onu bütün olarak göreceğiz. İşte plağın kaydolduğu şu anki an uzak mekân, iğnenin çıktığı an, bize göre gaib olan o ana şehadet olacak şahit olduğumuz için, o âlemde yakın alem oluyor. Çünkü neden? Allahi ortam orası. Şu an imtihan dünyası. Daha evvel verdiğimiz sözü-nerede olduğunu biliyorsunuz- , cahil ve zalim olarak yüklendiğimiz emaneti. Azhab’taki dersi hatırlarsak; insan emaneti yüklendi biz onu dağlara, semaya, arza teklif ettik de onlar çekildiler. Fakat insan yüklendi o emaneti. O nedir? Cahildir, zalimdir.

Geçen bir videoda “bana mı sordular gelirken?” diyor. “Benim ne sorumluluğum vardı da Allah beni cennete cehenneme atacak”. Bunun cevabı Kuran’da gizli. Araf Suresi 172’de bu emanet ayeti var. Biz hatırlamıyoruz ama biz onu yüklendik. O emaneti ver bize dedik. Hatırlıyor musunuz? Hatırlamıyorsunuz. Dün rüyada ne gördüğümüzü hatırlamıyoruz. O bilinçaltı. Bu alt bilinç, derinlerin derininde. Ama ahirete geçince, burada onu anlatıyor. Her şey hatırlanacak.  Siz hiçbir ayette şöyle bir şey duydunuz mu? “Aman ya rabbi neden böyle yapıyorsun?”. Allah’a karşı bir suçlama gördüğünüz mü? “Eyvah biz şimdi ne yapacağız”, “Aman bizi geri döndür de şöyle şöyle amel işleyelim.” Neden? Hatırlanacak. Elest meclisinde verdiğimiz söz ve o emanet denen şeyi yüklerken o an hatırlanacak.

İşte Kuran’ın faydası ne? Kuran bize bunu hatırlatıyor. iz diye başlıyor zaten o ayet de. Hatırla diye başlıyor. Hatırlamıyorsun ama ben sana hatırlatıyorum diye başlıyor. İşte Kuran şifa ve rahmet değil mi? İşte en büyük hidayet değil mi? Sadece yüzünden okuduğumuzda -yüzünden okumak bile bir şereftir Müslüman için- bunları biz nasıl idrak edeceğiz? Hâlbuki Kuran bize gösteriyor. Bakın böyle bir şeyler oldu, hatırlamıyorsunuz ama oldu, Âdem’in zürriyetinde idiniz. Ben şöyle şöyle sorduğumda şöyle cevap verdiniz. Dünyaya gönderildiğinizde de bana kulluk etmeye devam edecektiniz. Ama ben size unutturdum. Neden unutturdum? İmtihan.  İmtihanda kitabı açıyor musunuz önünüzde? Açamıyorsun, kopya olur. Herkes aynı şartlarda, herkes o an zihnindekini, kapasitesindekini yapıyor. Ama hadi zil çaldığında herkes o yaptığı ile muhatap olacak. İşte orada söz verdiği ile, kendine verilenlerle ne yapıldığı ortaya çıkacak. İşte “gâlû âmennâ” dediğinde kişi bunları idrak ediyor, yaşıyor. Ayetin devamı ise şöyle:

ve ennâ lehumut tenâvuşu(وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ) – Artık ona ulaşmak nerede? Neye ulaşmak? İman ettiği şeye?

Ve gâlû âmennâ bihi diyor ya oradaki bihi.deki hi nereye gidiyor? Birinci derecede Allah’a. Allah’a iman ettik. İkinci derecede Resulullah(SAV)’a. Çünkü o indirildiği zamandaki şartları düşünün. Üçüncüsü de yukarıda ve cael hakkı diyor ya bu hak hatırladığınız üzere bir sistemdi. Hak ile birçok şey vardır. Meğerse Allah’ın yarattığı bu sistemin hak olduğunu, kişilerin kendi kafalarında oluşturdukları sistemi ise her ne kadar dünyada iyi gözükse de bunun batıl olduğunu, aynı zamanda da Sebe Suresinin başında bahsedilen ahiret sahnelerinin hak olduğuna ne yaptılar iman ettiler. Ama diyor ki rabbim. ve ennâ, nerede demek. lehumut tenâvuşu, ona ulaşabilme, erişebilme imkânı nerde? Yok yani. Nasıl olacak manasında. Nereden?

mim mekânim beîd(مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ). Artık onlar eski bulundukları yerden uzaklaşmışlardı.

  1. ayete gelirsek:

Ve gad keferû(وَقَدْ كَفَرُوا). Bu keferu fiili mazi, yani geçmiş zaman kalıbı. Örttüler, inkâr ettiler. başına gad gelince -mışlardı anlamına geliyor. Hani Türkçedeki hikâyeli zaman var ya. Hikâyeli geçmiş zaman deniyor. -mişli oluyor. Yani gad keferû; inkar etmişlerdi, örtmüşlerdi. Bak zaten bu hikâye geldiği için sahnelerin ahirette geçtiğinin göstergesi zaten. Bi ile gelir bu. Keferu bi inkâr etmişlerdi. amene bi nin biraz zıttı. min gabl(مِنْ قَبْلُ), daha evvelden de.  Yani dünyayı, ahiretten önceki zamanı söylüyor.

ve yagzifûne bil ğaybi mim mekânim beîd(وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ) – mekânim beîd.den yani uzak bir mekandan da gayba gazefe fiili ile yapılan şeyi yapıyorlardı. Bu fiil 48.ayette de geçmişti. Gul inne rabbî yagzifu bil haggı(قُلْ اِنَّ رَبّٖى يَقْذِفُ بِالْحَقِّ).

Gul – de ki

inne rabbî – şüphesiz benim rabbim

yagzifu bil haggı. Hakkı yukarıdan aşağı doğru atar manasında.

Şimdi fiil anlaşılması zor bir fiil olduğu için değişik yerlerde kullanılıyor. Bu fiili çok araştırdım. Yukarıdan aşağıya doğru bir şeyi atmak manasına geliyor. Bakın indirmek değil. Enzele indirmek. Fakat yagzifu fırlatacak şekilde atmak. Şimdi Allah’tan olduğunda yani “ve kul cael hakkı ve zehekal batıl” diyor ya, hakkı getiriyor rabbim. Ama o getirmesi yumuşak bir şekilde değil, darbe ile. Başlarına çarpar şekilde. Biz hakkı onların dimağına atarız da onların dimağları beyinleri parçalanır diyordu. Yani öyle bir ortaya koyuş, öyle bir atış. İşte bu gazefe fiili ile ifade diliyor.

Fakat 48. Ayette Allah fail. Allah atıyor, fırlatıyor burada. Fakat 53’te fail kim? Evet inkârcılar onu atıyorlar. E şimdi nasıl olacak bu? Ama neye atıyorlar? yagzifune bil gaybi yani gayb konusunda atıp tutuyorlar. Gayba taş atıyorlar. Şimdi Allahû Teâlâ imtihan dünyası ya burası. Her şeye şahit. Ama her şeye de kadir. Ama her şeye de hem halim hem sabır sahibi. Ses çıkarmıyor. Halim esması sabır esması ile. Yani diyor eğer biz yaptıkları şey yüzünden bütün mahlûkatı cezalandıracak olsaydık peşin peşin cezalandırırdık. Yeryüzünde kimse kalmazdı debelenen diyor. Ses çıkarmıyor. Ama insanlar ne yapıyor? Hiçbir şey yokmuş gibi yaşıyorlar rahat rahat. Gayb konusunda atıp tutuyorlar. Bunu biz de yapıyoruz arkadaşlar. Yani gayba malik değiliz hiçbir ayet ve sünnet ve ilim ile de desteğimiz yok. “Hadi canım bu şöyle mi olurmuş, böyle mi olurmuş” diyoruz. Bakın gayb konusunda konuşabilirsin ama nasıl konuşabilirsin ehliyetinle konuşursun. Mihenk taşınla konuşursun. Kuran-ı Kerim var, sahih hadisler var. Zaten hadisler sahihtir de rivayet zinciri açısından söylüyorum. İlim var. Allah’ın ilmi var. Ayağını sağlam basacak değerler var. Bunlarla olduğunda gayb konusunda fikir yürütebilirsin.

Zaten Allahû Teâlâ tefekkür etmeni istiyor. Mülk Suresinde(Tebareke) ne var. Hadi bakalım çatlak bulabilecek misin bak göğe diyor. Tefekkür etmeye çağırıyor seni. Kuran hakkında tedebbür etmeye ve tederrüs etmeye ve tezekkür etmeye davet ediyor Rabbim. Ama niyetiniz halis olacak. Yani Allah’ın sistemini doğru anlayıp doğru yaşama gayretinde bunları yapacaksınız. Ama bunun dışında hiçbir bilgiye dayanmaksızın bir de kötü niyetle gayb hakkında atıp tutuğunuzda palavra atmış oluyorsunuz. Bir de suçlamış oluyorsunuz. İşte Allahû Teâlâ diyor ki o yaşarken size hiçbir müdahale yokken atıp tutuyordunuz, taş atıyordunuz, suçlamalar yapıyordunuz diyor. Uzak bir mekândan. İşte bu müteşabih ayetler konusunda da kalplerine zey bulunanlar, eğilip bükenler müteşabih hakkında tevil ederler diyor. Yani müteşabih ayetleri yorumlamayın değil oradaki. Orada şart koymuş rabbim fî gulûbihim zeyğun(فٖى قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ). Kalplerinde eğrilik olanlar, yani inkârcılar.

Ben birçok kişi tanıyorum. İmanla dinle alakası yok. Fakat Kuran konusunda inanılmaz bilgili. Dini konular hakkında inanılmaz derecede bilgili. Bunu bir kısmı size ispat açısından yapıyor. Daha bilgiliyim demek için. Kibir var. Orada size karşı üstün gelme gayreti var. Fakat Allah’ın Teâlâ’nın istediği Kuran’a yaklaşma zikir. Yani öğüt alma. Yani Allah’ı hatırlamak, anmak, öğüt almak. Biz bu kuranı elbette çok çok kolaylaştırdık. Ve legad yessernel gur’âne lizzikri(وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْاٰنَ لِلذِّكْرِ) – ama zikir için kolaylaştırdık. fehel mim muddekir (فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ) – ama nerde öğüt alan? Nerde yaşantısına geçecek olan? Nerde bunu tezekkür edecek olan? Böyle olduğunuzda gayb hakkında ayetler hakkında düşünebilirsiniz. Zaten Allah’ın desteği ve teşviki var burada. Amma velakin burada fail kim diye sorduğumda ne dedik inkârcılar dedik. İşte inkârcılara orada aptıklarını söylüyor. Ve gazefe fiili ile gösteriyor. Rabbim yagzifu bil hakk diyor ben hakkı atarım diyor. Onlar da diyor gayba atarlar. Nereden? Uzak mekândan. Yani bulundukları yerden fırlatıyorlar, bir şeyleri yokmuş gibi. Meydanı boş buluyorlar, yapıyorlar ama ne diyordu 51’in başında. Ve lev terâ – Ah onları bir görsen.

Biz de aynı şekilde yapıyoruz arkadaşlar. Bir ayette kâfir dendiği zaman müşrik, münafık dendiği zaman mücrim dendiği zaman önce tabi ki Allahû Teâlâ’nın özellikle işaret ettiği kesimi anlayacağız ama aynı zamanda sübhan olmadığımız için eksiksiz olmadığımız için biz de kendimize biraz getirmemiz gerekiyor bunu. Yoksa Kuran bize inmemiş olur. O yüzden biz de acaba gayb konusunda atıp tutuyor muyuz? “Hadi canım öyle şeyler olur mu diyor muyuz” diye öz eleştiri yapmakta fayda var.

  1. ayete gelelim. Rabbim bu finali müthiş yapmış:

Ve hîle(وَحٖيلَ) – set çekikmiş perde çekilmiş araya engel koyulmuş anlamına geliyor. Bu fiilin aslı hale fiili ortada vav harfi buna illet harfi deniyor. Hale fiilinin meçhulü bu, yani edilgeni. Mesela kitabı yazdım, kitap yazıldı gibi. Kitabı okudum. Kitap okundu gibi. Çocuk dövüldü gibi. Bunlara edilgen fiil deniyor. Meçhul fiil deniyor. Burada da set çekildi anlamı var. Burada Nuh As. ile oğlunun hikâyesinde Nuh As. oğlunu davet ediyor. Oğlu kaçarım kurtulurum diyor, yukarı çıkarım. Ama onların aralarına dalga girdi diyor. İşte bu hale fiili ile söyleniyor. Araya bir şey girmesi. Başka bir ayette de kişiyi Allah kişi ile kalbi arasına girer diyor. İşte bu girerde’de hale fiili var. Set çekildi manası var burada. Set çekildi? Ne ile ne arasına çekildi?

Beynehum(بَيْنَهُمْ) – onlarla

ve beyne mâ yeştehûne (وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ) – onlar ile iştah duydukları şeyler arsına perde, set çekilmiş. Bu nerde oldu? Ölüm anında. Bu Berzah denen olayın ilk aşaması. Rahman suresinde iki denizin karışmaması olayında ne vardı? Kaptan Kusto olayında. Bir tatlı su var, bir de tuzlu su var.  Arada mekanik bir engel var mı? Yok, ama bir şekilde bir engel var. İşte ona berzah deniyor. Bir ortamın bir ortama karışmasını engelleyen perdeye göremediğimiz perdeye berzah deniyor. İşte manevi bir şey o. Geçiş yok. İşte set çekildi derken de bu var. Yani kişiyi düşünün. Hepimizin ya bir yakını ölmüştür. Ölüyor o ortamda. Fakat ölü yok olmuyor. Başka bir boyuta geçiyor. Seninle onun arasında bir berzah var. Şimdi onun idrakının da olduğunu düşün. Elini falan kaldırmıyor. Bilinç olarak farklı bir dünyaya geçiyor. İşte kafayı yiyor insanlar orada. Eğer kendilerini hazır hissetmezlerse. Bakıyorlar mekânda var ama ulaşamıyor sesini ulaştıramıyor. Melekleri görüyor. Farklı bir teknolojik ortamı görüyor. Başlıyor sapıtmaya bu ne? İşte arada berzah denen bir engel var. Birinci engel bu. İkinci engel kabre konuyor ya. Kabre gömüldükten sonra rabbim öyle bir mekanizma murad etmiş. Toprak cesette, nefis dünyada kalıyor, toprak cesette kalıyor. Diğer bilinç(ruh) berzah denilen bir âleme gidiyor. Bir şekilde bekleme odası gibi. Niye oraya berzah denmiş. Orada da bir engel var. Oraya da giriş ve çıkış tehdit. Nereye kadar o? İkinci sura üfürülünceye kadar. Orada bekleniyor ruh. Bir de orada astral beden var. Astral beden rüyada dolaştığınız beden. Yani bilince verilen bir beden. Yani bizim şu bedenimiz dünya bedeni. Ceset deniyor buna. Nefsin bir bedeni var cennette olacak bir beden. Bir de kabir âleminde astral beden denilen oradaki bilince yüklenmiş, bizim göremediğimiz bir astral beden var. Astral bedende de orada bir yaşantı var. Ona da berzah deniyor. Berzah âlemi deniyor ona. Bir de ondan bahsediyor işte burada.

Ölüm hakkında İmamı Gazali kitabında şöyle bahseder: Kişinin ölüm acısında en büyük etkende dünyada iken sevdikleri ile sahip oldukları ile o bağı çok kuvvetlendirmesi. Ölürken o çok sevdiği şeylerle o bağın kopması inanılmaz acı veriyormuş ona. Ayrılık acısı. Ayrılık neden acı ile ifade edilmiş? İşte rabbim burada diyor ki iştah duymayın diyor. Sevilecek tek şey Allah’tır. Ve Allah’ın sevdikleridir. Bunun dışında dünya olarak sevdiğiniz her şey sizin hem bu dünyada iken sizin ilahınız putunuz olma tehlikesi olur Allah korusun. Hem de ölüm anında işte size böyle acı verir. Aranıza da o mecbur engel konacak. Ayrılacaksınız bir şekilde. Bir, yakın olarak karib olarak gitmek var. Bakınız karib diyor. Yakın olunca kime yakın olacaksınız. Ama siz bu dünyada imtihandasınız. Bu dünyada onu yakın olarak görmezseniz, ona yakın olma gayretinde olmazsanız bu ahirette nasıl olacak?

Hazreti Ali’nin sözü olması lazım: “Kişi bu dünyada Allah ile ne kadar müşerref olursa ahirette de onunla karşılaşacak”. Yani plak var ya iğne kayıt yapıyor. O bir şekilde o kayıt bittiğinde ne yaptıysan o. Sonra ne deniyordu? İkra kitabek. Oku bakalım kitabını. Aslında senin yazdığın defter o. Bitince kitap oluyor. Sen yazıyorsun. Eline kalem veriliyor. Allah’ın kader inancı ekseninde Allah’ın kontrolünde Allah’ın kuralları çevresinde sen cüzi iradeni kullanarak tercihlerini yapıyorsun. İşte burada Allah’ı mı daha çok seveceksin, Allah’ın yarattıklarını mı? İşte bunun gibi şeylerle ne yapıyorsan bunu değerlendireceksin.

Kitabı, plağı veriyorlar sana. 1400 yıl evvel yaşayan kişiler belki hayatlarında kitap bile görmediler. Kuran ayetleri neyin üzerine yazıldı? Derilerin develerin leğen kemiği üzerine yazılmıştır. Yani o biz rahat çöplere atıyoruz. Yazılı bir şey yok. Bugün Afrika’da da bile öyle. Tahtalara yazıyorlarmış Kuran’ı. Sonra zımpara taşı ile zımparalıyorlarmış, sonra kömürle tekrar yazıyorlarmış. Şimdi bir vakfın kampanyası var. 12 liradan Kuran gönderiyor o ülkelere. Ya da kuma yazı yazıyorlarmış. Bitince siliyorlar. Öyle yazılı bir kitap yok. Ama ayetlerde kitabını oku diyor.  Şimdi de o devir insanları CDyi nereden bilsin? DVDyi nereden bilsin? Hafıza kartını nereden bilsin? Ve bizim şu an daha erişemediğimiz kayıt mekanizmaları nereden bilsin? Ama işte o kitap. Yazılmış bir şey yani. İşte o dünyadaki o plak da senin koluna verebilir. Biz onların kuşlarını boyunlarına asarız diyor bir ayette. İşte o belki de bizim yaptığımız ameller boynumuza asılacak bir kolyede bir kuş şeklinde tasavvur, tasvir edilecek. Ona bakıldığında kişinin ne yaptığı, hangi kategoride olduğu anlaşılacak. Bugün bile insanlar yüzüklerinde, kolyelerinde, broşlarında bir şeyleri anlatmıyorlar mı?

Daha dünya mekanizması ile böyle. Ahiret teknolojisi ile neler olacak? Ahiret teknolojisi. Sebe suresi zaten ilk ayetlerinde bunu görmüştük. Ahirette yani ölüm ve sonrasında ölüm anı, kabir âlemi, berzah âlemi, sura üfürülüş, ikinci üfürülüşün ve kalkıştan sonraki âlemlerin hepsini bir ahiret olarak düşünün. Orada nasıl bir teknoloji ile karşılaşılacağını bir düşünün.

Sebe Suresinin ilk ayetine bakalım:

Elhamdu lillâhillezî lehû mâ fis semâvâti ve mâ fil ardı ve lehul hamdu fil âhırah, ve huvel hakîmul habîr

(اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذٖى لَهُ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى الْاٰخِرَةِ وَهُوَ الْحَكٖيمُ الْخَبٖيرُ)

Bir kere hamd Allah’a mahsustur diyor. Öyle başlıyor. Göklerde ve yerde ne varsa onundur. ve lehul hamdu fil âhırah. Ahirette de hamd ona mahsustur. Yani bırakın bu dünyayı ahirette de. ve huvel hakîmul habîr – O habirdir. Habir ne demek? Her şeyden sürekli olarak haberinin olması. Ama nasıl? Hâkim, hikmetleri ile en ince detayları ile. Hani yukarıda dedik ya. İnnehu semiul karib dedik ya. Öyle yakin olarak işitir. Bu da o haliyle. Ne diyecekler insanlar ahiret sahnesinde dirilince? “Aman ya rabbi nasıl bir teknoloji bu. Hamd sana mahsus”. Otomatikman övecekler. Ve işte hakimul habir. “Ya nasıl bir şey bu, gizli saklı her şeyi yazmış” demiyor mu insanlar. İkra kitabek – kitabını oku dediğinde. Yere gireni de bilir, ondan çıkanı da, semaya ineni de, semaya yükselen şeyi de bilir. O; rahimdir, gafurdur. Ama kime rahim? Mümine rahim. Mümine gafur. Müminin şeyini örtüyor. Örtmediği şey karşımıza geliyor arkadaşlar. İşte tövbe ve mağfiret talebi burada. Daha plak kayıt yaparken. Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Yaptığımız ve potansiyeline sahip olduğumuz şeylere tövbe ettiğimiz takdirde samimi bir şekilde Allah getirmiyor o sahneleri oraya. Mağfiret o miğfer var ya kafaya geçirilen miğfer aynı kökten muhafaza ediyor yani seni. Günahlarını örtüyor. Setrediyor, seni rezil etmiyor. Bak ne diyor sonda:

Küfredenler bize kıyamet gelmez dedi. De ki hayır gaybı bilen Rabbim mutlaka onu size getirecektir, onun ilminden hiçbir şey kaçmaz. Semalarda ve arzda zerre miktarı da olsa bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa muhakkak açık bir kitaptadır. Görüyor musunuz bu üç ayet nasıl açıklıyor Sebenin sonunu. Rabbim sureye başlamış, en sonunda da bunu açıklayarak müthiş bir prodüksiyon yapmış. Müthiş bir sunum. Âlemlerin rabbi olan Allah’ın kitabının bir suresi bu. Ve bizim algıladığımız kadarıyla. İnce ince kelimeleri nasıl rabbim nakşetmiş. Fatır Suresinde göreceğiz nasıl incelikleriyle donatmış.

kemâ fuıle bieşyâıhim min gabl(كَمَا فُعِلَ بِاَشْيَاعِهِمْ مِنْ قَبْلُ). Bunu ilk okuduğumda ben eşyaimi eşyahim olarak gördüm oradaki aynı elif diye gördüm. Bir mealde de maalesef bunu şey olarak şeyin çoğu olan eşya olarak göstermiş. Hata yapmış. Ben de ona bir bakmıştım. Buradaki eşya şiaları demek. Şia ne demekti? Aynı görüşü paylaşan kişilerin oluşturduğu topluluk. Şia. Bunun çoğulu eşya. Ama sonunda ayn var eşyağ. I var ayn var. Maalesef bir meal orada elifle göstermiş hemze olarak göstermiş. Eşyaihim diye göstermiş. Ben de ona baktım. Onu bir uyarmak lazım. Bizim Arapça hocamız kökü şia dedi. Manası değişiyor.

kemâ fuıle – yapıldığı gibi. Fuile de orada meçhul. Yapıldı. Bieşyâıhim – onun arkadaşlarına yoldaşlarına. Ne zaman?

Min kablü – daha evvelden onların arkadaşlarına yapıldığı gibi. Yani onlardan evvel ahirete gidenlere ölenlere de aynı muamele yapıldı. Onlar da orada.

innehum kânû fî şekkim murîb(اِنَّهُمْ كَانُوا فٖى شَكٍّ مُرٖيبٍ) – şüphesiz onlar idiler. Ne içinde? Fî şekki murîb. Şek içinde idiler. Şek şüphe olarak açıklanıyor. Murib – raybe kelimesi. Bakara suresinde de geçiyordu bu kelime zalikel kitabülaraybe fih. La raybe. Buna da şüphe demişler. Üç şeye şüphe denmiş Türkçede. Kuranda geçen şüphe olarak reib rayb. Bunların farkları şunlardır: şüphenin kökünde ne var? Hangi üç harf var? Şe be he. Teşbih benzetme bir şeyin bir şeye benzemesi. Teşbih sanatı vardır. Müteşabih ayetler. Benzer ayetler. Şimdi bir şeyin bir şeye benzemesi ile şüphenin ne alakası var? Benzerliğinde dolayı karıştırıyorsun. Karıştırma tehlike yapar. Tereddüt ediyorsun. İltibas deniyor buna. İltibas kelimesinde de libas var elbise. Bir şeyin kıyafetini değiştirerek gizlenmesi manasına geliyor. Yani emin olamıyorsun. Bakıyorsun. Ya bu elbisesi ile gizlenişi de hakikat mi değil mi? Doğru mu değil mi? Ya şu adam mı değil mi? Benziyor. Emin olamıyorsun. Neyin var şüphen var birinci şüphe bu. İkincisi şek. Şekin kökü: Mesela bir ekmek düşünün bıçağı aldık şöyle bir kestik ya. İkiye ayırdık ya. İçerisine mesela peynir koyacağız. Bir şey koymak için ikiye açma fiiline şek deniyormuş. Bunun ne alakası var şüphe ile? Yardığımda iki tane birbirine eşit kısım çıkıyor ya. İşte yüzde 50 yüzde 50. Karar veremiyorsun. Şunu mu tercih edeyim bunu mu tercih edeyim diye. Tereddütte kalıyorsun yine. İşte bu da yine şüphe oluyor. Bu ilmi hakikatlerde de adam karar veremiyormuş. Şunu mu yapsam şunu mu yapsam diye. Yüzde 50’den biraz yukarı çıkınca zan oluyormuş. Yüzde yüz olduğunda ise hakikat oluyor. Ya da yakin oluyor. Bir şeyde şüphe ve şekkin olmama durumu yakin imiş. Yani şüphelenmiyorsun. Yalnız yakine sen gidemezsin. Yakin gelir.

Rabbine itaat et, yakin gelinceye kadar. Yakin Allah tarafından verilir. Sen şek ve şüphelerini gidererek Allah’a tereddüt olmaksızın bir iman boyutuna gittiğin zaman Allah sana yakin verir. Ve o zaman tereddütsüz, şüphesiz iman edersin. İşte Allahû Teâlâ’da burada şekkim murîb derken raybe olmayan. Raybe şöyle, onu da açıklıyım. Duygusal şüpheye rayb deniyormuş. Yani, seni kuşkulandıran huzursuz eden bir ruh hali var ya. Bu. Böyle yapan bir şek içindeydiler diyor. Yani karar veremediler hak olmaya fakat bu da onları huzursuz etti. Ve orada bir mürid ifadesi,  ismi fail de var. Edilgen bu. Başkasını da tereddütte düşüren kendisini de tereddütte düşüren bir şüphe içindeydi. Bu da ahirete iman etmesini engelledi. Ve bu da işte bir görsen onları telaşlandıkları zaman denilen konuma düşürdü.

Demek ki bize düşen, içimizde şüphe ve tereddüt olmadan Allaha tereddütsüz iman içerisinde gayret içerisinde olmak ve Allah’ta bunu bize inşallah yakini ile el mümin esması ile destekleyecek ki ahirette ilerde karşılaşacak olduğumuz ve aman ya Rabbi nasıl bir sistem diyeceğimiz bir sisteme daha güvenli daha emin daha ümitkâr daha reca içinde çıkmamızı sağlayacak. Çünkü Allah semiul garîb, bize yakın. Eğer biz de onun mahlûkatına iştah değil de o sevgi ve hububiyeti Allah’a yönlendirirsek. Çünkü “Ben gizli bir hazineydim bilinmeyi murad eyledim” diyor Allah. Bilinmeyi muhabbet ettim. Ve mahlukatı halk ettim bilinmek için. Ama orada kitaplarda ne geçiyor istedim. İstedim değil. Muhabbet duydum da istedim. O zaman biz de muhabbeti kime duyacağız arkadaşlar? Allah’a duyacağız. İşte böyle olduğumuz takdirde Allah’a yakınlık olacak. Allah da bize yakınlık olacak biz de inşallah ahirette. Daha ümit var şekilde haşrolunacağız. Allah bize bunlardan olmayı nasip etsin inşallah.

Sadakallahülazim.

SEBE (33. SOHBET)51-54.Ayetler

NOT:SES KAYDINDAKİ GÜRÜLTÜLÜ ARKA FON SESLERİ İÇİN ÖZÜR DİLERİZ.
ANA KAYITTAKİ BAZI PROBLEMLER NEDENİYLE YEDEK SES KAYDI YAYINLANMIŞTIR.

KONUNUN DAHA İYİ ANLAŞILABİLMESİ İÇİN BİR SONRAKİ HAFTA AYNI SOHBET TEKRAR YAPILMIŞTIR .

SEBE 34. SOHBETİ DİNLEMENİZ TAVSİYE OLUNUR


 


SOHBETİ MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN :

https://yadi.sk/d/lscWwOu3mFkCC


51-)وَلَوْ تَرٰى اِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَاُخِذُوا مِنْ مَكَانٍ قَرٖيبٍ

Bir görsen onları korku ve telaşa düştüklerinde! Artık kaçış, kurtuluş yok! Çok yakın bir yerden yakalanmışlardır.

52-)وَقَالُوا اٰمَنَّا بِهٖ وَاَنّٰى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

“Ona inandık!” dediler. Ama nasıl mümkün olur onlar için imana ulaşmak o uzak yerden!

53-)وَقَدْ كَفَرُوا بِهٖ مِنْ قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِنْ مَكَانٍ بَعٖيدٍ

Halbuki daha önce onu (hakkı) inkâr etmişlerdi. Uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı.

54-)وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِم مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُّرِيبٍ

Artık kendileriyle, iştahla arzuladıkları şey arasına engel konmuştur. Tıpkı daha önce yoldaşlarına yapıldığı gibi. Gerçek şu ki onlar, tutarsızlığa iten bir kuşku içindeydiler.

1. ve hîle : ve ayrıldı, set çekildi
2. beyne-hum : onların arasına
3. ve beyne : ve arasına
4. mâ yeştehûne : istek duydukları şeyler
5. kemâ : gibi
6. fuile : yapıldı
7. bi eşyâı-him : onların şeyleri
8. min kablu : önceden
9. inne-hum : muhakkak ki onlar
10. kânû : oldular, idiler
11. : içinde
12. şekkin : şüphe
13. murîbin : kuşku veren, endişe veren

 

SEBE (32.Sohbet) 50.ayet#


SOHBETİ DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN :

https://yadi.sk/d/bw5ep5hzm2kod


قُلْ إِن ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي وَإِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ

Kul in dalaltu fe innemâ edıllu alâ nefsî, ve in ihtedeytu fe bimâ yûhî ileyye rabbî, innehu semîun karîb.

1. kul : de
2. in : eğer
3. dalaltu : dalâlette olursam
4. fe : o zaman, o taktirde
5. innemâ : ancak, sadece
6. edıllu : sapmış olurum
7. alâ : üzerine
8. nefsî : kendi nefsim
9. ve in : ve eğer
10 ihtedeytu : hidayete erdirildim
11 fe : o zaman, o taktirde
12 bimâ : sebebiyle
13 yûhî : vahyedillir
14 ileyye : bana
15 rabbî : benim Rabbim
16 inne-hu : muhakkak o
17 semîun : en iyi işitendir
18 karîbun : en yakın olandır

 

 De ki: “Eğer dalâlette olursam, o zaman sadece kendi nefsim üzerine (sebebiyle) olurum. Eğer hidayete erdirilirsem, o taktirde bu Rabbimin bana vahyi sebebiyledir. Muhakkak ki O; en iyi işiten ve en yakın olandır.”


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Sebe Suresi 50. Ayet

Sebe Suresine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Geçen hafta ve geçen seneki son sohbette hak geldi batıl zail oldu ayetinin değişik açıklamaları ile hak sistemi açıklamaya çalışmıştık. BUGÜNKÜ AYETE GEÇMEDEN EVVEL GEÇEN HAFTAKİ HAK KONUSU ÜZERİNDE BİRAZ DAHA DURMAK İSTİYORUM.

Hak geniş bir kavram, örtücü genişleyen bir kavram.Hakkın birçok açıklaması var .Geçen hafta sadece Hakkın “sistem ” üzerine izahatına çalışmıştık. . Sistem olarak hakkı izah etmeye çalışmıştık. Bir iki cümle ile orayı geçiştireceğim. Çünkü 50. ayet ile bağlantısı var.

Şimdi hak kelimesinin kökeni Arapçada bir şeyin bir şeyle uyumlu olması demektir. Misal olarak kapının menteşesinin yuvasına uygun olmasına hak oldu deniyor. Tevafuk etti, uyum sağladı, buna uygun oldu manasında. Şimdi Arapçada bir kelimenin derinlerindeki manası ile ıstılahati, kullanımsal, terimsel manasının muhakkak bir alakası vardır. Buradaki alaka nerede? Bir şeyin bir şeye uygun olması ne demek? En genelinden en yukarısından düşündüğümüzde, Allahû Teâlâ’nın yarattığı  sistemin, o sistemi yaratma muradı ilahisine uygun olması anlamına gelir. Yani Allahû Teâlâ bir şeyi murad ediyor. Biz onu hadisi kutsiden biliyoruz ki; “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim, mahlûku yarattım”. Murad bu. Buna uygun bir sitem yaratılacak. Yani kâinatın her aşamasının işleyen bir sistemi olacak. Bu da en baştaki murada uygun olacak.İşte bu işleyen sitemin adı hak. Yani her şeyin fıtrata uygun olarak yaratılması gerekiyor. Hz. İbrahim in dediği “fâtırıs semâvâti vel ard(فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ)”.” Her şeyi fıtrat üzerine yaratan rabb” İşte bu.   Fıtrat ne oluyor? Yaratılış muradı. Yani ayeti kerimede ne deniyor?

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

(وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ) (Zariyat 56.)

İşte bu yaradılış sitemindeki – özellikle cinlerin ve insanların – yaratılış sistemi fıtrat. Amaca uygun. Kulluk etme amacına uygun. Bunu bütün  komple sistem olarak düşünün. Arz ve semavat olarak düşünün, bu işleyen sistemin ismi de hak. Bir şeyin doğru geçerli olabilmesi için, yani günümüz ifadesi ile hak olabilmesi için bu hak sistemle örtüşmesi gerekiyor.

Mâliki yevmid dîn (مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ)  “din günü” derken.; bugünün ‘kişinin dini’ ile ‘Allah’ın dininin’ nekadar örüştüğünün görüleceği, analiz edileceği, hesabının edileceği gün demiştik ya , yaşarken de ‘kişilerin doğrularına’ doğru denebilmesi için Allah’ın bu hak sitemi ile örtüşmesi gerekiyor. <ş

Bu hak sistemin varlık sebebi de mülkiyete dayanıyor. Ne demek bu?

Bir kişi mülke sahip ise hakka da sahip demektir. Mesela kullanım hakkı diyoruz. Bir şeyin mülkiyeti. Yani asıl malik olan Allah’tır. Bu da onun sistemidir. Allah’ın da bu hak sitemi üzerinde hakkı vardır. Tüm mahlûkatı üzerinde hakkı vardır. Bu öyle bir hak sistem ki insanlarda hatta hayvanlarda hatta eşyalarda bile bu hakkın tecellisini görüyoruz ki şöyle annelik hakkı, babalık hakkı mesela. Yani bulunduğu Allah’ın verdiği pozisyona ve mülkiyete göre. Mülkiyet sadece mal sahibi olmak demek değildir, yönetim sahibi olmak demektir aynı zamanda. Melik oradan gelir. Çocukları üzerinde hakkı vardır demektir. Bırakın onu bir şeye sahip olmakla beraber de hak sahibi olunur. Davranışsal olarak bile hak var ki hakkını helal et denilen mesele o. Neyin hakkı bu? Mülkiyet hakkı hem davranışsal hem de mülkiyet hakkı olarak. Dolayısıyla o kadar geniş bir yayılım alanı bulmuş. İşte bu hak sisteme göre de sizin düşüncelerinizle elde ettiğiniz şeyler, sizin istihkakınız oluyor. Bunun sonucunda alacağınız ceza ve ödül de sizin müstahakınız oluyor.

Allahû Teâlâ’nın el-Âlim esması her şeyde ilk günden itibaren tecelli eder. Hak sistemi de bir formüle dayanarak halk edildi. İşte buna uygun davranılması da Allah’ın hakkı. İşte biz bu sistem üzerine yaşıyoruz ve de ona göre nasıl davranışlarda bulunacağımızı da öbür tarafta göreceğiz. İşte 50. ayet de bunun devamı olarak gelmiş.

Gul (قُلْ)- de ki

in (اِنْ)- şayet

daleltu(ضَلَلْتُ) – eğer dalalete düşersem ya da saparsam

feinnemâ edıllu alâ nefsî (فَاِنَّمَا اَضِلُّ عَلٰى نَفْسٖى) – bu ancak kendimin nefsi üzerine sapıtmış olmamdandır.

Yani kendi namıma, kendi nefsim adına sapmış olurum.

Devamında ise;

ve inihtedeytu (وَاِنِ اهْتَدَيْتُ)– eğer ben de hidayet üzerine olursam

febimâ yûhî ileyye rabbî (فَبِمَا يُوحٖى اِلَیَّ رَبّٖى)– bu da benim ancak bana rabbimin vahyi sayesindedir

innehû semîun garîb (اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)– o semidir, gariptir(yakındır)

Neden bu ayet yukarıdaki hak ile ilgili ayetin arkasına gelmiş. Çünkü hakkı Allahû Teâlâ sıratı müstakim ile ilişkilendiriyor. Hani Fatiha Suresindeki sıratı müstakimdeki gibi, ayağa kaldıran yol. Dosdoğru yol manasındaki. Hicr suresinde idi galiba, bana getiren yol benim üzerime olan yol. İşte de ki: Eğer ben saparsam… Bu sapmak neyden sapmak? Hidayetten sapmak. Fatiha suresinin son kısmını işlerken şöyle demiştik. Aslında iki tane yol yok. Bir tane doğru var. Öbürü yol bile değil. Eğer bedel olarak alırsam. İki tane yol var. Ya şu yol. Ya da şu yol. Birincisi Allahû Teâlâ’nın sıratı müstakim yolu. İkincisi ise diğerleri. Diğerleri de ikiye ayrılmış durumda. mağdûbi aleyhim(مَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ) kendilerine gazap etmiş olanlar ve bir de sapanlar. Bence bu bile değil.

Arazi düşünün bir demiryolu var ortadan geçen bir de arazi var. Arazi yol mudur? Değildir. Bunu işte yukarıdaki 49.ayette görmüştük. Cael hakku – hak geldi. Hak sistem geldi. ve mâ yubdiul bâtılu ve mâ yuîd- diğerleri ise sistem bile değil diyor Rabbim. Çünkü sistem olabilmesi için bir şeyi başlatması lazım ve de onu tekrar edip geri döndürebilmesi lazım. E diyor batıl bunu yapamaz ki. Yani sistem bile değil demek istiyor.

Sırat olarak değerlendirirsek bir tane yol var. Diğerleri yol bile değil. İnceliği görüyor musunuz? O zaman sanki şöyle olurdu. Şöyle bir yanlış anlayışla endeksleyerek söyleyeyim. Bir ara kendi aramızda konuşurken şöyle demiştik: Acaba kafalarda yanlış mı düşünüyorlar? Sanki şeytan Allah’ın düşmanıymış gibi bir algı var. Böyle bir şey yok ama ifade ederken buna benzer şeyler var. Sanki şeytan Allah’ın düşmanı. Hayır şeytan insanın, Müslümanın düşmanı. Allah’ın bir muhatabı onunla olmaz. Şirk olur çünkü. Ancak şöyle olur. Bir rahmani var bir de şeytani var. Ama bu hiçbir zaman Allah’ın muhatabı olan bir düşmanlık değil bizim muhatabımız olan bir düşmanlık. Dolayısıyla bir tek Allah’ın sıratı var. Bir de diğer arazi var. Yol bile değil o. İşte buradaki daleltü dediğindeki sapmak bu. Yani sıratı müstakimin içerisindesin, tren değil de otoban olarak misal verelim. Ve o yolda araba kullanıyorsun. Senin o yoldan çıkacak şekilde sağa ya da sola direksiyonu kırman dalalet oluyor. O yol sağdaki ve soldaki çizgiler doğrultusunda gittiğinde ki bu hak yol yani şeriat. Sistemin ismini şeriat olarak adlandırırsak o yolun çevresinde gitmek, düzgün gitmek oluyor. Bunun dışındaki her şey dalalet. Doğru yoldan sapmak dalalet. Allah’ın verdiği doğrular var, onun dışındaki her şey dalalet. Yoksa dalalet bir sistemin ismi değil. Eğer in daleltü- ben saparsam feinnemâ edıllu alâ nefsî – nefsimin üzerine sapmış olurum. Ayeti kerimede şöyle geçiyor. Nisa 79’da:

Mâ esâbeke min hasenetin feminallâh, ve mâ esâbeke min seyyietin femin nefsik

(مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ)

Sana ne isabet ederse iyilikten, o ancak Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse kendindendir ya da kendi nefsindendir. Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse nefsindendir. Bakın bu Allah’a karşı olan bilinçli ya da bilinçsiz ithamlardan kendinizi korur. Allaha hiçbir zarar gelmez de kendinizi ithamlardan korur. Kader inancının temel ayetlerinden biri budur. Bu ne manaya geliyor? Ancak ben kendi namıma sapmış olurum denilen kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Şu var. Allah saptırmaz. Kişi kendi sapar. Meallere dikkat ederseniz Allah’ın saptırdığı der. Allah saptırmaz. Allah kullarına karşı rahmet sahibidir. Bütün iyilik ve güzellikleri halk eder. Sana iyi ne isabet ederse Allah’tandır ama kötü olarak sana ne isabet ederse bu senin nefsindendir. Allah saptırmaz. Allah rahmandır. Kişi kendi sapar.

Maide de buna benzer bir ayet var. Maide 105. Ayet:

Yâ eyyuhellezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yedurrukum men dalle izehtedeytum

(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ)

Yâ eyyuhellezîne âmenû(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا) – ey iman edenler.

aleykum enfusekum (عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ) – siz kendinize bakın, kendinizle ilgilenin, nefisinizle ilgilenin, nefsinize bakın manası da var. Bir de sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu var.

lâ yedurrukum (لَا يَضُرُّكُمْ) – size zarar veremezler. Kim?

men dalle (مَنْ ضَلَّ) – dalalette olalar size zarar veremezler

izehtedeytum (اِذَا اهْتَدَيْتُمْ) – siz hidayette olduğunuz sürece.

Ey iman edenler size dalalette olanlar zarar veremezler. E vermiyorlar mı bugün? Veriyorlar. Bir sürü zarar veriyorlar. Ama Allah veremez diyor. Haşa yalan mı söylüyor? Zarar veremez diyor ama zarar veriyorlar. Ama şartını koymuş rabbim orada. Biz şöyle olduğumuz müddetçe şartlar orda ehtedeytu – hidayet üzere olduğunuz sürece. Demek ki biz hidayet üzerine olmadığımız her an dalalette olanların zarar vermesi ile karşı karşıyayız. Kabahat bizde. Yani nefsimizde. Peki, ne yapacağız? Formülü orada var. aleykum enfusekum – sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu vardır kenziniz ile ilgilenin.

Şam ya da Bağdat taraflarına zalim bir hükümdar geliyor. Asıyor, kesiyor birçok kişiyi. Bana bir alim çağırın diyor. Âlim geliyor. Hiçbir âlim gitmek istemiyor oraya. Neden? Gittiğinde asacak kesecek. Sonunda bir âlim tamam diyor ben giderim diyor. Ama zayıf ve çelimsiz biriymiş. Giderim ama bir şartla; bana bir deve, bir tane keçi, bir tane de horoz vereceksiniz. Temin edip veriyorlar. O zalim kral bir bakıyor karşısında zayıf, çelimsiz, sakalsız birisi. Seni mi gönderdiler diyor. Pek beğenmiyor. Diyor ki eğer iri cüsseli birini arıyorsan deve getirdim dışarda. Eğer sakallı birini arıyorsan keçi getirdim diyor. Eğer diyor gür sesli birini arıyorsan horoz getirdim sana diyor. Onun büyüklüğünü anlıyor ve soruyor. Peki, sizi büyük bir İslam topluluğu idiniz neden ben buraya geldim de sizleri yenebiliyorum diyor. Efendim diyor biz İslamiyet’i doğru anlayamadık. Allah belirli bir şey ikram ettikten sonra biz kendi nefsimizin derdine, rahatına düştük. Bu ilmi faaliyetleri, kendimizle ilgili ve başkasıyla ilgili cihadı terk ettik. Allah da sizi musallat etti diyor. Peki diyor bundan kurtuluş nedir. Eğer biz kendi kendimize düzelirsek senin gücün ne ki bize yetecek? Silinip gidersin.

Yani aslında bu ayeti söylüyor. Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzere olduğunuz sürece hiçbir kimse(dalalette olanlar) size zarar veremez. Şimdi bugün İslam âleminin geldiği durumu düşünün. Bunun sebebini biz İsrail’de, Amerika’da, Rusya’da arıyoruz ama Allahû Teâlâ gerçek sebebini gösteriyor. Kendinize bakın diyor. İşte burada diyor ki ayette: bunu da resulüne diyor: Eğer ben dalalete saparsam ben kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Orada da iki tane ala var. Ala nefsi diyor ala harfi ceri var edatı var. Bakın Maide 105deki ayete bakarsak da burada ne diyor. aleykum enfusekum. İlkinde ala en –nefislerinizin üzerinde vardır burada da aleykum enfusekum – nefsimin üzerinedir diyor. Ala nefsi meallerde atlanmış. Ama burada ala harfi cerini Rabbim boşu boşuna kullanmamış. Diğer ayetlere baktığımızda ala ile irtibat kurulabiliyor. Aleykum enfusekum –sizin üzerinize vardır. Ne vardır? Sorumluluk vardır. İşte burada da nefsin üzerine. Bakın maalesef meallerde nefis kelimesi sadece şahıs olarak kullanılmış. Ben bunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım nedeni de şuymuş: nefis hem kişi hem şahsiyet, öz ben anlamına gelir. Hem de kişinin nefsi kötülüğü emreden nefsi emaresinden deki nefistir demi bu. Fakat meallerde ikiye ayırmışlar. Şöyle:

Maalesef biz İslam’ı hep bir zannediyoruz da değil. Aynı şey Kuran’la ilgilenen âlimler arasında da olmuş maalesef. Âlimler ikiye ayrılmışlar. Kelamcılar ve tasavvufçular diye. Tasavvufçu tefsircilerinkine diğerleri itibar etmemiş. Kelamcıların tefsirine diğerleri itibar etmemiş. Bunun en fazla ayrımlarından biri bu nefis kelimesi. Şimdi nefis terbiyesi var tasavvufta. Dolaysıyla tasavvufçular haklı olarak nefis kelimesinin geçtiği yerlerde terbiye edilmesi gereken Allah’ın sistemi içerisinee koymuş olduğu nefsi almışlar çünkü faydalanması gerekiyor. Diğer grup da sırf onlardan olmamak onlara muhalefet için nefis kelimesin öz şahıs, benlik, karakter, kişi anlamında almışlar. Fakat bu bir yerde büyük bir hata vermiş. Musa Aleyhisselamla ilgili bir hikâye var. Kavmi ile Kızıldeniz’i geçerken deniz yarıldıktan sonra firavunun zulmünden kurtuluyor. Bir alana geliyorlar. Rahat ve güvenli bir alan. Siz burada kalın diyor. Ben rabbimle konuşmaya gideceğim diyor. Belli bir müddet sonra geri geliyor. Tevrat’ın yazılı levhaları, on emir ile geliyor. Geldiğinde bakıyor ki Samiri denen bir kişinin etkisi ile altından bir buzağı heykeli yapılmış ve insanlar o buzağı heykeline tapıyorlar. Neler atlatmışlar? neler olmuş? Bunun üzerine olan sahneler var. Ora ile ilgili bir ayet var. Ayette diyor ki: Nefislerinizi öldürün. Şimdi burada duruyorlar kelamcılar, tasavvufi açıklamaya karşı olanlar. Burada tasavvufi nefis olduğunu kabul etseler onlara karşı ödün vermiş olacaklar. Burada kişi anlamında. Şimdi kişi anlamında olunca birbirilerinizi öldürün manasına geliyor. E şimdi öbür türlü olsa da olmayacak. Hemen İsrailiyat, hemen Tevrat’ın açıklamalarında ne var karıştırılmaya gidiliyor. Bakıyorlar ki bir hikâye var Tevrat’ın nüshalarında. Tahrif edilmiş Tevrat’ı izah ederken kullandıkları hikâyelerde şöyle bir bölüm var. Allahû Teâlâ güya onları ceza olarak karanlıkta hepsinin eline bir bıçak veriyor ve rastgele sallıyorlar. Ve bu sayede bir rivayete göre 3000 kişinin öldüğü söyleniyor. Ve bunu maalesef tefsir kitaplarına geçirmişler. Böyle saçma bir şey tefsir kitaplarına geçmiş neden çünkü temelinde, niyette hata var. İlla nefis demeyecek ya ona illa tasavvufçuların kullandığı şekilde kullanmayacak ya. Kişi diyecek, kişi deyince delil bulacak maalesef delalette olanların delilleri bulunuyor ve geçiştiriliyor. İşte o yüzden arkadaşlar bir gruba ait olmamak gerekiyor. Hani hanif konusunda işlemiştik Rum suresi 32. Ayetinde: Onlar dinlerini fırka fırka ettiler, parçalara ayırdılar, şialara böldüler, her hizip kendindeki ile ferahlanmaktadır.

Biz zannediyoruz ki bu ayet Yahudilere inmiş. Ve onun bir öncesinde ise müşriklere ikaz var. Yani tefsirci bile olsan o ayetin şeyinden çıkmıyorsun eğer illa bir grubun savunuculuğunu yaparsan böyle saçma sonuçlara da gidebiliyor. İşte burada ala nefsi dediği yer bütün meallerin çoğunda kendi namıma sapmış olurum diyor. Doğru. Hem nefsi kişi, benlik olarak alacağız. Hem de Allahû Teâlâ’nın bizim sitemimizin içerisine koyduğu nefis olarak alacağız. Birini diğerine tercih etmeyeceğiz. Kuran-ı kerim öyle mucizevi bir kitap ki her daldan, her alandan, hem dikey hem yatay boyuttan izahatı var ki her şeyi kapsamış bir kitap. O yüzden burada kendi namıma sapmış olurumda da bir mana var. Ama kendi nefsim adına da sapmış olurum anlamı var.

İsmaik Hakı Bursevi’nin Ruhul Beyan tefsirini okumanızı şiddetle tavsiye ederim. İsmail Hakkı Bursevi Peygamber efendimiz(sav) i rüyasında görüyor. Peygamber efendimiz:

-Ümmetim için bir tefsir yaz, diyor.

Ve yıllarca Bursa Ulu Camiinden vaazlar veriyor ama önceden hazırladığı tefsir üzerine vaazlar. Ve bu vaazlar kitap haline getirilerek basılıyor. Erkam Yayınlarından çıkan tefsiri hala piyasada mevcuttur.

Orada bu ayetle ilgili şöyle bir ifade var: Bir başkası bir insanı saptıramaz. Kişi sapar.

Bu ayete özgü bir ifade. Bir kişi başka birini saptıramaz. Kişi sapar. Zaten Kuranın genelinde de bununla ilgili ayetler var. İşte “sizi taptıklarınızı gösterin diyor. Onları gösteriyor rabbim. Bizim onların üzerinde bir hâkimiyetimiz yoktur ki diyor. Onlar gerçekte bize de tapmıyorlardı diyor. Yani başkası değil kişi kendi kendine sapıyor. Bırakın Allah saptırmaz kişi sapar meselesini, bu ayete göre kişi bir başka şahıs insan bile saptırmıyor. Şeytan dahi saptırmıyor. Allah saptırıyor zannediliyor haşa. Ve altında şeytan saptırır zannediliyor. Hayır.

Allahû Teâla Hicr Suresinde ne diyor: Bak o şeytanın iddiası. Şeytanın iddiası Hicr suresindeki özellikle. Ben hepsini saptıracağım senin muhlis kulların hariç. Biz yiyoruz bunu. Bakın Kurandaki her ifade Allah’ın ifadesi değildir. Gale denilen şeyler iki nokta üst üstedir. Yani şeytanın ifadesi de var. Dikkatli olmamız gerekiyor. Ne diyor ben hepsini saptıracağım senin ihlaslı kulların müstesna diyor. Allahû Teâlâ diyor ki hayır. Senin onların üzerinde bir sultan yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu ne demek burada? Şeytan saptıramaz. İnsan sapar. Allahû Teâlâ orada bizim savunmamızı yapıyor. Birçok meal ve tefsirlerde bu ayet farklı yorumlanmış. Sanki şeytan saptırıyor da insan sapıyor gibi.

Bugün bir arkadaş uyardı bizi mealler konusunda. O dedi: Yemeyin dedi. O şeytanın iddiası. Ben saptırırım diyor. Muhlis kulların farklı. Allahû Teâlâ da bizim savunmamızı yapıyor. İddianın reddiyesi var orda. Senin hiçbir sultan, hükmün yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu bile değil.

Ruhul Beyanda kişi bile bir kimseyi saptıramaz diyor. Kişi kendi sapar. Bakın Hz. Âdem’in Allah’ın affına mazhar olmasının sebebi suçu kendi nefsinin üzerine almasıdır. Ben nefsime zulmettim diyor. Hata bakımından Kuranda benzer kelimeler geçiyor. Şeytan ile Hz. Âdemin yaptığı hata aynı kategoride değerlendiriliyor. Asa diyor isyan etti. Farkı nedir? Hz. Âdemin kurtulmasının sebebi ben nefsime zulmettim diyerek tövbe etmesi. Eğer tövbe etmese idi geriye dönüş imkânı bile olmayacaktı. Yeryüzüne indirilecekti şeytan ile aynı konumda belli bir müddet yaşayacaktı sonrasını bilmiyoruz. O yüzden arkadaşlar aleykum enfusekum diyor ya maide 105’te. Kişi bütün hayırların bütün iyi şeylerin Allahtan olduğunu, başına isabet eden kötü şeylerin de kendi nefsinin üzerinde olduğunu bilirse, bu Nisa 79 idi. Maide 105’e göre. Hiçbir zararın olamayacağını, dalalette olanların zarar veremeyeceğini, ancak hidayette olduğu sürece bunun geçerli olduğunu, hidayette olmama durumumun bu zararı oluşturduğunu ve hidayette olmama durumunun sebebini de aleykum enfusekum e bağlarsak da siz kendi nefsinizle ilgilenin, kendi nefsinizi düzeltin ile alakalı olduğunu bilirse sadece kendi ile ilgilenmesi yeter. Kişi suçu kendi nefsinde arayacak. Bu nedenle tasavvuf, maneviyat hep bu nefis terbiyesi üzerinde durmuş.

ve inihtedeytu – eğer ben hidayet üzerinde isem. Bu iftial babı denilen bir bab. Mutavaat deniliyor buna dönüşlülük manası veriyor. Örneğin ben camı kırdım, cam kırıldı. İşte bu kırılma olayına dönüşlülük diyoruz. Bunun Arapça ifadesine mutavaat deniyor. Burada da hidayet kökü var. Ama başına t harfi gelerek ihtedeytü iftial babı olmuş. Şu manaya geliyor. Hidayete iletilmek durumu. İl eki ile bu dönüşlülük oluyor. Hidayete, doğru yola iletmek dersek de dönüşlülük ile beraber iletilmek oluyor. Yani ben hidayete iletilmek pozisyonunda olduğum sürece. Yani ihtedeyt durumu olduğunda ne oluyor? Kişi Allah’ın hidayeti üzerine onun gereklerini yaparak yaşamak durumunda oluyor. İhdeyetu de o fiili kendinize alıyorsunuz. Allah hidayet ediyor ama siz o durum içerisinde kalmaya gayret ediyorsunuz. Bu Allah’ın belirli bir pozisyonda kalmanın sağlanması bile yani şartlar bile bakın ne ile ilgiliymiş?

febimâ yûhî ileyye rabbî – Benim bana ettiği vahiy sayesindedir.

Hani diyordu ya Nisa 79’da. Senin başına gelen şeyler ancak Allah iledir var ya burada da Peygamber Efendimizin ağzından. Çünkü gul emrinin birinci muhatabı kim? Resulullah(sav) Efendimiz. Bir de bizim de muhattaplığımız var. Ama burada bize rabbimiz vahyediyor mu? Direkt olarak etmiyor. Biz nebi, resul değiliz. Etmiyor ama biz ayeti kendi üzerimize alırsak nasıl vahyedilmesi sayesinde biz hidayet üzerinde olma durumu üzerinde bulunuyoruz cevabına gelince de şunları söyleyebiliriz:

Birincisi biz tabiiyet açısında Kurana ve Resulüne bağlıyız. Peygamber Efendimize indirilen kuran ve onun söyledikleri ile de biz yolumuzu bulmuyor muyuz? Yani hidayet üzerine bulunma durumunda olmuyor muyuz? Kitaba uyduğumuzda yani Allahu Tealanın kitabına uyduğumuzda vahiy üzerine olmuş oluyoruz. Bize vahiy indirilmesine gerek yok. Zaten indirilmiş bir vahiy üzerine kelam haline getirilmiş bir şey.

İkincisi de Necm suresi olması lazım: Battığı zaman yıldıza and olsun ki arkadaşınız Muhammet sapmadı ve azmadı o arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir. Yani Peygamber Efendimizin ağzında çıkanlara ne deniyor? Hadis deniyor. Yaptıklarına sünnet deniyor. Konuştuklarına, bahsettiklerine hadis; hal, hareket ve davranışlarına sünnet deniyor. Bakın bizim öyle aleni bir insanın yapmış olduğu davranışlar olarak gördüğümüz şeyler de söyledikleri de aslında kendisine vahyedilen vahiymiş. Bakın birebir vahiy değil. Birebir vahiy Kuranı Kerimdir. Ama Allahtan gelen bir iletişim olduğunu düşünün. Kalbine inen bir vahiy. O vahiy sayesinde hareketlerini ve konuşmalarını düzenliyor demektir. Bakın şu konuda yanlış yapılıyor.

Rahmetli Hasan Hoca ile konuşmuştuk. Vahyi= İlahi kitap gibi algılanıyor. Eğer öyle olsa idi bakın kaç tane bildiğimiz kitap var dört tane: Tevrat Zebur İncil Kuranı Kerim. Bir de bazı sahifeler var. Bunlar sadece vahiy olsa idi, kitap indirilmeyen peygamberler ile Allahû Teâlâ hiç mi vahiy yoluyla iletişim kurmuyordu. Yani Zekeriya As ile diğer peygamberlerle hiç mi iletişim kurmuyordu. Vahiy değil mi idi o iletişimin ismi. E sadece kitapta olanlar vahiy ise onları nereye sokacağız biz. Dolayısıyla vahiy Allahû Teâlâ’nın kulu ile olan iletişimidir. O iletişim de Peygamber efendimiz(sav)de vardı. Ve bütün söz ver davranışları da vahiy kanalı ileydi. Bakın vahiy ile ilgili bir ayet var. Allah bir insana ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izni ile ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz o yücedir. Hüküm ve hikmet sahibidir(Şura,51)

Yani kulları ile bir vahiy konusunda iletişimin olabileceğinin bile bir işareti bu. Ki biz biliyoruz ki vahiy sadece nebilere inmiyor. Kuranda geçen ifadesi ile bal arısına bile vahyettik diyor. Hz İsa’nın havarilerine vahyettik deniyor. Meryeme vahyettik. Hz Musa’nın annesine vahyettik deniliyor. Yani sadece vahiy resullerle olan bir iletişim değildir. Allahû Teâlâ’nın kullarıyla hatta arılarla iletişimine vahiy denir. Bunun da küçük versiyonuna ilham denir. Şems suresi 6.ayette şöyle geçiyor:

Feelhemehâ fucûrahâ ve tagvâhâ

(فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا)

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene hamdolsun ki. Bu insana, ilham edene diyor yani bize. Bırakın şimdiyi yaratılış sistemimizde Allahû Teâlâ ilham etmiş bize. Aslında bize değil. Nefse ilham etmiş. Neyi ilham etmiş? Bir takvayı, iki fücru. Doğruyu ve yanlışın ne olduğunu bizim nefsimize ilham etmiş. İşte diyor ya burada hani ben eğer ihtedeytu hidayet üzerinde olursam bu bana Rabbimin vahyi üzerinedir. İşte Şems suresindeki ayet vesilesi ile bizim nefsimize de daha evvel ilham edilmiş olduğunu ve bu sayede de bizim hidayet üzerine olduğumuzun bir göstergesi arkadaşlar. Bakın bunun ne faydası var?

Ayeti Resulden aldık kendimize getirdik. Eğer sadece Resul üzerine Peygamber(sav) üzerine kalsa ne olur? Onun doğru yolda kalması vahiy üzerinedir anlamına gelir. Biz o zaman ayvayı yedik manasına gelir. Çünkü bize vahyedilmiyor ona vahyediliyor ona de emri var o da diyor ki benim hidayet üzerine olmam anacak Rabbimin bana vahyi üzerinedir. Bakın O bile diyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber bile diyor ki hatta de emri var. Ben saparsam dalalette olursam, Resulullah’ın bu fiille ifade edilmesi ne kadar ilginç. Resulullah’ tan bahsediyoruz. Benim nefsim üzerinedir de deniyor. Hidayet üzerine bulunmam da ancak Allah’ın vahyi üzerindedir. Yani o vahiy olmazsa ben duramam diyor. Şimdi biz bu ayeti sadece Resulullah’a götürürsek sanki bizim üzerimizde değilmiş gibi oluyor. Hayır, Allahû Teâlâ diyor ki bizim en başta şems suresinde bahsettiğimiz gibi yaratılışın başında sizlerin nefisleri içine, sisteminize hidayet unsurlarını yükledim. Öyle kaçamazsınız. Sana neyin doğru neyin yanlış ayırt edeceğin sistemi sana yükledim. Bu vicdan olarak da ifade ediliyor. Kurtaramazsın diyor artı sana vahiyle inmiş kitabı gönderdim diyor artı konuşmasının vahyi dışında hiçbir şey olmayan resulün sünnetleri sana bildirildi. Ve hadisleri bildirildi. Sen o yüzden kaçamazsın diyor. O yüzden senin hidayet üzerine olma durumunu Allah’tan bil. Dalalette olma durumunu da sakın ne başka arkadaşından ne insandan ne şeytandan ne de haşa Allah’tan değil kendi nefsinden bil. Ve bu yukarıdaki hak sistem üzerine söyleniyor arkadaşlar. Hak ve batılı ayrımını yaptı. Allahû Teâlâ da hak sistem üzerine olmanın ne olduğunu burada ifade ediyor. Ve nasıl davranman gerektiğini söylüyor.

İnnehû (اِنَّهُ) – şüphesiz O

Semîun(سَمٖيعٌ) – semidir, işitendir

Garîb(قَرٖيبٌ) – gariptir, yakındır

Eğer garib i burda karibi yakınlık sahibidir yakındır’ı sıfat olarak da söylersek o yakın olan işitendir. Sıfatın bütün özelliklerine uyuyor. Yakın olan. Şimdi burada in diyor ya. Gul dedikten sonra iki tane in cümleciği var. Birincisi in daleltu – eğer ben dalalette olursam şöyle şöyle. İkincisi ben hidayet üzerine olursam şöyle şöyle. Şimdi ayeti Resulden çıkaralım. İnsan olarak düşünelim. Bütün insanlığın sistemi olarak ele alırsak şayet edatı ve şart edatı ile beraber iki yol gösteriyor Allahû Teâlâ. Bir dalalet yolu bir de hidayet yolu. Ayetin sonundaki semîun garîb ikisine de gidiyor. İki şartlı yola da gidiyor. A şıkkı sen dalalette olursan da Allah işitendir, yakındır. Sen hidayet üzerine de olursan işiten ve yakındır. Farkı nedir? Nasıl tesir eder? Yani dalalette olana semiğ karib nasıl tecelli eder? Hidayette olana nasıl tecelli eder? Bakara 284’ü biz çok kullanıyoruz. Maalesef bu ayete nesih ayeti demişler. İnsanlığın en büyük trafik kazalarından biri. O kadar çok ıskalanmış ki. Eğer o nesih ayeti olarak şey yapmasaydı inanın çok fark ederdi. Maalesef. Amener Resulü’den hemen önceki ayet.

Ayette diyor ki: Lillâhi mâ fis semâvâti ve mâ fil ard. Hepsi Allah’ındır. Eğer siz nefsinizde olan şeyi açıklasanız da ve ya onu gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. O dilediği kimseyi bağışlar ve dilediği kimseye azap eder. Her şeye kadirdir. Bunu son 3-4 yıl içerisinde o kadar çok tekrar ettik ki muhakkak zihinlerde yer etmiştir. Yani diyor ki Allahû Teâlâ. Bırakın sadece yaptığınızı, ben sizin nefsinizdeki benlikleri ile de muhasebe edeceğim ama eğer onu kefere edersem, üzerini örtersem yırttınız. Eğer bu oraya bir şekilde gelirse çok zor işiniz manasında bir ayet. Şimdi dalalette olan bir kimsenin bu ayetin tecelli etmesi için dışarıda bir şey yok zahirde değil mi biz zahiri ile değerlendiriyoruz insanları. Ama Allahû Teâlâ içi ile değerlendiriyor. İçi ile nasıl değerlendirecek? İç seslerin duyulur hale gelmesi ile bu olur.

İç sesler de değişik mekanizmalarla tezahür eder. Birisi mesela negatif mekanizmalarla tezahür eder ve bu şeytan vesvesesidir. Konuşur durur. Birincisi vesvese ikincisi nefsi dürtüler. Fakat bu kişinin içerisinde sanki sesmiş gibi tezahür ediyor. Aslında bunlar ses değil. Vahiy ses değildir ama Resulullah’ın ağzından ses gibi kelimelerle tecelli ediyor. Biz insana beyanı öğrettik diyor Rahman Suresinde. Bu beyan beyyine yani açık etmekten geliyor. Aslında vahiy bir nur, kalbe iniyor fakat oradan tezahürü insanın diline gelmesi kelime ile oluyor. Bu ses olarak tecelli ediyor. Bu batıni olan bir şeyin zahiriye tezahürü. Bir de zahiri olan bir şeyin batını tezahürü de işte bu iç sesler olarak tezahür ediyor. Ama kime? Kişiye. Bunu kişiden başkası duyuyor mu? Hayır. Duysa var ya kimse kimse ile konuşamaz. Kimse kimsenin yüzüne bakamaz. Çünkü ne şeytan vesveseleri böyle ifade edilmeye çıkarılacak kadar yüz kızartıcı olmayan şey. Ne de biz nefsimize tekâmül hale güzel hale getirdik içimizden maalesef neler geçiyor neler. Bunun zahir olduğunu düşünsenize, yakınımızda kimse kalmaz. Ama Allahû Teâlâ o kadar rahman ve rahim ki o kadar hilm sahibi ve vakur ki bütün bunları bildiği halde ve bunların bırakın kelimeler haline gelmiş halini. Derinlerin derinini bildiği halde hala bize ikram edip duruyor.

İşte burada semiğ derken de Allahû Teâlâ diyor ki eğer saparsanız kendi nefsinizle sapmış olursunuz diyor ya işte bu senin sapmana vesile olan nefsinden çıkan sözleri de, konuşmaları da ben duyuyorum demek. Ama nasıl duyuyor biliyor musunuz? Garib olarak duyuyor. Siz beni uzaklarda falan zannetmeyin. Ben size şah damarınızdan daha yakınım. Yakınım. Bakara 284’te geçen nefsinizdekileri. İşte biz o nefsimizden gelen sesleri ayırt etmek zorundayız. Öyle kişi zannediyor ki kafasına gelen içine gelen düşünceler kendi düşüncesi. Hayır, arkadaşlar en azından üç mekanizma var:

Biraz evvel söylediğim nefis mekanizması var. Nefsin sana dediği hadi hadi şunu yap böyle yap şöyle yap, şu nasıl adam dediği kendi içinden kaynaklanan ses var. Artı senin ayağına çelme takmak isteyen kendi gittiği için Allah tarafından zaman mühlet verişmiş olan şeytanın sana akıl oyunları ile söylediği sözler var. Biz buna vesvese diyoruz. Vesvese zannedildiği gibi kuruntular değildir. Bize kuruntu şeklinde bir şey söylenmiş. Kuruntu da onun içerisinde fakat zihin oyunlarıdır. İşte geçen hafta bahsettik ya. Ya sünnete ne gerek var adam diyor. Sünnet benim ile Allah arasında ağır ağır namaz kılmamı engelliyor sünneti bırakayım ki ben ağır ağır namaz kılayım diyor. Bu zihin hamlesi. Bu nefis hamlesi değil. Bu şeytanın akıl hamlesi. Kurnazcasına senin aklına felsefesine gönderdiği şeyler şeytan hamlesidir. Ama aynı çocuk gibi isterim isterim yapsana yapsana, ya canım namaz kılmak istemiyor ya da kelimelere vurmak istemediğim başkaları hakkında söylenen şeyler de kişinin kendi nefsindendir. Biz içimize gelen bu sesleri neden olduğunu ayırt edeceğiz arkadaşlar. Bir de pozitif olan hani diyor ya takvasını da bildirdik nefse. Allahi, rahmani olan duygular vardır. Vicdan olan şeyler. Bunları da ayırt edeceğiz ve koordinatör olarak aklımızla beraber irademizle birlikte de güzel şeyler düşünüp üreteceğiz. Üretmezsek ne oluyor Bakara 284’te ne olacağını söylüyor. Onunla sizi hesaba çekeceğim. Ama Allah’ın örttüğü ya da mağfiret ettiği şeyler müstesnadır diyor. İşte buradaki semiun garip olayını dalalette olanlar için tezahürü bu. Bu kötü. Allah korusun bundan. Kaçmak mümkün değil ama mümkün olduğunca Allah korusun. Kendi nefsimizin o dizginlerini tutarak biz de biraz dikkat edelim o bizi dizginlerine bağlamasın. Biz onun dizginlerini tutalım. İkinci kısmı olan hidayet üzerine olma durumu ne? Orda semiun garip nasıl tecelli eder? Allahû Teâlâ ben o güzellikleri de duyuyorum ve ben sana garip olarak yakınım. Bu Buruc suresi 13-14’te var. Oradan aktarayım. Buruc 13’te diyor ki:

İnnehû huve yubdiu ve yuîd(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ) – Allah başlatır ve geri dönderir. Ayet devam ediyor:

Ve huvel ğafûrul vedûd(وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ) – O örtendir ve veduddur.

Vedud seven demektir. Allahû Teâlâ burada seven. Garip de yakın demek. Eğer siz hidayette olduğunuz sürece ben sizin o içinizden gelen ve ifade ettiğiniz güzel şeyleri de duyarım ve size garip olduğumda da size vedud olarak tecelli ederim. Yani sizi severim. Başka bi ayette de eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin. Bana tabi olun dediği ne işte buradaki benim rabbimin vahyi üzerineyim. Resulullah aracılığı ile vahyedilen kurana uyduğumda ve onun sünnet ve hadislerine uyduğumda, semiğ olan Allah garip olarak yakın olarak tecelli ediyor ve bunun görüntüsü de sevilmek arkadaşlar. Ve bir şeye yakın olmak ve sevilmek en üstün ikram derecesidir.

Firavuna soruyorlar o sihirbazlar eğer biz bunu kazanırsak ne var bize iyilik olarak diyor. Siz benim yakınlarım olacaksınız. Gözdelerim olacaksınız. Firavun en büyük ikram olarak-tabi yanlış mekanizma olarak- yakınlığını ortaya koyuyor, onlar da tav oluyor. Bir de alemlerin rabbi olan Allah’ın kullarına yakınlığını, onlara ikram ettiği mukarrebun(yakın olanlar) olunma ikramını. Ve bunun bu dünyadaki tecellisi işte Buruc 14’te olduğu üzere Vedud esmasının tecellisidir. Sevilen sevendir. Biz de o zaman sevilmiş oluyoruz. O yüzden Allahû Teâlâ kendi hak sistemini doğru anlayıp, nefislerine hâkim olan, onları terbiye eden ve Allah’ın indirdiği Kuran’la ve ona vahyedilmiş olan Resulullah’ın sünneti ile ve hadisleriyle amel edip Allah’ın yakınlığına mahzar olan kullarından eylesin. Eğer böyle olmazsak ahirette işimiz zor arkadaşlar. Orada da Allah bize es-seddar, el-gaffar’lığı ile mağfiret sahibi olması ile yardım etsin. Allah bizi en yakınlarından eylesin. Amin

Sadakallahülazim.

SEBE (31.SOHBET) 49.AYET#


 

SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/cYNG8kV1kpvsd


 

قُلْ جَاء الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu.

1. kul : de
2. câe : geldi
3. el hakku : hak
4. ve mâ yubdiû : ve başlatamaz, ortaya çıkaramaz, zuhur ettiremez
5. el bâtılu : bâtıl
6. ve mâ yuîdu : ve geri getiremez,geri döndüremez

De ki: “Hak geldi, bâtıl (bir şey) başlatamaz ve geri getiremez.”


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Sebe Suresi 49. Ayet – 31. Sohbet (29.11.2015)

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm.

Bismillâhir rahmânir rahîm

1. kul : de
2. câe : geldi
3. el hakku : hak
4. ve mâ yubdiû : ve ortaya çıkaramaz, zuhur ettiremez
5. el bâtılu : bâtıl
6. ve mâ yuîdu : ve geri getiremez

SEBE suresinin 48. Ve 49. Ayetleri birbiri ile bağlantılıdır. 48. Ayeti hatırlayacak olursak:

قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ

Kul inne rabbî yakzifu bil hakk(hakkı), allâmul guyûb(guyûbi).

De ki: “Muhakkak ki benim Rabbim hakkı kazefe eder. Bütün gaybleri (tamamiyle) bilendir.”

1. kul : de
2. inne : muhakkak
3. rabbî : Rabbim
4. yakzifu : kazefe eder, atar, tecelli ettirir
5. bi el hakkı : hakkı
6. allâmu : çok iyi bilen
7. el guyûbi : gaybler, bilinmeyen

Kul (قُلْ). De ki.

Burada biliyorsunuz “Kul(قُلْ)” “De” emri. Peygamber Efendimiz(SAV)e hitap ediyor, dolayısıyla Kuran’ın muhatabı olan okuyucuya yani bizlere.

İnne rabbî(إِنَّ رَبِّي). Şüphesiz benim Rabbim.

Yakzifu(يَقْذِفُ)  yok eder, parçalar, atar gibi anlamları vardır. Ne ile? Hak ile. Yani buradaki ifadeyi söylüyorum “Şüphesiz benim Rabbim hakkın yardımı ile batılı yok eder. Hak ile batılı yok eder” ifadeleri vardır.

Allamul guyub(عَلَّامُ الْغُيُوبِ). O bütün gaybları çok ince derinlikleri ile çok çok bilendir.

Bugünkü ayette de tekrar kul(قُلْ) var. Kul câel hakku(قُلْ جَاء الْحَقُّ). De ki: “Hak geldi”. Ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu(وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ).

Geçen sohbette hak konusu baya teferruatı ile anlatılmıştı. Hak kelimesi gerek Arapçada gerek Türkçede çok fazla kullanım alanı olan ve farklı farklı kullanım yerleri olan bir konudur. Fakat burada birinci anlamı ile kastedilen özellikle sistem.

Çok meşhur bir ayet vardır:(İsra suresi 81. Ayet.)

  • وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
  • Ve gul câel haggu ve zehegal bâtıl, innel bâtıle kâne zehûgâ
  • “Hak geldi batıl zail oldu ; batıl kesinlikle yok olmaya mahkumdur”

Çok meşhurdur biliyorsunuz.  Hatta geçen hafta söyledik. Bir gazetenin sloganı idi bu. “Hak geldi batıl zail oldu”. Özellikle bu kısmı söyleniyor. İkinci kısmı biraz daha az dillendiriliyor. Buradaki ayetle baya alakalı. Şimdi 48. ayetten biz anlıyoruz ki Allahû Teâlâ hak sistemi öyle yumuşak bir şekilde getirmiyor. Bir darbe gibi, bir devrim gibi, bir ihtilal gibi bir şeyle getiriyor. Nereden vardık bu sonuca? Bakın 48’de diyor ki yakzifu(يَقْذِفُ). Bu “nezele (نَزَلَ) indirmek” fiilinden değil, yani “indirir” değil. İndirmede daha yumuşak bir ifade var. Hatta bir başka ayette nuzulen diyordu cennet nimetleri için nüzul diyordu. Yani gökten bir sofranın inmesi gibi, bir ikram gibi. Yani nezelede o var. Fakat  “yakzifu” olduğunda yukarıdan aşağıya kafasını parçalarcasına atmak var.sertlik var. Yani indirir manası da var yakzifu için ama öyle bir” yukarıdan aşağıya şiddetle indirir ki , beynini parçalayacak şekilde”.

Enbiya 18’de şöyle geçer:

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nagzifu bil haggı alel bâtıli feyedmeğuhû feizâ huve zâhig, ve lekumul veylu mimmâ tesıfûn
  • Bilakis biz “akkı batılın tepesine öyle bir atarız ki onun beynini parçalar bir de görürsün ki batıl yok olup gitmiştir. Allaha yakıştırdığınız o çirkin sıfatlardan dolayı vay halinize!

Bakın bunlarda bir yumuşaklık var mı? Yok. Dikkatinizi çekerse bütün dinlerin gelişinde böyle bir sertlik var. Mevdudi’nin bir kitabı vardır: “kuran’da dört terim”. Rab, ilah kavramlarını açıklıyor. Oradaki bir ifade şöyleydi: “Biz bugün kanıksadık La İlahe İllallah kelimesini”. Çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV) bu (kelime-i tevhid)’ı ilk getirdiğinde “Ya başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi”. Arada başka bir şey yok , çünkü onun getirdiği ile o ” La İlahe İllallah” cümlesi ile nelerin değişeceğini o andan itibaren insanlar çok net anladılar. Ya teslim olmak zorundalardı, başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi. Yani yumuşak bir gelişle gelmedi. İhtilal gibi, devrim gibi geldi. Bakın kelime-i tevhidin ilk kelimesi ne? “La”. La , hayır demek; Yok demek. Yani reddedişle geldi. Yani o kelime i anlayan -kelime-i tevhidi anlayan – önce reddetti mevcut sistemi. Ondan sonra kabul var. Bir kere  “la”diyorsun hatta- ikincisi ile beraber- “la ilahe” diyorsun. “İlah denilen bir şey yok”. Yani güç ve kudret tahsis edilecek, medet umulacak hiçbir şey yok. Ya nasıl? Hiç mi bir şey yok? Sistemi yaratan var. Evet işte O. Bir tek O. “İlallah”.  Bakın bu şekilde anlaşıldığında kelime-i tevhid daha manalı. Bu bir devrim. İnsanların kafalarında oluşturduğu bir sistem var. Allahû Teâlâ diyor ki ;

Siz sistem mistem oluşturamazsınız. Sistemi  yaratan oluşturur. İşte ona da Hak deniyor. İşte” kul câel hakku “bu. Hak geldi. De ki: Hak yok muydu? Yani o anda mı geldi? Hayır vardı. Fakat insanlardan bunu oluşturması bekleniyordu. Bu hak doğrulara gelmeleri bekleniyordu.

Çünkü biz daha evvel Hanif derslerinde işledik biliyorsunuz. Hanif konusunda özellikle kim işlendi, hangi peygamber işlendi? Hz. İbrahim . Onun en büyük özelliği neydi? Tek başına olması idi. Hiç bir din yok,  hiçbir öğreti yok. Kitap yok. Resul yok. Çevresinde bir şey yok. Buna rağmen yanlış gibi gözüken şeylerle başlaya başlaya öyle bir Hak sistem idraki oldu ki Allahû Teâlâ’dan “el-Halil”  ünvanını aldı. Literatüre geçti yani. İşte onun kafasında oluşturduğu o sistem Hak sistemdi. Gittiği şey Hak sistemdi. Allahû Teâlâ bize Hazreti İbrahim’le neyi öğretiyor : Tamam şu an sizin önünüzde kitap var, peygamber var, din var. Ama benim size yüklediğim fıtrati sistem, sizin kendi başınıza düşünüp de ulaşabileceğiniz bir hak sistem. Ben sizden bunu bekliyorum. Ama yine de çok zor. Ben hidayet unsurları ile de sizi destekliyorum. Ne yaptı? Din gönderdi. Ne yaptı? Resul gönderdi. Ne yaptı? Peygamber gönderdi.

Necip Fazıl Kısakürek’in bir hikâyesi var. Karşıdan karşıya vapurla geçiyor şehir hatlarıyla. Biri gelip soruyor: Peygambere ne gerek var? O da diyor ki: O zaman niye vapura bindin? Karşıya yüzerek geçse idin ya !..

Yani din bize bu rahmeti sağlıyor.

Enbiya suresi 107:

  • (وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ)
  • Ve mâ erselnâke illâ rahmetel lil âlemin
  • Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.

bize kolay yolu gösteriyor.

Hak sisteminin yaşanılırlığını mı öğrenmek istiyorsunuz, alın size bir misal: Resulullah. İçinizden kendi içinizden bir peygamber gönderdik. Size kendi içinizden resul gönderdim. Yani sizin gibi.Tevbe suresi 128:

  • لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ)
  • Legad câekum rasûlum min enfusikum aziz, aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mué’minîne raûfur rahîm
  • Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi. Sizin üzüldüğünüz şey, O’na ağır gelir (O’nu üzer). Size çok düşkün, mü’minlere şefkatli ve merhametlidir.

Yani kendi içinizden misal. Sizin gibi yiyip içen ama sahip oldukları ile ilham edilenlerle müthiş Allah destekli. İşte bu Resul(SAV) aracılığıyla gönderilen, teferruatı anlatılan, kemal olmuş sistem geliyor işte. Yani o gelmesi ile var olmuyor. Yaradılışın ilk anından itibaren o sistem var. Yani kün emri ile beraber o sistem var. Fakat Resulullah ile beraber gönderiliyor, yani bizim açımızdan bakarsak da geliyor. Ama işte bir önceki ayetin ifadesini söylüyorum. Bu gelme yumuşak bir şekilde değil devrim şeklinde. Çünkü insanların kafasındakilerin bitmesi gerekiyordu.

Kuran’ı sıkça okudukça okudukça artık bir şey size çağrışım yapıyor.  Sanki burada İsra Suresini okuyormuşsun gibi oluyor. “Hakkı yardımı ile indirir.” Bir de sonraki ayetle beraber “kul cael hakkı  ve zehegal batıl” ile beraber o hemen aklında çağrışım yapıyor. Dolayısıyla direkt batıl diyebiliyorsunuz. Orda batıl yok ama Kuranın tefsiri Kuran olduğu için Direkt orda Allahû Teâlâ’nın hak ile neyi yukardan aşağı atarak parçaladığının, indirdiğinin, batıl olduğunu anlıyorsunuz. Neden? Hakkın zıttı batıl. Yani tamamlama var. Beyinde Allah’ın yarattığı sistemde tamamlama vardır. Bir şeyi veriyorsun, bir bilgiyi veriyorsun. Üçüncüyü vermiyorsun. O bunu birleştiriyor. Tamamlıyor. Burada o tamamlama ile beraber o anlam çıkıyor.

“Gazefe” yukarıdan aşağı bir şeyin fırlatılması manasına geliyor. Batıl ondan etkilenen. “Hadara ” fiili de kullanılabilirdi burada “hazır oldu, yani o anda huzura gelmiş olması” ama buraya uygun değil. Yani daha evvelden vardı bu. Hak sistem.

” Câe” fiili  kullanılmış burada. Yani mevcutta olan bir şey vardı.  o geldi. Sistemin içerisinde de gizli ve Peygamber Efendimiz( SAV) en kemal haliyle bunu gösterdi. Yani diğer peygamberlere gönderilen de İslam. Yani farklı bir şey değil. Peygamberler tarihini okuyunca da görüyoruz ki Allahû Teâlâ hep aynı şeyleri indiriyor. Farklı bir şey indirmiyor aslında. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV)’e indirilen onun en kemale ermiş, en olgunlaşmış hali. Neden? Başka bir açıdan bakarsak insanlığın toplam aklı, idraksal seviyesi Peygamber Efendimiz(SAV)’in dünyaya teşrifi ile beraber artıyor. Artık diğer insanlara öğretildiğinden daha farklı bir ifadelerle anlatılması gerekiyor bunun. Yani birkaç bin sene evvel dünyanın bir bölgesinde değişik bir coğrafyada yaşayan insanı anlattığı gibi anlatılmıyor artık. Neden? Çünkü idraksal seviye yükseldi. Bu kavram çok önemli. Yani bu idrakin yükselmesi çok önemli. İdrak zannedildiği gibi tek bir seviye bir şey değil. Yani ilk insanın anlama kapasitesi ile şu an bizim anlama kapasitemiz aynı değil. Bunu biz anlayamayız çünkü o dönemi bilmiyoruz. Ama biz o döneme gitsek de insanlarla bir konuşsak, teknolojiyi falan bırakalım, ortak şeylerle onların akıllarını çok ilkel buluruz yine. İdrakimiz bir şekilde arttı istesek de istemesek de. Sadece bizim değil bütün insanlığın arttı.

Ikinci kısım” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” (وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ) ile

“zehekal batıl” aynı manada. Biz bunu matematikte öğrendik değil mi? matematikte ne kuralı diyorduk biz buna? Matematikte değişim kuralı idi:

a+b+c = a+d ise

(b+c) = d

Biz bunu matematikte öğrendik. Ama sayılar olarak öğrendik, hayat pratiği olarak öğrenmedik. İşte Kuran’da da o matematik kuralını uyguluyoruz. 2 tane ayet var:

Birisinde (İsra suresinde):

“Ve gul câel hakku ve zehegal bâtıl”, diyor.

Burada da;

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu”, diyor.

Demek “zehegal batıl” ile bu öbür kısım “ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” aynıymış. “Hak geldi ve batıl zail oldu.” Zail olması ne demek? Yok olması, zeval bulması. Yani tesirinin, etkisinin gitmesi demek. Şimdi burada da” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” yu açıklayalım.”Ma Yubdiu “burada ortaya çıkaramaz diyor. Bunun kökü aslında “bedee”.  “Bedee”ne demek? Başladı demek. Yubdiu da başlatır anlamına gelir. Başındaki ma olumsuzu ile beraber de başlatmaz. Şimdi “batıl bir şeyi başlatamaz”

Bizim buradan baktığımızda insanların iddiası bu değil. İnsanlar kafalarında bir sistem oluşturuyorlar. Komünizm gibi, bilmem ne izm gibi. İşte müşriklerin oluşturduğu sistem, putperestlerin oluşturduğu sistem, laisizm, deizm, izm denilen her türlü sistem var burada. Bu ayet diyor ki HAK. Doğrusu bu. Bunun üzerine sistem kuruluyor. İşte Rusya’da komünizm uygulanması için yapılanlar var, insanlar mahvoldu. Sosyalizmin uygulanması ile insanlar mağdur oldu. Hitler’in yapmak istediğini biliyorsunuz. Bunlar yakın dönem olayları. Bir şey oluşturulmaya çalışılıyor, diyor ki en doğrusu bu. Onları yapanlar ne diyor yeni bir sistem buldum en doğrusu bu yeni bir dünya sistemi kuracağız diyor. İşte o kuracağız derken bir başlatma eylemi yok mu? işte ayetteki başlatma eylemi bu. Allahû Teâlâ da diyor ki, “hayır batıl bir şeyi başlatamaz, çünkü sistemi Ben kurdum, benim sistemimle örtüşen, hak sistem ile örtüşen şeyler başarılıdır.” .Hatta bunu bile demiyor. “Bundan başka sistem yoktur” diyor. Bununla örtüşen sistemler başarılıdır dedim ya bakın bu da değil. Çünkü bu neyi yanlışa götürüyor biliyor musunuz?  Bir İslam var, bir de İslam’la örtüşen bir sistem var. Ve maalesef insanlar bu dönemde bunu alkışlıyorlar, alkışlamak zorunda kalıyorlar.

Bakın biz demokrasi denilen insanların bulduğu bir sistem içerisinde Allah’ın doğrularını yaşamaya çalışıyoruz. Ve mutlu olmaya çalışıyoruz. Bir seçim oldu geçende. Demokrasi denilen sistem Allah’ın sistemi mi? Antik Roma’da Yunan’da oluşmuyor mu demokrasi?  Yani insanların bulduğu bir sistem. Niye kabul ediliyor? Şu anki yeryüzünde Allah’ın sistemini kastetmiyor, insanların bulduğu sistemler içerisinde en iyi çalışanı, halka en fazla yarayan gözükeni o olduğu için uyguluyoruz. Biz bu sistem içerisinde koskoca Allah’ın hakikat sistemi ile örtüşen bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve onunla mutlu oluyoruz. Bu bile değil aslında. Ama bir insanın kafasında oluşturduğu sistem Allah’ın hak sistemi ile ne kadar örtüşürse insanlık sistemi açısından o kadar doğrudur. Ama tek hak sistem var. Diğeri batıl. Ne kadar şirin, güzel, sempatik gözükse de batıl.

Ayetin ikinci kısmında ne var? ve “mâ yuîdu”. Buradaki kelimenin kökü “iade”. İade geri dönüş demektir. Mesela bir malı alıyorsunuz sonra onu iade ediyorsunuz. Başka anlamıyla redde yakın. Bizim geri verdiğimizde red var. Allahu Teala iade kelimesini Kur’an’da Buruc Suresi 13. Ayette şöyle kullanmış:

İnnehû huve yubdiu ve yuîdu (85.13)
(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ)

Şüphesiz muhakkak ki o ilk defa yaratır ve iade ettirir, döndürür anlamında.

Yunus 34 e bakacak olursak:

  • قُلْ هَلْ مِن شُرَكَآئِكُم مَّن يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ 
  • Kul hel min şurakâikum men yebdeul halka summe yuîduhu, kulillâhu yebdeul halka summe yuîduhu fe ennâ tu’fekûn(tu’fekûne).
  • De ki: Sizin ortaklarınızdan o örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek kim var?

Neredeyse tekrarlanmış:

De ki: Örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek Allah’tır.

Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz, çevriliyorsunuz. Bakın burada bedee var başlatarak yaratma. Sonra yuidu iade eden. Bu birkaç yerde geçmiş. Bir de Rum 27de geçmiş.

Rum 27 de ifadeler çok benzer:

  • وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 
  • Ve huvellezî yebdeul halka summe yuîduhu, ve huve ehvenu aleyhi, ve lehul meselul a’lâ fîs semâvâti vel ard(ardı), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
  • O, Öyle bir mâbuttur ki her şeyi önce yaratır, sonra öldürür ve tekrar diriltir(işte iade bu), ona göre pek kolaydır ve onundur göklerde ve yeryüzünde bütün sıfatlar ve odur aziz ve hâkim olan.

Allahû Teâlâ iadeyi yeniden diriltme olarak kullanmış. Önce Allahû Teâlâ sistemi yaratıyor, ondan sonra da iade ediyor. Yani yaratma sistemini (işte burası ilginç) geriye çevirerek tekrar yapıyor. Kuran meallerinde iade etmeyi yeniden diriltme olarak kullanmışlar. Biz kullanırken reddettme manasında da iade ediyoruz. Bu manada da geri çevirme. Şimdi ikisinin birleştiği yeri söyleyeceğim.

Bakın besmeleyi işlerken hatırlıyor musunuz Rahman ve Rahimi işlemiştik. Rahman ve Rahim’de ne vardı? Rahman, Allahû Teâlâ’nın sistemi kurduğu esma. Yani sistemi Er Rahman esması ile kuruyor ama dönüş, iade Rahim esmasıyla.

Ve sınırı da bu dünya. Allahû Teâlâ bu sistemin geri dönüşünü neye endekslemiş? Şu anki dünya sisteminin kıyamet denilen birinci sura üflenilmesi ile bitirmiş.( Bütün sistemin bitişi dikkat edin, sadece dünya sisteminin değil.) Ve ikinci surla beraber yeni bir sistem başlıyor. İşte ikinci surla beraber yeni sistemin başlamasında artık Rahim esmasının tecellisi var. -Ara bir dönem var -işte din gününde insanlar ikiye ayrılıyor. Birinci kısım cehenneme gidip artık geri dönmenin içerisine giremeyecekler. İkinci kısım da er-Rahimle beraber geri dönüşün içerisine devam edip artık sistemin geri saydığı yöne (ileyhi turceun) gidenler. Neden işte Rahmanla başlayıp Rahmanla bitmiyor. Allahû Teâlâ orada bir eleme yapıyor.

İşte batıl da yok olmaya mahkûmdur. İşte sen hak sistemin içine giremezsen cehennemlikle tasvir edilen alana girersen orada yok olup bitecek. Bakın bu ahiretteki açıklaması. Bir evvelki dünyadaki sistemsel açıklaması idi. Şimdiki ahiretteki sistemsel açıklaması. Hangi sistem, hangi hak sistem geçerli olacak? Allah’ın hak sistemi geçerli olacak. O da işte Rahim ile devam edecek.

İşte buradaki

  • “ve ma yubdiu ” başlatmaz ⇒ Er-Rahman ile ilgili; (asıl başlatan er-Rahman esması))
  • “Ve ma yuidu” iade edemez, döndüremez ⇒ İşte o da er-Rahim ile ilgili.(Asıl iade eden/döndüren er-Rahim esması)

Buruç 13’de :

إِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ

İnnehu huve yubdiu ve yuîd(yuîdu).

1. inne-hu : şüphesiz, muhakkak ki o
2. huve : o
3. yubdiû : ilk defa yaratır, yoktan var eder
4. ve yuîdu : ve iade eder, döndürür

Şüphesiz Allah döndürür, başlatır ve döndürür.

Bir Allah’ın sistemi var bir de insanların sistemi var. İnsanlar kendi sistemlerini Allah’ın sisteminin yerine koyuyorlar ; daha dünyada bile o sistem o izmler, ideolojiler yaşamıyor çöküyor. Başka bir izm gelip onun yerini alıyor. Ahirette de bunu anlayacaklar hak başlarına geldiklerinde. Asıl sistemin Allah’ın sistemi olduğunu anlayacaklar. İade eden de işte o sistem. Peki, mekanizma nasıl işliyor?

Enbiya 18’de ;

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nakzifu bil hakkı alâl bâtıli fe yedmeguhu fe izâ huve zâhikun, ve lekumul veylu mimmâ tasıfûn(tasıfûne).
  • “Hayır, biz hakkı baatılın tepesine (indirib) atarız da o, bunun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bu, yok olub gitmişdir. (Allaha karşı) vasf (ve isnâd) etmekde olduğunuz (iftiralar) dan dolayı yazıklar olsun size! “

Demek ki bu hak sistem önce beyinlerde bir tahribat yapıyor.bu  iman karşıtlarına yaptığı tesir.Pozitifte ne var? Beyinlerde idrak oluşturuyor. İrşad oluşturuyor. Hepimizin kafasında bir sistem var. Şu şöyledir, bu böyledir diye. Rabbim bize hakkı bir şekilde gösterdiğinde-kişi aracılığı ile olabilir, bir ayet aracılığı ile olabilir, hoca veya mürşit aracılığıyla olabilir-bizim önce beynimizde fırtınalar dönüyormuş demek ki. “Vay be! Bu böyleymiş”, “Benim bugüne kadar düşündüklerim demek ki doğru değilmiş”. İlk etki nerede oluyor? Beyinde. Ne diyor? Dimağını parçalar diyor. Bu hidayet yolundaki kişiler olarak bizlere.

Hatırlanırsa Fatiha sohbetlerimizde hidayeti 3 kısımda anlatmıştık:

  1. Kişinin ilk defa hidayete kavuşmasındaki hidayet
  2. Belirli bir hidayet seviyesine eriştikten sonra orada sabit kalmanın desteği olan hidayet
  3. Hidayet üzerine olan bir kişinin hidayetinin artmasındaki hidayet

Dimağları parçalar ifadesi Müslüman olmuş bir insanın idrakinin değişmesi içindir. Bildiğin doğruların değişmesi gibi. Mesela “la havle vela kuvvete ilaa billahil aliyyil azim” in derin manasını anladın ve “Vay be! Böyle miymiş?” diyorsun. “Yani ben bu sistemi daha farklı algılıyordum. Meğerse her şey Allahû Teâlâ’nın Esmaül Hüsnası ile gerçekleşiyormuş.

(Kitaplarda “La havle” deki “havle“nin “güç” diye bir izahı var. “Güç”ün zaten kuvvet gibi bir manası var . “Havle”ne oluyor o zaman? “Havle”nin başka bir kavram olması lazımdır çünkü o kadar konsantre bir ifadenin içerisinde yer almıştır. En üstte “La İlahe İllallah” konsantre formülü varsa, bir altında “La Havle Ve la kuvvet …”var. Bu kadar konsantre bir şeyde ikinci kısım kuvvetse birinci kısma sen”güç” gibi  kuvvete yakın bir mana kullanamazsın. Yani formülün kuvvetliliğine,konsantreliğine uymaz. “Hâle حَالَ”  fiili var Kuranı Kerim’de. “Havle” oradan geliyor. Ne demek Hale? Diyor ki Allah kişinin kalbi ile kendisinin arasına girer diyor :

  • يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ 
  • Yâ eyyuhâllezîne âmenûstecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm, va’lemû ennallâhe yehûlu beynel mer’i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn (tuhşerûne).
  •   Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.(ENFAL 24)

Nuh Aleyhisselam’ın oğlu ile bir sahnesi vardır. Nuh Aleyhisselam oğlunu gemiye davet ediyor. Oğlu “Yok ben kendimi kurtarırım” diyor. O sırada aralarına dalga girdi diyor.

  • قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ 
  • Kâle se âvî ilâ cebelin ya’sımunî minel mâi, kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahim(rahime), ve hâle beynehumâl mevcu fe kâne minel mugrakîn(mugrakîne).
  • O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nûh, “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.(HUD 43)

Yani “araya girme” fiili hale. Bir de havle Türkçe’de tahvil olarak kullanılıyor. Tahvil var ya hisse senedi, bono gibi. Aslında o neyin ifadesi? Paranın ifadesi ama kâğıt haline dönüşmüşü. Kıymetli evrak ama kağıtta bir kıymet var mı? Yani gramla tart kaç kuruş gelir? Ama üzerinde milyarlar var. O milyarlarca mülk ne hale gelmiş? Kâğıt parçası haline gelmiş, tahvil olmuş. Dönüşüm aracı. Su var değil mi? Su buhara dönüşüyor, buhar yağmura dönüşüyor, yağmur kara dönüşüyor, kar buza dönüşüyor, buz doluya dönüşüyor. Aslı ne bunun? Su. Ama değişik şekillerde tahvil oluyor, değişim oluyor, dönüşüm oluyor. İşte Allahû Teâlâ bunu diyor. Sistem ne diyor, “Allah’ın sisteminden  başka dönüşen, dönüştüren ; araya giren, sebep olan, vesile başka bir şey yok “diyor.( Esmaül hüsna’ları biliyorsunuz, isimleri ve Esmaları.) Her şey onlarda tecelli oluyor. Sizin cisim olarak, ,fiil olarak,enerji olarak gördüğünüz her şeyde aslında Esmaların değişik hale gelmiş şekilleri. Sen yemek yiyorsun. Aslında sana Allah enerji veriyor bir şekilde el-Rezzak ile. O yemek vasıtasıyla oluyor. O rızkı yiyorsun, vücudunda görme duyusu olarak işlev görüyor. Enerji geliyor bir enerjiyle. El-Basir esmasına dönüşüyor. Tefekkür ediyorsun beynine geliyor, el-Âlim esması oluyor düşünce oluyor. Yani her şey Allah’ın Esmalarının dönüp durduğu, tahvil olduğu bir sistem aslında. İşte “la havle”. Şimdi bunun bugüne kadar kitaplarda açıklananla ne alakası var? İkincisi de kuvvet. Kuvvet denilen fizikteki o “f “var ya “f kuvveti”aslında meleklermiş. Yani şu kitap burada duruyor ya, aslında bu bir melek ve meleki kuvvet aşağı doğru çekiyor. Biz yerçekimi kanunu diyoruz. Tamam, sünnetullah gereği formüllerle ifade edilen sayısal değerleri ortaya çıkaran  fiziki bir şey var ama bunu bir türlü izah edemiyormuş fizikçiler. İşte solucan teoremi, bilmem ne teoremi, kütle çekim vs. ama bir türlü bulamıyorlarmış onun ne olduğunu. İşte melekî kuvvet. Bununla ilgili bir hadis var. Güneşin meleki kuvvetler tarafından yörüngesinde tutulduğu. Bakın fiziksel kanunlarla ifade ettiğimiz mutlak değerler var. Bu da Allah’ın Sünnetullahı. Ama derin boyutta ve hikmetine baktığımızda Allahû Teâlâ orada meleksel sistemi koyuyor devreye. Düşünsenize şu an bize normal geliyor burada duruyoruz ya biz. Aslında bir meleki kuvvet bize asılmış, aşağı doğru bizi çekiyor. Ama rastgele çekmiyor. İşte yerçekimi kuralı, senin kütlenin karesi ile orantılı bir şekilde çekiyor. Her yerde var. Tek şey yerçekimi değil, kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Yani başka kuvvetlerde var. Big Bang olurken her şey bir kütlede değil miydi? Bir anda patladı yayıldı. F kuvveti yok mu? Bu da meleki bir kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Bizim algıladığımız bir şey. Mesela kara delikler ne oluyor? Bırakın bütün cisimleri ışığı bile kendine soğuruyor. Orada bir kuvvet yok mu? Buna sadece yerçekimi diyemezsiniz.

Aklınıza gelen kuvvetle ilgili her şeyin içerisinde bu var. Peki, melekler sadece bununla mı görevli? Hayır. Bir yağmur tanesini aşağıya indiren melek diye biz iman etmedik mi ona? Bunun içinde de var. La havle vela kuvvete. Kuvvet de yok diyor. Buna fizikte ana kanun olarak ne var? Madde ve Enerji. Yani madde la havle kısmına giriyor, enerji de vela kuvvete kısmına giriyor. İlla billah(“illa Allah”değil) illa billah.  “İlla Allah “olsa farklı bir ifade olur ama illa billah’daki o “bi(ile)” harfi de o Esmaları ya da melekleri ya da diğer ilahi kuvvetleri izah ediyor. Hani “bi ismi Allah “(bismillah) diyoruz. “Billah “demiyoruz. Allah’la yapamazsın “bi ismi allah”.  Allah’ın ismiyle iş görürsün. Bu da neye benziyor? Bazı ayetlerde Allah “biz yaptık” bazı ayetlerde de “ben yaptım” diyordu. Ben, bizzat Allahû Teala’nın Zatı.  Biz deyince de sistem işte. Hak sistem’in işte buradaki ifadesi. Hak. Meleklerin de dahil olduğu, fiziksel kanunların da dahil olduğu, Esmaların da dahil olduğu bir sistem. İşte bu “la havle vela kuvvete” yi hak sistemi anlama açısından görüyoruz.)

Hak sistem var zaten ama algılamamız “cae” fiili  ile oluyor işte. Teferruatı ile kuralı ile öğrenmeniz cae ile oluyor, geldi ile oluyor. Bize göre geldi. Sistemde zaten var.

Bakara Suresi 51. ayeti hatırlayacak olursak:

  • (مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا اَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ).
  • Meseluhum kemeselillezistevgade nârâ, felemmâ edâet mâ havlehû zeheballâhu binûrihim ve terakehum fî zulumâtil lâ yubsırûn
  • Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.

Artık göremezler, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönemezler. Onların misali ateş yakan kimseye benzer. Şimdi ateş nerede yakılır? Karanlıkta yakılır. Yani hak sistemden uzaklaşmış karanlığın içerisinde duruyorlar. Ateş yakmaları neyi temsil ediyor? Birinin aklına bir fikir geliyor, “Ya şöyle olması lazım” diyor. Bir sistem aklına geliyor, “ya aslında şunun şöyle olması, şunun da şöyle olması lazım” diyor. O fikir onlara bir aydınlık veriyor. Geçici bir aydınlık veriyor. Fakat diyor ki Allah “Allah onların nurlarını giderir” diyor. Yani kendi sistemlerini giderir ve onları karanlıklar içerisinde bırakır.

Kendi oluşturdukları sistem (batıl sistem) Allah’ın hak sistemi tarafından giderilince (bu büyük peygamberler tarafından getirilen din ile de oluyor.) Bireysel anlamda da kafamıza atıyor Allahu Teala Hakkı. Gerek yaşamsal olarak gerek idraksal olarak gerek irşadsal olarak. O zaman anlıyor ki insan  kendisin oluşturduğu sistem bir işe yaramıyor, geçici.

Yani nerede kalıyor, tekrar o zulumat /karanlık içerisinde kalıyor. Ve artık diyor Onlar göremezler. Neden göremezler? Çünkü kendi sistemlerine takılı kaldılar. Ancak nur olursa Allah’ın nuru olursa, nurun içerisine sen gidersen onları görebiliyorsun. Yoksa izmlere takılı olarak gidiyorsun. Bugün internette o felsefik akımlarla mücadele eden arkadaşlar var. Yani adamlar kafalarında bir ideoloji belirlemişler, internet ortamında nefisleri kontrolsüz olduğu için, zincirsiz bir alan, gidiyorlar istedikleri şekilde küfür edebiliyorlar. O klavyenin başına geçince, nefis klavyenin başına geçiyor aslında. O sapık inançlar, şunlar, bunlar şeytanın vesvesesi ile beraber devreye giriyor, yazıyor.

Orada ne izmler, ne sapkınlıklar dönüyor. O zaman görüyorsunuz ki ayağını sağlam basmaya çalışan bir adam görüyor zaten. “Bunlar ne diyor, ne yapıyor” diyor. Ama kendileri farkında değiller işte. Summun bukmun umyun- sağırdırlar dilsizdirler kördürler. Artık onlar dönemezler. Allah’ın sistemi dışında bir sistemin- kendileri oluşturdukları bir sistemin- doğru olduğuna inanıyorlar ve onunla öyle bir mücadele ediyorlar ki dönemiyorlar artık. Ne yaparsan yap.  Ama işte Müslüman kelimesinde ne var? İslam var, teslimiyet var. Sen önce teslim oldun diyorsun. Hazreti İbrahim’e ne diyor Allahû Teâla? “Teslim ol” diyor. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. Yani bunu hiçbir dinin kapısında iken demiyor bakın. Dini maksimumda yaşıyor bize göre. İdrakini, yaşantısını düşünün, imanını düşünün. Buna rağmen Allahû Teâla diyor ki “Teslim ol”. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. İşte teslim olarak biz yaşarsak “Aslında şöyle olması lazım. Bu bizim sistemimizde var. Bunun bana göre böyle olması lazım” dersen teslim olmuş olmuyorsun. Önce teslim olacaksın, ondan sonra Allahû Teala’nın bunu yaratmasındaki sistem, hakikat ne var diye onu düşüneceksin. Öbür türlü yanlışa götürüyor. Önce ben bunun bütününü anlayayım da ondan sonra gireyim dersen yanlışa götürüyor. Çünkü şeytanın oyunu çok. Geçen gün şurada bir arkadaş söyledi, çok ilgimi çekti, sizinle de paylaşmak istiyorum. Yanlış sistemler hakkında bundan bahsediyorum. Adamın biri demiş ki “ya sünnet diye bir şey çıktı, farzın önüne geçti”. Ne kadar yanlış. “Ben ne yapıyorum demiş biliyor musunuz “Sünnetleri kılmıyorum, bütün sünnetleri terk ettim. Farzı kılıyorum, farzı da iki rekat kılıyorum.” Bak buraya kadar yanlış ama şeytanın girdiği asıl tehlikeli yer şurası: niye demiş. “Çünkü iki rekat kılıyorum ama ağır ağır kılıyorum. Allah ile iletişimimi maksimumda tutuyorum”. Bak görüyor musunuz şeytanın taktiğini. Bir şeyleri almak için neleri veriyor. Bizim kılamayacağımız güzellikte namaz kılmasına müsaade ediyor onun. Allah bilir hiç dokunmuyordur, vesevese getirmiyordur. Çok güzel namaz kılıyordur ama koskoca “Muhammedun Resulullah “sistemini çizdiriyor onda. “La ilahe illallah” tan da yarısını kestiriyor. Farzları iki rekât kılıyor. Dikkat edin “şeytan sizi Allah’la kandırmasın “diye  bir ayet var.(Fatır 5, Lokman 33). Şeytan ne diyor, ben onlara her yönden yaklaşacağım diyor. Ne diyor önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından. İşte bu nereden yaklaşma? Sağdan yaklaşma. Adam doğru yaptığını zannediyor. Ben Allah’la iletişim kuruyorum ya diyor. Şurada şeytan kapıdan girse hepimiz korkup kaçmayız. Herkes taşını eline alır, üstüne gider. Ama şeytan öyle hamle yapmıyor ki . Onun işi beyinle. Gönlüne bir vesvese veriyor, aklına bir virüs veriyor. “Ya aslında şöyle de böyle de”. Sen oradan gidiyorsun zaten.ayağın kayıyor.

İşte bütün bunlar Allahû Teâlâ’nın sistemine yeterince teslim olup iman etmeyip de kendi kafamızda kurduğumuz acaba şu şöyle sistem olsa nasıl olur dediklerimizden. Gereken bariz olan müşriklerin kurduğu sistemle batıl sistemle, gerekse bireysel olarak kendi kafamızda oluşturduğumuz sistemleri  terkederek asıl sistem olan HAK SİSTEME TABİ OLMAK.  Allahû Teâlâ diyor ki “İşte onlar hak değil batıl”. ve onlar yok olmaya mahkumdur. Asıl değerli olan, doğru olan, hak olan ise benim sistemimdir. Sen buna uyarsan çok güzel yaşarsın, ahirette de işte o Rahim denen geri dönüş sistemine iade olursun. Yoksa yok olup gidersin. Karar senin…

Allah bizi “Hakkı hak bilip ittiba eden ; batılı batıl bilip ondan  imtina eden, sakınan kullarından eylesin.” Amin.

Allah bizi sıratı mustakîmde eylesin. Onda ayağımızı sabit kalsın. Bize de o yolu kolaylaştırsın.

Sadakallahülazim

FATİHA 2015-5/YAZILI METİN

FATİHA 2015-5 (YAZILI METİN)

 

Geçen hafta ‘İyyake na’budu ve iyyake nestain’ demiştik. İlk ayetlerde Rabbim kendisini tanıtıyordu, daha sonra da -sanki bizim ağzımızdan -Kur’an da ifadeler vardı. Yani  nasıl bir Allah olduğunu anladıktan sonra ‘Artık böyle demeniz gerekir’ gibi. Ve biz de burada ne diyorduk:

‘Yalnız sana kulluk ederiz (ibadet ederiz değil) ve yalnızca senden yardım dileriz’(∅2:40).

Buradan devam ederek öbür ayete geçelim. Bu ayeti ikiye ayırırsak : Birinci tarafında ‘Yalnız sana kulluk ederiz’ ; ikinci tarafında ‘Yalnız senden yardım dileriz’. Bunun tersi yani ‘Yalnız senden yardım dileriz, yalnız sana kulluk ederiz’ değil !

Allah-u Teâlâ ‘Rab’ ya, eğitiyor ya, Fatiha ile de aslında Kur’an’ı nasıl okuyacağımızın eğitimini veriyor bize (∅3:22). Fatiha’yı günde 40 kez okuyoruz, sular seller gibi biliyoruz ya (!) , bunun gereği olarak tefsirini çok iyi bilmek durumundayız. Tefsirini iyi bildiğimiz takdirde ‘İyyake na’budu ve iyyake nestain’i çok iyi anlayacağız (∅ 3:50). Anlayınca da şöyle diyeceğiz: ‘Meğerse bir ayetin akış sırasında bir şey ne kadar önce anlatılıyorsa o kadar kıymetli. Rabbim sıralamada öncelik vermişse o kadar kıymetli’. Bu ayette de  Rabbim ‘ubudiyeti’ yani ‘kulluk etmeyi’ öne alıyor (4.15). Yani diyor ki:

‘Benden bir şey mi istiyorsun, yardım mı talep edeceksin? Önce bana kulluk et’.  

Genç yaşta bir çocuk bir kazada ciddi bir şekilde yaralanıyor. Arkadaşı bana ‘Allah zalim mi? Neden ona bunu yaptı? Neden onu kurtarmadı?’ diye sordu. Ben o sıralar bu soruya cevap verememiştim. Ben de bu sorunun cevabını merak ettim. Bunu hocama sorduğumda şu cevabı aldım: ‘O, Allah’a ne kadar yöneldi’? ..Allah-u Teâlâ direkt de yardım eder ‘Rahman’ esmasıyla ama kişi sünnetullah içerisinde bir şeyleri hak etmiyorsa da, hak ettiği kadar yardım geliyor. Buna rağmen Allah-u Teâlâ ‘Merhamet edenlerin en merhametlisi’.

Burada” ihdina”ya, ‘Bize hidayet et’ ayetine geçeceğiz (∅ 5:24). Hz.Selman-ı Farisi  biliyorsunuz önce Mecusi. Din din dolaşıyor, sonra bazı manevi işaretler alıyor. Onca yolu kat ederek Peygamber Efendimizin yanına geliyor. Önce açmıyor kendini, sonra bazı şeylerden emin olunca Müslüman oluyor ve en büyük sahabelerden oluyor. Biz, sahabenin ayağının altına gelemeyiz, manevi olarak en yukarıdadırlar(∅5:59). Bir gün Peygamber Efendimiz (S.A.V) ’e şöyle diyor: ‘Ya Resulullah, tamam ben başka dinlerdeydim ama hep hayır -hasenat yaptım. Ama bu Müslümanlıktan önce idi. Bunun akıbeti ne olacak (boşa mı gitti)?’ diyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in cevabı müthiş: ‘Ya Salman, sen onları yaptığın için bugün bu durumdasın’ diyor. Bakın işte burada ‘hidayet’in anahtarı var(∅6:30). Geçenlerde Allah nasip etti Hacca gittim. Giderken birisi bana ‘dua et de Allah bana hidayet versin’ dedi. Ben bu hidayet mekanizmasını bildiğim için hemen atlayamadım. Hidayet deyince sanki Allah nasip etsin de namaza başlasın gibi düşünüyoruz. Asıl mesele çok daha derin. Hidayet konusuna girdiğimizde göreceğiz anlamı çok ciddi. Bir kişi de ‘Dua et de benim imanım artsın’ dedi, ‘emin misin?’ dedim, şaşırdı. ‘Ederim dedim Allah da kabul eder. Bak dikkatli ol’ dedim, anlayamadı. Açıklayınca anladı. İman etmek güzeldir(∅7:23). İman etmekle ilgili geçen hafta ‘Onlara imanları fayda vermedi’ ayetini söylemiştik. Müşrikler için söylenmişti. Demek ki iman doğru olduğu zaman güzel bir şey. Allah’ın istediği şekilde mümin olmak gerekiyor.

İman bir şeyi kabul ‘ettim ya da etmedim’ değil. Ettin de ne derecede kabul ettin?(∅7:55).

Burada imanın artması söz konusu. İman artıyor, artıyor, artıyor…

Güzel ama senin de artık bu imana uygun iş yapman gerekiyor. . Hem ibadetsel hem de yaşamsal konuda kendineçeki düzen vermek zorundasın.

Mesela adam haramın içinde yüzüyor, başına hiçbir şey gelmiyor. Biz küçücük bir haram işliyoruz başımıza gelmeyen kalmıyor. Bu, senin temizliğinden kaynaklanıyor. İmanın yüksek, ona özgü bir davranış bekleniyor senden. Yapmadığın takdirde faturayı bu dünyada da ödüyorsun. Bu da Allah-u Teâlâ’nın takdiri. Allah seni terbiye ediyor doğru yerlere gidebil diye(8.38). Bunun için dedim ki ‘Sen önce geldiğin seviyenin adamı ol, orayı dört dörtlük yaşa ondan sonra talep et’. Zaten Allah arttırır. İmanın artacak, güzel, sen hala aynı şekilde yaşayacaksın. Bu değil. Kur’an-ı Kerim de ‘Amenü ve amilüs salihati’nin beraber işlenmesinin sebebi bu. İkisi beraber bakın.

‘Amenü ve amilüs salihati’

‘İman et, iman ettiğin ölçüde de Salih amel işle’(∅9:12).

‘İyyake na’budu ve iyyake nestain’de de işte bu bağlamda yardım etmenin işareti var:

Önce kulluk et, sonra da yardım iste ki , Allah tabi ki sana verecektir.

Geçen hafta Fatiha’nın “mesâni” sırlarından birini söyledik aslında. Peygamber Efendimiz (S.A.V) Fatiha’ya ümmül Kur’an ve mesani diyor. Hicr Suresinde geçen “seb’an minel -mesâni” ifadesi var.‘tekrarlayan 7’ diye açıklamıştık. Mesani kelimesinde ‘isnakelimesi var. İkileyen, çiftleyen, tekrarlayan, devinen, katlayan gibi anlamları var. Çok geniş, müthiş bir kavram. Bunun kozmoloji, kuantum fiziği, paralel evrenlerle pek çok açıklaması var ama buradaki tecellisi “Fatiha suresinde her ayetinin sonundaki kelime bir sonraki ayetin  açıklaması”kuralı , aslında(10.29).

  • Mesela, ‘Elhamdü lillahi Rabbil-âlemin’ ayetinin sonundakiâlemlerin rabbı’ kelimesinin anlamını mı merak ediyorsun? Bir sonraki ayete,  yani ‘Errahmanir-rahim’e bak. Yani bizim anlayacağımız şekilde ‘Âlemleri rahmet, merhamet’ üzerine yaratmış olması.
  • ‘Errahmanir-rahim’ ‘Rahim’ kelimesi ile bitiyor.. ‘Rahim’i bilmek mi istiyorsun? Bir sonraki ayete , yani ‘Maliki yevmid-din’e bak. Yani ‘Din Gününün sahibi’. Er-Rahîm isminin din gününde tecelli edeceğini görürsün.
  • ‘Maliki yevmid-din ‘Din’ ile bitiyor. Dinin asıl manasıyla ne olduğunu mu anlamak istiyorsun ? bir sonraki ayete bak. yani ‘İyyake na’budu ve iyyake nestain’ . ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz’ demek. Demek ki dinden asıl kasıt bunu layıkıyla yapabilmekmiş.
  • Nestain’ ile bitmiş. yardım isteriz. Peki hangi konuda yardım isteyeceğini mi merak ediyorsun? Bir sonraki ayete bak‘İhdina’, ‘Hidayet talep et’. Neye ? Sırat-i müstakîm’e. Sırat-i müstakîm’e hidayet edilmenin en büyük yardım talebi olduğunu görürsün…

Allah-u Teâlâ sistemi ‘Fatiha’ ile anlatıyor(∅11:59).

‘Sistemin böyle yorumlanacağını anladıysanız Kur’an’ın geri kalanını da bu şekilde yorumlayın’ diyor Allah-u Teâlâ.

Kur’an, başlı başına öğretici bir kaynak. Bir tek zaman harcamanız gerekiyor. Okuyacaksın, düşüneceksin. Günde 40 kere okutturuyor. Neden başımıza vura vura Fatiha’yı tekrar ettiriyor? Neden Peygamber Efendimiz (S.A.V) ‘Fatihasız salah olmaz’ diyor?!..(Yani namaz olmaz. ‘Namaz’ kelimesi yerine ‘Salah’ demeyi tercih ediyorum. Çünkü ‘namaz’ kelimesi anlamı daraltıyor(∅12:49). Bu sebeple mümkün olduğu kadar ‘salah’ diyeceğim. Ezanlarda ‘salah’ olarak geçiyor. ‘Salah’ muhteşem bir kavramdır.)

Ne yardımı isteyeceğiz? ‘İhdinas-sıratal- müstekim’. Burası namazda bizim en çok işimize yarayacak kısım(∅13:22). Fatiha’yı okuduktan sonra ben esprili bir soru soruyorum:

‘Fatiha’yı okuduktan sonra ‘âmin’ diyor muyuz ?..

Neden/neye ‘Âmin’ diyoruz?’  

Fatiha suresinde geçen bir şey var ki,  biz ‘Âmin’ kelimesini bunun üzerine söylüyoruz. Ne olabilir bu?

El-cevab: ‘İhdina’ yani ‘Hidayet et’ .

Neye hidayet et? ‘Sıratal müstekim’ e hidayet et.

‘Âmin’ burası için…

Devamı da bunu teferruatlandırıyor yani izah ediyor. Bundan sonra ‘Âmin’ dediğimizde, Aman Yarabbi “bizi Sırat-ı müstekîm’e ilet. O yol ki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu, gadaba uğramışların ve delalete düşmüşlerin yolu değil.”

‘Âmin’ dediğimiz yer burası…(∅15:15).

Bu sebeple burası çok önemli. “Kim ki Fatiha’yı okuyup ‘âmin’ der de, bu da onu dinleyip ‘âmin’ diyen Meleklerin ‘âmin’i ile çakışırsa o dua ret olunmaz deniliyor. “Bundan dolayı biz Fatiha’yı okuduktan sonra, özellikle cemaatle kıldığımız namazlarda ‘Âmin’ diyoruz(∅15:40). 

‘İhdina’ ya gelmek istiyorum. Hidayet kelimesinden geliyor, ‘Bize hidayet et’. Klasik Fatiha tefsirlerinden ziyade başka tefsirleri de konuşmak istiyorum, çünkü bir hazine. Bu hazineden ne kadar faydalanabilirsek o kadar iyi. Kıraat farklılıklarını okudum. Yani Fatiha suresi değişik kıraatlerde, değişik kelimelerle okunabiliyor. 41’e yakın kıraat farklılığı varmış(∅16:22).KIRAAT1.pdf (4).jpg

KIRAAT2.pdf (4).jpgKIRAAT3.pdf (4).jpgÇok teferruatlı bir konu. Fakat hepsine onay verilmiş, tasdik edilmiş. Özellikle de Peygamber Efendimiz(S.A.V) tarafından. Zaten öyle olmasa olmazdı.

Mesela bunun en meşhur misali ‘maliki yevmid-din’ yerine ‘meliki yevmid-din’ denmesi… Geçenlerde şahit oldum, umre de namaz kıldırırken bir hoca ‘meliki  yevmid-din’ dedi. Ben bildiğim için yadırgamadım ama yadırgayanlar oldu. Aslında çok büyük bir anlam farklılığı yok. ‘maliki yevmid-din’ derse ne anlama gelir, melik yevmid din derse ne anlama gelir? Ben teferruatıyla anlatmayacağım(∅17:11). Sadece şunu söylemek istiyorum: Abdullah Bin Mesut, çok önemli bir şahsiyet. Kur’an konusunda en önemli iki kişiden biri. Birisi Abbas’ın oğlu, birisi de Mesut’un oğlu. Bunu kariyerini belirtmek için anlatıyorum. Onun okuyuş tarzında ‘ihdina’ yokmuş da ‘erşidna’ varmış. Yani ‘erşidnâ es-sırat-al müstekîm’. … ‘Erşidna’, ,’Re-Şe-De’ kökünden geliyor. Raşit olmak, eriştirmek gibi bir ifade. “Rüştünü ispat etmiş” denir. Rüştünü ispat etmek yani akıl olarak belirli bir seviyeye gelmiş olmak demektir. Hatta ‘El Reşît’ Allah-u Teâlâ’nın Esmaül Hüsna’sından bir kelimedir. Erşidna çok kullanılmamış, fakat Abdullah bin Mesut olduğu zaman biraz durmak zorundayız.95457873_34ErenA.Cüneyt-vd-sos623-637.pdf (3).jpg

Bunu şunun için anlatıyorum, Peygamber Efendimiz(S.A.V) ya da büyük Sahabeler buna itiraz etmediği, kabul gören kıraatler arasında yer aldığına göre bunun bir hikmeti var. Hikmeti, ‘ihdina’ kelimesini bize izah etmesi(∅18:59). Çünkü ‘ihdina’ kelimesi, yani ‘bize hidayet et’ kelimesi birçok manalarda kullanılmış, ama özellikle biraz sonra söyleyeceğim ‘sırat-ı müstakim’in anlamına özgü olarak kullanılması hoşuma gitti. Neden?

Biz yana yakıla ‘maliki yevmid-din’i (ahiret sahnelerini) gördük.

Neden ‘din günü’ deniyordu?

Hesap günü değil, başka bir şey değil din günü?

Allah’ın ‘dini’ var, bir de insanların dini var, yani din anlayışı var(19.40).

Hucurat suresi altıncı âyette bildirilen: ‘siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?’ denilen bir din. Hadis-i Şerifte ‘Kişi arkadaşının dinindendir’ denildiğinde ki din.

Yani herkesin bir bakış açısı, herkesin bir din anlayışı var. Bir de Allah’ın dini var: İslam.

Sen kendi dinini Allah’ın dini ile ne kadar örtüştürdün, buna uygun ne kadar amel yaptın? İşte ahirette bunun hesabını vereceksin(20.16).

Ciddi bir gün. En sonunda ‘Er Rahim’ esması tecelli edipte şefaat mekanizmaları, Allah’ın rahmeti devreye girdikten sonra yumuşayan bir şeyler var. O zamana kadar çok sert. Sırat var, hesap var.

İşte bunun ciddiyetini öğrendikten sonra ne diyorduk: ‘Aman yarabbi yalnız sana kulluk ederiz, yalnız senden yardım dileriz’.

Yardım istiyoruz. Romantik bir ifade değil bu, ciddi bir ifade. Allah-u Teâlâ da işte, ‘Peki yardım mı istiyorsun? Benden özellikle şunu istemelisin’ diyor. İstediği, gösterdiği şey de ‘Sıratal müstakim’. İşte ‘Sırat-ı müstakim’ neyse oraya yönlendir bizi Yarabbi’ diyoruz(∅20:55).

Fakat yönlendir tek başına yeterli kalmıyor. Âlemlerin Rabbi olan, Rahman ve Rahim olan Allah da işte hidayet ettiği zaman böyle hidayet ediyor. ‘Erşitnabizi eriştir ile ‘Hidayet et’ in birleştiği yer işte burası.

Yani Allah’tan bize sadece göstermesini değil; aynı zamanda eriştirmesini de istiyoruz.

Hidayet et dediğimizde, orada hidayet talebinde bulunduğunuz şey “sırat-ı müstakim“(22.15).

(Ben bu kelimeye”DOĞRU YOL” değil de; kelimenin olduğu gibi kullanılması taraftarıyım çünkü bu bir kavram. ‘Sırat’ kelimesi Arapçada aleni olarak pek kullanılmıyor. ‘Tarik’ deniliyor, ‘sebil’ deniliyor bizim bildiğimiz manada yola.. Dolayısıyla buna  “DOĞRU YOL” deniyor ya, bu aslında çok doğru değil.(23.00).

Arapça hocam Hüseyin Hoca ile bunu konuştuk. Müstakîm,”Yanlışın zıttı olan doğru” olarak kullanılıyor. Doğrunun Türkçe de iki manası var.

  • 1-) ‘yanlışın zıttı’ olan doğru, hani doğru cevap gibi;  
  • 2-) ‘eğrinin zıttı’ olan doğru.

İşte bu ‘müstakim’in içerdiği kelimelerden olan istikamet kelimesi yanlışın zıddı olan değil ; eğrinin zıddı olan doğru.

Yanlışın zıddı olan doğru olsa ne olur? Genel anlamıyla, kaba anlamıyla yok ama teferruatsal anlamı ile var. Yani ‘eğrisi doğrusu olmayan , -dolambaçlı bir yol değil- kestirme yol, hedefe direkt götüren yol(∅24:30).

Benim Arapçayı öğrenme nedenim şuydu arkadaşlar: Kur’an da geçen kelimelere daha vakıf olmak. Dolayısıyla manasına da daha iyi vakıf olmak, daha iyi anlamaktı amacım. Anladım ki Kur’an Arapçası, Fasih Arapçası zaten konuşma dilinde işinize yaramıyor. Ama gramer kaidelerini öğrendikten sonra, açıp Kur’an’ı da bir bakayım dediğimde ilk denk gelen bu ‘müstakim’ kelimesi oldu.

Müstakim kelimesi Sırat / yol kelimesinin sıfatı.

Yani nasıl bir yol? Müstakim olan bir yol.

Fakat sıfat burada ismi fail olarak gelmiş. İsmi fail ne demek: ‘Bir fiili, ameli yapan’ demek(∅25:51). Yani yol, o fiili yapmasıyla sıfat. Peki, o fiilin ne? Kökü ‘me’ den geliyor . (Ka-Ve-Me ) . Bu ‘me’, bizim Türkçede çokça kullandığımız  bir kelime.Kuran’da da bu kökten müştak olan kaç kelime var biliyor musunuz? Yaklaşık 600 küsur kelime var. Bu şu anlama geliyor 6000 küsur ayet varsa yaklaşık bunun 10’da biri. Yani her 10 ayette bir geçmiş. Yaklaşık her sayfada bir tane gibi denk geliyor. Rabbimin bu kadar önem verdiği bir kelime(∅26:53). ‘ Kâme’ ne demek? Bunun mastarı “kıyam” …‘Kıyama durmak, ayakta durmak manasına’ geliyor. Türkçede o kadar çok kullanılan bir kelime ki:

Takvim , kıyâmet  makam , ikâmet etmek ,kâmet getirmek, kayyum, kavim , kâim, istikâmet, kıymet, kıyâm, mukîm

Türkçeye bile ne kadar çok kelimesi ile girmiş.

Burada ‘sıratal müstakimin’ kök kelimesi ayakta durmak, ayağa kalkmak(∅28:21). Aşağılarda, yatay durumda olan birinin ayağa kalkması, dikilmesi anlamına geliyor.

Hadi “Kâmet getir” deniyor, kalkın yani. Ayeti kerime’de: ’Size tek bir nasihat vereceğim. Teker teker, ferden, ikişer ikişer ayağa kalkın. Bunu şöyle açıklamıştık :”hadi yeter artık bu kadar uyuduğunuz biraz Allah adına ayağa kalkın, gayret edin !”. İşte buradaki kelime de ayağa kalkmak manasında.

Bir de başına ‘İ -S -T’ gelmiş. Buna ‘istifal babı’ deniyor.

İki manaya geliyor,

  • birincisi ‘bir şeyi istemek’ anlamına geliyor, mesela İstiğfar etmek yani tövbe İstiğfar ediyoruz. mağfiteti istiyoruz. kelimenin başındaki “i-s-t” harfleri sonrasında gelen şeyi istemek / taleb etmek manasına geliyor.
  • İkinci manasında ‘o duruma getirmek’.”i-s-t” harflerinden sonra gelen kelimenin durumuna getirmek /o hale çevirmek.

Dolayısıyla burada müstakim denilince, ‘ayağa kaldırmak isteyen, dikleştirmek isteyen, dik tutmak isteyen yol’ anlamına geliyor(∅29:48). Yani pasif bir yol değil, aktif bir yol. Yani Allah-u Teâlâ’dan biz öyle bir yola, öyle bir metoda bizi hidayet etmesini istiyoruz ki o yol seni alıp götürecek, ayağa kaldıracak. 

Yani pasif, şu anki yollar gibi bir yol değil. Sen olduğun yerde kalsan bile, seni alıp götürüyor. Yürüyen yol gibi , tren gibi. Şeriata ayağın basarsa, Allah’ın hak düzeni içinde yer alırsan Allah’da seni o yola hidayet etmişse, eriştirmiş, ulaştırmış, saha ortasına koymuşsa Allah’ın izniyle hedefe ulaşma şansın var.

Tercümelerde hep eksik olarak “ismi fail “gibi değil de “ismi mef’ul “gibi, tercüme edilmiş. Yani ‘doğrultulmuş yol gibi, eğriliği giderilmiş yol’ gibi. Halbuki “doğrultan yol” veya “eğriliği gideren yol” gibi olmalı..Farkı burada(∅31:08).

Hayır, aktif olması seni heyecanlandıracak !. Yana yakıla isteyeceksin ya, şevk’in daha çok artacak.Ve şöyle diyeceksin :

Ne? Böyle bir yol mu var? Aman yarabbi ne büyük bir nimet! Yarabbi ben bunu istiyorum… Sana da kulluk ediyorum zaten senden başka kulluk edilecek hiçbir merci yok. Ben sadece Sana kulluk ediyorum. Aman Yarabbi senden, sadece yardım istiyorum. Sen Fatiha’da haber vermişsin. Aman Yarabbi bana bu yolu nasip eyle. !”

Âmin’ diye de sonlandırıyoruz(∅31:40). O yolun kıymetini melekler bildiği için de, onlar da âmin diyor. ‘Aman Yarabbi ne olur acı kullarına’. Başka ayetlerde de meleklerle ilgili: ‘Onlar mümin insanlar için İstiğfar ederler’ diyor.

(el-Mü’min, 40/7) (eş-Şûrâ, 42/5 )(El-Ahzâb 33/43)

Yani Allah’ın o güzel kullarına selam olsun hepsine, melek kullarına. Şu anda burada bizleri dinliyorlar. Allah onlardan razı olsun. Bizlerin iyiliği için de Allah’ın izniyle gayret ediyorlar. Onlar da olayı izliyorlar. Biz sadece bu film gerçekmiş gibi, filmin içinde kaptırmış gidiyoruz ama onlar bunun bir oyun ve eğlence olduğunu biliyorlar. Çünkü başka bir boyuttan bakıyorlar. “Hadi durmayın, gayret edin zaman gidiyor aman“. İki tane, sağımızda solumuzda zaten var. Her mekânda var. Her yağmur tanesinde var. İşte biz o yüzden (konumları o kadar güzel ki) Allah-u Teâlâ onlara ‘kiramen kâtibin’ (Kerim’i kâtipler) diyor.  (İnfitar suresi -11) .  Namazdan sonra biz ne yapıyoruz? Sağa ve sola selam veriyoruz.Neden ?..(∅32:59). Meleklere iman diyoruz ya, meleklere İmanın en yakın, en basit örneği işte namaz. Namaz sonrasında sağ ve solda görüyormuşçasına, varlığını biliyormuşçasına onlara selâm vermek. Zaten bu iman esasları arasında .Peygamber Efendimiz(S.A.V) bir odaya girdiğinde (bu ayetlerde sabit) selam veriyor (Nur suresi -61). Melekler var o ortamda seni koruyan, gözeten melekler var. Onlara selam veriyoruz. İşte onlar da bize “Aman Yarabbi Fatiha’yı okudu, senden de yardım istiyor, sen ona bunu nasip et’“diyorlar. Allah da cümlemize inşallah o yolu nasip etsin(∅33:51). 

Hidayet kelimesi yeterince anlaşılamamış bir kavram. Biraz daha iyi bilinirse daha güzel yerlere götüreceğine inanıyorum. Allah-u Teâlâ’nın Esmaül hüsnasından bir de ‘El Hadi’ ismi var. ‘Hâdi’, ‘hidayet eden’ demek. Ben bunu akılda kalsın diye buna şöyle diyorum: “hadi !”hadi ya”. (A’nın üzerindeki şapkayı atın). Bu, hafıza tekniklerine uygun bir şey. Allah-u Teâlâ diyor ki: ‘Hadi, adım at. Ben sana geleceğim’. Bir şey çağrıştırdı mı?Bana bir adım gelene 10 adım gelirim, bana yürüyerek gelene koşarak gelirim.” Hadis-i kutsi… Allah-u Teâlâ burada hidayetin tanımını yapıyor. Yani ‘Hidayet mi istiyorsun? Önce bir adım at. Gel, hadi. Bunu yaptığında ben sana  hidayetimle geleceğim’. Hidayet’in birinci anlamı bu. Biraz önce söylediğimiz gibi ‘iyyake na’budu ve iyyake nestein’(∅36:18). Bu hidayete ulaşmak iki şekilde olabilir:

1. Adam daha hidayete ermemiş, daha “dâllin”de, dalalet aşamasında. Ama bir şekilde işte bu Fatiha’nın sebebiyle, ya da daha doğru düşünce ve amelleriyle bir şekilde yöneldi. Doğru olduğunu anladı, Fatiha’ya göre de ‘sırat-ı  müstakim’ istiyor, hidayet isteyecek. Ne diyor? ‘Aman yarabbi bana hidayet eyle !’. Şimdi bu daha evvel hidayet de bulunmamışların hidayet talebi.

2. Bizlerde bir şekilde hidayette değil miyiz? Şu anda camide Kuran-ı işliyorsak Allah’ın hidayet etmesi sebebiyle buradayız elhamdülillah. Peki, bizler için bu ayetin yansıması nasıl olacak? İşte burada da hidayette olanların hidayetin arttırılması.

Hidayet zannedildiği gibi bir kez verilen ve sonra biten değil, artabilen bir kavram. (Meryem suresi 76. ayette:) ‘Ve Allah, hidayette  olanların hidayetini arttırır. Bâki olan salih ameller, Rabbinin indinde sevap bakımından daha hayırlıdır ve dönüş (karşılığı olan mükâfat) bakımından daha hayırlıdır.”

Aynı ‘iman’ gibi. Ayette: ‘Ey iman edenler. İman edin!’

(يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ )(Nisa  suresi-136).

Adam zaten iman etmiş neye iman edecek bizim bildiğimiz gibi olsa?!  Demek bizim bildiğimiz gibi değil, iman da artabilen bir şey. Seviyesi artabilen bir şey.

İşte hidayet da buna benzeyen bir kavram. İkisini birleştirdiğimizde ne mana çıkıyor? Hidayet öyle bir şey ki, artabiliyor. Ben bunu idrake çok benzetiyorum. Yani bana sorsalar hidayetin sana en çok hitap eden kısmı ne deseler ‘idrak’ derim.

Einstein, biliyorsunuz inançlı bir şahıs ama Allah’ın tam istediği şekilde değil. Belirli bir yaratıcıya inanıyor ama Müslüman değil. O’nun sözlerinden birisi şu: (hani bu katlardan, boyutlardan bahsediyor ya) Boyutlar arasındaki asıl fark idraksel farktır diyor(∅39:38). Bunu çok düşünüyordum. Bir üst boyut ne anlama geliyor? Bir üst boyut, idrakinin artması anlamına geliyor. İdrak ne demek? Erişmek demek.

Yani akıl seviyesi olarak Allah-u Teâlâ’nın bir külli iradesi var, küllü iradeden eksik olan her şey cüzi iradedir. Sübhan olan Allah. Külli akıl konusunda da, ilim konusunda da ‘küllü akıl’ dediğimizin yüzde yüzüne ulaşmak mümkün değil , eksik olan bir kısım var. hangi kul olursa olsun, hangi melek olursa olsun onda bir eksiklik var. İşte o eksiklik kısmı cüzi irade oluyor. Aşağı doğru bu azalıyor; yukarı doğru artıyor. İşte,

Küllî İrade’ye doğru, tabaka tabaka senin erişimini, olayları daha iyi anlamanı sağlayan her zıplayış bir idrak.

Ve bir üst idrak düzeyine geçtikten sonra alt idrak düzey sana çok basit geliyor(40.57).

Peki, hidayetle ne ilgisi var bunun? Eğer Allah-u Teâlâ bir kuluna nasip eder de, onun idrakini, hidayet boyutunda idrakini, bir anda yükseltecek olursa, artık o kişi ‘hadi şu namazı kılsam mı? bunu yapayım, şunu yapıyım diye tümevarımsal bir gayret içerisinde olmaz, tümdengelim bir gayret , içerisinde olur, o idrak seviyesinde düşünür. Yani bir anda anlar olayı. ‘Ben ne yapıyormuşum yıllardır? Kıyamet varmış, ölüm varmış’. Bunları yakinen anladığınız vakit de aşağısı teferruattır sizin için. Allah sana ne yaptı? Hidayetini arttırdı. Yani idrakini arttırdı. Arttırdığı vakit artık o kimse için namaz kılmamak, abdestsiz dolaşmamak gibi bir olay olmaz. Yerde altın buldu, mümkün değil cebine alamazsın, içkiyi ağzına sokamazsın. Öyle bir idrak oldu ki, ahiret var ya!.. Bu neydi? Bakara suresinin ilk sayfasındaki “Onlar ahirette yakinen inanırlar” kısmı önemli. biraz öncesinde ne deniliyor?” Gaybe inanırlar“.  Tamam, kabul etti melekler var mı var, görüyor musun? Hayır, ama olduğunu kabul ediyoruz:Bu inanma...Ama muttakiler için onlar ‘ahirete yakinen inanırlar’ diyor. İşte bu mekanizma Hidayet’in anlaşılmasına yönelik çok ciddi bir şey. İmanın artması gibi, hidayet da artıyor. İşte burada dediği gibi Kur’an ifadesiyle söylüyorum:”Ve Allah, hidayette  olanların hidayetini arttırır. Bâki olan salih ameller, Rabbinin indinde sevap bakımından daha hayırlıdır ve dönüş (karşılığı olan mükâfat) bakımından daha hayırlıdır.” (Meryem suresi 76. ayet)

‘İyyake na’budu’ derken oradaki ‘na’ Arapçada çoğul ifadesidir. Yani ‘yalnızca sana kulluk ederim’ değil, ‘yalnızca sana kulluk ederiz’. Burada neden çoğul ifade kullanılmış? Geçen hafta söylemiştik, cemaat bilincini vermek için. Yani ‘sen fert olarak da İslâmiyet’i yaşabilirsin, ama özellikle cemaat olmasını istiyorum’ diyor Allah-u Teâlâ. Ama bu cemaat (‘Hanif’ süresinde işlediğimiz gibi cemaat), cemaat gibi bir araya gelip de farklılık/ tefrika oluşturan bir yanlış cemaat anlayışı değil, Ümmet-i Vahidetin manasında cem olmak …

Elbette ki mezhepsel farklılıklar olacak. Ayet-i kelime var: ‘Biz Musa’ya vahyettik’ diyor. (Bakara -60).”Ve Musa (a.s), kavmi için su istemişti. Bunun üzerine, “Asânla taşa (kayaya) vur.” dedik. Böylece ondan (kayadan) on iki pınar fışkırdı. İnsanların hepsi kendi içeceği yeri (meşrebini) bilmişti. Allah’ın rızkından yeyin, için ve sakın azıp yeryüzünde fesat çıkaranlar olmayın”…Meşreb deyince ne anlaşılıyor? Seciye gibi, karakterin gibi, tarzın gibi. Meşreb  (Şe-Ri-Be / içmek) kelimesinden ismi zaman / ismi mekân oluyor. Yani ‘içilen yer’ anlamına geliyor(∅44 :36). Yani Allah-u Teâlâ diyor ki: ‘Ben insanları tek bir fıtratta  ama (ana fıtrat aynı olmak kaydıyla; karaktersel özellikleri olarak) farklılıklarla yarattım.’

12 ‘li sistem gereğince , herkesin birlikte bulunacağı,  manen birşeyler alabileceği, manen seyri sülük gideceği  ortamlar farklı. O yüzden meşrep denilen kavram özellikle tasavvufi ifadelerde çok kullanılır.- Ayetsel kaynağı bu. Yunus Emre: ‘oniki  katar yükümüz, çekemezsin demedim mi?’ diyor. Oniki katar, işte yani trenin vagonları , bu oniki  Meşrebi gösteriyor.  Ama bir de NEBΠvar orada… Asayı vuran…İŞTE  O DA LOKOMOTİF !(∅45:20). Yani” çekemezsin demedim mi”, orada  YUNUS’un tarzı var.  Tek gidenlerin ; nebî kaleminden gidenlerin tarzı var.

  •  Meşreb var kabul ama , orada cemaat bilincini, yani “Ümmeti Vahîdetin” bilincini kaybetmeyeceksin. İşte “nâ /biz”’ bu.
  • İkincisi (nâ’nın ikinci manasal ifadesi) namazda imamla beraber duruyoruz. İmam bizim adımıza  okuyor, oradan bir kazanç var. İşte ‘na’ bu anlama da geliyor.
  • Üçüncüsü, şunu diyor aslında imam ya da demesi gerekir: ‘Yarabbi bizim duamız pek kabul olmaz senin yanında, sana ulaşmaz kötü amellerim iz yüzünden ama arkadaki cemaatin içerisinde senin sâlih kullarından olan olabilir. Hani biz onunla da beraberiz, onunla beraber senden toplu istiyoruz. hani onun hatırına duamızı kabul et…. gibi de bir manası olabilir(∅46:19).
  • Dördüncüsü:Bir de daha derin manasıyla bir şey söylemek isterim. ‘Nâ’ biliyorsunuz Arapçada ‘biz’ demek. Bir tekil (müfred) ifade var Arapçada, bir de üç ve fazlası cem’î (çoğul) var . İki ve çoğuna da ‘biz’ deniyor (tesniye).  Manevi olarak da biraz işin derinliklerine daldığınızda da, derin boyutuyla incelemeye kalktığınızda, kitaplarda ayetlerde göreceğiniz  bununla ilgili işaretler var :İnsan (ruh, nefis, ceset) denilen üç ana unsurdan oluşmuştur. Ruh, nefis, ceset. Bunun koordinatörü de ‘akıl’dır (∅47:05). Hazreti Celalettin Rumi’ye soruyorlar: ‘İnsan nedir? diye… “Düşüncedir” diyor. Yani akıl manasında. Bu üç unsur da biz de bulunuyor ama. Tekrar ediyorum ruh, nefis, ceset. İşte bunlar da“yalnızca sana kulluk ederiz “derken en az ikisi olsa  bile bunun içine giriyor. Tekil değil, 2 ya da 3 unsurla beraber kulluğun burada ifadesi var. Yani senin,  ruhun ve cesedinle, ruhun ve ruha tabi olmuş nefsinle , ruha tabi olmuş cesedinle Allah’ın karşısına  nasıl çıkman gerektiğini -kulluk etmenin güzel yolunu-yöntemini gösteriyor çoğul ya da ikili (tesniye) ifade ile…(∅47:50).

İşte Kur’an-ı Kerim’de böyle ince ayrıntılar da var. Toparlamak gerekirse,

yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca senden yardım dileriz“i, bir önceki ayette geçen ‘ahiret gününün, din gününün’ sahnelerinden idrak eden, anlayan bir zihniyet, yana yakıla bir şey istiyor. Ne isteyeceğini de bilmiyor. Nesne yok orada çünkü. ‘Yalnızca sana kulluk ederiz, yalnızca senden isterizbakın. ‘Yalnızca senden yardım talep ederiz (∅48:26). Yardımın ne olacağını bile bilmiyoruz bırakın nesneyi. İşte Allah-u Teâlâ, ‘benden şunu isteyin’ diyor! Olur mu böyle bir güzellik! Ne isteyeceğimizi bile söylüyor. ‘Dile benden ne dilersen’, ne isteyeceğini bilmiyorsun.” Ne isteyeyim, ne isteyeyim” diye düşünürken orada ipucu veriyor. ‘Sırat-ı müstakim iste, Sırat-ı müstakim iste’. Eriştir diyorsun orada. Allah-u Teâlâ ‘bunu da talep edin’ diyor benden. Bu da bizim acziyetimizin ifadesi (∅49:05).

İşte burada Allah-u Teâlâ da ‘Sırat-ı müstakim’in ne olduğunu da kelimelerin içerisine gizlemiş. Maalesef meallerin çoğunda bulamadım bu banada bir kullanımı. Bir mealde buldum sadece, ‘Ayağa kaldıran yol, seni dik tutan yol” diye. . Mülk suresinde:” Hiç ayağa kalkmış biriyle yerde yüzüstü  sürünen bir insan bir olur mu? “İşte o dikleştiriyor, karakter veriyor Müslüman’a. Hem bu dünyada nasıl bir karakter olacağın,  dik duracağın , izzet sahibi olarak yaşamanı sağlıyor ; hem de ahiret’de seni mahcub edecek  yanlışlara götürmeyecek amellerin içinde bulunacağın  bir mekanizmayı sağlıyor. Buna bir örnek vermek gerekirse, sen çok doğru bir yolda değilsin, arkadaşlarınla oraya gidiyorsun buraya gidiyorsun. Ama Allah sana hidayet etmesiyle öyle güzel öyle kaliteli Müslüman arkadaşlar veriyor ki seni kolundan tutup camiye götürüyorlar. Seni kolundan tutup Allah’ın zikrinin yapıldığı yere götürüyorlar. Sırat-ı müstakim kolundan tutup götürüyor(∅50:15). Yani yol alıp götürüyor yürüyen merdiven gibi. Ya da ağzın laubali, gevşek bir ağzının var, ahlaki bir ağzın yok. Ama  müslüman kimlikli arkadaşlarının yanında ,’lan’ bile diyemez oluyorsun. . İşte sıratal müstakimin öğelerinden biri de bu. Ama bu ‘sıratal müstakimi’ daha da teferruatlandırıyor Rabbim .Nasıl bir yol olduğunu, onları kimlere verdiğini, o yola verdiklerine hangi özellikleri yüklediğini de bir sonraki ayette göreceğiz. “Sıratellezine en’amte aleyhim” diye. O da haftaya.

Allah bize, sadece Allah’a kulluk eden, sadece O’ndan yardım isteyen ve Allah’ın Sıratı müstakimini hidayet ettiği, ulaştırdığı kimselerden olmayı nasip etsin.

Bize de buna, hidayete vesile olacak gayretlerde bulunmayı nasip etsin

inşaAllah.. Âmin….

(Ve âhıru da’vahum en-il hamdülillahi rabbil ‘alemîn)

 

FATİHA 2015-(7)-son


MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN  LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/QEeQRsplkegUq



fatihasuresikelimemeali

FATİHA 2015-(6)

FATİHA 2015 (6.SOHBET)


SOHBETİ MP3  DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/pDxChjThkW4QH





 

fatihasuresikelimemeali