FATIR(20.Sohbet)44-45.ayetler(son)

SOHBETİ DİNLE:



SOHBETİ DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/FN8zKzWnrZwst


FATIR 44:

أَوَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَكَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعْجِزَهُ مِن شَيْءٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ إِنَّهُ كَانَ عَلِيمًا قَدِيرًا

E ve lem yesîrû fîl ardı fe yanzurû keyfe kâne âkıbetullezîne min kablihim ve kânû eşedde minhum kuvveten, ve mâ kânallâhu lî yu’cizehu min şey’in fîs semâvâti ve lâ fîl ardı, innehu kâne alîmen kadîrâ( kadîran).

1. e : mı
2 (e lem yenzurû) : ve gezmediler  (bakmadılar mı)
3. fî el ardı : yeryüzünde
4. fe : artık, böylece
5. yenzurû : bakarlar
6. keyfe : nasıl
7. kâne : oldu
8. âkıbetu : akıbet, son, sonuç
9. ellezîne : onlar
10 min kabli-him : onlardan önce
11 ve kânû : ve oldular, idiler
12 eşedde : daha çok, şiddetli
13 min-hum : onlardan
14 kuvveten : kuvvet, güç
15 ve mâ kâne : ve olmadı
16 allâhu : Allah
17 lî yu’cize-hu : onu aciz bırakacak
18 min şey’in : bir şey(den)
19 fî es semâvâti : semalarda, göklerde
2 ve lâ fî el ardı : ve arzda, yeryüzünde yoktur
21 inne-hu : muhakkak o
22 kâne : oldu
23 alîmen : en iyi bilen
24 kadîren : kaadir olan, gücü yeten

“Yeryüzünde dolaşıp, onlardan öncekilerin akıbeti (sonu) nasıl oldu bakmadılar mı? Ve onlardan daha çok kuvvetliydiler. Göklerde ve yerde Allah’ı aciz bırakacak (hiç)bir şey yoktur. Muhakkak ki O, en iyi bilendir, (herşeye) kaadirdir.”


FATIR 45:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَى ظَهْرِهَا مِن دَابَّةٍ وَلَكِن يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِعِبَادِهِ بَصِيرًا

Ve lev yuâhızullâhun nâse bimâ kesebû mâ terake alâ zahrihâ min dâbbetin, ve lâkin yuahhıruhum ilâ ecelin musemmâ(musemmen), fe izâ câe eceluhum fe innallâhe kâne bi ibâdihî basîrâ(basîran).

1. ve lev : ve eğer, şâyet
2. yûâhızu : muaheze eder, sorgular
3. allâhu : Allah
4. en nâse : insanlar
5. bi-mâ : sebebiyle
6. kesebû : kazandılar
7. mâ tereke : terketmedi, bırakmadı
8. alâ zahri-hâ : onun sırtında, onun üstünde
9. min dâbbetin : bir dabbe, yürüyen bir canlı
10 ve lâkin : ve lâkin
11 yûahhıru-hum : onları tehir eder, erteler
12 ilâ ecelin : bir zamana kadar
13 musemmen : isimlendirilmiş, belirlenmiş
14 fe : artık, fakat
15 izâ : o zaman
16 câe : geldi
17 ecelu-hum : onların eceli, onların zamanının sonu
18 fe : o zaman
19 innallâhe (inne allâhe) : muhakkak ki Allah
2 kâne : odu, idi
21 bi ibâdi-hi : onun kullarını, kullarını
22 basîren : gören

” Ve eğer Allah insanları, kazandıkları şeyler sebebiyle muaheze etseydi (sorgulasaydı), onun üstünde (yeryüzünde) dabbe (yürüyen bir canlı) bırakmazdı. Ve lâkin belirlenmiş bir zamana kadar onları tehir eder (erteler). Fakat onların ecelleri geldiği zaman (hesaba çeker). Muhakkak ki Allah, kullarını görendir.”

 

FATIR (19.Sohbet) 41-42-43.ayetler

SOHBETİ DİNLE:


DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/gQyD2nPdrRg2q

 


FATIR 41:

إِنَّ اللَّهَ يُمْسِكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ أَن تَزُولَا

وَلَئِن زَالَتَا إِنْ أَمْسَكَهُمَا مِنْ أَحَدٍ مِّن بَعْدِهِ

إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

İnnallâhe yumsikus semâvâti vel arda en tezûlâ, ve le in zâletâ in emsekehumâ min ehadin min ba’dihî, innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûran).

1. inne allâhe : muhakkak ki Allah
2. yumsiku : tutar
3. es semâvâti : samalar, gökler
4. ve el arda : ve arz, yeryüzü, yer
5. en tezûlâ : (ikisinin) zail olması, helâk olması, yok olması
6. ve le : ve elbette, mutlaka, gerçekten
7. in zâletâ : eğer (ikisi) zail olursa (yok olursa)
8. in : sadece
9. emseke-humâ : o ikisini tutar
10 min ehadin : birisi
11 min ba’di-hi : ondan sonra
12 inne-hu : muhakkak o
13 kâne : idi, oldu
14 halîmen : halîm
15 gafûran : gafur, mağfiret eden, günahları sevaba çeviren

 Muhakkak ki Allah, gökleri ve yeri, zail olurlar diye (zail olmaması için) tutuyor. Gerçekten ikisi de zail olurlarsa (yok olurlarsa), ondan sonra, o ikisini (gökleri ve yeri) O’ndan (Allah’tan) başka tutacak (yoktur). Muhakkak ki O; Halîm’dir, Gafûr’dur .


FATIR 42:

وَأَقْسَمُوا بِاللَّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَئِن جَاءهُمْ نَذِيرٌ لَّيَكُونُنَّ أَهْدَى مِنْ إِحْدَى الْأُمَمِ

فَلَمَّا جَاءهُمْ نَذِيرٌ مَّا زَادَهُمْ إِلَّا نُفُورًا

Ve aksemû billâhi cehde eymânihim le in câehum nezîrun le yekûnunne ehdâ min ihdâl umemi, fe lemmâ câehum nezîrun mâ zâdehum illâ nufûrâ(nufûran).

1. ve aksemû : ve kasem ettiler
2. billâhi (bi allâhi) : Allah’a
3. cehde : cehd ederek, kuvvetli olarak
4. eymâni-him : oların yeminleri
5. le : elbette, mutlaka, gerçekten
6. in : eğer
7. câe-hum : onlara geldi
8. nezîrun : nezir, uyarıcı
9. le yekûnunne : mutlaka olurlar
10 ehdâ : en çok hidayete eren
11 min : den
12 ihdâ : ahed, bir
13 el umemi : ümmetler
14 fe : fakat
15 lemmâ : olduğu zaman
16 câe-hum : onlara geldi
17 nezîrun : nezir, uyarıcı
18 mâ zâde-hum : onlara artırmadı
19 illâ : den başka
2 nufûran : nefret

Ve Allah’a en kuvvetli yeminleri ile kasem ettiler. Eğer gerçekten onlara nezir gelirse, mutlaka en çok hidayete eren ümmetlerden biri olacaklarına. Fakat (bu), onlara nezir (uyarıcı) geldiği zaman onların nefretlerinden başka bir şeyi artırmadı.


FATIR 43:

اسْتِكْبَارًا فِي الْأَرْضِ    وَمَكْرَ السَّيِّئِ وَلَا يَحِيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ إِلَّا بِأَهْلِهِ

فَهَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا سُنَّتَ الْأَوَّلِينَ

فَلَن تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَبْدِيلًا

وَلَن تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَحْوِيلًا

İstikbâran fîl ardı ve mekres seyyii, ve lâ yahîkul mekrus seyyiu illâ bi ehlihî, fe hel yanzurûne illâ sunnetel evvelîn(evvelîne), fe len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ(tebdîlen), ve len tecide li sunnetillâhi tahvîlâ(tahvîlen).

1. istikbâren : büyüklenerek, kibirlenerek kötülük düzenlediler
2. fî el ardı : arzda, yeryüzünde
3. ve mekre es seyyii : ve kötülük düzeni, kötü hile
4. ve lâ yahîku : ve isabet etmez, ulaşmaz
5. ve mekru es seyyii : ve kötülük düzeni, kötü hile
6. illâ : ancak, oysa
7. bi : … e
8. ehli-hi : onun sahibi
9. fe : artık, öyleyse
10 hel : mı, mi
11 yenzurûne : gözlüyorlar (bekliyorlar)
12 illâ : den başka
13 sunnete : sünnet, kanun
14 el evvelîne : evvelkiler
15 fe : artık, bundan sonra
16 len tecide : asla bulamazsın
17 li sunnetillâhi : Allah’ın sünnetinde
18 tebdîlen : bedel, değişiklik
19 ve len tecide : ve asla bulamazsın
2 li sunnetillâhi : Allah’ın sünnetinde
21 tahvîlen : tahvil, dönüşüm, değişme

Yeryüzünde kibirlendiler ve kötü hile düzenlediler. Oysa kötü hileler, sahibinden başkasına isabet etmez (ulaşmaz). Öyleyse onlar, evvelkilerin sünnetinden başkasını mı gözlüyorlar (bekliyorlar)? Halbuki Allah’ın sünnetinde asla bir tebdil (değişiklik) bulamazsın. Ve Allah’ın sünnetinde asla bir tahvil (değişme) bulamazsın.

FATIR (18.Sohbet)39-40.Ayetler

 

SOHBETİ DİNLE:


DİNLEMEK VE İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/agOKxyNgrFbvr


FATIR 39:

هُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلَائِفَ فِي الْأَرْضِ

      فَمَن كَفَرَ فَعَلَيْهِ كُفْرُهُ   وَلَا يَزِيدُ الْكَافِرِينَ كُفْرُهُمْ    عِندَ رَبِّهِمْ     إِلَّا مَقْتًا

   وَلَا يَزِيدُ الْكَافِرِينَ كُفْرُهُمْ إِلَّا خَسَارًا

Huvellezî cealekum halâife fîl ardı, fe men kefere fe aleyhi kufruhu, ve lâ yezîdul kâfirîne kufruhum inde rabbihim illâ maktâ(makten), ve lâ yezîdul kâfirîne kufruhum illâ hasârâ(hasâran).

1. huve : o
2. ellezî : ki o
3. ceale-kum : sizi kıldı
4. halâife : halifeler
5. fî el ardı : yeryüzünde
6. fe : artık, o taktirde, o zaman
7. men : kim
8. kefere : inkâr etti
9. fe : artık, o taktirde, o zaman
10 aleyhi : onun üzerine
11 kufru-hu : onun küfrü
12 ve lâ yezîdu : ve artırmaz
13 el kâfirîne : kâfirler
14 kufru-hum : onların küfrü
15 inde : yanında, huzurunda
16 rabbi-him : onların Rabbi
17 illâ : ancak, den başka
18 makten : gazap, kızgınlık, öfke
19 ve lâ yezîdu : ve artırmaz
2 el kâfirîne : kâfirler
21 kufru-hum : onların küfürleri
22 illâ : ancak, den başka
23 hasâren : hasar, zarar ziyan

“Sizi yeryüzünde halifeler kılan O’dur. Artık kim inkâr ederse, o zaman onun küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlere küfürleri, Rab’lerinin huzurunda, gazaptan başka bir şey artırmaz ve kâfirlere küfürleri, hasardan (ziyandan) başka bir şey artırmaz.”


FATIR 40:

قُلْ   أَرَأَيْتُمْ شُرَكَاءكُمُ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ

    أَرُونِي   مَاذَا خَلَقُوا مِنَ الْأَرْضِ

أَمْ لَهُمْ شِرْكٌ فِي السَّمَاوَاتِ

    أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا فَهُمْ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّنْهُ

بَلْ     إِن يَعِدُ الظَّالِمُونَ بَعْضُهُم بَعْضًا إِلَّا غُرُورًا

Kul e raeytum şurakâekumullezîne ted’ûne min dûnillâhi, erûnî mâzâ halakû minel ardı em lehum şirkun fîs semâvât(semâvâti), em âteynâhum kitâben fe hum alâ beyyinetin minhu, bel in yaıduz zâlimûne ba’duhum ba’dan illâ gurûrâ(gurûran).

1. kul : de, söyle
2. e reeytum : siz gördünüz mü
3. şurekâe-kum : sizin ortaklarınız
4. ellezîne : ki onlar
5. ted’ûne : tapıyorsunuz/dua ediyorsunuz/çağırıyorsunuz
6. min dûni allâhi : Allah’tan başka
7. erû-nî : bana gösterin
8. mâzâ : ne, neyi
9. halakû : halkettiler, yarattılar
10 min el ardı : yerden, topraktan
11 em : yoksa, veya (öyle) mi
12 lehum : onların vardır
13 şirkun : şirk, ortaklık
14 fî es semâvâti : semalarda, göklerde
15 em : yoksa, veya
16 âteynâ-hum : onlara verdik
17 kitâben : kitap
18 fe : artık, öyleki
19 hum : onlar
2 alâ beyyinetin : beyyine üzerinde, delil üzerinde
21 min-hu : ondan
22 bel : hayır
23 in : eğer, sadece, ancak
24 yaıdu : vaadediyorlar
25 ez zâlimûne : zalimler, zulmedenler
26 ba’du-hum ba’dan : onların bir kısmı bir kısmına, birbirlerine
27 illâ

 

: ancak, sadece, den başka  (sadece, ancak)
28 gurûran : aldatma, aldatıcı şeyler

De ki: “Allah’tan başka taptığınız /çağırdığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin! Yerden  ne halkettiler (yarattılar). Veya onların göklerde ortakları mı var? Yoksa onlara kitap mı verdik de onlar, ondan (o kitaptan) bir beyyine (delil) üzerindeler mi (üzerinde mi oldular)? Hayır, zalimler sadece birbirlerine aldatıcı şeyler vaadederler.”

 

FATIR (17.Sohbet)36-37-38.Ayetler

SOHBETİ DİNLE:



İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/dTbA8dj1r59q2

 


FATIR 36:

وَالَّذِينَ كَفَرُوا لَهُمْ نَارُ جَهَنَّمَ لَا يُقْضَى عَلَيْهِمْ فَيَمُوتُوا وَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُم مِّنْ عَذَابِهَا كَذَلِكَ نَجْزِي كُلَّ كَفُورٍ

Vellezîne keferû lehum nâru cehennem(cehenneme), lâ yukdâ aleyhim fe yemûtû ve lâ yuhaffefu anhum min azâbihâ, kezâlike neczî kulle kefûr(kefûrin).

1. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
2. keferû : inkâr ettiler
3. lehum : onların, onlar için vardır
4. nâru : ateş
5. cehenneme : cehennem
6. lâ yukdâ : kada edilmez, karar verilmez
7. aleyhim : onlara, onlar için
8. fe : böylece
9. yemûtû : ölsünler
10 ve lâ yuhaffefu : ve hafifletilmez
11 an-hum : onlardan
12 min azâbi-hâ : onun azabından
13 kezâlike : işte böyle
14 neczî : cezalandırırız
15 kulle : hepsi, bütün
16 kefûrin : nankör olanlar

Ve inkâr edenler .Onlar için cehennem ateşi vardır. Onlar için karar/hüküm verilmez ki ölsünler ve onun azabı, onlardan hafifletilmez. İşte Biz, bütün inkâr edenleri böyle cezalandırırız.


FATIR 37:

وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ فِيهَا رَبَّنَا أَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُم مَّا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَن تَذَكَّرَ وَجَاءكُمُ النَّذِيرُ فَذُوقُوا فَمَا لِلظَّالِمِينَ مِن نَّصِيرٍ

Ve hum yastarihûne fîhâ, rabbenâ ahricnâ na’mel sâlihan gayrallezî kunnâ na’mel(na’melu), e ve lem nuammirkum mâ yetezekkeru fîhi men tezekkere ve câekumun nezîr(nezîru), fe zûkû fe mâ liz zâlimîne min nasîr(nasîrin).

1. ve hum : ve onlar
2. yastarihûne : feryat ederler
3. fî-hâ : orada
4. rabbe-nâ : bizim Rabbimiz
5. ahric-nâ : bizi çıkar
6. na’mel el sâlihan : biz salih amel yapalım
7. gayre ellezî : ondan başka
8. kun-nâ na’melu : biz yapmış olduk
9. e : mi
10 ve lem nuammir-kum : ve size ömür vermedik
11 mâ yetezekkeru : tezekkür edebileceğiniz şey
12 fî-hi : orada
13 men tezekkere : tezekkür edecek kimse
14 ve câe-kum : ve size geldi
15 en nezîru : nezir, uyarıcı
16 fe zûkû : o zaman tadın
17 fe mâ : o zaman, artık yoktur
18 li ez zâlimîne : zalimler için
19 min nasîrin : (yardımcılardan) bir yardımcı

Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz bizi (buradan) çıkar, yapmış olduklarımızdan başka (amel) salih amel yapalım.” Size orada (dünyada), tezekkür etmek isteyen kimsenin, tezekkür etmesine yetecek kadar bir ömür vermedik mi? Size nezir gelmedi mi? O halde (azabı) tadın. Artık zalimler için bir yardımcı yoktur.


FATIR 38:

إِنَّ اللَّهَ عَالِمُ غَيْبِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

İnnallâhe âlimu gaybis semâvâti vel ard(ardı), innehu alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

1. inne allâhe : muhakkak ki Allah
2. âlimu : bilen
3. gaybi : gayb
4. es semâvâti : semalar, gökler
5. ve el ardı : ve arz, yeryüzü, yer
6. innehu : muhakkak ki o
7. alîmun : en iyi bilen
8. bi zâti : sahip
9. es sudûri : sine, göğüs

Muhakkak ki Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Muhakkak ki O, sinelerde olanı en iyi bilendir.

FATIR(16.SOHBET) 34-35.Ayetler

 :SOHBETİ DİNLE



SOHBETİ İNDİRMEK VEYA MP3 OLARAK DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK

https://yadi.sk/d/63sDY8Xtqt8gj


 

FATIR 35

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ

Ve kâlûl hamdu lillâhillezî ezhebe annâl hazen(hazene), inne rabbenâ le gafûrun şekûr(şekûrun).

1. ve kâlû : ve dediler
2. el hamdu : hamd
3. li allâhi : Allah’a
4. ellezî : ki o
5. ezhebe : giderdi
6. an-nâ : bizden
7. el hazene : hüzün, gam
8. inne : muhakkak ki
9. rabbe-nâ : bizim Rabbimiz
10 le : mutlaka, gerçekten
11 gafûrun : gafûr, mağfiret eden
12 şekûrun : şekûr, artıran

“Ve bizden hüznü gideren Allah’a hamdolsun, muhakkak ki Rabbimiz, gerçekten Gafûr’dur (mağfiret eden), Şekûr’dur (şükredilen/artıran).” dediler (derler).


FATIR 35:

الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ

Ellezî ehallenâ dârel mukâmeti min fadlihî, lâ yemessunâ fîhâ nasabun ve lâ yemessunâ fîhâ lugûb(lugûbun).

1. ellezî : o ki, ki o
2. ehalle-nâ : bizi yerleştirdi
3. dâre : yurt, diyar
4. el mukâmeti : ikâmet edilen yer, kalınacak yer
5. min fadli-hi : onun (kendi) fazlından
6. lâ yemessu-nâ : bize dokunmaz
7. fî-hâ : orada
8. nasabun : yorgunluk
9. ve lâ yemessu-nâ : ve bize dokunmaz
10 fî-hâ : orada
11 lugûbun : bir bıkkınlık ve usanç

Ki O, bizi fazlından kalınacak (ikâmet edilecek) bir yurda yerleştirdi. Orada bize bir yorgunluk dokunmaz ve orada bize bir bıkkınlık ve usanç dokunmaz.”

 

 

FATIR (15.Sohbet) 32-33.AYETLER

SOHBETİ DİNLE:




SOHBETİ İNDİRMEK VEYA MP3 DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/KCC-u9mnqhsdA


FATIR 32:

ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ وَمِنْهُم مُّقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ

Summe evresnâl kitâbellezînastafeynâ min ibâdinâ, fe minhum zâlimun li nefsihî, ve minhum muktesidun, ve minhum sâbikun bil hayrâti bi iznillâhi, zâlike huvel fadlul kebîr(kebîru).

1. summe : sonra
2. evresne : varis kıldık
3. el kitâbe : kitap
4. ellezîne : onlar
5. astafeynâ : biz seçtik
6. min ibâdi-nâ : (bizim) kullarımızdan
7. fe min-hum : böylece onlardan
8. zâlimun : zulmeden
9. li nefsi-hi : kendi nefsine
10 ve min-hum : ve onlardan
11 muktesidun : orta yol, orta hal
12 ve min-hum : ve onlardan
13 sâbikun : hayırlarda yarışanlar, öne geçenler
14 bi el hayrâti : hayırlarda
15 bi izni allâhi : Allah’ın izni ile
16 zâlike : işte bu
17 huve : o
18 el fadlu : fazl
19 el kebîru : büyük

Sonra kullarımızdan seçtiklerimizi kitaba varis kıldık. Böylece onlardan bir kısmı nefsine zulmedicidir, onlardan bir kısmı muktesittir. Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayırlarda yarışanlardır. İşte o ki o, büyük fazıldır.


FATIR 33:

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ

Cennâtu adnin yedhulûnehâ yuhallevne fîhâ min esâvire min zehebin ve lu’luen, ve libâsuhum fîhâ harîr(harîrun).

1. cennâtu : cennetler
2. adnin : adn
3. yedhulûne-hâ : ona girerler
4. yuhallevne : süslenirler, takarlar
5. fî-hâ : orada
6. min esâvire : bileziklerden
7. min zehebin : altın’dan
8. ve lu’luen : ve inciler
9. ve li bâsu-hum : ve onların elbiseleri
10 fî-hâ : orada
11 harîrun : ipek

(Onlar), adn cennetlerine girerler. Orada altından bilezikler ve inciler takarlar. Ve orada onların elbiseleri ipektir.

 

FATIR (14.Sohbet) 29-30-31.ayetler#

SOHBETİ DİNLE:

SOSYAL MEDYADA DOLAŞAN BU MESAJLA İLGİLİ( aslı var mı, doğru mu? ) YORUMUMUZ:

Mesajın aslı:

“Selam bu gece herkes ne dua etse kabul olur çünkü bu gece ay Kabe’yi tavaf ediyor.
Bu mesaji herkese gönderin mahrum kalmasınlar.
“ربی من کل ذنب واتوب الیک”
Bu gece Fatr suresinin 29 ve 30. ayetleri ki nazil sebebleri berekettir.
بِسمِ اللّهِ الرَّحمنِ الرَّحِيم
إِنَّ الَّذِینَ یَتْلُونَ کِتَابَ اللَّهِ وَأَقَامُوا الصَّلاةَ وَأَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلانِیَةً یَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ ﴿٢٩﴾
لِیُوَفِّیَهُمْ أُجُورَهُمْ وَیَزِیدَهُمْ مِنْ فَضْلِهِ إِنَّهُ غَفُورٌ شَکُورٌ( ۳۰)
سُبحانَ الله يا فارِجَ الهَمّ وَ يا کاشِفَ الغَمّ فَرِّج هَـمّی وَ يَسّر اَمری وَ ارحِم ضَعفی وَ قِلَـّةَ حيلَتی وَ ارزُقنی حَيثَ لا اَحتَسِب يا رَبَّ العالَمين.
Hazreti Muhammed (saa) buyurdular ki: Her kim bu duayı insanlar arasında dağıtırsa derdi deva bulur üzüntü gamı hallolur.
İltimasi dua. Sizde bu duayı benim gibi gönderin.
Sadece bu gece”(!)


YORUMUMUZ:

1) AY Kabeyi tavaf etmez !

2) Mesajda “sadece bu gece” deniyor ama , bu mesaj uzun zamandır yılın her günü dolaştığı için mesajda kasdedilen “DUALARIN KABUL EDİLDİĞİ” ASIL GECE hangi gece olmuş oluyor ??!

Hadislerde hangi gecelerde yapılan duaların makbul olduğu açıkça beyan edilmektedir.(cuma geceleri, bayram geceleri, arefe gecesi, berat gecesi, kadir gecesi …).Lakin “Ayın kabeyi tavaf ettiği gece ” diye bir ifade yoktur.

3) Fatır suresinin 29.ayeti Medenî (yani Medine’de nazil olmuş) bir ayet ; 30.ayet ise surenin diğer ayetleri gibi Mekkî (yani Mekke’de nazil olmuş) bir ayettir. Dolayısıyla bu iki ayetin aynı gece nazil olmaları mümkün değildir.

4) 29.ve 30. ayetler birer dua ayeti değillerdir (aşağıda manasına bakın). Peygamber Efendimiz(sas)’in bu ayetlere dua demesi mümkün değildir.

5) Peygamber Efendimiz(sas)’in “Her kim bu duayı insanlar arasında dağıtırsa…” gibi ifadeleri, hadis alimlerince muteber görülmemektedir.

6) Bu gibi islami gibi gözüken feyk/ trol /kötü amaçlı mesajlarla – islami paylaşım heveslisi olan- müslümanlar, bazı kesimler tarafından kötü amaçlarına alet edilerek, tam olarak bilemediğimiz kötü fayda sağlanmasına vesile olmaktadırlar.

Müslümanların bu gibi paylaşım konularında ARTIK daha dikkatli olmaları gerekmektedir.

En iyisini Allah (c.c.) bilir.

Saygılarımızla

kuransohbeti.com


FATIR 29:

إِنَّ الَّذِينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللَّهِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَّن تَبُورَ

İnnellezîne yetlûne kitâballâhi ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirran ve alâniyeten yercûne ticâraten len tebûr.

1. Inne : muhakkak/ vurgulayark söylüyorum ki
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. yetlûne : okuyorlar, okurlar(tilavet)
4. kitâbe allâhi : Allah’ın kitabı(nı)
5. ve ekâmû es salâte : ve namazı ikame ettiler
6. ve enfekû : ve infâk ettiler
7. mimmâ (min mâ) : şeylerden
8. rezaknâ-hum : onları rızıklandırdık
9. sirren : sır, gizli olarak
10 ve alâniyeten : ve alenî, açık olarak
11 yercûne : ümit ederler, umarlar
12 ticâreten : ticaret, kazanç
13 len tebûre : asla kesilmeyecek olan, zarara uğramayacak

Şüphesiz ki Allah’ın Kitabı’nı okuyanlar, namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık İNFAK edenler, asla kesilmeyecek (devam edecek) bir ticaret ümit ederler.


FATIR 30:

لِيُوَفِّيَهُمْ أُجُورَهُمْ وَيَزِيدَهُم مِّن فَضْلِهِ إِنَّهُ غَفُورٌ شَكُورٌ

Li yuveffîyehum ucûrahum ve yezîdehum min fadlihi, innehu gafûrun şekûr.

1. li : için (ki)
2. yuveffîye-hum : onlara vefa edilir, ödenir
3. ucûre-hum : onların ecirleri, mükâfatları
4. ve yezîde-hum : ve (O) onlara artırır,ziyadeleştirir
5. min fadli-hi : kendi fazlından
6. inne-hu : muhakkak o
7. gafûrun : gafûr, mağfiret eden
8. şekûrun : şükredilen/artıran

Onların ecirleri (mükâfatları) onlara vefa edilir (ödenir). Ve (Allah), onlara fazlından artırır. Muhakkak ki O; Gafûr’dur (mağfiret eden), Şekûr’dur (şükredilen/artıran)


FATIR 31:

وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ هُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ إِنَّ اللَّهَ بِعِبَادِهِ لَخَبِيرٌ بَصِيرٌ

Vellezî evhaynâ ileyke minel kitâbi huvel hakku musaddikan limâ beyne yedeyhi, innallâhe bi ibâdihî le habîrun basîr.

1. ve ellezî : ve ki o
2. evhaynâ : vahyettik
3. ileyke : sana
4. min el kitâbi : kitaptan
5. huve : o
6. el hakku : haktır
7. musaddikan : tasdik eden
8. limâ : şeyleri
9. beyne : arasındaki
10 yedeyhi : elleri
11 inne allâhe : muhakkak ki Allah
12 bi ibâdi-hi : onun kulları
13 le : mutlaka, gerçekten
14 habîrun : haberdar olan
15 basîrun : gören

Ve sana kitaptan vahyettiğimiz, onların ellerindekini tasdik edici olarak haktır. Muhakkak ki Allah, kullarından mutlaka haberdar olandır, (onları) görendir.


SOHBETİN YAZILI METNİ :

Fatır Suresi 14. Sohbet 30. Ayetten itibaren

Evet, arkadaşlar Fatır Suresine 30. Ayetten itibaren devam edeceğiz.

Fakat âdetimiz üzere, kopukluk olmasın diye 29 ayetten biraz alarak devam edeceğiz. Zaten sohbetin son kısmı biraz yarım kalmıştı gibi geldi bana, devam edelim inşallah.

Allahu Teâlâ, yukarıdaki ayetlerden itibaren geldiğimiz de, yaratmasında ki çeşitlilikten bahsediyordu. Muhtelif renklerde olan meyvelerden, dağ yollarından, insanlardan, hayvanlardan, en’amlardan bahsediyordu.

Daha sonrada burada ilme işaret olması bakımından “Allah’tan ancak -hakkıyla- kullarından âlim olanlar korkar” diyerek de; İlim, ilme verilen değer ve bunun Allah sevgisine, haşyetine giden yoldan bahsederek bir anlamda da burada bir ilme teşvik vardı.

Allah “Aziz ve Gafur’dur” derken de; Gafur olmasını, affediciliğini, Aziz’liğini anlayan ve tasdik edenlere nasip ediyordu. Başka bir ifade ile Allah’ın mağfiret etmesi de azizliğinin bir sonucu… Bu bağlamda da devam edersek…

İlk ayete geçtik şimdi

“İnnellezîne yetlûne kitâballâhi”

“Allah’ın kitabını okuyanlar”

İlk sırada Allah’ın kitabı vardı.

2.sırada “Ve egâmus sâlâte” “Namazı dosdoğru kılarak ikame edenler”
“Kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâr hak yolunda sarf edenler.

İşte onlar asla zarar etmeyecekleri bir ticareti ümit edebilirler.” Diyordu

Burada birinci sırada Allah’ın kitabı vardı. Ancak namaz ondan sonraydı. Bir işaret gördüm bir tefsir kitabında, cahil bir insanda sıdkıyetle Allah’a kulluk edebilir. Hiç ilmi olmayanın kitap okuması mümkün olmayacağı için burada da

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” ayetine işaret ederek de Kuran’ın tilavetine bir vurgu var burada.

Yani Kuran’ı hiç bilmeyen okuyabilir mi?

Allah’a sıdkıyetle ihlas tabi ki çok önemli ama bu ihlas ile beraber Allah’ın kitabını okuyabilmek içinde bir ilim gerekiyor.

Buradaki tilavet biliyorsunuz. Herhangi bir okuma değil dura dura, üzerinde dura dura düşüne düşüne okumak olduğunu hatırlatırım. Bunun ilk sırada gelmiş olması da

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” bir öncekinde ise

“Allah’tan hakkıyla ancak kullarından âlimler korkar” diyerek te bu aliliği Kuran’la beraber baktığımızda Kuran’ın ilim açısında âlim olmak açısından, bilerek Allah’a kulluk etmek açısından ne kadar değerli olduğunu anlıyoruz.

“Salat”, namaz küçümsemiyorum haşa sadece sıralamadaki, tertipteki vurgusunu yapıyorum. Salat daha sonra gelmiş.

Fakat bu da yetmiyor. “İnfak ederler” diyor onlar.

Neden infak ederler? O şeyden ki “Biz onları rızıklandırdık”

Bakın mallarından da demiyor. İlginç bir ifade var burada. Bizim rızık olarak verdiğimiz şeyler derken “Razagnâ” diyor. Orda na zamiri gelmiş. Demek ki biz veriyoruz diyor rızkı. Yani sahibi biziz, biz veriyoruz. “Bizim verdiğimiz rızıktan verirler” diyor.

Okumaya devam et

FATIR (13.Sohbet) 28-29. ayetler#

SOHBETİ DİNLE:


MP3 OLARAK İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/HlmEN9KmqLgMS


FATIR 28:

وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْأَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ كَذَلِكَ إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاء إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ غَفُورٌ

Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhu kezâlike, innemâ yahşâllâhe min ibâdihil ulemâu, innallâhe azîzun gafûr(gafûrun).

1. ve min en nâsi : ve insanlardan
2. ve ed devâbbi : ve DABBE’ler
3. ve el en’âmi : ve hayvanlar
4. muhtelifun : muhtelif, çeşitli
5. elvânu-hu : onun renkleri
6. kezâlike : işte böyle
7. innemâ : sadece, ancak
8. yahşâAllâhe : Allah’a (karşı) huşû duyarlar
9. min ibâdi-hi : kullarından
10 el ulemâu : âlimler
11 inne allâhe : muhakkak Allah
12 azîzun : üstün ve güçlü olan
13 gafûrun : gafûr, mağfiret eden, günahları sevaba çeviren

Ve bunun gibi insanlardan, DABBE’LERDEN, ENAM’DAN da çeşitli renkte olanlar vardır. Ancak kullarından ulema (âlimler), Allah’a karşı HAŞYET duyar. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir (üstün, yüce), Gafûr’dur (mağfiret eden).


FATIR 29:

إِنَّ الَّذِينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللَّهِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَّن تَبُورَ

İnnellezîne yetlûne kitâballâhi ve ekâmûs salâte ve enfekû mimmâ razaknâhum sirran ve alâniyeten yercûne ticâraten len tebûr(tebûre).

1. Inne : muhakkak
2. ellezîne : o kimseler, onlar
3. yetlûne : okuyorlar, okurlar
4. kitâbe allâhi : Allah’ın kitabı
5. ve ekâmû es salâte : ve namazı ikame ettiler
6. ve enfekû : ve infâk ettiler
7. mimmâ (min mâ) : şeylerden
8. rezaknâ-hum : onları rızıklandırdık
9. sirren : sır, gizli olarak
10 ve alâniyeten : ve alenî, açık olarak
11 yercûne : ümit ederler, umarlar
12 ticâreten : ticaret, kazanç
13 len tebûre : asla kesilmeyecek olan, devam edecek olan

Muhakkak ki Allah’ın Kitabı’nı okuyanlar, namazı ikame edenler, onları rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk edenler, asla kesilmeyecek (devam edecek) bir ticaret (kazanç) ümit ederler.


 SOHBETİN YAZILI METNİ:

FATIR  (13. SOHBET) 28. Ayetten itibaren

Geçen hafta 27. Ayeti işlemiştik. 27. Ve 28. Ayetler bağlantılı. Benzer durumlar var. Tekrar baştan gelerek gidelim.

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ”

“Görmedin mi ki? Allah suyu gökten indirdi.” Burada bir vurgu vardı hatırlarsanız.

“Elem tera” “Görmüyor musun, bakmıyor musun, dikkat etmiyor musun yani neden böyle aleni gelişi güzel davranıyorsun? ” Bütün insanlara hitap.

“Ennallâhe” “Allah, Allah başkası değil” yani doğa olayı değil, meteorolojik olay değil. Bizzat Allah indiriyor.

Neyi indiriyor? Suyu indiriyor.

Rabbim burada yağmur bile demiyor. Suyu indiriyor diyor.

Bir de nereden indiriyor? Gökten indiriyor.

Yani burada Arapça hocamla da konuştum. Gökten bile suyu indiriyor. Yani biz yerlerde, akarsularda denizlerde görüyoruz ama bak suyu gökten bile indiriyor.

Yani boşluk, onun içerisinde boş gibi duran bulutlar var. Hacmi yok değil mi? Oradan indiriyor.

Burada çok çok güzel vurgular var.

Ve de “Enzele” “indiriyor”.

İkram şeklinde indiriyor. Ayette neler vardı?

“Feahracnâ bihî semerâtim muhtelifen elvânuhâ”

“Su arza düştükten sonrada onunla ürünleri, meyveleri çıkarıyoruz.” Biz çıkarıyoruz artık sistematiğe giriyor. Sünnetullaha, belirli kanunlara geliyor biz derken de. “semerat” meyve bile demiyor. Faydalanılacak şey bir işin semeresini, faydasını, karını görmek. Hatta çocuklar içinde bu kelime kullanılıyor. Burada övgü var meyvelere değer açısından bir övgü. Ama renkleri de muhtelif muhtelif, tek renkte değil çeşitli renklerde de var.

Burada da aslında bunun güneşle ilgili alakalı kısmı da var. Güneşe değil de suya vurgu yapılması da, suyun daha ulvi, daha değerli bir nesne olduğuyla ilgili.

Burada da şunu söylemek istiyorum. Münir Derman hocanın suyu üç ciltte işlediği kitap serisi var. Tavsiye derim. Onun bir ifadesi var.

“İnsan, Allah ile peygamber arasındadır. İnsanla da Allah arasında su vardır.” Diyor.

Yani burada abdeste dikkat edin diyor. Abdest temizlik değildir yani.

Mesela Hz Ali diyor ya:” Abdest temizlik olsaydı mesh’in ayağın altına vurulması lazımdı, ama ayağın üstüne vuruluyor.”

İşte suyla beraber Allah’a yakınlaşmanın sembolik bir ifadesi.

Yani su olağanüstü bir şey. Size ilginç gelmiyor mu?

Rengi yok. kokusu yok. tadi yok. Belirli bir şekli yok. Neye koyarsan onun şeklini alıyor.

Bir niceliği, niteliği olmasına rağmen karşıya bakıyorsun, karşıyı gösteriyor.

Şeffaf içinde bir sürü atom var, molekül var ama şeffaf. Canlılığın sembolü. Sanki bu dünyadan değil gibi.

Ama geçen hafta konuştuk yukarının da yukarısında ifadesi vardı.

Güneşe nispetle suyun vurgusunu bu ayetin derinlerinden, direkt değil de anlıyoruz.

Aynı bunun gibi “Ve minel cibâli cudedum” “Dağlardan yollar” nasıl yollar,

“Bîduv ve humrum muhtelifun elvânuhâ ve ğarâbîbu sûd. “

“Beyaz ve kırmızı renkleri muhtelif yollar da var. ve de çok koyu renklerde (kuzguni siyah deniyor.) simsiyah “

Bunu hatırlarsanız uzaktan bakıldığında dağların muhtelif kırmızı, beyaz, siyahlı yolların olmasını zahiren söylemiştik.

Birde şunu ilave edelim. Mermerlere baktığımızda özellikle cilalanmış mermerlere, muhtelif renklerde damarlar var bu da kastediliyor olabilir. Çünkü hayvanın sırtındaki o çizgilere de buradaki ifadesi ile cüded deniyormuş.

Mermerlerde de aynı şekilde çizgiler var. Ya da o travertenlerin üzerindekini çağrıştırdı.

Bir de ne demiştik? Allah’a giden yollar, herkesin fıtratınca gittiği yollar var. Bunları da muhtelif renkte yollarla endekslemiştik.

  1. ayette bunun devamı gibi.

“وَمِنَ النَّاسِ وَالدَّوَابِّ وَالْاَنْعَامِ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ كَذٰلِكَ اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا اِنَّ اللّٰهَ عَزٖيزٌ غَفُورٌ “

“Ve minen nâsi ved devâbbi vel en’âmi muhtelifun elvânuhû kezâlik, innemâ yahşallâhe min ıbâdihil ulemâé’, innallâhe azîzun ğafûr.”

“İnsanlardan da, hayvanlardan da öyle, enamlardan da öyle, muhtelif renklerde aynı benzer şekilde, Allah’tan ancak âlimler korkar. Allah azizdir, gafurdur.”

Nasıl ki rengârenk, muhtelif renklerde meyveler var. Bırakın onu dağdan taştan yollardan da öyle muhtelif var. Aynı şekilde insanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da aynı bu şekilde muhtelif renklerde olanlar var.

Şimdi zahiri manaya bakarsak; insanların ten renkleri de farklı farklı. Beyaz ırk var,siyah ırk var, kızıl ırk var, beyaz ırk var. İnsan tenlerinde de böyle ciddi farklılıklar var.

Aynı şekilde hayvanlardan da (genel anlamıyla “Devabbi”’nin çoğulu), birde “En’âm” denilen de var.

“En’âm” nedir?

Süreside var biliyorsunuz. Nimet kelimesinin çoğulu bu. Nimet ten nimetlenilen, faydalanılan hayvanlar anlamına geliyor. Yani davarlar, koyun, keçi sınıfında olanlar. Yani kurban edilenler.

Mesela at bu sınıftan sayılmıyor. İnsana faydası var ama at eşek, katır gibi hayvanlar her ne kadar insana faydası olsa da bu sınıftan sayılmıyor.

“Muhtelifun elvânuhû kezâlik” “aynı bu şekilde onlarda da renkler var.”

Şimdi “kezâlik” kelimesi ne demek?

Türkçede de buna benzer kullanımlar var. Benzer şekilde demek.

Şimdi demek ki benzerliği yukarıya atfediliyor. Bir zahiren bunu anladık zaten çeşit çeşit Allahu Teâlâ tek çeşit yaratmıyor.

Bir yerde okumuştum. Allahu Teâlâ elmayı bir çeşit olarak yaratmakla kalmamış, elmanın da 40 ayrı çeşidini yaratmış. Her çeşidinde yine alacalı alacalı bir sürü renk var. Rabbim monoton yaratmıyor bir şeyi. Yarattığında da çeşitlilik veriyor ama öyle bir çeşitlilik veriyor ki ( başka bir ayette var) “sen iki meyveyi aynı görürsün, aynı dalda yetişir ama ikisinde de farklılık vardır.” Diyor.

Bırak onu değişik meyveleri falan.

Şimdi yukardan gelelim rızık, yenilenler, ağaçta yetişenler, sebzeler ayrılıyor. Meyvelerin birçok çeşidi var. Mesela elma diyelim. Elmanın birçok çeşidi var. Geliyorsun; Teferruat teferruat, aynı dalda iki tane elma yetişiyor. Biri farklı, diğeri farklı. Hatta onu bırak elmanın bir kısmı, güneş gelen kısmı farklı, görmeyen kısmı farklı.

Bu Allah’ın yaratma çeşitliliğini de gösteriyor.

Ne kadar insan varsa o kadar yol var demiştik ya. İşte” kezâlik” demesiyle beraber, onun manevi farklılığı gibi bunda da aynı şeyler var oluyor.

Bakın 3 e ayırmış insanlar, hayvanlar, davarlar diye.

Şimdi “Dâbbe” kelimesi Kuran’da çok geçiyor. Benimde ilgimi çekti on küsur yerde geçiyor. Biraz o dâbbe konusuna girmek istiyorum. Hani hayvanlar deniyor ama kuşlar buna dâhil değil.

Çünkü bakın En’âm Suresi 38. Ayette var. “Dâbbe” nin kökü debelenmektir( kımıldamak), ayaklarını vurarak yürümek manası da var ama en uygunu debelenmektir.

“Hem yerde debelenen hiçbir dâbbe yoktur ki, hem iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, (Bakın Rabbim bunu ayırmış) sizin gibi bir ümmet olmasınlar”

Yani burada rabbim debelenen hayvanlarla kuşları ayırmış. Demek ki kuşlar dâbbe sınıfına girmiyor.

Mesela başka meleklerle ilgili bir şey var. Melekler de hariç. Nahl Suresi (16,49) da der ki:

“hem göklerde ne var* yer de ne varsa hepsi Allah’a secde ederler. Gerek dâbbe kısmından olsun, gerekte, melaike. Bunlar kibirlenmezler.” Burada da Rabbim neyi ayırmış? Melekleri ayırmış

Bunu neden anlatıyorum? Dâbbe’ye canlı da diyorlar. Yani yine meleklerin bunun içerisinde olmadığının göstergesi.

Bunların iki anlamı var. Aslında bunda insanlar da hariç.  Neden?

İşte bu Ayet. Bakın Rabbim “İnsanlar, dâbbe’ler, en’am “ diye ayırmış.

Hatta koyun, keçi, sığır gibi hayvanlarda dâhil değil, görüyorsunuz bu Ayette rabbim ayırmış. dâbbe bunların dışında kalan özel bir sınıf.

Bu dâbbe ile ilgili başka bir şey çok ilginç konu. Hani kıyametin büyük alametleri arasında olanlar var. Duman çıkması gibi. Bir de dâbbetül arz denilen bir şey var. Kıyamete yakın bir şey çıkacak.

Neml suresi 82 Ayet’te var. “Söylenen başlarına geleceği vakitte, onlar için arzdan bir dâbbe çıkarırız da, insanların ayetlerimize inanmadıklarını kendilerine söyler.”

Konuşan bir mahlûkat. Biz bunun niteliğini bilmiyoruz. Ama işte Kuran Ayetlerinden eleyerek gittiğimizde bunun kuş sınıfından olmadığını, en’am denilen sınıftan olmadığını, insan olmadığını ve melek olmadığını anlıyoruz. Nereden anlıyoruz?

Rabbim Ayetlerde teferruatlı dâbbe’yi izah ettiği için buradan rahatlıkla anlayabiliyoruz.

Peki, dâbbe nasıl bir varlık?  Bununla ilgili olarak Nur Suresi 45. Ayet’te

“Hem Allah her dâbbe’yi bir sudan yarattı. Öyle iken kimisi (yani dâbbe’leri izah ediyor) karnı üstünde yürüyor. (yani sürünüyor. Sürüngenleri anlatıyor) kimisi iki ayak üzerinde yürüyor. Kimisi ise dört ayak üzerinde yürüyor. Allah ne dilerse yaratır. Hakikaten Allah her şeye kadirdir.”
Bakın burada sürüngenlerinde dâbbe’nin içinde olduğunu görüyoruz.

İki ayaklı yürüyenlerden ne var? İnsan olmadığına göre, maymunlar mesela, goriller, ayılarda mesela arada iki ayak üzerinde yürüyenler de bunlardan var.

Hatırlar mısınız?  Sebe Suresi 14. Ayet’te “ Sonrada vaktâ ki ona ölümü hükmettik. Kime? Hz. Süleyman’a. Onlara onun ölümünü sezdiren olmadı. Yalnız bir dâbbetül arz dayandığı asasını yiyordu bu sebeple yıkıldığı zaman ( Hz. Süleyman ölmüş kimsenin haberi yok. Emrindeki cinlerin de haberi yok. Bu sebeple o kurt denilen şey asayı yiyince yıkılıyor.) ki cinler gaybi biliyor olsalar o zilleti azap içinde bekleyip durmazlardı.”

Bakın burada da ifade ilginç. Dâbbe geçiyor. Yani ne olarak geçiyor? Dâbbetül arz olarak geçiyor. O kıyamet alameti olan şeyin içinde de dâbbetül arz geçiyor. Buradan biz neyi anlıyoruz?

 Rabbim direk olarak bir şeyi söylemiyor bazen ama Ayetlerin içerisinde o döngü içerisinde sırları var. Demek ki ben 2 sini birleştirdiğim de;

(Allahualem tabi benim yorumum hakikat bu olmayabilir. Hem de şunu da söylemek istiyorum. Ben burada bazı şeyleri iddialı söylüyor gibi oluyorum ama bunlar tamamıyla bana ait görüşler. Bunlar hak olmayabilir. Gerçek olmayabilir. Fakat tefekkür belirli ilim, düşünce Ayetlerin bir araya gelmesiyle bizde oluşan şeyler. Bunları paylaşıyorum. Ama asıl hak Allah’a aittir. Biz sadece isabet etmeye çalışıyoruz. Rabbim onu nasip etsin inşallah bunu da söylemeden geçmek istemedim.)

Tahminim bu tabi. O dâbbetül Arz’ın bir sürüngen tarzında olabileceğini işte ben bu Ayetlerden görüyorum. Yani o şekilde hissediyorum. Neden? Ağaç kurdu diyor. Diğer Ayette de dâbbe diyor. Diğer bir Ayette de sürünenlerden, karnı üzerinde sürünenlerden diyor. Tabi Allahu âlem. Ama onun muhteşemliğini düşünün. Kurt şeklinde, toprağın altında kaç metre büyüklüğünde, hangi devasada ve çıktığı zaman konuşan bir şey olduğu zaman, insanların nasıl bir şok içerisinde olacağını düşünün artık.

Bu dâbbe’yi bunun için anlatmak istedim.

En’am kelimesine gelelim şimdi. En’am da bakın hayvan olmasına rağmen, yani Allahu Teâlâ şöyle diyebilirdi insanlardan ve hayvanlardan diyebilirdi. Ama hayvanları dâbbe ve en’am olarak 2 ye ayırmış.

Bunun da sırrı şu arkadaşlar. Geçen hafta hatırlıyor musunuz? Her insan çeşidince, her insan sayısınca yol var demiştik ya. Bunu da neye bağlamıştık. Allahu Teâlâ’nın esmalarının her insanda farklı tecellileri var. Bu esmalar da renkler şeklinde tezahür ediyor. Sıtkatullah denilen Allah’ın boyası da bunun işaretiydi. Her insanda bu terkip farklı olduğu için bu kadar da farklı yol diyordu. “Kezalike” derken aynı bunun gibi insanların içerisinde de nefis var.

Şimdi burası biraz tasavvufun alanına giriyor. Bu nefislerinde hayvanlar suretinde tezahür ettiği ifade edilmiş. Hatta Abdülkadir Geylani Hazretleri ile ilgili birçok hikâye anlatır. Hani “nefsimi bir yılanın kabuğundan soyulmuş şeklinde içimden sıyrıldığını gördüm ve köpek şeklinde orda gördüm” diyor. Ve ona “seni bir daha içime almayacağım” dediğinde melekler ona diyor ki “al onu içine at biz seni onunla seviyoruz.” Diye.

Bu tasavvurlar manevi şeylerle ilgilenenler bilirler. Her insanda bu hayvan suretinde bir şey vardır. Ve onu terbiye etmeye ya da değiştirmeye çalışır.

İçinizdeki hayvan denilen bir konu bununla ilgili bir şeydi. İşte burada Allahu Teâlâ bunun 3 çeşidinin olduğunu söylüyor.

1 insan çok nadir. Yunus emre ne diyor: “Ölen hayvan imiş, insanlar ölmez” âşıklar ölmez diyor başka bir ifadeyle. Kabir kazıldığında da bazı insanlar diri biliyorsunuz hiç bozulmamış. Bununla alakası var. İşte onlar insanlar.

Birde nefsi hayvan olanlar var. Bunlarda 2 ye ayrılmış. Bir dâbbe olanlar var. Köpek, kedi gibi.

Birde insanlığa faydalı olan en’am denilen bir grup var. en’am nimet kökünden faydalanma kökünden, birde insanlığa faydalı olanlar bunlarda koyun gibi, keçi gibi kurban edilebilen hayvanlar.

İşte Rabbim burada tabi direk mana da değil, Surelerinde bunlara işaret ediyor. Ama bunlara kuş dâhil değil. Bazıları kuşları da dâhil ediyor. Hayır, kuşlar dâhil değil.

Yukarda bahsettik iki kanadı ile uçanları Rabbim bunlardan ayırmış. Ben bazen ilginç konuları da bunlarına katıyorum ki, bunlar tefsir kitaplarında çok bulunmuyor. Ama bunla renkleniyor. Rabbim Kuran’ın içerisine nice övgüler yaptı. Derininde ne manalarının olduğunun da, bunların da hakikat olduğunu bu kitaplarda görebiliyoruz. Hani böyle macera romanı gibi olsun diye değil de, bunla ilgilenen çok fazla insan var. Bu sohbet kayıtlarını dinleyen çok var. Onlara da hani Kuran’da bunların işaretleri olduğuyla ilgili bir mesaj olsun diye düşündüm.

“İnnemâ yahşallâhe min ıbâdihil ulemâé’”

“İnnema” “Ancak” demek. İnne ve kardeşleri diye Arapçada bir konu var bilirsiniz.

İsim cümlesinin önüne geliyor. Müpteda ve haberi böyle irabını değiştiriyor. Normalde biraz teknik olacak ama açıklamak durumundayım.

Müptedayla haberde merfu. İnne ve kardeşleri geldiği zaman, müptedanın ismi isim oluyor artık diğeri haber oluyor. İlk kısmı ismi nakıs oluyor. Diğeri yine merfu olarak kalıyor.

“İnnallahe” diyoruz mesela “İnnallahu” dememiz lazımken. Fakat ne “İnnema” geldiğinde bu sistem bozuluyor. Her ne kadar aynı gruptan da olsa aynı şekilde merfu (ötre) durumu devam ediyor.

“innema” nın manasal farklılığı da şu:

Kasr edatı deniyor buna. Yani anlamı daraltma. Tahdit ediyor, sınırlıyor. Yani genel bir mana var. Genel bir manayı sonraki gelen cümleye kasrediyor. Kısaltıyor.

“İnnema” “Ancak”

“Yahşallâhe” “Allah’tan korkarlar”

“Min ıbâdihil” “kullarından”

“Ulemâé” “ulema”

Yani “Kulları içerisinden Allah’tan layıkıyla (ancak)(bak kasrediyor şimdi anlamı daralttı.) ulemalar korkar. Yani âlimler korkar.”

Manayı şu şekilde etkiliyor bunun böyle olması.

Şöylede mana kurulabilirdi. Âlimler hiçbir şeyden korkmazlar. Sadece Allah’tan korkarlar da olabilirdi.

Fakat ulemanın sona gelmesi, kulları içerisinden Allah’tan en fazla âlimler korkar vurgusu var burada.

Rabbimde işte cümle övgülerini böyle yapmasıyla manaya derinlik katıyor.

“İnnallâhe azîzun ğafûr. “ şimdi neden (kullar arasında) Allah’tan hakkıyla ulemalar, âlimler korkuyor?

“Min ibadihi” derken de Allah’ın kulları. Bakın Allah’ın mahlûkatı, insanları falan başka bir ifade kullanılmıyor. Allah’ın kulları derken de yine özel bir grup var. Yani Allah’a iman etmiş, Allah’ı tasdik etmiş grup dersek buna. Bunların içerisinden bile Allah’ın nasip ettiği ilim ile ilimden faydalananların yine o özel gruba göre, Allah’tan daha fazla korktuğunun da göstergesi.

Yani hem insanlık olarak düşünülebilir. Ama birde özel bir grup olarak onun kulları demesine özgü olarak söylüyorum. O gruptan bile Allah’ın el-alim esması tecelli etmiş olanlarının daha fazla layıkıyla korktuğunun da alimler olduğunun göstergesi.

Geçen derslerden de konuşmuştuk. Eğer siz bir ilim alıyorsanız, her şekilde ilim alıyoruz. Bu ilim faydalı mı, değil mi? Bunun göstergesi Allah’a yaklaştırıyor mu? Birde içinizde haşyet duygusu oluşturuyor mu? Test edin. Ben dâhil herkes.

Eğer böyle oluyorsa işe yarıyor. Yoksa size faydası olmayan bir şey.

Mesela entropi denilen bir durum var.  Örneğin siz bir duraktasınız. O sırada insanlara yağmur yağıyor demeniz anlamsız. Bir fayda sağlamıyor. Karmaşıklığın gitmesi yolunda da bir faydası yok. Ona faydası olacak ve karmaşıklığı giderecek bir bilgi önemli. Bizde aynı şekilde Allah’ın yaratmış olduğu algı sistemi ile kulakla, gözle alıyoruz alıyoruz. Ne alıyoruz? Aslında Allah’ın ilminden alıyoruz. Bizde bir farklılık oluşturacak bir bilgi değerli.

Hani Allah’ın resulü diyor ya.

“Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.”

Derken de bu var birde ne var?

“onlar ki malayaniyi terk ederler” yani Allah’a yaklaştırıcı dışında her şey malayani kabul edilmiş. Malayani gibi gözüküp de Allah’a yaklaştırma konusunda fayda veriyorsa o malayani olmaz. Malayani gözüktüğü halde.

Bugün müzikle uğraşan, batı müziğiyle uğraşan o kadar çok insan var ki,  Allah’a yaklaşıyor onunla. O enstrümanı hangi amaçla kullandığına bağlı. Bunu da unutmayalım.

Tekrar söylüyorum başa dönecek olursak;

Bir ilim sizi Allah’a yaklaştırıyorsa, yani dinliyorsunuz, görüyorsunuz. Allah’a yaklaşma adına bir şey hissediyorsanız ya da bu ayetteki gibi de bir şekilde haşyet duygusu oluşturuyorsa. Yani Allah’a bir saygı ile korku, ürperti hali oluşturuyorsa faydalı.

Yani bu sohbeti birçok insan dinliyor. Yıllardan beride dinliyor. Bir düşünsün.

Sohbet olarak düşünmeyin Kuran ayetlerinin izahatı olarak düşünün. Sizde bir farklılık oluşturduysa güzel. Yoksa otobüs durağında bekleyen insanlara yağmur yağıyor denmesi gibi bir şey olur.

Burada ki özellikle vurgunun âlimlere olmasının sebebi de, nedir?

Yukarda Rabbim hep ilimle ilgili bilgiler veriyor. Suyun gökten inmesi, onunla muhtelif renklerin çıkması, rengin o kloroplastlarda oluşması, fotosentez olayı falan. Bunların hepsi o ilimin içerisinde olan şeyler. Bunları öğrenen kişi aman Allah’ım bu nasıl sistem deyip kendine gelmesi lazım.

Birde fazla ilim olması da gerekmiyor. Bakın ne diyor?

“suyun gökten indiğini görmüyor musun?” diyor.

Bunun için ilme gerek yok ki dağda ki çobanda ya Allah Allah bu suda gökten iniyor ne ilginç bir şey. Aman Yarabbi nasıl derse. O anlamda yine Allah’tan korkmasına vesile olacak bu.

Aman Yarabbi ne kadar davar yaratmışsın, inek yaratmışsın ne kadar çeşit çeşit yaratmışsın. Hiçbiri birbirine benzemiyor.

Şunu da söyleyeyim. Bir kar tanesi diğerine benzemiyor. Bakın sokağa yayılan şu kar tanesi kaç tane sayabilir misin? Hadi sen kendi çiziminle yap. Al kâğıt kalemi eline farklı farklı çiz. Bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlarsın.

Bir mahalleyi düşün, şehri düşün, bir dağı düşün kaç kat trilyon tane kar yağıyor. Ve kaç milyon yıldır yağıyor ve hiçbiri birbirine benzemiyor.

Çekirdek çitliyoruz ya. Üzerindeki çizgilere baktınız mı? Bir şey çağrıştırıyor mu size?

Barkod gibi. Biri diğerine benzemiyor. Yani zebralarda öyle, parmak izleri de öyle. Ben resimle biraz ilgilendim portre çalıştım.

Bir göz, iki göz, bir burun, bir ağız var mı başka bir şey? Kulaklarda var ama bereyi örtüyorsun yine insanı tanıyorsun.

Burun ameliyatı oluyor. Yine o kişiyi tanıyorsun. Yıllar sonra gördüğümüz çocukluk arkadaşlarımız bile tanıyabiliyoruz.

Gözlük, lens takılıyor yine de tanınıyor.

İki Çinli, iki ikiz kardeş birbirine benzemiyor. İşte Rabbim bu sima denilen şey ne ise bunda gizlidir. Her şey değişiyor ama sima değişmiyor.

Muhteşem farklılıklar oluşturmuş. Hadi insan bir nebze, penguenler birbirine benzemiyor. Bunların hepsi rabbimin ilmi. Bunları görmek için illa ki bilim adamı olmaya gerek yok. Üniversitelerde olmaya gerek yok. Dikkatli bakan bir göz bunları görür.

İşte “Elemtera” “görmüyor musun? Bakmıyor musun?” Derken de Rabbim bunu diyor.

Orda sadece bir misal veriyor. Suyun gökten indiğini görmüyor musun derken de bir şey var.

Allahu Teâlâ bize Rabbimizin ilmini anlamaya yönelik bakış nasip etsin.

Görmek Allah’a ait. Ben kulumla görürüm, işitirim diyor.  Ama bakmak irade olarak bize ait. “Elemtera” derken de orada görmüyor musun değil. Bakmıyor musun gibi bir ifade var. çünkü görmek Allah’a mahsus. Yani Allahi değerler. Ama bakmak, boyun kasları bizde kafamızı çeviriyoruz. Göz kasları bizde o bakışa yönlenmemiz gerekiyor. Allahi, ibretsel, tefekkürsel bakışa.

Allah’ta nasılmış?

“Şüphesiz Allah azizdir. Gafurdur.”

Bu aslında ikisi birbiriyle alakalı değil gibi.

Sen bu muhteşemliğe baktığında Allah’ın azamet sahibi aziz olduğunu, üstün olduğunu anlarsın demek burada aziz.

Eğer bunu layıkıyla da anlarsan sende senin nefsinde bir hal oluşması lazım. İşte bu sende oluşan hali de Allah bildiği için buda senin mağfiretine, affına vesile olur demektir.

“Gafur” “mağfiret eden” demektir. Bir “Gafur” geçer, bir “Gaffar” geçer, birde “gafir” geçer.

Üçü de hemen hemen aynı manadadır. “Gafere” “mağfiret etmek” demektir.

Mağfiret etmek ne demektir?

Örtmek demektir. Miğfer var ya bu kökten. Miğfer kafayı örterek koruyor. Bir şeyin üzerine örtme settere yakın manası vardır. Aftan farklıdır.

Allahu Teâlâ’nın silmesi demektir. Neyi? Bilgiyi. Her şey kayıt olmuyor mu? Oluyor.

Ahirette eğer sen Allah’tan mağfiret istersen, buna uygunda hareket yaparsan Allahu Teâlâ işte Gafur, Gaffar isimleri ile kayıttan siliyor.

Hatta öyle deniyor ki, El-Gafire bunu deniyor. Şahit olan meleğin bile hafızasından siliniyor diyor. Bir abartısı ile sen bile hatırlamıyorsun. Yani ne kadar büyük bir şey olduğunu düşünsenize. 30. Ayette de var işleyeceğiz.

Yani Allahu Teâlâ örtmesin ya yandık yandık. Rezil olduk.

Aynı zamanda El-Aziz demesiyle beraber de Allah’ın aziz olduğunu anlayan nefiste kibir oluşmazmış.

Allah’ın o azizliğini, izzetliğini, büyüklüğünü, yenilemeyeceğini, yani galip gelinemeyeceğini anlayan nefiste ne yapıyor?

Kibrini engelliyor. Sende ne yapıyorsun? Korkuyorsun Allah’tan, haşyet duyuyorsun. Allah’ta korkan nefsi bağışlıyor. Mağfiret ediyor.

Bu her zaman Ayetlerin sonunda gelen bu ikili Esmalara bu bağlamda dikkat etmek lazım. Bütün bunlarda” azîzun ğafûr ” bunu açıklıyor. yoksa “gafur”u burada açıklayamıyorsun. Yani ne alaka diyorsun. Renklerden bahsediyor bir şeyden. Sonra Allah gafur. Ama aziz.

“Kulları içerisinde Allah’tan en çok korkan âlimlerdir.” Âlim neyi idrak ediyor Allah’ın azizliğini idrak ediyor. O zaman da Allah’ın mağfiretine aday oluyor.

29 ayete bakalım.

“اِنَّ الَّذٖينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ “

“İnnellezîne yetlûne kitâballâhi ve egâmus sâlâte ve enfegû mimmâ razagnâhum sirrav ve alâniyetey yercûne ticâratel len tebûr. “
“İnnellezîne yetlûne kitâballâhi” “O insanlar ki Allah’ın kitabını tilavet ediyorlar.”

“Ve egâmus sâle egâmus sâlate” “Namazı ikame ediyorlar.”

“Ve enfegû mimmâ razagnâhum razagnâhum sirrav ve alâniyetey” “Sır olarak ve aleni olarak ta onlara verdiğimiz rızıklardan infak ediyorlar.”

“Yercûne ticâratel len tebûr.” “Len tebur olan bir ticareti de onlar ümit edebilirler.”

Şimdi bakın 18. Ayetle çok alakalı önce bu Ayete bakalım.18. Ayete bakacağız

“O kimseler ki Allah’ın kitabını okuyorlar, namazı dosdoğru kılıyorlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan da gizlice, aşikâr olarak hak yolunda sarf ediyorlar.”

18 ayette de

“ Sen ancak o kimseleri uyarırsın ki onlar gayb hakkında Rablerinden korkarlar. Namazı ikame(dosdoğru) ederler, her kim temizlenirse ancak kendi nefsi için temizlenir. Sonunda dönüş Allah’adır.”

Yani burada 6 husus var. Üçü 18 ayette, üçü 29. Ayette. Ortak husus namazı dosdoğru kılmaları. Bu ortak değer Rabbim aynı kullanmış. Matematikte değişme kuralı gereğince, demek ki Allah’ın kitabını okuyanlar ile 18. Ayette ki” Gayb hakkında Rablerinden korkarlar” ortak.

Ve ilginç biraz evvelki ayetin son kısmıyla birleştiği yer. Bakın ne diyor.

“Haşyet duyarlar Rablerinden” 18 ayette haşyet duyarlar diyor. Gaybta

Bu son ayette ne diyor. 29. Ayette

“Allah’ın kitabını okuyanlar diyor.” Allah’ın kitabını okuyunca onun ilmini değerlendirince aynen kulları içerisinden en çok, layıkıyla korkanlar âlimler olduğu gibi işte 18. Ayetle de birleşiyor burada.

Demek ki neymiş ikisinin birleştiği nokta. Demek ki Allah’ın kitabını okumak bizim şu anda yaptığımız. Gaybta yani onu görmeden, Allah’tan korkmaya vesile oluyormuş.

Zaten bu Kuranı Kerim’in isimlerinden birinin zikir olması. Zikir diyor. Zikir ne demek?

Öğüt demek aynı zamanda. Birçok anlamı var. Bunlardan biriside öğüt.

Öğüt veriyor Rabbim. Sen o öğüdü aldığında haşyet oluşuyor. Aman Yarabbi gerçekler buymuş demek ki. Bende dikkat edeyim diyorsun. Peki, Allah’ı görüyor musun?

Yani aleni olarak görmüyorsun. Ne yapıyorsun? Gaybi korkuyorsun.

Görmeden korkuyorsun. Gördükten sonra zaten korkmamak mümkün mü?

Ama Allahu Teâlâ görmeden gaybi alarak kendisinden haşyet duyulmasını istiyor. İşte demek ki o zaman bu okuduğumuz kitabın amacı da bu haşyet duygusuna götürmesiymiş. Ama nasıl götürecek?

Tilavet edeceksin. Tilavet etmek ağır ağır okumak demek. Üzerinde dura sura okumak demek. Yüzünden okudun geçtin ne oluşturacak ki sende?

Sevabı var. Amenna Allah’ın kitabını okuyorsun ne güzel iş yapıyorsun. Ama tilavet ettiğinde, ağır ağır okuduğunda, üzerinde düşündüğünde demek ki Allah korkusuna ulaştıracak ilim verecekmiş sana.

Ve bakın ikincisi namazı dosdoğru(ikame) kılarlar.

Namazı kılmaktan önce geliyor arkadaşlar kitabı okumak. Namaz kılınmasın değil. Hepimiz burada bir vakti bile kaçırmamaya çalışıyoruz. Sünnetleriyle, nafileleriyle yapmaya çalışıyoruz. Allah kaim kılsın. Ama Allahu Teâlâ öncelik olarak Kuran okumayı söylemiş. Yani haftaya bir cüz okuyayım da sevap gelsin değil. Tekrar söyleyelim.

Ben haftada 1 cüz okuyorum elhamdülillah. Fakat tilavet diyor burada.

  1. ayete de baktığımızda demek ki inceleyeceksin, derine dalacaksın, hayret duygusu oluşacak. Geçen hafta nasıl işlendiğine bakın. Namaz kılmaktan önce Kuran okumak.

Kuranı tefekkür etmek. Daha sonra neymiş?

“ve onlar infak ederler,” bu Bakara Suresinde de geçiyor hatırlarsanız.

Bakara 2.3 Ayet

“Ellezîne yué’minûne bil ğaybi” “Onlar gayba inanırlar.” 18. Ayetteki gaybi olarak Allah’tan korkarlar kısmı.

“Ve yugîmûnes salâte” “ namazı dosdoğru kılarlar.

Namaz gelmiş görüyor musunuz? Sıralama aynı şekilde.

“Ve mimmâ razagnâhum yunfigûn.” “kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler.”

Gördünüz mü? Kuranı kerimin birbirini nasıl tefsir ettiğini. Bu ayet 18.ve 29. Ayet nasıl bir örgü içerisinde birbirini tamamlıyor. Ve bakın Bakara Suresinde de namazdan önce ne geliyor?

Gayba iman geliyor. sonra namaz geliyor. Namazdan sonra da infak etmek.

İnfak etmenin 1. En önde olanı zekâttır. Zekât olduğunu nasıl anlıyoruz?

Yine 18. Ayette diyor ki: “her kim temizlenirse ancak kendi nefsi için temizlenir” demek zekât kelimesi kökeni ile o temizlenme aynı olduğu için ve 29. Ayette de infak kelimesi olduğu için birleşiyor.

Demek ki Allah’ın verdiği rızıklardan vermek ana konusuyla zekât, temizlenmeye, nefsin temizlenmesine vesileymiş.

Ama en önemli vurgu ise infak. İnfak etmek zekâtı da kapsayan üst bir konudur ki, Bakara Suresinde zekât verirler demiyor. İnfak ederler diyor.

İnfak maddi olsun, manevi olsun bir şeyin senden çıkması demek. Nafaka çıkmak demek. Senin ailene verdiğin senin cebinden çıkıyor.

İnfak çıkmak demektir unutmayın.

Münafık kelimesi var ya. Kökeni olan tarla faresinin iki tane tünelinin olması, birinden olmazsa diğerinden çıkması münafık kelimesinin kökeni olmuş.

Senden çıkan fedakârlık ettiğin her şey bu infak konusunun aslıdır.

En üstü farz olan şekli zekâttır. Ama sadece zekât değil her türlü çıkma infaktır.

Kendine çay dolduruyorsun mesela, önce başkalarına verip kendine en son alman bile infaktır.

Otobüse binerken başkalarına yol vermen de infaktır.

Ama aslı rızıklardan verilen, başkasını kendine tercih etmek anlamında infaktır.

Allahu Teâlâ devam ediyor:

“Yercûne ticâratel len tebûr” “Bunlar ancak bir ticareti ümit edebilirler” ki o ticaret nedir?

Zarar etmeyecekleri, iflas etmeyecekleri bir ticareti umabilirler.

Gerek 18. Ayetteki gerekse bu ayetteki şeyleri yapanlar. Ancak; bir ticaretten zarar etmeyeceklerini umarlar.

Demek ki neymiş? Diğerlerinin yaptığı ticaret kesinlikle zarar edecek.

Zarar eden de iflas eder. Peygamber efendimiz diyor ya: “Size müflis eden, iflas eden birini göstereyim mi?”

Kim diyorlar.

İşte onlar ki birçok doğruyu yaptığını zannettiği halde, ahirette hesap gününde başkalarının haklarını ödedikten sonra geriye bir şeyi kalmayıp ta iflas etmiş olarak da cehenneme gidenlerdir” diyor.

Allahu Teâlâ bize bu ayetleriyle bize daha dünyada yaşarken nasıl davranmamız gerektiğini anlatıyor ki bu zikirdir. Ve bunu kitabında veriyor. Bizde layıkıyla Allah’tan korkup da azizliğini anlayıp da onun mağfiretine uğrayanlardan eylesin.

Yoksa ticareti zarar edipte, müflis olmuş, iflas etmiş insanlardan oluruz.

Allahu Teâlâ bizi bu sınıftan korusun.

Sadakallahülazim.
 

 

 

 

 

 

 

FATIR (12. Sohbet) 27.ayet “su”#

SOHBETİ DİNLE :


İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/n_4fXPt5q9GHG


FATIR 27:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ ثَمَرَاتٍ مُّخْتَلِفًا أَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بِيضٌ وَحُمْرٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهَا وَغَرَابِيبُ سُودٌ

E lem tera ennallâhe enzele mines semâi mâen, fe ahracnâ bihî semerâtin muhtelifen elvânuhâ, ve minel cibâli cudedun bîdun ve humrun muhtelifun elvânuhâ ve garâbîbu sûd(sûdun).

1. e lem tere : görmedin mi
2. enne allâhe : muhakkak Allah
3. enzele : indirdi
4. min es semâi : semadan, gökten
5. mâen : su
6. fe ahrecnâ : artık çıkardık
7. bi-hi : onunla
8. semerâtin : ürünler, meyveler
9. muhtelifen : muhtelif, çeşitli
10 elvânu-hâ : onun renkleri
11 ve min el cibâli : ve dağlardan
12 cudedun : dağlar arasındaki yol, yol
13 bîdun : beyazlık, beyaz
14 ve humrun : ve kırmızılık, kırmızı
15 muhtelifun : muhtelif, çeşitli
16 elvânu-hâ : onun renkleri
17 ve garâbîbu : kapkara, simsiyah, koyu siyah
18 sûdun : siyah, kara

Allah’ın suyu, semadan indirdiğini görmedin mi? Böylece onunla çeşitli renklerde ürünler (meyveler) çıkardık. Ve dağlardan beyaz, kırmızı, çeşitli renklerde ve kara ve kapkara (koyu siyah) yollar (kıldık).


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Fatır Suresi 12. Sohbet

Evet, Fatır Suresinin 27. Ayetinden itibaren devam edeceğiz.

Çok güzel konular var 27. Ayetle ilgili.

“اَلَمْ تَرَ اَنَّ اللّٰهَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجْنَا بِهٖ ثَمَرَاتٍ مُخْتَلِفًا اَلْوَانُهَا وَمِنَ الْجِبَالِ جُدَدٌ بٖيضٌ وَحُمْرٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهَا وَغَرَابٖيبُ سُودٌ“

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ, feahracnâ bihî semerâtim muhtelifen elvânuhâ, ve minel cibâli cudedum bîduv ve humrum muhtelifun elvânuhâ ve ğarâbîbu sûd.”

“ Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi? Onunla renkleri başka başka muhtelif meyveler çıkardık. Dağlardan da kırmızı, beyaz muhtelif renklerde ve kuzguni siyah yollar yaptık.”

Şimdi burada bu ayetin meallerine baktım. Biliyorsunuz internette birçok site var hasenat gibi. Orada bir ayetle ilgili birçok meali alt alta görebiliyorsunuz. Bu ayeti değişik şekillerde ifade etmişler. Fakat ben bugün ben Arapça kaideleri ile söyleyeceğim.

Arapçayı öğrendikten sonra manalara daha vakıf olmaya başlıyor insan. Sizde bugün burada bazı detaylarını, tesirlerini göreceksiniz. Biraz böyle teferruat olacak gibi ama nihayetinde anlayacağınızı umuyorum.

İlk kısmına bir bakalım.

“Elem tera ennallâhe enzele mines semâi mââ,”

Şimdi bu “Enzele” kısmına bakmak istiyorum. Beni ilk o etkiledi.

“Ennallâhe enzele” “Allah indirdi”

“Mines semâi mââ” Şimdi normalde bu cümlenin şöyle olması lazımdı.

“Enzele mââ mines semâi” Olması lazım. Şimdi Arapça üzerine çalışıyoruz arkadaşlarla, onlar biliyorlarki: fiil fail meful olarak geçiyor. Yani önce fiil, fail yani özne sonra tümleç olarak geliyor. Fakat burada sıralama değişmiş. Yani;

“Enzele mââ mines semâi” Olması gerekirken, “Mines semâi” ile “Mââ” yer değiştirerek

“Enzele mines semâi mââ” olmuş.

Yani “Mines semâi” “gökten, semadan” kelimesi öne gelerek vurgu oluşturmuş.

Şöyle, Arapçada bir kaide var. Bu Türkçede kesinlikle farklı. Bir şey ne kadar önce söylenirse onda o kadar vurgu var manasına geliyor.

Türkçede ise vurgu yüklemin yanına gelir. Mesela “Ahmet dağa gitti.” Derken.

Burada gitti’nin yanında dağ olduğu için Dağ’a vurgu var. Yani “Ahmet dağa gitti”

“dağ Ahmet’e gitti” dediğimizde gitti fiilinin yanına yüklemin yanına Ahmet geldiği için vurgu Ahmet’e

Yani Türkçedeki vurgu farklı. Tekrar ediyorum Arapçada ne kadar öne, cümlenin önüne geliyorsa vurgu onda, Türkçede ise yüklemin yanına ne geliyorsa vurgu ona. Bunun neden açıklıyorum bakın.

“Enzele” “indirdi suyu gökten” dediğinde burada suya vurgu var. Fakat semadan olduğunda ise dikkat çekiyor Rabbim semaya bakın, suyu semadan indirdi.” Semadan suyu indirdi” olarak geçiyor meallerin çoğunda. Bu işte Arapça incelikleri hesaba katmayarak bir tercüme olduğunun göstergesi.

Bakın, bu gözle bakın mesela Kuranmeali.org var. Orada bakın en yukarda bir meal var. O doğruyu vermiş.

Bir üstünü söyleyeceğim ve toplayacağız. Bir de bu cümle “Enne” kelimesinden sonra yani “Ennallâhe” diye başlayan cümle de isim cümlesi. Şimdi Arapçada 2 çeşit cümle var isim cümlesi ve fiil cümlesi.

Eğer cümle fiil ile başlarsa fiil cümlesi oluyor. İsim ile başlarsa isim cümlesi oluyor. Sonuçta tercüme edildiğinde mana aynı. Fakat burada bir vurgu var. Arapça hocamız ifade etmişti.

“isim cümlesi ile başlarsa bir şey orada da faile, yani işi yapan kişiye dikkat çekiyor.”

Yani buraya bakarsak diyor ya “Görmedin mi Allah gökten bir su indirdi.” Diyor ya burada. Şunu demek istiyor Rabbim burada isim cümlesi olarak. Hani Rabbim suyu gökten indiriyor ya, hani su gökten iniyor ya. Bunu Allah yapıyor Allah. Allah’tan başkası yapmıyor manasına geliyor.

Yani bu cümle Arapça birçok farklı şekilde ifade edilebilirdi. Ama

“Ennallâhe enzele mines semâi mââ,” derken, kelimelerde inanılmaz bir vurgu var.

Toparlarsak Rabbim şöyle diyor bu Ayeti Kerime’de;

“Ben suyu başka yerden değil gökten, semadan indirdim. Bunu yapan Allah’tır. Allah’tan başkası değildir. Yani Allah bunu zatı ile yapıyor.” Demek. Bitmemiş cümlenin başında birde “Enne” varya, normalde bunun aslı “İnne” .

“İnne” yi çok duyarsınız “İnnallahe” mesela Kuran’la alakalı olanlar bilir. Burada bir vurgu vardır. Şüphesiz, kesinkes, muhakkak gibi anlamlar var. Normalde “İnne” neden” Enne” olmuş? Üstünde üstüne gelmiş. Bu cümlenin sadece başında iken “İnne” olarak geliyor. Cümlenin ortasında olduğunda “Enne” olarak geliyor.

Peki, cümlenin başında ne var? İşte burası çok mühim “Elem tera” yani “görmedin mi?”

Şimdi burada ciddi bir ikaz var. Yani şunu diyor: “Bakmıyor musun? Görmüyor musun? Defalarca bu başına geldi. Hiç mi görmezsin? Hiç mi dikkat etmiyorsun?” şeklinde burada da bir vurgu var. Neye dikkat etmiyoruz?

Gökten yağmur iniyor. Doğru mu ifadem? Doğru değil.

Bakın Allahu Teâlâ burada gökten yağmur indi bile demiyor. Ne diyor? “Su.”

Yani biz bazı şeyleri doğduğumuzdan itibaren gördüğümüz için bize normal geliyor. Ama diyor ki Rabbim: “Bak gökten yağmur olarak senin romantik olarak gördüğün şey var ya bu su.” Diyor. “Su.”

Allahu Teâlâ gökten su indiriyor. Şimdi suyu nerde görüyoruz? Yer çekiminden dolayı yerde görüyoruz. Denizlerde, ırmaklarda, su birinkilerinde, bardakta görüyoruz. Normalde yerçekimi nedeniyle aşağılarda. Bunun yukardan yağması aslında olağanüstü bir şey. Yukardan su iniyor ya. Yani rahmet. Rahmet diyoruz ya. Yağmura rahmet demişler. Gökten rahmet iniyor su da değil. Su fakat suyun manevi boyutuyla çok ciddi bir ikram olarak iniyor.

Şimdi burada neden sema demiş? Kuran’ın geneline baktığımızda semavat ve arz diyor. Sema Arapçada senin bulunduğun, yaşadığın alana arz deniyor. Senin yani idrakinin olduğu alana ne deniyor? Arz deniyor. Ama senin bulunduğun yaşam alanının üstündeki yukarıdaki yerlere ise sema deniyor. Coğrafi olarak dünyayı düşünün yer var. Bir de semalar var. Yani gökyüzünün katları var.

Bu kastedildiği gibi, aynı zamanda da manevi semalar da kastediliyor. Bu manevi semaların ifadesini hem boyut olarak algılayabiliriz. Hem de Kuran’da birçok yerde geçen manevi gök katmanları olarak görebiliriz.

Mesela meleklerin yaşadığı âlemi düşünün. Buna ne deniyor? Sema deniyor. Biz bunu algılayabiliyor muyuz? Algılayamıyoruz. Daha bizim şu anki algıladığımız 1. Kat semamızda bile en yakın sema deniyor buna bir de burada melekleri göremiyoruz. Bir de özellikle mukarrebun meleklerinin olduğu semayı hiç göremiyoruz çünkü bu çok büyük algı gerektiriyor.

Maneviyatta bu bilinen bir şeydir. Bir bu dünya da arz var. 1.kat sema var. Bir de yukarlarda semalar var 7 kat olarak ifade edilen. Bunu hani Âdem kıssasında söylemiştik. Cennet katları yani cennete gidildiğinde algılanacak katlar, bu dünyada da mevcut ama bizim algılama, idrak boyutumuzda değil. Ve o semalardan birisi de 8. Kat cennetten sonra olan meleküt âlemi denilen sema var. Bunun gibi Allahu Teâlâ’nın yarattığı semalar var. Şimdi bunu neden anlatıyorum.

“Semadan su indirdik” derken de aslında suyun, bizim alışageldiğimiz, kanıksadığımız suyun aslında manevi bir değer olduğunun da ifadesi burada.

Hani “iki deniz vardır.” Demiştik ya önceki ayetlerde. Bunun için tasavvuf kitaplarında, manevi kitaplarda şöyle bir ifadesi var. “ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy“ derken “ Biz canlı olan her şeyi sudan halk ettik” derken en yukarıdaki, yaşamın en başındaki şu an bizim algılayamayacağımız su kastediliyor orada. Yani şöyle bir ifade var, çok zor ifadeler ama basitleştirerek söylemeye çalışıyorum. Allahu Teâlâ hani “ ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi muhabbet ettim.” Derken “Kün” emriyle halk ettiğinde, bütün güç kuvvetleri su denilen suyun asıl aslı olan bir bahrdan, denizden geçerek oluş âlemine, tekfin âlemine giriyor.

Yani bunu şuna benzetebilirsiniz. Prizmayı düşünün. Prizmaya beyaz bir ışık geliyor ama muhtelif renklerine ayrılıyor ya 7 rengine. Bu şekilde ayrılan renkler gibi. O kendi zatında gizli olan tecellilerin prizma gibi sudan geçmesiyle beraber sıfatların tecellisi oluş âleminde değişik tezahürler şeklinde gözüküyor.

Bununla da bitmiyor. Hani” Altından ırmaklar akan cennet” derken de. Irmağın aslı nedir? Su.

“Altından ırmaklar akan cennet” derken de ikinci olarak da arza geçişten evvel, hani yukardan aşağı düşünün, burada da bir suyun olduğunu haber veriyor Rabbim. Yani iki tane su tabakası var.

1.si en yukarda Allah’ın zatına yakın oluşundan tecellilerin ilk başladığı su.

2.si de Cennet’in altında olan su ve su bizim şu anda dünyada algıladığımız su.

İşte bu tane su prizmasından diyelim artık, boyutundan geçerek yeryüzüne inmiş su. Bunun aslı yukardaki manevi âlemlerde.

Nasıl ki biz şu an ışığı görüyoruz ya. Bu ışığın aslı ne? Nur.

Yani manevi âlemlerde nur, fakat biz bunu bu dünyamızda ışık olarak algılıyoruz.

Fakat biz bunu Allah nasip ederde cenneti şeylerde gördüğümüzde çok farklı boyutta algılayacağız. Mesela Nur Suresine bakın “Allâhu nûrus semâvâti vel ard.” Diyor. Yani “ arzın ve semavatın nuru” demek ki arzdaki ışık olan nurdan daha fazlası yukarda.

Mesela Einstein’ın ilk Nobel ödülünü aldığı şey neydi? Işığın hem tanecik modelinde hem de dalga modelinde olduğunu gösteriyor. Yani ışık garip bir şekilde hem top gibi tanecik özellik gösteriyor. Yani duvara atıyorsun aynı doğrultuda çarpıyor aynı zamanda denizdeki o sudaki dalga var ya, birbirinin içerisinden geçen dalgalar şeklinde özellik gösteriyor.

Neden? Çünkü bu âleme ait bir şey değil. Biz bunun aslını üst âlemlerde nur olarak göreceğiz. Fakat bizim bu fiziksel şartlarımıza geldiğimizde iki farklı fiziksel özelliğini gösteren bir yapıya dönüşüyor. Aynı bunun gibi suyun da aslı yukarlarda ama biz bunu bilmiyoruz.

Şimdi bütün bunları neden anlatıyorum?

Biz bu suyu diyor. Bakın yağmuru bile demiyor. “Semadan indirdik” derken. Size ikram olsun diye aslı yukarlarda olan bir şeyi, sema gibi manevi bir şeylerden aşağıya tenezzül ettirdik, indirdik diyor. Semadan indirdik demesi bu. Yani bir ikram, ikrami ilahi.

Ve de dikkat edilirse suyun bazı özellikleri var. Su, sadece dünyada olan bir şey, yani sadece değil de mesela güneş sistemini düşünün. Bir sürü gezegen ve bunların uyduları var. Kırk küsur tane deniyor. Bunun içerisinde belki de sadece dünyada var. Diğerlerinde de olsa bile dünyadaki yüzeysel olarak söylüyorum dörtte üçü su. Dünya haritasına bakın mavi gezegen deniyor. Neden mavi gezegen?

Su. E Rabbim bu suyu nasıl yaptı? Okul kitaplarını hatırlayın nasıl oluştuğunu gezegenin, bir gaz bulutu, sımsıcak bir kavram bir anda su geliyor. Ve şu an romantik olan masmavi şey oluyor. Dünyada bile Rabbim suyu ne yapıyor? İkram ediyor.

Bununla ilgili konuşacak çok şey var ama devam edelim. Zaten ikinci kısımda bununla çok alakalı.

Peki, Rabbim bu su ile ne yapıyor?

“Feahracnâ bihî”

“Feahracnâ” “Çıkardık”, “Bihî” “onunla”.

Onunla dediği ne? “Hi” zamiri nereye gidiyor? Suya gidiyor.

Su ile ne yapmışız? Çıkarmışız.

“Semerâtim” nedir? Yani bir işin semeresini görmek denir ya.

“Ürün” ve asıl manasıyla “Meyve” demek.

Yani ağacın ürünü. Sen bir meyve ağacını niye yetiştirirsin?

Ürünü için. Yani ürünü olmasa meyve ağacını neden dikeceksin ki?

Zeytin ağacını neden dikeceksin ki? Tamam, gölgesinden faydalanmak içinde olabilir ama sadece gölgesinden faydalanmak için olsa ormanlar kesilip te oraya meyve ağaçları dikilmez. Bütün dünyada hemen hemen aynı şey oluyor. Sadece gölgesinden, yeşilliğinden faydalanacağın ağaçlar kesiliyor, onun yerine semeresinden faydalanacağın ağaçlar dikiliyor.

Demek ki asıl amaç semere, ürün. Diğer özellikler olmasıyla beraber bu.

“Muhtelifen elvânuhâ”

“elvan” “renkler” demek. Türkçede de kullanılıyor. Bir gazoz markası vardı elvan diye.

“Renkleri çeşitli çeşitli, muhtelif meyveler yetiştirdik” ne ile?

Su ile. Ama burada ilginç bir ifade kullanıyor Rabbim:” Feahracnâ” ihraç fiilini yani çıkarmak fiilini kullanıyor.

“Haraca” çıkmak, “Ehraca” çıkarmak.

Şimdi bakın gökten indirirken ne fiilini kullanıyor? “enzele” indirmek fiilini kullanıyor.

Şimdi toprağa geldi, gördüğümüz yere geldi. Toprağın neresinde? İçinde hatta altında, oradan da bakın çıkarmak.

Yukarı doğru değil mi? Aşağı değil, yukarı doğru bir fiili söylüyor.

Şimdi bu, bunu gelmeden önce biyolojik olarak araştırdım. Olağanüstü bir şey. Şimdi bize normal geliyor ama. Ağacı düşünün meyveyi yetiştiren bir şey ama hurma ağacını düşünün mesela gördünüz değil mi? Hacca gidenler görmüştür. Onlarca metre boyutunda, onun ün üst dalına kadar su gidiyor arkadaşlar.

Ağacın içerisinde hangi pompa var? Hangi kompresör var?

Hiçbir şey yok. Makinesiz bir sistemle o yukarı çıkıyor. Bu nasıl oluyor peki?

Biz bugün ki fizik bilgilerimizle bunu biliyoruz.

1.si Kılcallık olayından oluyor. Kılcallık olayı nedir? İnce boru gibi şeylerin içerisine suyun içerisindeki bazı özelliklerden dolayı yüzey gerilimi oluşuyor ve oradan yukarı çıkma özelliği oluyor.

Birde Rabbim suya o kadar çok özellik vermiş ki, enler özelliği var.

Diğer sıvılardan. Diğer moleküllerden farklı olarak en fazla olan, en az olan diye söylediğimiz birçok özellik vermiş Rabbim. Mesela konudan çıkmadan şunu söylemek istiyorum suyu gözünüzde farklılaştırmak için.

Bütün sıvılar donduğu zaman hacimleri küçülüyor. Ama su +4 derecesine kadar bir büzüşme oluyor. +4 derecesinden donmaya doğru geçerken genişlemeye başlıyor. Bunu buzdolabına benim gibi yanılıp ta madensuyu koyanlar biraz unutunca görmüştür, genişlemeden dolayı şişeyi patlatıyor. Neden? Donarken hacmi artıyor. Ve bu sıvılar içerisinde bir tek su da olan bir özellik.

Mesela doğada bunun ne faydası var?

İşte büyük bir sır var ve bunun da izah edildiğini zannetmiyorum. Yani fizikte bu neden oldu? Bildiğim kadarıyla bulunamadı. Ama bunun doğada bir faydasını görüyoruz.

Mesela kuzey kutbunda görmüşsünüzdür. Belgesellerden izliyoruz. Su donuyor fakat yüzeyde kalıyor. Tersi olsa ne olurdu biliyor musunuz?

Su dipten itibaren donardı. O zaman da yaşam olmazdı ve o suyun erimesi mümkün olmazdı. Fakat üstte buz altta yaşam devam ediyor. Yukarısı -50 bilmem kaç derece bile olsa buzun altında o kadar soğuk olmayarak yaşam sağlanıyor. Tabi bizim bundan faydalanan kısmı. Allahu Teâlâ bunun için yaratmıyor o özelliği ona vermiyor. Onun içerisinde sırrani öyle bir özellik var. Fakat biz menfaatleniyoruz.

Yani burunu Allahu Teâlâ çok farklı cemali özelliklerde yaratıyor fakat biz bunla nefes alıyoruz. Bunun gibi bir şey.

Gözyaşı, gözün dış tabakasının mikroplardan korunması ve kurumaması için, fakat duygulandığımızda ağlıyoruz. Ne alaka değil mi?

Yani Rabbimin muradı ile dünyadaki fiziksel özellikleri, avantajları farklı.

Birisi ilim, birisi O’nun hikmeti daha boyutunda da sırrı var. Aynen bunun gibi

Şimdi bunları neden anlatıyorum burada?

“Ahracnâ bihî” Diyor ya burada. Rabbim onunla meyveler üretiyor. Demek ki biyolojik olarak meyvelerin üretilmesi sisteminde suyun bazı özellikleri varmış ki, bu onun yetişmesinde katkıda bulunuyor. Bakın orda “Bihi” demezse. “Onunla” demezse, “Ahracnâ” dese “Semerat” olsa, birçok biyolojik özelliklerle bu meyvelerin yetiştiğini anlayabiliriz. Ama Allahu Teâlâ özellikle “Bihi” derken “Su ile” derken, bazı özelliklerden ötürü. Bu sistemin o0lduğunu gösteriyor. Mesela biraz evvel işte bunlardan birisi, birçok özellik olabilirde benim aklıma gelen şu oldu.

Sudan hepimiz biliyoruz H2O değil mi? 2 tane hidrojen atomu, 1 tane oksijen atomu bu hidrojen atomunun arasındaki yüklerinden kaynaklanan bazı farklılıklarından ötürü zayıf çekme kuvvetleri oluşuyor.

Biyolog arkadaşımla konuştuk “sanki el ele tutuşuyor” gibi diyor moleküller. Ve birbirlerini zayıf olarak çektikleri için işte bu ağacın en tepelerine kadar suyun gidebilmesine olanak veriyor. Bu diğer sıvılarda yok belki de çok az olan bir özellik. Rabbim işte suya bu özelliği vermesiyle suyun ağacın en üst kısmına ve dallarına kılcal damarlar gibi düşünün gitmesiyle beraber meyvelerin yetişmesine olanak veriyor. En azından bu, bunun suyun bilmediğimiz birçok özelliği dolayısıyla meyvelerin yetişmesine olanak sağlıyor.

Bu suyun bir fiziksel özelliği.

Bir de bu benim alanıma girdiği için teferruatlandırmak istiyorum;

Daha evvel ki konuşmalarda da olmuştu. Ağaçlarda fotosentez denilen bir olay var. Bunlar çok karmaşık şeyler değil. Hatırlarsanız ilkokul seviyesinde öğrendik biz.

Aslında çok karmaşık bilgiler değil. Fotosentez nedir?

Ağacın güneşten enerji alarak ve de sudan faydalanarak, birde karbondioksiti kullanarak glikoz üretmesi.

Yani şimdi glikozu biz yiyoruz değil mi?

Şöyle bir bilgi vereyim. Bütün yeryüzündeki mahlûkat bir şeye muhtaç enerji açısından. Mesela biz şöyle güzel kuzu bonfile yiyoruz değil mi? Onu yiyoruz enerji alıyoruz. Peki, bu kuzu onu nasıl elde ediyor?

Yeşilliği, bitkiyi yiyor. Bütün besin zincirleri nihayetinde bitkiye gider. Bitki enerjisini kendi kendine üreten tek mahlûkat grubudur. Hem kendi enerjisini kendi üretir, hem de başkalarına enerji sağlayacak mekanizmalar üretir. Bunun en başında da glikoz gelir.

Glikoz molekülü de karbon atomu, oksijen ve hidrojenden oluşur. Karbonu nerden sağlıyor? Karbondioksitten sağlıyor. Havadan karbondioksit alıyor. Diğer yapısında bulunan oksijen ve hidrojeni nereden alıyor? Sudan alıyor.

Eğer su olmazsa bu sistem gerçekleşemiyor. Ne kendi enerjisini üretiyor, ne de bütün mahlûkatın enerjisini sağlayabiliyor. Yaşam döngüsü biter.

Şimdi benim aklıma şu geliyor. Ben bu alanda güneşin çok etkin olduğunu biliyorum. Güneşten de faydalanıyor. Ondan elektron alarak yani enerji alarak faydalanıyor. Şimdi bütün enerjiyi glikozdan ve glikozun alt yapısındaki atp denilen bir şeyden alıyoruz fosfat bağlarının kırılmasıyla. Fakat bitki bundan faydalanmıyor ya. Enerjisini nereden alıyor biliyor musunuz?

Güneşten alıyor. Yani biz aslında neyi yiyoruz biliyor musunuz? Güneşi yiyoruz.

Fakat bu bile değil. Eğer su olmasın var ya. Bitki bunu da yapamıyor.

Mesela ortaokulda bir deney yapmıştık. Fasulyeyi filizlendirmiştik. Fakat karanlık bir odaya koymuştuk. Yine de filizlenmiş 1 karış kadar olmuştu. Yani ışık olmasın yine bu olay oluyor. Fakat sulamazsan o fasulye taneleri, tohumların da hiçbir hayat olmuyor.

Rabbim diyor ki işte Birinci etken “su”.

İkinci etken güneş. Hatırlıyor musunuz biraz önce söylediğim ayeti.

“Ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy” “Biz hayy olan canlı olan, diri olan her şeyi sudan halk ettik”

Bunun tasavvufi yaradılışına giderseniz, bakarsınız ki. Birinci olarak dedik ya Allah’ın yaratma emrinde, ilk nereden geliyor? Su denilen yani o âlemin suyu ne ise, ağma denizi de deniyor ona tasavvuf kitapların da görmüşsünüzdür. O denizden çıkıyor. Yani daha zati bir olay.

Yaratma sisteminde aşağı doğru gidildikçe onu Âdem kıssalarından hatırlarsanız.

Cennetin en üstünde nimet olarak ne vardı? Cemalullah vardı. O Cemalullah’ta yeryüzündeki göstergesi güneştir.

Şimdi bitkiye gelelim. Güneşten mi birinci olarak faydalanıyor? Sudan mı?

Sudan. İşte ayet “Bihi” diyor. “Onunla”. Meyveler çıkarılıyor. Rabbim etken olarak “Onunla çıkarılır” diyor.

Demek ki su güneşten daha etken. Güneşin biraz evvel ne olduğunu, o muhteşem şey olduğunu söyledik. Ama demek ki suyun yerin yukarlarda zata yakınmış.

Zaten bir ipucu olarak vereyim. Hz âdem neden cennete indirildi kısmında ne yaptı ki? Cennete indirildi kısmında, bu bir işaret aynı zamanda.

Devam edelim. Detaylar sizi sıkıp boğmuyordur umarım bu şekilde daha verimli olduğunu düşünüyorum.

Dinleyenlerden bir kişi: “Bu şekilde Kuran’a hayranlığımız daha fazla artıyor” diyor.

Cevap: “Aynen öyle”. Zaten biraz sonra göreceğiz.

Mesela 29. Ayette “Gerçekten Allah’ın kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve aşikâr hak yolunda sarf edenler asla zarar etmeyecekleri bir ticaret ümit edebilirler.” Derken

Birinci sırada “Allah’ın kitabını okuyanlar” diyor.

Bakın ikinci sırada namaz var. Yani bu bize anlatılmayan şeyler. Belki de bu devirde böyle olması gerekiyordu, idrakin biraz açılması gerekiyordu.

Bir şey daha söyleyeceğim burada.

“Elem tera ennallahe” derken burada Allahu Teâlâ, gökten su indirirken zatının ismini kullanıyor. Ama suyu “Biz su ile meyveler çıkartırız” derken, “Ehracna” diyor “Biz çıkardık” diyor.

Yani birinde Allah ismi direk kullanılıyor. Diğerinde biz diyor. Maalesef bu kitaplar da tam anlaşılmadığını düşünüyorum. İkinci vurgunun birinci vurgudan daha kuvvetli olduğunu söylüyorlar. Burada çok büyük tefsir kitapları da var ama bence mantıklı değil. Çünkü koskoca suyun, biraz önce konumunu anlattık, tam olarak aşağı indirilmesi mi daha büyük bir şey? Yoksa yeryüzündeki fiziksel kanunlar mı daha kuvvetli?

Elbette bu suyun indirilmesi. Daha azametli olan Allah’ın zatının ismi var. Bir de “Biz” diyor. Ama ne hikmetse? Ben ve biz konusu Kuran’da geçen yeteri kadar anlaşılamadığı için. Burada azamet bildirmek için “Biz” dedi diyor. Benim bildiklerime uymuyor. Tabi ki ben cahilim yani daha farklı bir şeyler olabilir.

Fakat benim bildiğim kadarıyla şöyle, ben dediği zaman Allahu Teâlâ bizzat zatıyla söylüyor. Ben yaptım diyor. Ama biz biliyoruz ki Allahu Teâlâ bir zatı ile iş görüyor bir de sünnetullahı ile iş görüyor. Allah’ın kendi kurduğu sistemiyle iş gördüğü zaman buna melekler de dâhil. O zaman “Biz” diyor.

Mesela bir devlet başkanının ben yaptım diyor., bir de devlet sistemiyle beraber yapması. Yani devlet sistemiyle yaptığında kendisi yapmış olmuyor mu? Oluyor.

Ama sistemle olduğu zaman biz.

Bir de “O yaptı” var. O hu’ya giriyor. Onu açıklamayayım.

Demek ki yeryüzündeki sistem sünnetullah’ın göstergesi. Yani Allahu Teâlâ fiziksel kanunlarla nerdeyse kendi kendine işleyen öyle bir sistem kuruyor ki, sistem kendi kendini götürüyor ve yaratmanın şeyi olarak gözüküyor. İşte bu ateist, materyalist denilen kimselerin yanıldığı öyle. Allahu Teâlâ o kadar muhteşem bir sistem koyuyor ki, kendi kendine öyle bir işliyor ki, hataya kapılıp Allah’ı göremiyorlar onda.

Doğa yaptı diyorlar. Doğa böyle diyorlar. Onlar ne yapsın sistem o kadar mükemmel ki hataya düşüyorlar.

Ama Müslüman olan bizler ne yapıyoruz?

O sistemde ki Allah’ı görüyoruz. İşte zaten imanın güzelliği. Yani biz içindeki beni görüyoruz.

Allah nasip ediyor bunu bize iman ile beraber. Bunu da işte okuyup geçmeyelim diye “Allah” diyor orada, birde “biz” diyor. Bunun ilmini göstermek istedim.

Demek ki koskoca muhteşem, aziz olan suyun yeryüzüne ikram olarak indirilmesi ancak Allah ile oluyor. Zatının ikramı ile oluyor.

“Görmedin mi bunu?” diyor. Niye o gözle bakmıyorsun? Niye yağmur yağdığı zaman eyvah bugün yine hava yağışlı mı ya?” Çarşıya, pazara çıkamayacağız” diyenler gibi niye bakıyorsun?

Eğer bunu Allahu Teâlâ rahmet üzerine indiriyorsa. Bil ki o çok büyük bir ikram.

Sen bu olaydaki Allah’ı da mı görmüyorsun?

Rahmet olarak görsen bile, Allah’ı ıskaladığın da haşa yine hatadasın.

“elemtera” “lem” birde cahtı mutlak Arapçada. Hiç mi görmedin de görmüyorsun hala? Kesinlik bildiren bir geçmiş zamandır.

Sonsuza kadar devam eder o olumsuzluk.

Hala mı böyle yapıyorsun? Niye böyle yapıyorsun?

Görüyor musunuz? Ayetleri bir okuyup geçiyorsunuz. Bir de baktığınızda neler veriyor. Yani imanı kuvvetlendirici. Allah’ın Arapçada gramerlere yüklediği özelliklerle Mübin olan açıklayıcı Arapça ile ne türlü manalar var. Tabi bunlar görebildiklerimiz. Göremediğimiz daha ne hazineler var. Ne derinlikler var. Allahu Teâlâ bunları bize açsın. Açtığı kadar da O’na yakın olanlardan eylesin.

Bu” semerâtim muhtelifen” derken de şunu diyor.

Ya toprağı görüyorsun, kahverengi bir toprak. Ağacı görüyorsun kırmızı yeşil, sarı değişik değişik renklerde. Ben çocukken çok merak ederdim. Ya nereden geliyor bu kadar renk?

Domatesi düşünün kıpkırmızı. Toprağa bakıyorsun kahverengi bir şey. Yani sır gibi olağanüstü bir şey.

Değişik değişik renkleri nasıl veriyor Rabbim? Yok, orada yok o.

Aynı karbon, aynı oksijen, aynı hidrojen öyle bir araya geliyorlar ki farklı farklı şeyler oluşuyor. Bir pazara gidin.

Mesela bir abimiz var. Diyor ki: “Pazara gittiğimde ben alışveriş edemiyorum. Alışveriş ettiğimde de onu yiyemiyorum.” Diyor. Yani bu hayret diyor. Aman Yarabbim bunlar ne? Çiçek gibi, İçini açıp bakıyorsun. Yani Pazar alışveriş yeri değil. İnsanların birbirlerini kazıklamak için bulunduğu yer değil. Allah’ın nimetlerinin temaşa yeri.

Hatta sahabe efendilerimiz birbirlerine haber verirlermiş. Hadi pazara gidelim. Bizim mantıkla değil.

Millet alışverişe dalmış Allah’ı unutmuş ya. Allah’ı unutulan yerde zikir edelim ki nice şeylere kavuşalım diye.

“Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber” bakıyorlar “ vela havle vela kuvvete illah billahil aliyül azim”

“Lâ ilâhe illallah, Muhammedur Resûlullâh”

Yani zikir alanı haline getiriyorlar. Peygamber efendimiz (SAV) ne diyor:

“Sizin için yeryüzü mescit kılındı” diyor.

Namazı biz sadece tekbirle, sağa sola selam arasında zannediyoruz. Ama sahabe efendilerimiz bütün yaşamları içerisine koymuşlar.

Evine aldın. Hapur hupur götürmek yerine, nefis biliyorsunuz hop diye çekiyor ya.

Bakıyorsun içinde neler var? Görüntüsü nasıl? Hiç portakalı şöyle bir kesip baktınız mı ya?

Nasıl âşık oluyorsunuz? Böyle sapsarı bir şey sulu sulu.

O kiviyi kesiyorsunuz ortadan. Neye benziyor? Ben irise benzetiyorum, göz bebeğine.

Allahu âlem araştırılsın, göze şifadır o.

Domatesi kesiyorsun böbreğe benziyor. Her yiyecek bir şeye benziyor.

Ehli ilim bu şekildeki ledünni şeylerle onun nereye faydalı olduğunu anlarlarmış.

Akşemseddin Hz’lerinde, Lokman Hekim’de böyle ilimler varmış. Bunun babası da Hz Süleyman biliyorsunuz.

Yani işte Rabbim ilimi öyle birbiri içerisine katmış ki neler neler var.

Burada “muhtelifen elvânuhâ” “muhtelif renkler” derken, bir şey dikkatimi çekti. Bunu araştırın.

Her renk meyve var. Bir renk meyve yok.

Mavi. Bunu bir düşünün neden mavi? Her renk var da neden mavi yok?

Ama mavi çiçek var. Nadir de olsa var. Firuze çiçeği biliyorsunuz mavi.

Ama mavi meyve yok neden?

Hem bunun fiziksel bazı şeyleri var. Üç renk ana renk sarı, kırmızı, mavi. Her renk bu renklerden oluşur. Elbette hikmetsel bir sebebi vardır. Bunu bir tefekkür malzemesi olarak ortaya sunuyorum.

Evet devam edelim.

“Ve minel cibâli” “Dağlardan cüdudlar yaptık.”

“Cüdud” “yol” deniyor. Dağların arasında kendinden oluşmuş yollar.

Bunların renklerini söylüyor Rabbim.

“Bîduv” bu beyza var. Biliyorsunuz beyza renkleri. Beyza beyaz demek. Beyazmış o yollar. Beyaz yol da nasıl oluyormuş? Bilmiyorum.

“Ve humrum” “Kırmızı” siz hiç kırmızı yol gördünüz mü? Bilmiyorum işte bu ayet biraz ilginç.

“Muhtelifun elvânuhâ” “Renkleri de muhtelif muhtelif” yani sadece beyaz, kırmızı değil. Renkleri de muhtelif.

“Ve ğarâbîbu sûd”

“Sûd” “sevde” biliyorsunuz kara sevda diyorlar ya “siyah” demek. Sevde ismi esved, hacerül esved siyah buradan geliyor.

“ğarâbîbu” da bu garb kelimesinden geliyor. Hani güneşin batması var ya. Güneş battığı zaman ne ortaya çıkar?

Karalık ortaya çıkar. “Çok koyu karalık” manasına geliyor.

Yani aslında saatlerce araştırdım bunu ama bu Ayet pek anlaşılamamış.

Hatta ruhul beyan var ben çok faydalanıyorum. O, onu demiş. Bu, bunu demiş gibi ifadeler var.

Burada kastedilen dağların renklerinin muhtelifliği mi? Yoksa dağların aralarındaki o yolların renklerinin muhtelifliği mi? Buna tam karar verememişler.

Çünkü Rabbim neden yolların renklerine dikkat çeksin ki? Şeyi anlıyoruz. Meyvelerdeki renkliliği ama dağların yürüyüp gittiğin yollarının renklerini, biz burada;

Allah Allah ya onlarda mı farklı ya? Kırmızı yol mu var? Beyaz mı yol? Diyoruz.

Mesela ben bunu şurada gördüm. Uçakla giderken ben aşağı bakmayı çok severim. Ben havacıyım. Paraşütle uğraştım. Yelken kanat ile uğraştım. Çok aşinayım onlara.

Aşina olmam lazım ama hep cam kenarı bilet alırım. Burnum yapışık giderim. Hatta ikramları bile kaçırdığım olur izlerken.

Dikkatimi çekiyor bu ayet. Hani o kırmızı, beyaz yol. Yukarıdan baktığınız da çok net algılıyorsunuz. Fakat bunu biz şu zaman da uçakta giderken kaç kişi aşağı bakarsa, o gözle bakarsa görüyoruz. Yıllarca çölün ortasında dolaşmış olanlar bu acaba renklere Rabbim niye dikkat çekmiş diye düşünmedim değil doğrusu.

Şimdi meyvelerdeki renk çeşitliliğini düşün. Aynen burada muhtelif renklerde derken aynı kelimeyi kullanıyor. Sanki meyvelerde çiçeklerde olan renk çeşitliliği gibi dağların içerisindeki yollarda da sanki çeşitlilik varmış gibi burada bir vurgu var.

Yani bu garip bir ayet. Anlaşılmamış bir ayet hemen öyle geçip gitmemek lazım diye düşünüyorum. Benim aklıma şu geldi.

Yol deyince arkadaşlar. Hani “Biz onları yollarımıza iletiriz” diye bir ayet var ya. Sırati müstakim bir tane olmasına rağmen, her fıtrati insan boyutunda.

Her insan fıtratı kadar, Allah’a gitme yol farklılığı var.

Her insanın çeşitliliği kadar yol farkı var.

Neden?

Herkesin karakteri farklı. Herkesin ırsi özellikleri farklı. Herkesin genetik özellikleri farklı ve herkeste ki esma tertipleri farklı.

Esmalar bakın, renkler. Bir ayet var.

“Sıbğatallâh” diyor. “Allah’ın boyası” (Bakara 2.138)

Burada ki Allah’ın boyası tasavvufi olarak Esmalara denk geliyor.

Yani her Esma’nın farklı bir renkle ifade edilmesi söz konusu.

Şimdi her Esma’nın rengi farklıysa ve her insanın da bu esma tertipleri farklıysa. Renklerin de farklılığı söz konusu olacak. Buda gidişteki yolların muhtelif renklerde olmasının göstergesi. Bu neyi işaret ediyor biliyor musunuz?

Dayatılıyor ya illa şu yoldan gideceksin diye. Bunu anladınız.

Ya adamın fıtratı farklı nasıl oradan gidecek?

Bir tane tarikat yok yol farklılığı var. Haniflik konusunda bunu çok işledik. Şirket gibi herkes benim şirketime gelsin dersen olmaz

Herkesin fıtratı farklı. Bakara Suresinde işledik. “Musa’yı İslam asanı vur dedik” diyor “kayaya vurdu. 12 tane pınar fışkırdı herkes meşrebine” yani “içtiği yeri bildi”.

Bu tasavvufi kitaplar da ne var? Meşrep farklılığı var.

Demek ki 12 tane farklı meşrep farklılığı olmak üzere, her insanın esma terkibinin farklılığınca gidiş yolu var. Farklılığı var.

İşte bence Allahu âlem buna işaret ediyor. Ama demek ki 3 tane ana, temel yol varmış. Beyaz, kırmızı, koyu siyah.

Bunun dışında da muhtelif renklerde gidiş farklılıkları varmış.

Beyaz biliyorsunuz. İstiareye yatıldığında görüldüğü gibi, daha Allahi bir yol.

Kırmızı tasavvufta pek sevilmez. Peygamber Efendimizin (SAV) hiç kırmızı giymediği söylenir. Daha dünyevi, daha nefsani arzuların olduğu bir gidişat.

Siyahta, burada kuzguni siyahtan ne olduğunu anlayabiliyoruz. Karga var ya. Kargaya bu garabi kökünden garub deniyormuş. Yani kargaların gittiği yol manası da olabilir. Buna benzerde 3 tane ana yol olmak üzere muhtelif renklerde yollar varmış.

Allahu Teâlâ bize yeryüzünde kanıksadığımız, aleni olarak gördüğümüz şeylerin aslında Allahu Teâlâ’nın bizzat ikramı ile olduğunu anlama yetisi versin inşallah.

Çünkü böyle olursa, gizlenmiş olan sünnetullah’ın içerisinde Allah’ın zatına bizde müşade ederiz de, herkesin kaybolduğu gibi, bu materyalist dünya sisteminde boğulmayız.

Allah’ı yaşarken algılayan, farklılığında olan ve bununla da yakınlığına gidenlerden olmayı nasip etsin inşallah.

Allahu Teâlâ herkese fıtratı ölçüsünde, terkibi ölçüsünde değişik Allah’a gidiş yolları vermiş.

Bize de fıtratımıza en uygun olan yolu nasip etsin.

Ve asıl yol olan sıratı müstakimle bize hidayet etsin.

Hidayet etmekle de kalmasın, bizi orada daim kılsın.

Sabit kılmakla da yetmesin. “biz hidayet edenlerin hidayetini arttırırız” diyor

Hidayet nihayet Allah’a ulaştırır.

Allah’a en güzel, en yakın şekilde giden yolu bize nasip etsin.

Sadakallahül azim.

Elhamdülillahi rabbil alemin.

FATIR (11.Sohbet) 18-26. Ayetler#

 

SES KAYDINI DİNLE:


SOHBETİ İNDİRMEK VEYA MP3 OLARAK DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/2J2mYyrppxBYp


FATIR 18:

وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَإِن تَدْعُ مُثْقَلَةٌ إِلَى حِمْلِهَا لَا يُحْمَلْ مِنْهُ شَيْءٌ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى إِنَّمَا تُنذِرُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالغَيْبِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَمَن تَزَكَّى فَإِنَّمَا يَتَزَكَّى لِنَفْسِهِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ

Ve lâ tezirû vâziratun vizra uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salât(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsihî, ve ilâllâhil masîr(masîru).

1. ve lâ tezirû : ve günahını yüklenemez
2. vâziretun : yük taşıyan, günahkâr
3. vizre : ağırlık, yük, günah
4. uhrâ : başka, diğeri
5. ve in ted’u : ve eğer çağırırsa
6. muskaletun : günahları yüklü olan
7. ilâ himli-hâ : onu taşımaya
8. lâ yuhmel : yükletilmez
9. min-hu : ondan
10 şey’un : bir şey
11 ve lev kâne : ve olsa bile
12 zâ kurbâ : onun akrabası, yakını
13 innemâ : ancak, sadece
14 tunziru : sen uyarırsın
15 ellezîne : onlar
16 yahşevne : huşû duyarlar
17 rabbe-hum : onların Rabbi, Rab’leri
18 bi el gaybi : gayba, gaybte
19 ve ekâmû es salâte : ve namazı ikame ettiler
2 ve men : ve kim
21 tezekkâ : tezkiye oldu
22 fe : o taktirde
23 innemâ : ancak, sadece
24 yetezekkâ : tezkiye olur
25 li nefsi-hi : kendi nefsi için
26 ve ilâllâhi (ilâ allâhi) : ve Allah’adır
27 el masîru : dönüş

 Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş (varış) Allah’adır ,döner, ulaşır).


FATIR 19:

وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ

Ve mâ yestevîl a’mâ vel basîr(basîru).

1. ve mâ : ve değil, olmaz
2. yestevî : onlar, olanlar
3. âmenû : âmâ, kör, görmeyen
4. lâ yahıllu : ve gören, basiret sahibi olan

Ve âmâ (kör) olanla basiret sahibi olan (gören) müsavi (eşit) olmaz.


FATIR 20:

وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُ

Ve lâz zulumâtu ve lân nûr(nûru).

1. ve lâ : ve değil, olmaz
2. ez zulumâtu : ne oluyor ki
3. lehum : ve değil, olmaz
4. en nûru : ve nur, aydınlıklar

 Ve zulmet (karanlık) ve nur (aydınlık) da (eşit olmaz).


FATIR 21:

وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُ

Ve lâz zıllu ve lâl harûr(harûru).

1. ve lâ : ve değil, olmaz
2. ez zıllu : gölge
3. ve lâ : ve değil, olmaz
4. el harûru : sıcaklıklar

Ve gölge ve sıcaklık da (eşit olmaz).


FATIR 22:

وَمَا يَسْتَوِي الْأَحْيَاء وَلَا الْأَمْوَاتُ إِنَّ اللَّهَ يُسْمِعُ مَن يَشَاء وَمَا أَنتَ بِمُسْمِعٍ مَّن فِي الْقُبُورِ

Ve mâ yestevîl ahyâu ve lâl emvât(emvâtu), innallâhe yusmiu men yeşâu, ve mâ ente bi musmiin men fîl kubûr(kubûri).

1. ve mâ yestevî : ve musavî, eşit değil
2. el ahyâu : hayy, diri, canlı
3. ve lâ : ve değil, olmaz
4. el emvâtu : ölüler
5. inne allâhe : muhakkak Allah
6. yusmiu : işittirir
7. men : kim, kimse, kişi
8. yeşâu : diler
9. ve mâ : ve değil, olmaz
10 ente : sen
11 bi : ile
12 musmiin : işittiren (işittirici)
13 men : kim, kimse, kişi
14 fî el kubûri : kabirlerde

 Ve hayy (diri) olanlar ve ölüler eşit olmaz. Muhakkak ki Allah, dilediğine işittirir. Ve sen, kabirlerde (mezarlarda) olanlara işittirici değilsin.


FATIR 23:

إِنْ أَنتَ إِلَّا نَذِيرٌ

İn ente illâ nezîr(nezîrun).

1. in : eğer olsa
2. ente : sen
3. illâ : ancak, sadece
4. nezîrun : nezir, uyarıcı

 Sen sadece bir nezirsin (uyarıcısın).


FATIR 24:

إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَإِن مِّنْ أُمَّةٍ إِلَّا خلَا فِيهَا نَذِيرٌ

İnnâ erselnâke bil hakkı beşîran ve nezîrâ(nezîran), ve in min ummetin illâ halâ fîhâ nezîr(nezîrun).

1. innâ : muhakkak biz
2. hemmet : seni gönderdik
3. bi el hakkı : hak ile
4. beşîren : müjdeleyici
5. ve nezîren : ve nezir, uyarıcı
6. ve in : ve eğer
7. min : den
8. ummetin : bir ümmet
9. illâ : sadece, hariç, olmadan
10 halâ : gelip geçmiş olan
11 fîhâ : orada
12 nezîrun : nezir, uyarıcı

 Muhakkak ki Biz seni, hak ile müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olarak gönderdik. İçinden bir nezir gelip geçmiş olmayan hiçbir ümmet yoktur.


FATIR 25:

وَإِن يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ جَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالزُّبُرِ وَبِالْكِتَابِ الْمُنِيرِ

Ve in yukezzibûke fe kad kezzebellezîne min kablihim, câethum rusuluhum bil beyyinâti ve biz zuburi ve bil kitâbil munîr(munîri).

1. ve in : ve eğer
2. yukezzibû-ke : seni yalanlıyorlar
3. fe : artık, oysa
4. kad : olmuştu
5. kezzebe : yalanladı
6. ellezîne : onlar, o kimseler
7. min kabli-him : onlardan önce
8. câet-hum … (bi) : onlara getirdiler
9. rusulu-hum : onların resûlleri
10 bi el beyyinâti : apaçık delilleri, beyyineleri
11 ve bi ez zuburi : ve zeburu, sayfaları
12 ve bi : ve ile, … ı
13 el kitâbi : kitap
14 el munîri : nurlandırıcı

Ve eğer seni tekzip ediyorlarsa (yalanlıyorlarsa), o taktirde (bil ki) onlardan öncekiler de (resûllerini) yalanlamışlardı. Onların resûlleri, onlara beyyineler (mucizeler, açık deliller) ve zuburi (sayfalar) ve nurlandırıcı kitap getirdiler.


FATIR 26:

ثُمَّ أَخَذْتُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ

Summe ehaztullezîne keferû fe keyfe kâne nekîr(nekîri).

1. summe : sonra
2. ehaztu : aldım, yakaladım
3. ellezîne : onlar
4. keferû : inkâr ettiler
5. fe : artık, bundan sonra, bunun üzerine
6. keyfe : nasıl
7. kâne : oldu
8. nekîri : inkarım

Sonra inkâr edenleri yakaladım. Bundan sonra inkârım (inkâr edilmem) nasıl oldu?


 SOHBETİN YAZILI METNİ:

Fatır Suresi (11. Sohbet) 18. AYETTEN İTİBAREN

Ayetin yarısını işlemiştik. Diğer yarısından devam edeceğiz inşallah.

Sadece meali ile söylüyorum:

“Günahkâr bir nefis başkasının günahını yüklenemez. Yükü ağır basan kimse de onun bir kısmının alınması için çağırırsa, kendisinden o yük alınmaz. Velev o kişi yakını olsun.”

Buna ne demiştik hatırlıyorsunuz. Ayetlerde bunun başka yerlerde de bir misali var.

Mesela Ankebut suresi 13. Ayet var. Orada diyor ki:

“Elbette kendi yüklerini(veballerini),kendi yükleriyle birlikte nice yükleri taşıyacak ve uydurup durdukları şeylerden mutlaka kıyamet günü sorguya çekileceklerdir.”

Yani burada ekstra bir yükten bahsediyor. Ama bu yük geçen hafta bahsettiğimiz gibi kendilerini saptırdıklarının günahından da kendilerine bir pay var. Yani yüklendikleri o kişilerin masum, yani ondan alınıyor da tamamen kendisine geçiyor değil; saptırdığı için kendisine ekstra bir de fatura ediliyor. Bununla ilgili bir ayet vardı.

Onun dışında. Bir kişi; “Ya sen günah işle onun sorumluluğu bana ait.” diye bir şey olmuyor.

Aynı zamanda bu; velev o kişi bunun akrabası olsun, yakını olsun derken de bu kıyametle ilgili hadislerde sahneler anlatılıyor. Orada da bir kişi dolaşıyor o şiddetli günde. “Ya!” diyor.

“Ben senin annen değil miyim?

Ben senin oğlun değil miyim?

Ben senin akraban değil miyim?

Şu yükümü biraz sen al. Günah yükümü biraz sen al.”

Bunun da mümkün olmayacağını söylüyor. Kişinin kendi kendine kazandığı, elde ettiği günahı bir başkasına satamıyor, bir başkası zaten onu almıyor. O ilk başta bahsettiğimiz istisna, başkalarının sapıtılmasına vesile olan şeylerden, onun yüklerinden de aynı zamanda kendisine geliyor.

Burada “vizra” kelimesi var. “vizr” sözlüklerde “dağ” manasına geliyor. Hani dağını alamaz gibi bir anlam yok burada. El müfredat sözlüğünde şöyle bir ifade var: “Dağın kendisine sığınanın ağır yükü yüklenmesi gibi bir şey.”

Ya da şöyle diyebiliriz:

Birisinin yükünü alacak dağ gibi kuvvetli birisi. Bu şekilde geçiyor.

Yani, birisinin yükünü alabilmesi, taşıyabilmesi için birisinin dağ gibi bir ağırlıkta olması gerekiyor.

  1. si şöyle o “vizr” denilen yük dünyada biraz hafif geliyor. Fakat ahirette görecek ki o kişi dağ gibi bir şey.

Çünkü burada sırtına yüklenme var. Mesela ayetin 1. Satırında:

“Ve in ted’u musgaletun ilâ hımlihâ” “Onu yüklenmesi için çağırsa” diyor.

Yani sırtına alınan bir şeyi Rabbim orada aslında o basit bir yük değil, dağ gibi ağırlığı olan bir şey;

Onu sırtında taşımaya bir başkasını nasıl çağırabilirsin?

Başkası onu nasıl yüklenir?

Ama bu tarafta bize o hafif geliyor. Günah ne olacak ki?

Altından kalkılamayacak yük denir ya. Bunun gibi bir yük yani. Hatta bu İnşirah suresinde vardı. Geçen hafta bahsetmiştim.

“Elem neşrah leke sadrek” “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?”

“Ve vada’na ‘anke vizreke” “Senin yükünü senden almadık mı? Gidermedik mi?”

“Elleziy enkada zahreke” “Ve o senin belini çatırdatmıyor muydu?”

Yani Peygamber Efendimiz de bile böyle bir yük var. Ve bunu Rabbim hafifletiyor. Tabi Peygamber Efendimizin sorumlulukla ilgili bir yükü de var aynı zamanda. Bizim de günah yükümüz var. Bu da ahirette çok ağır bir yük olduğunu söyleyerek, bu dünyada bizi uyararak Rabbim “Dikkat edin, o yük birisine satabileceğiniz, birisinin yüklenebileceği bir yük değil. Ona göre yaşayın.” Uyarısı var.

İşte uyarı dedik. Bakın işte bu kısım.

“Sen ancak o kişileri uyarırsın ki…”

“İnnemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil ğaybi”

“Sen ancak o kimseleri uyarırsın ki, onlar Rablerinden gaybta korkarlar. Ya da onlar gayb hakkında Rablerinden korkarlar.”

“Ve egâmus salâh” “Ve onlar namazları ne yaparlar? İkame ederler. Namazları dosdoğru kılarlar.”

Rabbim, biraz evvel hani ağır yük konusunda uyardı ya ama diyor ki bu uyarı, bu ikaz, bu nezir ancak kimin içinmiş yani herkes için geçerli değilmiş. Yani tesiri yok bu uyarmanın. O uyarıyı dikkate alabilecek kimseler, yani biz de onun içerisindeyiz, ancak şu özellikler olursa tesir ediyormuş.

1.si

“Yahşevne” “Haşyet” bu. Haşyet durma, korku duyma. Kimden?

Rablerinden haşyet duyma. Ama nerde?

“Bil ğaybi” “Gaybi olarak.”

Yani Allah’ı biz zahiri olarak, şahit miyiz? Görüyor muyuz?

Hayır. Allah bizim için gayb. İmani olarak demiyorum. Duyu, algı meselesi ile söylüyorum. Bu gayba ya da gaybi meseleler bir izaha göre. Yani Allah bizi uyarıyor ya ahirette. Ahiret bizim için gayb değil mi? Şu an şehadet âleminde olan bir şey değil, görünen bir şey değil. O konularda Allah’tan haşyet duyuluyor. Korku.

Şimdi korku ile ilgili o kadar çok kelime var ki Arapçada. Haşyetin ifadelerden farklı olarak, korku manasındaki farklılığı ne?

Azameti bir olaydan dolayı korku. Mesela havf genel anlamda korkudur. Lakin havfta zarar görme endişesi vardır. Mesela Kureyş Suresi var ya. Onları biz “âmenehüm min havf” diyor. “kaygıdan giderdik” yani orada ne var “Ticaret ve ticaretlerini yaparken yolda başlarına gelebilecek olan tehlikelerden koruduk.” manasında bir ifade var.

Orada ki havf o. Fakat bu 18.  Ayetteki  “haşyet” ise Rabbinin azametinden dolayı bir ürperti duygusuyla (ürperti az gelir ama) korku. Manevi bir korku, yani elinde değil. Geldiği zaman yani onu idrak ettiği zaman, imani bir meseledir. Aynı zamanda, gaybi olarak korkuyorlar. Bakın burada gaybi denmesindeki bir şey de şu; eğer gaybi olsa kişinin haşyet duyup, duymama konusunda tercihi olamaz.

Yani Allahu Teâla’nın o azametini görecek de yani gaybi değil şehadeti olacak da, ya haşyet duysam mı? Duymasam mı? Gibi bir şey yok. Burada “Bil ğaybi” demesiyle beraber “gaybta Rabbinden korkar” demesinin sebebi biraz imani bir mesele.

Ya da diğer ayetlerde geçecek Allah’tan en fazla âlimler korkar meselesinde kişinin ilmi arttıkça, gaybi de olsa Allahi konularda bir haşyet duygusunun da oluşması gerektiği ile ilgili bir şey.

Bunu yıllar evvel konuştuğumuzda hatırlar mısınız? Bazı sohbetlerin vurucu cümleleri var. Tesir altında bırakıyor onlardan birisi şu.

Bu kadar ilim öğreniyorsunuz. Yani bu ilim faydalı mı? Değil mi? Şunu yapın.

Sizde Allahi bir olayda gelişme sağlıyor mu?

Ve Allah korkusunu oluşturuyor mu? Oluşturmuyor mu?

Bakın buraya yıllardır geliyorsunuz. Gelenleriniz var. Eğer bir haşyet oluşturuyorsa.

İlim, size menfaatli bir ilimdir. Korkutuyorsa, Allah korkusunu oluşturuyorsa, haşyet duygusunu oluşturuyorsa bu öyle bir duygu. Bu da kişinin testidir aynı zamanda. Yoksa ne güzel vakit geçirdik, ilim aldık sevap kazandık gibi bir durumu olur.

“İlim, ilim bilmektir. İlim, kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin. Bu nice okumaktır.” Yunus Emre Hazretlerinin sözüdür.

“Gaybta korkarlar” ve ne yaparlarmış?

“Egâmus salâh” “ Namazı kılarlar değil. İkame ederler.”

Kuranı Kerim’in hemen hemen hiçbir yerinde namazı kıl diye bir ifade yok. Çok daha şiddetlisi olan ikame ederler var.

Hani Sırat-ı müstakim kelimesini işlerken “kame” “قَامَ “ fiilinin ayağa kalkmak fiili olduğunu söylemiştik. Dik durmak yani oturan birisinin ayağa kalkması gibi, yatan birisinin ayağa kalkması gibi.

Burada da ikame derken de ifal babı denilen bir şey var Arapçada. Etki karşı tarafa geçiyor, kaldıran. Yani namazı kaldıran, ayağa kaldıran, dik tutan bir kavram var. İkame etmek öyle basit, arada bir namaz kılmak değil. Allahu Teâlâ namaz kılınmasını emrediyor ama namaz kılanlara da, namaz kılma konusunda aşırı hassas olmalarını söylüyor.

Mesela “Namazın kazası yoktur.” Diye bir ifade var. Bu ne demek?

Bu ilmihali bir bilgi.  Daha vakit var, işim de zor sonra kaza ederim gibi bir şey yok.

Bir mümin karar verdikten sonra bütün işlerini namaza göre yapacak. “Sürekli abdestli dolaşın” diyorlar. Neden?

Onu bir manevi, Allahi yakınlıkla ilgili bir ifadesi var onun. Bir de her an hazır olursunuz, antrenmanlı olursunuz, anında şartlarınız uygun olduğunda namaz kılarsınız. Diğer türlü imtihanla karşılaşırsınız. Kendi zaaflarınızın sonucu olarak bir imtihanla karşılaşırsınız.  Çok zorluk çekersiniz. Özellikle bayanlar bu konuda çok gevşek görüyorum. Çarşıya, pazara misafirliklere gittiklerinde, tatile gittiklerinde biraz daha gevşek oluyorlar. Tabi bu biraz herkeste var. Biraz daha dikkatli olmakta fayda var.

Diğer ifadesi de namazın içeriğine de dikkat etmek. Yani bir ifade var kendi aramızda, arkadaşlarla konuştuk. “Ya namazını kıldın mı?”

Yani geçiştirdin mi? O sorumluluğu üzerinden attın mı? Manasında.

Tabi ki namaz kılmama durumuna göre artı bir şeydir bu. Fakat Allah’la buluşma, Onun’la diyalog, O’na yönelme olarak değerlendirdiğimizde; “ikame etmek” daha ciddiyete alınması gereken bir durumdur.

“Kame” fiili Kuranı Kerimde yaklaşık 600 kez kullanılmış. 6000 civarında ayet olduğunu düşünürsek, her 10 ayette bir gelmiş her 10 ayet de yaklaşık bir Kuran sayfasıdır. Yani hemen hemen her sayfada bu “kame” fiilini yani ayağa kalmak, dik durmak fiilini kullanmış. Yani bu çok dikkat edilecek bir şey. Çok ciddi fiil, bunu Fatiha Suresinde işledik.

“İhdinas siratal müstakim” ayetiyle ilgili duruma bakabilirler. Çok ciddi bir şey.

El-Hayy, El Gayyum beraber nitelendirilir ipucu olarak. Yani sistemin Allah ile kayim olmasıdır. Bu fiili Rabbim buna kullanmak üzere vermiş. Ve 600 küsür yerde kullanarak önemini bahsetmiş. Çok teferruatlı çok girmek istemiyorum konuya.

Burada dikkatinizi çekecek bir şey var. Namazı kılmak Allah’tan korkmaktan sonra gelmiş. Yani sıralamada önce namaz kılmak sonra korku yok. Yani namaz kılına kılına da bir haşyet duygusu oluşur doğru. Ama önce haşyet var. Gaybi olarak Allah’tan haşyet var, ondan sonra da namaz var. Eğer böyle olursa namaz çok daha anlamlı olur.

Rabbim önceliği haşyete vermiş. Bunun önemine binaen olduğunu düşünüyorum. Çünkü birde şu var. Bakın, namaz muayyen vakitlerde. Yani sürekli namaz modunda da olabilirdik ama günde beş vakit var. Fakat haşyet daimi, yani haşyet hal. Namaz biraz daha muayyen. Buna biraz dikkat edilmesi gerekiyor. Yani o haşyet duygusunun oluşmasının ifadesi bence önemli.

Bir sonrasında ne var?

“Ve men tezekkâ feinnemâ yetezekkâ linefsih” burada bir şart cümlesi var.

“Ve men tezekkâ” bu “tezekkâ” fiili mazi tezekki etmek manasında.

“Fe” burada şartın cevabı. “innema” ile geliyor.

Geçen bir kural okumuştuk arapça bilenler için söylüyorum. Cevabın başına “fe” gelir bir de arkasına “innema” gelirse orada cezm edilmiyor. Fiili muzaridir.

“yetezekkâ linefsih” “nefsi için temizlenir. Nefsi adına temizlenir.”

Nefis biliyorsunuz 2 manada kullanılıyor. Bizzat kişilik anlamında kimlik anlamında, kendisi için temizlenir başkası için değil manasında. Birde, kişiyi oluşturan ruh, nefis ve beden üçlemesinden biri olarak da kişi kendi nefsini temizler.

Burada 3. Sırada da şu var. Allah’tan haşyet duydun, namazı ikame ediyorsun yani ibadet konusunda Allah’a yöneliyorsun, kulluk ediyorsun bu da yetmiyor artık 3. Aşamada nefsini de temizlemen gerekiyor.

Yani bugün mesela çok ilginç 5 vakit namazını kılıyor cami cemaatinden biri. En ufak yer konusunda ya da ayakkabı çalınma konusunda bir şey de anında birbirlerinin boğazına sarılacak duruma geliyorlar.

Maalesef dinden uzaklaşıldı, maneviyattan da uzaklaşıldı. Eskiden nefis terbiyesi cemaatlerin, grupların çok dikkat ettiği bir şeydi. Yani sadece ibadet yetmez. Yani bu şeriati şeyler. Nefsini de düzenlemen, temizlemen, buradaki ifadesi de tezkiye etmen gerekir.

Zaten biz birazda dünyaya bunun için geldik.

Yani “esfele safilin” e indirildi ya, aslında insan olan yapı. Tasavvufi bir ifade olsun diye söylüyorum. Nefislerin birde hayvansal suretleri vardır.

Ama Allah bizi “ahsen-i takvim” yarattı.

“Summe radednâhu esfele sâfilîn” “aşağıların aşağısına indirdi.” (Tin Suresi 5. Ayet)

Senin bu hayvan silüetinde olan iç yapınıda tezkiye etmen gerekiyor.

Bir yatay tezkiye var ki bu tasavvufta nefis kademeleri, nefsi emmare, nefsi levvame, nefsi mülhime, nefsi mutmainne, nefsi raziye, nefsi safiye gibi makamları var bu yatay kattaki temizlik. Birde dikey, insanlığa doğru giden dikey anlamda da var.

Farz-ı ayn olarak yatay temizlenirsin. Farz-ı kifaye olarak da dikey olarak insanlığa varan 7. Kademeye kadar da gitmen lazım. Bu anlamda bir hatırlatmak istedim nefis konusuna gelmişken.

Nefs konusu, nefis bir konudur.

Burada ki “tezekka” ifadesi ile zekât aynı kökten.

Zekât biliyorsunuz. Kişinin kazandığı ve sahip olduğu mallardan, değerlerden belirli bir miktarını vermesi manasına geliyor. Zekât aynı zamanda temizlenme. İkisinin birleştiği yer şu. Malını verdiğin takdirde şöyle devam edelim.

Malın var. Malının bir kısmına zekât deniliyor. Temizlenme kısmı. Onu verdiğinde malını ya da kazancını temizlemiş oluyorsun.

Mesela bir esnaf olduğunu düşünün kasasına para girdi. Onu da diyor ki ayeti kerime de:” İhtiyaç sahipleri için orada malum bir pay vardır.” Diyor. O payını ayıracaksın kalan kısmı senin. Ayırdığın kısmı zekâtı işte. Bunu ayırdığın zaman temizlenmiş oluyor. Yine de bir yıllığına temizlenmiş oluyor. Üzerinden 1 yıl geçmiş ve saklarsan Allah’ın muradı bu değildir.

Bakın bir hadis okuduk geçenlerde. Peygamber Efendimiz SAV diyor ki: “Uhud dağı kadar malım olsa içinden sadece borçlarımı ödeyecek kadar, 3 günlüğüne bende bulunmasına razı olabilirim. Önüne, sağına, soluna verme işaretleri yaparak, onu dağıtırdım.” Diyor. Uhud dağı kadar olsa diyor. Malımın kendimde bulunmasını istemem dağıtırdım.

İstisna olarak şunu vermiş. Borcunu ödemek için o da 3 günlüğüne.

Şimdi bir yıllığına gelecek de üzerine, ya neden koyuyorsun kenara? Yani neden koyacaksın ki kenara? Ancak borcunu ödemek konusuyla ilgili bir şey var. Bize bir şeyler yanlış anlatılmış özellikle zekât konusunda yanlış anlatılmış. Bunu çok konuştuk. Bir kişinin zekât vermesi için illa 1 yıl geçmesi borcunu falan ödemesi mümkün değil. Şu anki ekonomik sisteme göre mümkün değil. Bugün en büyük ekonomiye sahip olan kişileri düşünün buna kredi alabilme miktarı deniyor. Kendi mal varlığından daha fazlasına borçlanıyor. Bu mantığa göre; Koç’un, Sabancı’nın zekât vermemesi lazım. Bütün borcu bitecek, üzerinden de bir yıl olacak. Sermaye sahipleri ve zenginler buna güler biliyor musunuz?

Bu sistem yok ki zaten. O dönemde vardı. Ama şu an kapitalist sisteme göre bu yok.  Herkesin kredi kartlarıyla otuz altı aya kadar varan borcu var. Kimsenin zekât vermemesi lazım.

Hayır, Ahmet İndihambel Hazretleri bu fetvaları veren kimse; aldığı kiradan zekât vermiş.  Hani üzerinden bir yıl geçecekti, malı olacaktı? Hayır! Gelirin zekâtı var. Anında da verebilirsiniz. Bunun fetvaları verilmiş biliyorsunuz. Verdiğin kısım malını temizliyor. Öbür türlü bir şekilde kirli oluyor.  Bunu bizim anlamamız zor ama manen kirli oluyor.

Peki, şunu söyleyeceğim: Eğer nafaka, yani şöyle. İnfak, ailenin infakı ise doğru. Başkalarının infakıysa, aslında zekâtın en üst aşaması infaktır. Vermektir. Hem maddi, hem manevi olarak vermektir.

Ben temizliğe gireceğim. Bakın namaz beş vakit. Zekât senede bir diyelim.  Öyle değil ya. İkisi musabi tutulmuş. Namazlarını kılarlar, zekâtını verirler. Peki, nasıl oluyor bu? Zekâtını verdiğin andan itibaren öyle bir nefsinde, en azından maddiyatın maneviyata dönüşmüş şeklinde, bir temizlik hali oluşuyor ki; bir sene boyunca tesirini görüyorsun.  Bu kadar kıymetli. Nefsinin de pozitif şeyleri algılamasına, temiz olmasına yönelik demek ki tesiri olduğunu bu ayetten anlıyoruz.  Nefsi için temizlenir diyor ya burada;  burada hani zekâttan özellikle bahsedilmiyor ama bazı tefsirlerde bunu zekata işaret olduğunu söylemişler. Aynı kelime kökeninden olduğu için.

Ama aslında burada kastedilen Allah’tan korkacaksın, namaz kılacak, ibadet edeceksin. Bunu ikame şeklinde yapacaksın. Nefsini de temizleyeceksin. Bu da neyi sağlıyor? Senin Allah’a, uyarılara tesir edebilmek için zemin doğuruyor.

Uyarı herkes için geçerli ve her iman konusunda geçerli. Yani bir kez uyarıldım geçtim değil.

Subhan mıyız biz? Haşa! Subhan olan Allah. Hangi kademede bulunursa bulsun, işte eksikse; eksik olan kısmına uyarı gelmesi gerekmiyor mu?  Gerekiyor. Bunun olması için de en azından bu üçlüyü diyor, bu ayete göre, arkasında başka şeyler olduğunu da görüyoruz 28. Ayette.

En azından burada, bunların temel şartlar olduğunu, ön şart olduğunu görüyor. Peki, bu ne için uyarıyordu Rabbim ayetin öncesinde?

Vizr denilen dağ gibi altından kalkamayacağımız yükü (ki asıl ahirette anlayacağız) yüklenmememiz için her iman düzeyinde farklı olacak şekilde; Rabbim bunu da zemin oluşturacak şekilde en azından 3 unsurla beraber bize söylüyor.

Daha büyük bir ikaz yapıyor. Ne diyor?

“Ve ilallâhil masîr.” “Dönüşte Rabbinedir.”

Yani sen bu dünyayı daimi zannetme, bir şey rücu edecek aslına. Allah’a döndürüleceksin. Ona göre de dikkatli olarak yaşa var.

Bu “ileykel masir” konusunda ben dakikalarca, saatlerce konuşabilirim ama gerek yok. Devam edelim.

19 ayetten devam edelim.

“~~35.19~
وَمَا يَسْتَوِى الْاَعْمٰى وَالْبَصٖيرُ “

“Ve mâ yestevil ağma vel basîr.”

“Yestevil” bir şeyin aynı seviyede olması, müsavi olması. Hani tesviye var ya! Marangoz ya da demir ustası ne yapıyor?

Tesviye ediyor. Ne yapıyor?

Pütürlü kısım ile diğer alçak kısmı zımpara ile aynı seviyeye getiriyor.

Yani denk, müsavi, eşit olmaz. Kim?

Ama ile, ama ne demek? Gözleri görmeyen, kör, görme özürlü manasında.

Ama ile basir, başara fiili görme diyelim biz buna.

Görme fiilini sürekli üzerinde bulunduran kimse ile aynı olmaz.

Şimdi burada iki zıtlıktan bahsediliyor. Bunun çok ilginç kelimesel derinlikleri var. Basit ayetler gibi geliyor ama vakit yeterse anlatacağım.

Devam ediyor 20. Ayette.

“~~35.20~
وَلَا الظُّلُمَاتُ وَلَا النُّورُ”

“Ve lez zulumâtu ve len nûr.”

“Karanlıklar nur ile eşit olmaz.” Devamı var.

Devam ediyor 21. Ayette.

“~~35.21~
وَلَا الظِّلُّ وَلَا الْحَرُورُ“

“Ve lez zıllu ve lel harûr.”

“Gölgede harur ile hararetle yani sıcaklıkla bir olmaz.” Devam edelim.

  1. Ayette ne diyor?

“وَمَا يَسْتَوِى الْاَحْيَاءُ وَلَا الْاَمْوَاتُ اِنَّ اللّٰهَ يُسْمِعُ مَنْ يَشَاءُ وَمَا اَنْتَ بِمُسْمِعٍ مَنْ فِى الْقُبُورِ“

“Ve mâ yestevil ahyâu ve lel emvât, innallâhe yusmiu mey yeşâé’, ve mâ ente bimusmiım men fil gubûr.”

“Ve mâ yestevil ahyâu ve lel emvât,” “Diriler, ahya olanlar, hay olanlar, diriler de; emvat, mevt olanlarla, ölülerle bir olmaz.”

Burada kapalı kalsın buraya kadar bakalım.

Burada bazı zıtlıklarla örnekler veriyor.

Yani ama ile gören bir olmaz. Karanlıklar ile nur bir olmaz. Gölgelik, o serinlik ile sıcaklık, hararet bir olmaz. Bir de neyi örnek veriyor?

Hayatta olan diriler ile ölüler bir olmaz.

Bunu neyin arkasına söylüyor? Hani sen bir ayet vardı Yasin’de “sen uyarsan da uyarmasa da değişmez.” Vardı ya. Oraya burada bir işaret ediyor.

Uyarsan da uyarmasan da bir olmaz neden? Onlar o ikinci kısımda olanlar yani zıtlıkta olanlar. Kim onlar? Ama olanlar. Onları uyarsan da uyarmasan da birdir.

Şimdi burada normal körden bahsetmiyor. Yani dünyevi körden bahsetmiyor. Misal olarak veriyor.

Nasıl ki dünyada gözü gören ile görmeyen aynı değilse, manevi olarak gözü kör olan ile gören kişi de aynı olmaz. Yani ona senin yapacağın bu ikazların, uyarmaların tesiri aynı seviyede olmaz. Aynı şu şekilde karanlığı görüyor musun? Karanlığı.

Bir de nuru görüyorsun. Bu ikisi ne kadar farklı değil mi? Karanlık ve aydınlık. Aynen bunun bir olmayacağı gibi. Bu sefer de iç âlemlerini söylüyor Rabbim. İç âlemleri birilerinin karanlık, bir de nur var, ışık var. Aynı olamayacağı gibi onların iç âlemleri de karanlıktır. O kişiye de uyarı versen de onlara fayda etmez.

Aynı şekilde şunun gibi. Gölgeyi görüyorsun değil mi? Seni hararetten nasıl koruyor?

Şimdi onunla beraber aşırı sıcakta, hararet de bir olur mu? Aynı bunların farklılıkları gibi imanın o serinleten gölge kısmı, küfrün o hararetli kısmı gibi de eşit olmaz diyor.

Bir de yetmiyor bununla beraber. Sen o dirileri görüyor musun? Dirileri, hayatta olanlar. Bir de kabirde yatan ölüler var. Ne kadar? Dağlar kadar fark var onun içinde değil mi? İşte onların kalpleri de aynı şekildedir. Onların içinde musabilik olmaz.

Şimdi burada biraz teferruata girersek müthiş teferruat var. Mesela burada

“Ve mâ yestevil ağma vel basîr.” Basar gelmiş bak. Önce kötü misal sonra iyi misal.

İkinciye bakın.

“Zulumâtu” gelmiş önce kötü sonra iyi misal nur. Fakat diğerinde

İyi bir şey öne gelmiş gölgelik öne gelmiş. Hararet ikinciye gelmiş.

Dördüncüde ise; dirilik iyi bir şey canlılık hali öne gelmiş. Ölümlük de sona gelmiş.

Yani ikisinde Rabbim kötüyü öne almış. İki de iyiyi öne alarak farklı anlamlarda misal vermiş.

Burada bir şeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bakın ayetlerin sonu nasıl bitiyor.

“Basiru, en nur, el harur” şeklinde bitiyor bakın diğer ayetlere de bakın.

Hepsi “gubur, nezir, münir, nekir” gibi devam ediyor.

Aynen bir şiirin kafiyesi gibi kafiyeli gelmiş. Bu 21. Ayette de bu bozulmamış. Önce bir şaşırmıştım ben. Bu bilgiyi Ruhul Beyan’dan almıştım bu bilgiyi.

İyi de dedim sadece kafiye uyumu olsun diye mi Rabbim bunu yapar?

Ama sadece kafiye değil. Onun desteği olarak da işte “Ahyâu ve lel emvât” ta da iki ikili misal gelmesi de hem kafiye uyumu açısından muhteşem bir icaz olduğunu gösteriyor bunun hem de anlam olarak iki iyi önde, iki kötü önde olarak da takdim deniyor. Burada anlam bütünlüğünü de koruduğu görülüyor.

Şimdi burada bir şey daha var. Ama ile basir aynı olmaz derken. Bakın burada zaten bu meallerde kırmızı kırmızı gözüküyor, diğer meallerde hep “Ve lez zulumâtu” demiş. La olumsuzluk ekidir. “ve len nûr” yine olumsuzluk eki gelmiş. “Ve lez zıllu”, “ve lel harûr” derken de aşağıda da var. Hep olumsuzluk ekleri ile gelmiş. La diye.

Ama ilk kısma bakın. “Ve mâ yestevil ağma vel basîr” derken bu olumsuzluk kelimeleri kullanılmamış.

Burada şöyle deniyor. Tamam, görme durumu ile ama durumu birbirine zıt gibi gözüküyor ama diğerleri kadar da zıt değil. Yani bir ama durumu ile görme durumu aynı bedende bile olabilir. Bir gözü kişinin görür, bir gözü görmez. Ki görmemek durumu da o kadar kötü değildir. Ama diğerlerindeki zıtlık daha fazladır olarak yorumlanmış.

Bunları size anlatıyorum ki gelişi güzel Kuran’da her harfin manaya tesir eden küçük incelikleri de var. Bu Kuran’la ilgileniyorlar arkadaşlar. Kuran’ı anlamak için Arapça öğreniyorlar. Ben de böyle incelikleri de onlara, belki teferruat gibi gelebilir ama söylüyorum ki bu herhangi bir kitap değil. Her ifadenin burada bir manası var diye.

Bir şey daha var burada mesela. Bunu bahsettikten sonra diyor ki: “Diriler ile ölüler müsavi olmaz” derken “Yestevi” fiilini Rabbim bir daha kullanmış. Yukarda üç kısım için bir kere kullanmış. Bunu kullanmadan bile cümle gelebilirdi. Neden burada özellikle bir daha kullanılmış? Yukardakiler de zıtlıktı ama en büyük zıtlık burada ölü ile dirinin farkı gibi olması. Burada özellikle asıl ciddi farklılığın burada olduğunu söylüyor Rabbim.

Bir farkta şu var. Bakın “zulumat” çoğul olarak gelmiş. “Nur” tekil olarak gelmiş. Biri cemil olarak gelmiş, biri müfret olarak gelmiş.

Buradan nasıl mana çıkabilir? Yani zulümlere, karanlıklara götüren yollar çok olabilir fakat nur tektir.

Yani sıratı müstakim tektir.

Tevhit budur zaten.

Bakın görüyor musunuz? Atlanarak geçilecek gibi ama Rabbim ne kadar incelik vurgusu yapıyor. Yani işte burada Kuran’a saygı artıyor. Kuran’ın herhangi bir kitap değil. Âlemlerin Rabbinin kitabı olduğunun da burada bir göstergesi var. Biraz daha ilerleyelim. Daha çok teferruat var ama.

“Dirilerle ölüler bir olmaz” dedikten sonra Rabbim şunu diyor:

“innallâhe yusmiu mey yeşâé’,” Allah dilediğine işittirir.”

Bak burada işittiren kim?

Allah. Bakın devamında ne diyor?

“Ama sen kabirdekilere işittirecek değilsin.” Zaten 23. Ayete de bunun sebebini söylüyor.

“İn ente illâ nezîr” “Sen ancak bir uyarıcısın.”

Yani burada kulum sen işittiremezsin. Bir ayette de vardı. Kasas Suresi 56. Ayette.

“Resulüm sen sevdiğini hidayete erdiremezsin. Bilakis Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları da en iyi O bilir.”

Bir de Ali İmran Suresi 28. Ayette,

“Bu işte senin yapabileceğin bir şey yoktur.” Manasına da geliyor burada.

Yani bir adamın artık kalbi öldü ise, kalbine o mühür vurulmuşsa deniyor ya, artık onun işi bitti. Yani senin ona yapabileceğin bir ley yok. Allah ona işittirir ama dilediğine işittirir. İşittiren de Allah’tır. Diyerek burada bir vurgu var

Bir de şunu gördüm ben el-basir ve el semir esmaları var. Burada her zaman Kuran’da semir, basir den önce gelmiştir. Bir tek tahmin ediyorum İsra Suresinde farklı diğerlerinde semir, işitme esması, basir esmasından önce gelmiştir. Daha üstün. Burada ise aynı vurgu var.

Bakın sen âmâya işittiremezsin diyor. Örnekler verilmiş ama en ciddi örnek olan ölülerle, dirilerin o birbirlerindeki kesin farklılığına da Allah işittiremezsin derken de, işitmenin görmekten daha kuvvetli bir imani unsur olduğunu gösteriyor burada.

İşittiremezsin derken burada kasıt imanına yol açacak şeyleri söyleyemezsin

“Semiğna ve Atağna” derken ne var? “İşittim ve iman ettim” derken.

İşitme nasihati alıp hayata geçirme manasına kullanılıyor.

“Sen işittiremezsin” derken de burada imani bir ilave yapamazsın manasında kullanılıyor.

Görüyor musunuz? Bakın! “Semiğ” nin el-semir’in el-basir’den üstün olduğunu Rabbim ayetlerin içerisine nasıl örgüyle örmüş? İşlemiş, nakşetmiş.

Sen kabirdekilere işittirecek değilsin derken de şu var.

Biz biliyoruz ki Peygamber Efendimiz SAV kabirdekilerle konuştuğunu biliyoruz. Burada “sen işittirecek değilsin” de ne var?

Burada ki zahiri kabirdekiler değil. Manevi kabirdekiler. Yaşıyor adam ama kalbi ölmüş. Rabbim bunu ölü olarak kabul ediyor.

Çünkü hadis var mesela;

Peygamberimiz SAV Bedir günü kabelilerin cesetlerinin bedir kuyusuna atılmalarını emretti ve onlara “ Ey kâfirler, ben Allah’ın bana vadettiğini hak olarak buldum. siz de Allah ve Resulünün size vadettiğini hak olarak buldunuz mu?” diye nida etti.

Bunun üzerine Hz Ömer “ Ya Resülallah sen bu cesetlerle nasıl konuşuyorsun?” diye sordu.

Peygamber Efendimiz SAV “benim onlara söylediğimi siz onlardan daha iyi duyamazsınız. Onlar pekiyi duyarlar ancak cevap vermeye muktedir değiller” diye buyurdu.

Şimdi çok net bir hadis. “Sen kabirlerdekilere işittiremezsin” derken iki şey var.

1.si Allah’ın izni ile işittirirsin. Çünkü ne diyor burada?

“innallâhe yusmiu mey yeşâé’” “Allah dilediğine işittirir” derken de aslında işittiren Allah. Çünkü farklı bir fiziki âleme, berzaha gitmişler. Oraya işittirirken de Allah’ın izni ile görürsün.

Yani bu ehli kubur denilen bir grup var. Yaşayanlardan, maneviyatı olanlardan, kabirdekilerle diyalog sağlıyor. Nasıl sağlıyor? Allah’ın izni ile sağlıyor. Kendindeki bir mekanizma ile değil. Ona belki de sözünü işittiriyor. Bu da Allah’ın işittirmesi ile oluyor. Normal fiziki kaidelerle değil.

2.si sen hidayeti onlara ulaştırdığını zannediyorsan bil ki, yani işitme duyusu ile hidayetin birleştiği yer, onu Allah hidayete erdiriyor. Sen değil. Dilediğine bunu yapıyor manasına da bunlar yorulabilir.

Devam edelim

“İnnâ erselnâke bil haggı” “Biz seni hak olarak gönderdik”

“Beşîrav ve nezîrâ” “Beşir müjdeleyici olarak ve nezir uyarıcı olarak”

Burada “beşir” in öne gelmesi de Allah’ın rahmetinin gazabından öne geçmesi ile ilgili bir şey. Aynı zamanda ne var?

“Siz insanlara bir şey tebliğ ederken önce müjdeleyici taraflarını söyleyin sonra ikaz edici taraflarını söyleyin” derken de Allahu Teâlâ’nın burada eğitim metodunda bir ikazı var.

“Ve im min ummetin illâ halâ fîhâ nezîr” “Hiçbir ümmet yoktur ki onlardan gelip geçmiş bir nezir olmasın.”

Yani burada Rabbim sünnetullahını söylüyor. Yani sadece sen değil. Biz seni gönderdik ama senden önce de gelip geçmiş bir çok ümmet var. Bu ümmetlere de nezir zaten gelip geçmişti.

Yani sen ilk değilsin. Bu olaylar da ilk olmuyor. Yani burada Rabbimin bir tesellisi var. Şöyle devam edelim teselliyi daha iyi anlayacaksınız.

“Ve iy yukezzibûke” “ Eğer seni yalanlıyorlarsa”

“Fegad” “Kesin kez”

“Kezzebellezîne min gablihim” “Onlardan önce gelenler de zaten yalanlayıp durmuşlardı.”

Devam edelim bunlar beraber

“Câethum” “Onlara geldi”

“Rusuluhum” “ Resülleri”

“Bilbeyyinâti” “Apaçık şeylerle mucizelerle geldi”

“Ve bizzuburi” “Zuburlarla, Zeburlarla geldi” Bunu açıklayacağım.

“Ve bilkitâbil munîr” “ Münir olan nurlu kitaplarla gelmişti”

“Summe” “Daha sonra”

“Ehaztullezîne keferû” “Küfredenleri, kâfir olanları ben yakaladım”

“Fekeyfe kâne nekîr” “Gör bak bakalım beni inkâr, nekir nasıl olmuş”

Burada Rabbim Resulullahı bir teselli ediyor. Bak seni burada yalanlayıp duruyorlar ya, bu kadar hak üstüne geldin. Buna rağmen yalanlıyorlar ya bu ilk olmuyor. Ben Hz Âdem’den itibaren devamlı peygamberler gönderdim. Bunlarda farklı bir şey yapmadılar ki. Onları hep yalanlayıp durdular.

Resuller göndermiş. Yetmemiş. Mucizeler göndermiş. Yetmemiş.

Zeburlar göndermiş. Yani sahifeler, uyarılar, hikmetli sözler bunu gelecek haftaya açıklayalım.

O da bitmemiş. Nur veren. Hani yukarda diyor ya zulmetmekle nur bir olmaz diye.

Nur veren kitaplarla da göndermiş. Ama bunlara rağmen olmamış. Üzülme resulüm bu ilk değil. Sen elinden geleni yapıyorsun. Zaten bu insanlığın durumu. Fakat tehlikeyi söylüyor.

“Ben onların hepsini cezalandırdım.” Yakalayıp cezalandırdım. Hadi bakalım görsünler bak beni inkâr, küfür nasıl oluyormuş? Derken de burada hidayetin kendisine ait olduğunu, sana ancak tebliğin düştüğünü o yüzden de sistemin sahibi benim resulüm sen de kendini o kadar yıpratma diyerek de burada SAV e bir ikaz var.

Allahu Teâlâ bizi uyarılara açık olan insanlardan eylesin ki, uyarılmak zannedildiği gibi basit değil.

Allah’tan haşyet duymak gerekiyor. 2.si namazla Allah’a yönelmek gerekiyor. Hem nefsi şeylerle hem de Allah’ın zekât gibi emrettiği şeylerle de gönlümüzü, nefsimizi temizleyerek bunlara uygun hale gelmeye alt zeminini oluşturuyor.

Allah korusun görenle görmeyen gibi, zulümatla nur gibi, gölgeyle sıcaklık gibi böyle zıtlıklar insanlar arasında oluşturma tehlikesi var.

Bırakın onu yaşarken bile ölüyle dirinin olduğu gibi fark var. Allah bizim de bütün bu gereken şeyleri yaparak Allah’ın işittirmesiyle de yaşarken gerçek anlamda diriler olmamızı nasip etsin

Yoksa Allah korusun ahirette dönüşün O’na olmasıyla beraber Rabbimin önceki ümmetlere hem bu dünyada hem ahirette yapacağı çok ciddi bir cezalandırma var. Allah’ta bizi bunlardan korusun.

“Sadakallahülazim”