FATIR (2.Sohbet) 2.ayet#


SOHBETİ MP3 DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK  :
https://yadi.sk/d/fIsMPfZfmecoc


FATIR 2. AYET

مَا يَفْتَحِ اللَّهُ لِلنَّاسِ مِن رَّحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِن بَعْدِهِ

وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

Mâ yeftehillâhu lin nâsi min rahmetin fe lâ mumsike lehâ, ve mâ yumsik fe lâ mursile lehu min ba’dihî, ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).

1. : şey, ne
2. yeftehillâhu (yeftehi allâhu) : Allah’ın açtığı
3. li en nâsi : insanlar için, insanlara
4. min rahmetin : rahmetten
5. fe : o zaman
6. : yoktur
7. mumsike : tutacak olan, tutan kimse
8. lehâ : onu
9. ve mâ : ve şey, ne
10 yumsik : tutar
11 fe : o zaman
12 : yoktur
13 mursile : gönderen, gönderecek olan
14 lehu : onu
15 min ba’di-hi : ondan sonra
16 ve huve el azîzu : ve o azîz, üstün ve güçlü
17 el hakîmu : hüküm ve hikmet sahibi

 Allah, rahmetinden insanlar için ne açarsa (genişletirse), o taktirde onu tutacak yoktur. Ve neyi tutarsa, artık O’ndan sonra onu gönderecek de yoktur. Ve O; Azîz’dir (üstün, yüce), Hakîm’dir (hüküm ve hikmet sahibi).


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Geçen hafta Fatır Suresi’ne geçmiştik. Geçen haftadan bir iki yeri hatırlayalım:

Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı( اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ ) diye girmiştik. Burada fatara kelimesi geçiyordu. Bu fatara kelimesi yaratmak olarak geçiyordu tefsirlerde, meallerde. Fakat bedii var ilk baştan yaratan yaratmayı ilk olarak başlatan manasında. Onunla hemen hemen aynı mana verilmiş. Ama bir amaç bir gayeye özgü yaratmak vardı fatara.da bediiden farklı olarak. Rum Suresi 30. Ayete bakarsak:

Feegım vecheke liddîni hanîfâ(فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّٖينِ حَنٖيفًا)O zaman yüzünü ikame ettir. Nasıl? Hanif olarak.

fıtratallâhilletî fetaran nâse aleyhâ(فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّتٖى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا)- Öyle ki insanları onun üzerine yaratmıştır.

Sadece ilk olarak yaratmak olsa bu ayette teferruatı ile bu şekilde bildirilmez. Yani Allah’ın fıtratı var ve insanları da onun üzerine yaratmıştır. Buna fıtrat diyor Allahû Teâlâ. Şu an işlediğimiz Surede de “semavatı ve arzı yarattı “ diyor. Ama fatara kelimesi yarattı kelimesini bununla birleştirirsek bir amaç gaye üzerine fıtrat üzerine. Allahû Teâlâ “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istiyordum” diyordu ya orada âlemi halk ediyor yaratıyor. Ama bir amaç var. Bilinmek. Başka bir ayette de “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” diyor. Birisi kâinat için bir amaç. Bir de özel akıllı mahlûkata iradesi olan mahlûkata üç tane mahlûkat silsilesi var: melekler, cinler ve insanlar. Özellikle cinler ve insanlar iradi imtihana daha önde olan mahlûkat. Özellikle bunlardan da kulluk etmesi bekleniyor. Şimdi kulluk etmesi bekleniyor. Rabbimin buna uygun fıtrat yaratmaması mümkün değil. O zaman zulüm olur, bu adalet değil. İşte ona uygun bir fıtrata yaratıyor. Semavatı ve arzı özellikle de cinleri ve insanları.

Bir de hadisi şerif var: “Her çocuk Müslüman doğar”. Bunun aslı “Ma min mevludin illa yuledu ala fıtrati”(مَا مِنْ مَوْلُودٍ إِلَّا يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ)  hiçbir doğmuş çocuk olmasın ki fıtrat üzerine doğmuş olmasın. Burada Müslüman kelimesi geçmiyor. Fıtrat ne olmuş oluyor? Her çocuk Müslüman doğar manasına geliyor. Demek ki fıtrat Müslüman fıtratı. Yani Allahû Teâlâ her yeni doğmuş çocuğu kendisine kulluk edebilecek, yönelebilecek bir fıtrat üzerine yaratmış. İşte Fatır Suresinin 1. Ayetinde Allahû Teâlâ semavatı ve arzı işte bu fıtrat üzerine ilk baştan yararak çatlayarak çıkartmış. Neden yararak dedim? İnfitar Suresi var biliyorsunuz infitar kelimesinin kökü de fatara’dan geliyor. Yani gök yarılarak çatladığı zaman. Neden başka bir yarılma çatlama kelimesi kullanılmamış da fatara kelimesi kullanılmış? Çünkü onunla beraber yeni bir yaratma sistemi başlıyor. Yeni bir sistem başlıyor.

İnfitar kelimesi ile fıtrat kelimesi ve yaratmak kelimesi fatır aynı köktendir. Hepsi aynı mana değildir ama aynı köktür. İlk baştan yaratma, fıtrat üzerine yaratma ve bir şeyin çatlayarak yarılarak yeni bir sitem oluşturacak şekilde birden bire ortaya çıkması olur. İnfitar olarak bakarsak gök yarıldığı zaman. O zaman ne oluyor? Yeni bir sistem ortaya çıkacak şekilde bir yaratma var.  Semavatı ve arz dediğine göre de ilk başta da Allahû Teâlâ’nın “kün” emri ile beraber bir sistemin tabiri caizse bir sistemin yarılarak, çatlayarak ortaya çıkması manasına geliyor. Demek ki kıyamette de Allah’ın el-fatır ismi devreye girerek yeni bir sistemin ortaya çıkışı da var. Ama bu yumuşak bir şekilde olmayacak, birden bire aniden çatlayarak ve yarılarak olacak. Bu nedenle kuranı kerimdeki “Mâliki Yevmiddin” e önem veriliyor. Kıyamet koptuğu zaman sadece dünyadaki sistemde mi kopacak, insanlar mı ölecek yoksa kâinatın sistemi de mi bitecek? İşte infitar bunu anlatıyor. Demek ki sistem yarılarak baştan oluşacak. Bir tohumun açılması, patlaması yarılması gibi. Sahhara diyor ya rabbim biz her şeyi musahhar kıldık. Kâinatta ne varsa diyor ya Allah için. O zaman insanlığı basite alanlar, insanın bir halife olduğu gerçeğini hafife alanlar da diyor ki “ya koskoca kâinat sistemi bir insan için mi var oldu. Tamam, kıyamet var ama bu sadece insanlığın bitip yeniden başlaması diye işi hafife alıyorlar. İşte işlediğimiz bu infitar kelimesinin kökünden ne anlıyoruz? Her şey yeniden yarılarak, çatlayarak yeniden bir sistem ortaya çıkacak.

Fatara kelimesi bir de iftar kelimesinde kullanılıyor. İftar orucu açmak. Önceden bahsettiğimiz kelimelerle alakası nedir? İftarın zıttı imsak. İmsak tutmak manasında.

Biz sizi diyor ayeti kerimede yemez içmez melekler yapmadık. Demek ki yemek ve içmek insanın fıtratında. Biz imsakla beraber bu fıtratımızın özelliklerini tutuyoruz. Yemiyoruz ve içmiyoruz. Ama Allah’ın müsaade ettiği gece vakti de artık iftar ediyoruz. Yani fıtratımıza dönüyoruz. Hatta Ramazan bayramının asıl ismi ne? Fatır. İydü’I-fıtr. Fıtır bayramı. Fıtır bayramı ne? Tamama artık yaptınız bir ay süresince siz fıtratınıza döndünüz hadi kutlayın. Bir de ne sadakası var? Fıtır sadakası. Zekât grubuna girer.

İki tür zekât vardır: Fıtır sadakası, nisap miktarı gerektirmez. Yani fakirin de vermesi gereken bir şey. Biriktirecek bir sene boyunca fıtır sadakası olarak verecek. Fıtır ne demek fıtratının sadakası yani şükür. Allah seni, kulluğa uygun bir fıtratta yarattı. Bunun da şükrünü sen vermek durumundasın. Üç kuruş beş kuruş sorun değil. Ama bil şekilde vermek zorundasın. Bazı kitaplarda fıtır sadakası zekât bahsinde geçiyor. Fıtır sadakası diğer sadakalara nazaran biraz daha ciddi.

Geçene hafta Meleklerin kanatları konusu vardı. Sodom ve Gomore kavimleri vardı. Helak edilen kavimlerden. O kavmin helakı şöyle anlatılıyor. Orayı helak etmekle görevli bir melek sadece bir kanadını o şehrin altına koymuş ve yukarı doğru kaldırmış. Aşağı doğru yere geçirmek için kaldırmış. Öyle bir yükseltmiş ki birinci göğün melekleri horoz seslerini duymuşlar. Geçmiş devirlerde bunun anlaşılması biraz zordu ama boyutsal düşünmeye biz alışık olduğumuz için bunu biraz daha iyi anlıyoruz. Şöyle ki astronomik olarak yükseltse ya da çıkabileceği yer neresi değil mi? Fakat biz meleklerin o sesi duymasından anlıyoruz ki yükseltilme birinci kat olarak ifade edilen sema yani bu bizim atmosfer semalarından değil çünkü meleklerin seması olarak geçiyor demek ki bir başka boyuta yükseltilmiş. Şimdi kanatla bunu ilişkilendirirsek ne var? Meleklerin kanatları bizim zannettiğimiz gibi kuşların uçakların helikopterlerin kanatları gibi aynı boyutta bir yerden bir yere götüren değil boyut atlatan bir mekanizmanın işlevselliği içerisinde. Yani işte burada da ikişerli üçerli dörderli denmesinde de bir meleğe ne kadar çok kanat verilirse boyutlar arasında o kadar çok seyahate elverişli bir mekanizması vardır demektir. Aynı zamanda bunu cihet yönüyle de anlamışlar. Aynı zamanda tesir yönüyle de anlamışlar. Cihet yönüyle anlaşılması işte boyutsal farklılığında da bir desteği aynı zamanda. Diğeriyle de şu olmuş. Allahû Teâlâ bizatihi kendisi de iş görebilir ama sistemi ve melekleri aracılığıyla iş görebilir. İşte bu gördüğü her işte e melekleri bir vasıta olarak kılmış. Ve onların kanatlarını da o koyduğu işin icrasına vesile bir araç kılmış.

Mâ yeftehıllâhu linnâsi mir rahmetin felâ mumsike lehâ, ve mâ yumsik felâ mursile lehû mim bağdih, ve huvel azîzul hakîm.

مَا يَفْتَحِ اللّٰهُ لِلنَّاسِ مِنْ رَحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِنْ بَعْدِهٖ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

Allah insanlar için bir rahmet nasıp ettiğinde onu tutacak engelleyecek kimse yoktur. Onu engellediği şeyi de ondan başka verecek ulaştıracak kimse olmaz. O azizdir hâkimdir.

Buradaki “ma” şart edatı olan ma. Ma’ nın değişik anlamları var. Olumsuzluk ma.sı da var. İsmi mevsuf şey anlamına gelen de bir ma var. Burası şart edatı olarak gelmiş.

Ma yeftehullah – Allahın açtığı, feth ettiği yoktur ki. Kim için?

Linnas – İnsanlar için yoktur ki.

Min rahmetin – Rahmetinden.

Yani Allah’ın rahmetinden insanlar için Allah’ın açtığı bir şey yoktur ki. Burada şart var işte.

Fela mümsikleha – Onu tutacak kimse yoktur.

Burada Allah’ın fethettiği diyor. Biliyorsunuz feteha açmak kelimesi geliyor. Fatiha oradan kapalı bir şeyi açması manasına da geliyor. Burada Allah’ın rahmetinden demesi buradaki açtığı şeyin bir hayır olduğunu gösteriyor.

Şart edatları geldiği zaman fiili muzari cezm edilir. Fiili muzariyi şart eden edatlar diye konu var. Orada bulabilirsiniz.

Ma yeftah. Cezm ile biten bir kelimeden sonra harfi tarifli bir kelime gelirse geçiş esre ile yapılıyor. Buradaki o esre yazılma kuralı. Aslında bu ma yeftah Allah. O şey ki Allah onu açtı ama işte şart edatı olduğu için açar ise –se –sa lı şekilde ifade etmek durumundayız. Yani Allah rahmetinden insanlar için bir şeyi açarsa orada sa yı kullanmak zorundayız. Fela mumsik leh. Onu tutacak kuvvet ya da kişi ya da herhangi bir şey yoktur.

Orada mim rahmetin ifadesi var mim de Arapçada –den, -dan manasına geliyor. Rahmetin-den. Allah rahmetini yüz kısma ayırdı da sadece birini dünyaya verdi hadisi şerifi var ya diğer kısımları da ahirette tecelli edecek diye hadis var. İşte o “min” ona denk geliyor. Allah’ın rahmetinden yani Allah rahmetinin yüzde yüzünü bu dünyaya vermiyor. Zaten verse mümkün değil insanlar bunu kaldıramaz. İşte şefaat için şunu demiştik. Bırak bu tarafı ahirette bile er-rahim esması Allahû Teâlâ tarafından direkt tecelli etse mahlûkat yanarmış. O yüzden Peygamber Efendimiz(sav) aracılığıyla tecelli ediyor ki insanlara orada rahmet ve şefaat olarak tecelli ediyor. Affeden Allah rahmeti ile cennete koyan Allah ama er-rahim esmasının o esnada tecellisi bir anda o kadar kuvvetli, olursa insanlar kaldıramıyor onu. İşte Resulullah aracılığıyla şefaat mekanizması devreye giriyor ki daha yumuşak kaldırılabilir olsun deniyor. Bakın rahmetinin yüzde biri deniyor ya ahirette bile daha yeni bir yaratılış var insanların yeni bir şeyleri kaldırabileceği var orada bile tam bir dayanma yok. Bu dünyada nasıl olsun. Edna olan dünyada nasıl olsun. Hem ahirete saklıyor Allahû Teâlâ ikram için hem de kaldırılabilirliği yok. Bunu şuna benzetebilirsiniz. Bir büyük hidroelektrik santralinden çıkan elektrik direkt olarak evimize girerse patlarız. Elektrik rahmet mi enerji olma boyutu ile rahmet ama rahmeti sınırsız verildiğinde rahmet olmuyor. Çünkü bizim dayanıksızlığımızdan kaynaklanan tam tersi bir etki yapıyor o yüzden Allahû Teâlâ bizim bu kaldırabileceğimiz sisteme uygun rahmetini veriyor aynı zamanda. Rahmetin az göndermesi bile rahmet. Rahmanın rahmetini verişteki kısması bile rahmet.  Hani gaflet bile rahmet deniyor ya. Gafletin tersi zikir. Zikrin tersi gaflet. Eğer biz sürekli Allahû Teâlâ’yı hatırlama modunda olsaydık kaldıramazdık gaflette bile rabbim merhamet diyor. Hatta tefekkür sahibi Evliyaullahlar bazen kafalarını dağıtmak için başka şeylerle uğraşırlarmış. Niye? Kaldıramıyor. Hatta Peygamber Efendimiz(sav) bile eve gittiğinde diyormuş ki. Konuş benimle ya Aişe. Neden tecelli o kadar çok ki dağıtması lazım onu hatta biz kadınları teskin edesiniz diye yarattık meselesi var ya ayeti kerimede li teskunu. İşte bunun izahlarından biri de odur. Bir yandan da artı eksi gibi keskindir aslında. Ama biz birbirimize düşman olarak yaşadığımız için bu şey olmuyor. Ama Peygamber Efendimiz(sav) gibi ve Hz. Hatice gibi. Hz Aişe gibi sistemi daha iyi anlayanlar olduğu zaman devrede o karşılıklı ilişki o Allah’ın muradının bir rahmeti olarak tecelli ediyor. İşte “min rahmetin” denmesi o rahmetinden bir kısmı.

Burada min, min-i beyani olarak da geçiyor. Her min kendi anlamında kullanılmıyor burada eğer o cümlenin başında ma geçmişse o ma’nın açıklaması oluyor. Yani Allah’ın açtığı şeyin rahmetten olduğunun göstergesi oluyor bu. İzah ettiği için beyan ettiği için açıkladığı için de orda buna min-i beyani deniyor. Devreden çıkarsan da anlam bozulmayacaksa o min-i beyani oluyor. İkinci şey de o cümlenin başında ma gibi bir edat oluyor.

İkinci kısma geçelim.

Fela mumsike(فَلَا مُمْسِكَ) – onu tutacak yoktur. Feteha’ya ne demiştik kapalı olan bir şeyin açılması yani kapalı bir şey açılacak yayılacak. İmsak da, meseke de onu tutmak oluyor. Sanki engellemek manasında mani olmak gibi yani birisi cömert para kesesi var para kesesini açıyor, dağıtacak. Birisi de onu engellemeye çalışıyor elini tutarak “yapma, yapma” diyerek. Şimdi tutacak yoktur dediği o. Bazı meallerde hapsedecek demiş. Neye göre hapsetmek? Kapalı tutmak, engellemek babında. Yani Allah bir şeyi açmak istediğinde onu kimse tutamaz. Buradaki “mümsik leha” dediğindeki her zamiri de müennes bir zamir nereye diyor burada? Rahmete gidiyor. Rahmetinde sonundaki kapalı t var ya, te’yi marbuta dediğimiz o da onun müenneslik alameti. Oraya gidiyor. Yani rahmetini tutacak yoktur. Neden orada hu denmemiş de he denmiş? Çünkü hu olsa Allah’a gider orada. Hangi mahlûkat onu tutabilecek potansiyelde, kapasitede yaratılışta? Olur mu? Ancak rahmetini engelleyecek bir şey demek bu. Allah’ı tutmuyor Allah’ın elini tutmuyor haşa. Rahmetini tutuyor. Zamir en yakınına gider demek. Bir yerde zamir gördüğünüz zaman. Bütün dillerde böyledir. Muhakkak öncesinde onun açık olarak dile getirildiği bir kısım vardır. İşte burada geriye gittiğinizde onu tarıyorsunuz. Ne çıktı ortaya. Rahmet niye rahmete gittiğinin delilli de ne? Müennes olarak kullanılmış.

Ve ama yümsik – onun tuttuğu şeyi de. Burada fail Allah. Yine şartlı geliyor. Bakın burada açık cezm ile gelmiş. Sonunda elif lamlı bir kelime olduğu için ve ma yümsik fela yürsile lehu onu da gönderecek olan yoktur min bağdihi bundan sonra

Yani Allah kata ettikten sonra onu tutmaya karar verdikten sonra da onu gönderecek yoktur. Yukarıda feteha kelimesinin zıttı emseke kelimesi geçtiği halde. Aşağıda emseke kelimesinin fiilinin zıttı feteha gelememiş. Yani orada yürsil kelimesi yerine fatih de kullanılabilirdi. Fatih ne demek? Açıcı. Bakı yukarıda hemen aynı ayette yukarıda iki fiil var. Feteha kelimesi ve emseke tutmak kelimesi. Ama aşağıda emseke ortak. Ye değiştirmiş. Ama feteha kelimesini ismi faili olan fatih gelmemiş. Ne gelmiş? Mürsel gelmiş. Yani ersele fiili gelmiş bu seferde. Rabbim bı8rada bize müthiş bir şekilde ders veriyor. Neyin dersini veriyor? Diyor ki bakın yukarıda feteha emseke. Ama aşağıda emseke ersele. Demek ki feteah ile ersele benzer manada. Yani açmak ile göndermek rabbimin buradaki ifadesi ile benzer manada. Peki, niye böyle kullanmış? Hemen birinci ayete bakıyoruz. Melekleri elçi yapıyormuş. Bak oradaki rusul kelimesi ile buradaki ersele kelimesi aynı kökten. Rusul ne demek biliyor musunuz? Resul kelimesinin çoğulu yani elçi? Ama nasıl elçi? Gönderilen elçi. Ersele göndermek demek. Gönderilmiş elçi. Yani şunu demek istiyor Rabbim. Feteha kelimesi ile ersele kelimesin aynı olması ile Allah rahmet hazinesinde açıyor ya bu gönderme işini irsal işini melekleri vasıtasıyla yapıyormuş.  Bunun dışında da yapmıyor? Neden? Bizatihi kendisi yapsa ne oluyor? Kaldırılamıyor şiddetinden. Ama melek vasıtasıyla. Biz bir kimseye vahiy edeceğimiz zaman ya bir perde arkasından ya da rüya ile şey yaparız. Neden kaldıramaz kimse? Allahû Teâlâ bizatihi rahmeti ile tecelli etse onun şekliyle kaldırabilecek yok. Bir tek Peygamber Efendimiz(sav) e miraçta geldi. Diğerleri Cebrail vasıtasıyla geldi. Direkt olarak vahiy olunan miraç gecesindeki amene resulü olduğunu biliyorum. Neden orada özel bir sistem var.

Resul ifadesi sadece peygamberler için kullanılmıyor. Nebi ifadesi sadece peygamberler için kullanılıyor. Ma resul ifadesi peygamberlerin dışında da diğerleri için kullanılabiliyor. Bunlardan birisi melekler. İnsan için bile kullanılıyor. Yasin suresinde Hz. İsa’nın havarilerini biz resul olarak gönderdik diye ifade var. Buradaki ifade ile Allahû Teâlâ meleklerini resul olarak, vasıta olarak, aracı olarak kullanıyor. Ne için kullanabilir? Allah fethettiği için diyoruz ya. Bir vahiy olarak kullanabilir. İki insana da vahiy geliyor. Ama biz ona vahiy demiyoruz, ilham diyoruz. Yani Allah’ın hilka ettiği hibe ettiği ilimler olarak diyoruz bunu. Allahû Teâlâ bunu verebilir istediği insana bunu verebilir. Hani bizim kendisine ilim verdiğimiz diyor ya mesela Hızır Aleyhisselâm diyoruz firrasihune fil ilmi ulul elbab deniyor bunlara Allahû Teâlâ’nın özel olarak verdiği ilimler var. Bunun da işte geldiği söyleniyor hatta şairlere gelen ilham bunu Cebrail Aleyhisselâm tarafından geldiği söyleniyor. Hatta bir hadisi şerifte Peygamber Efendimizin şairlerinden biri idi Hassan bin Sabit idi sanırsam ya da Kab bin malik idi sanırsam. Allah seni Ruhu’l-Kudüs ile desteklesin diyor. Dua ediyor Peygamber Efendimiz. Ruhu’l-Kudüs ne? Cebrail Aleyhisselâm. E desteklediğinde ne olacak şaire? İlham gelecek. Bir şeyler geliyor ve yazıyorsunuz. İşte o ilhamın da melekler vasıtası ile geldiği ile ilgili bir rivayet var. Yalnız her gelen ilham pozitifi olmayabiliyor. Çünkü bir ayeti kerimede diyor ki şeytan onlara vahyeder onlar ona tabi olurlar diyor. Her gelene de biraz dikkat etmek lazım. Hani geçen hafta açıkladık. Şüphe şek ile yakîn farkını. Şüphe de benzemek kökündendi. Bu rahmeti bir şeye benziyor ama şuna da benziyor. Yakîn öyle olmaz. Yakîn geldiği zaman yakîne gidilmez yakîn gelir. Benzeme falan olmaz. Alenidir. Yakînde haniflik var. Yönelmede sizin yaptığınıza Allah cevap veriyor. Nahl Suresi’nin son ayeti ne idi?

Fağbudu – hatta kulluk edim yakîn gelinceye kadar.

Bakın yakîn gelinceye kadar sen yakîne ulaşıncaya kadar değil. Maalesef öyle anlaşılmış. Bir de bunu ölüm olarak söylemişler. Tamam, ölüm de bir yakîndir net, şeksiz şüphesiz. Gerçeklerle aleni olarak karşılaşmaktır ama perdeler kalktığında. Telaşlandıkları bir görsen.

Ama yakîn Allah tarafından gelen, şüpheye ve şekke yer bırakmayan hakikat gerçektir.

İşte bu feteha kelimesi ile ersele’nin burada şeyini gördük. Özet olarak feteha emseke bir de fatara birbiri ile alakalı kelimeler. Feteha ile ersel bu anlamda ilişkili.

Ve hüvel azîzul hâkim. Şimdi rabbim iki şekilde öğretim yapıyor. Bir sen esmaları tanımak mı istiyorsun. Rabbim bu kuran ile aynı zamanda kelimeleri de öğretiyor. Şöyle ki ayetlerin sonunda ikili genellikle esma terkipleri vardır

Azîzul hâkim

Alîmul hâkim

Semiul basir gibi

Burada iki metot var. Birincisi sen bu esmaları merak mı ediyorsun. Oradaki ayeti tefekkür et. Esmayı bulursun. Sonra esmayı öğrendin m. O ayeti mi teferruatı ile anlamak istiyorsun, o esma ile o gözü ile o ayete bak. İşte rabim bir şey öğrettikten sonra bütün kitaba yay bunu bütün kurana yaya ne olur? 99 Esma-ı Hüsna’yı anladığın gibi Allahû Teâlâ’nın sistemini anlarsın. Bir de başkalarının anlamadığı gibi o ayeti de anlarsın. Çünkü öğreten Allah. Allah öğrettiği zaman çok daha farklıdır. Biz bu kuranı apaçık bir Arapça ile indirdik diyor. Ne o? Kelime ne? Lisanul arabiyyul mubin. Lisan dil demek. Arabiyya arapça lisanı. Mübin ne demek. Açık. Açık aşikâr ama bu yetmiyor. Mübni kelimesinin içerisinde bir de ismi fail dediğimiz bir özellik var. İsmi fail olunca etken. Açıklayan. Bu açıklayan kısmı devreye girmemiş izahta. Ne demek açıklayıcı? Yani Allahû Teâlâ öyle bir Arapça ile indirmiş ki Arapçanın o fasih olan kurallı kısmı. Kelimelerin manası ile girince ayeti de açıklayıcı oluyor. İşte bu azîzul hâkim kısmı esmalardan. Baktığımızda Allahû Teâlâ öğretmiş oluyor onu. Ne ile. Yine Arapça ile. Hani şek kelimesinden şüphe gelmişti. Şek ne demekmiş? Bir şeyi uzunlamasına yarmak. Mesela sandviç ekmeğini yarmak. Şakkı kamer gibi. Yarınca iki tane eşit parça çıkıyor. Yüzde 50 yüzde 50. Siz ikisi arasında kara veremiyorsunuz. Bu mu bu mu diye? Yani şüphe, tereddüt anlamında. Yüzde 50 50 olması. Ama yüzde 50 bir tarafa yükseğe çıktığında ne oluyor? Zan oluyor. Yüzde yüz hakikat değil ama zan oluyor. Bir kelimeden siz şüphenin manasına girmiş oluyorsunuz. Allahû Teâlâ Arapça ifadelerle derinine daldığınızda fatara kelimesindeki gibi. Rabim bunu Arapça olarak indirdi. Ben fatara kelimesinin derinine indiğimde fıtrat kelimesini daha iyi anlıyorum. Manaya daha derin girebiliyorum. Ben bunu âlemlerin rabbi olan Allah’ın indirdiğini biliyorum. Ve Allah’ın Kamer suresinde  geçen“ve legad yesssernal gurane li zikr”ayeti. Yemin ediyor rabbim.  Bu Kuran’ı ben çok çok kolaylaştırdım diyor. İşte Arapçanın bir iki kelimenin kökenine indiğinde sen anlayabiliyorsun birçok şeyi Allah’ın öğretmesi ile. İşte mübni bu. Açıklayıcı. Açık ve açıklayıcı. O yüzden biraz daha manalarına girmek lazım. Küçük bir gayretin sonucu Allahû Teâlâ size ilim kapılarını açıyor. Sisteminin şifrelerini gösteriyor. Daha ne olsun. Fıtır kelimesini bilmek için Arap olmaya gerek yok. Fıtrat kelimesini bir düşünün. Fıtrat üzerine yaratmanın ne olduğuna gidersin. Arapça ufku açıyor. Kuranı anlamak için Arapça bilmek şarttır anlamına gelmemeli bu. Öyle olsa idi tüm Arapların âlim, evliya olması lazımdı. Bütün ilahiyat fakültesi mezunlarının âlim ve evliya olması lazımdı. Allah’ın istediği sadece Kuranın onun kitabı olduğunu idrak etmek ve bir şekilde onunla mesai harcamak. Allah’ın izni ile kapılar açılıyor. Bir kapı açma yöntemi de şudur: Geceleyin teheccüde kalkın. Ayetleri terrrttiiii ile(ağır ağır) okuyun. Size ağır bir yük indirilecektir. Ne demek bu? Siz mesai harcayın, geceleyin herkesin uyuduğu bir vakitte kalkın, ayetler üzerinde düşünün, tefekkür edin, ben sana manasını hem de ağır bir şekilde göstereceğim diyor. Bunun için Arapça gerekli değil ki. Arapça bir araç. Sistemin sahibi olan rabbim sana kapılarını bu anlamda açacaktır inşallah. Bizim eksikliğimiz gayret. Bir de bu kitabın âlemlerin rabbi olan Allah’ın kitabı ve Peygamber Efendimizin mucize göster dediklerinde mucize olarak gösterdiği kitap olduğunu anlayamamamızdan dolayıdır. Allah’ın kitabı olduğuna iman ediyoruz ama kabul etmek yeterli değil. İnanıyorsun da ne kadar inanıyorsun? İnanıyorsun ne kadar gayret gösteriyorsun?

Ve hüvel azizul hakim. Azîzul hâkim ne demek? Aziz, izzet kelimesi aynı manada. En yakın şeyi izzetinden dolayı mağlup edilemez demek. El-galip esması ile çok yakın ve alakalı. Biraz daha semavata özgü bir esma. Hâkim ise hüküm sahibi, hikmetleri ile yaratıp sistemde hükümdarlık kuran hâkim demek. Allah aziz ama tek esma ile belirtmemiş. Aziz ama hâkim olan aziz. Yani hâkimliği ile fariiiii olan aziz. Ne demek? Yarattıkları ile ilim ve hikmet yaratıp hükmünü incelikleri ile hâkim kılarak izzet sahibi olup yenilmeyen. Akın sadece aziz olsa galip olur. Ama failliği önde değil. Hâkim olması ile yani hükmünün yeryüzünde hâkim olması ile de o izzetliğini yenilmezliğini yeryüzünde de hâkim kılıyor. Haşyetini hükmü ile uyguluyor. Ama uygularken bir şeyi vasıta kılıyor. O da ilim ve hikmet.

Birinci ayetin sonuna bakarsak:

İnnallahu ala külli şeyin kadir –  Her şeye kadirdir. Kadir ne demek? İki manaya gelir:

Kadere, ölçmek demektir. Her şeyi bir ilim yöntem kural üzerine bir ölçüye göre yaratmıştır demek. Aynı zamanda da her şeye kadirdir. Dilediğini dilediği gibi yapar. Kimseye de hesap vermez. Burada da aziz ile bitmiş. Yenilmeyen mağlup olmadığında bu da onun işareti. Dilediğine rahmetini açtığı zaman onu tutacak yoktur. Tuttuğu zaman da onu oradan alıp da onu oradan başkalarına dağıtacak olan da yoktur. Bu da onun izzetidir, yenilmezliğidir. Bunu hem bizatihi kendi kudreti ile yapar. Aynı zamanda da elçileri ile beraber kaideleri ile beraber öyle bir sistem kurmuştur ki bunun da hükmünü o şekilde icra eder. Dolayısıyla hâkimliği ve izzetliği var. Başka ayetlerde de geçiyor. İzzet tümü ile Allah’a aittir. Başka yerde de izzet Allah’a resulüne ve müminlere aittir diye geçiyor. Onlar izzeti başkalarında mı arıyorlar diyor. Müşriklerin yanlarında mı arıyorlar? Bilseler ki izzet tümü ile Allah’a aittir. Yani sen izzetin Allah katında olduğuna inanır da Allah’a yönelirsen Allah sana izzet veriyor. Bu izzetin de asıl mükâfatı ahirette görülecek. Bu tarafta adam yerine koyulmayanlar Allah’ın muiz esması ile beraber izzetlendirici aziz kılıcı esması ile beraber o tarafta öyle bir konumda olacaklar ki ağızları açık kalacak. İzzeti ikramın çok ötesinde. İkram da ediyor ama izzet şeref veriyor. Bakın bu tarafta adam dilenci gibi miskin. Değer verilmiyor. Ahirette o sahnelerle o verilen elbiselerle, o tahtların üzerlerinde başlarına geçirilen taçlarla, boyunlarına geçirilen takılarla, önlerindeki arkalarındaki yanlarındaki nurlarla ödüllendiriliyor.  Allah el-muiz esması ile onu izzetli kılınca o çok farklı oluyor. Allah bunu hepimize nasip etsin inşallah. Hem bu dünyada izzet sahibi etsin hem de ahirette o muiz esması ile ona ulaşanlardan eylesin.

Evet, bu aziz ve hâkim ile 3. Ayetin de alakası var. Bir ayet ne ile başlıyorsa onunla da devam ediyor. Gördüğümüz gibi işte kadir’le bitiyor. Her şeye kadirdir onun da nasıl olduğunu Allahû Teâlâ bilir. Mesela enam suresinde ne var? Allah sana bir sıkıntı verirse onu ondan başkası gideremez sana bir hayır verirse de o şüphesiz her şeye kadirdir. Bakın orada da bütün her şeye kâdir olduğunun göstergesi var. Allahû Teâlâ bizlere rahmeti ile muamele etsin, bizlere o rahmet hazinesinden el-fettah esması ile açsın ki o açtığı zaman o rahmeti tutacak yoktur, Allah bize o rahmet esmalarını kapatmasın, tutmasın. Çünkü o tuttuğu zaman da onu ondan giderecek yoktur. Allah bize el-aziz ve hakîm esması ile de güç ve kudret versin yeryüzünde onun Müslümanları olarak. Ve bizi hem bu dünyada hem ahirette azizlerden eylesin.

Sadakallahulazim.

 

 

FÂTIR (1.Sohbet) 1.ayet#


SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/vMcwOBlHmXRcm


FATIR 1:

الْحَمْدُ لِلَّهِ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَاعِلِ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا أُولِي أَجْنِحَةٍ مَّثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ يَزِيدُ فِي الْخَلْقِ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

El hamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı câilil melâiketi rusulen ulî ecnihatin mesnâ ve sulâse ve rubâa, yezîdu fîl halkı mâ yeşâu, innallâhe alâ kulli şey’in kadîr(kadîrun).

1. el hamdu : hamd
2. lillâhi (li allâhi) : Allah’ındır, Allah’a aittir
3. fâtırı : FITRAT ÜZERE YARATAN
4. es semâvâti : semalar, gökler
5. ve el ardı : ve yer
6. câili : kılan
7. el melâiketi : melekler
8. rusulen : resûller, elçiler
9. ulî : sahip
10 ecnihatin : cenahlar, kanatlar
11 mesnâ : ikişer
12 ve sulâse : ve üçer
13 ve rubâa : ve dörder
14 yezîdu : artırır
15 fî el halkı : yaratışta, yaratmada
16 : şey
17 yeşâu : diler
18 inne allâhe : muhakkak ki Allah
19 alâ : üzerine
2 kulli : her
21 şey’in : şey
22 kadîrun : kaadir olan, gücü yeten

Hamd; gökleri ve yeri yaratan, ikişer, üçer ve dörder kanatlara sahip melekleri, resûller (elçiler) kılan Allah’a aittir. Yaratmada dilediğini arttırır. Muhakkak ki Allah, herşeye kaadirdir.


SOHBETİN YAZILI METNİ:

34. Sure. Fatır Suresi. Bunun bir diğer ismi de Melaike Suresi. Neden Melaike ? İlk ayetinde meleklerden bahsettiği için.

Neden Fatır? Yine ilk ayette geçiyor. Allahû Teâlâ’nın yaratıcı isimlerinden biri olan Fatır ile başladığı için. Sure, kâinatı ve sistemi anlatıyor. Mekkî bir sure. Mekkî sure ne demek? Mekke’de inmiş surelere Mekkî sure, Medine’de inenlere ise Medenî sure diyoruz. Bu ayrım neden yapılıyor? Çünkü o ilk inen dönemi düşünün. Yeni bir din var. Yani aslında aynı din de İslam. Allahû Teâla’nın Hz. Âdem’den beri indirdiği dinin aynısı. Fakat bir fetret dönemi olmuş. Boşluk yaşanmış. Yeni kavramlar var yeni anlayışlar var. Devrim gibi bir şey. Mekki surelerin genel esasları Allah’ın zatını tanıtıcı ve sistemini tanıtıcı unsurları var. Fakat Medine’de ne olmuş ; artık daha yerleşik bir düzene geçilmiş ve yaşamın içerisinde sosyal düzen ile ilgili düzenlemelere ihtiyaç var. Savaşlar da başlıyor o dönemde (biliyorsunuz Mekke döneminde savaş yok). Medeni ayetler de bunun ile ilgili genellikle. Yani sistemi Allah’ı daha iyi tanımak için Mekkî ayetler burada önem kazanıyor ve sıralama olarak da Miraç Olayından hemen önce gerçekleşmiş. Bu ayetlerin indiğinde çok az sayıda Müslüman olduğunu unutmayalım. Yani yedi senede 40 Müslüman kişi var deniliyor. O dönem bu anlamda önemli.

Bismillahirrahmanirrahim.

  • اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ

  • جَاعِلِ الْمَلٰئِكَةِ رُسُلًا

  • اُولٖى اَجْنِحَةٍ

  • مَثْنٰى وَثُلٰثَ وَرُبَاعَ

  • يَزٖيدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ

  • اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَیْءٍ قَدٖيرٌ

  • Elhamdu lillâhi fâtırıs semâvâti vel ardı câılil melâiketi rusulen ulî ecnihatim mesnâ ve sulâse ve rubağ, yezîdu fil halgı mâ yeşâé’, innallâhe alâ kulli şey’in gadîr.
  • “Hamd, bütünüyle O Allah’a mahsustur ki gökleri ve yeri herhangi bir örneği olmadan yoktan var etmiş. Melekleri de ikişer üçer ve dörder kanatlı elçiler yapmıştır. O, yarattığı şeyi dilediği gibi arttırır. Zira Allah her şeye kadirdir.”

“Elhamdulillâh” ile başlayan bazı sureler var. Fatır Suresi de onlardan birisi. Biliyorsunuz Sebe Suresi de “Elhamdulillâh” ile başlamıştı. “Elhamdulillâh” ile başladığına göre burada Allah’ın sistemindeki olağanüstülüğe, muhteşemliğe dikkat çekmek isteniyor. Hatırlarsınız, Sebe Suresi’nde “ahirette de hamd O’na mahsustur “derken ahiret ile ilgili  muhteşem sahnelere özellikle vurgu yapılıyordu. Demek ki burada da surenin başından da anladığımız gibi Rabbimizin yaratma ile ilgili sistemine övgü ile vurgu yapılıyor ki burada hamd öğeleri vardır demektir. Biliyorsunuz hamd çok yüksek bir kavram. Fakat bizim anlayabileceğimiz en yakın manası övmek. (medh, sena) anlamında. Bu hamdın her farklı âlemde farklı zuhuratları var . Fakat yaşadığımız alemde , Allahû Teâlâ’ya bu şekilde yönelebileceğimiz ve  bizim anlayabileceğimiz izahı ne:

Elhamdulillâh demek :” Hamd,  Allah’a mahsustur. Allah’a aittir, Allah’ındır.

Görüyorsunuz  Elhamdü-lillah derken –li (لِ) harfi ceri var. Lillah= “Allah için”. Fakat bu “için” manasını genellikle en son seçenek olarak kullanmak gerekiyor. “Allah içindir” deyince murad tam olarak  anlaşılmıyor.

Hamd , ” Allah’a mahsustur. Sadece ona aittir. Allah’ındır “deyince daha iyi anlaşılıyor. Allah’a mahsustur ve Allah’ın yaratmasına ;  Allah’ın yarattıklarının şahsiyetine değil.

Yani yarattıklarına baktığımızda Allah’ı öveceğiz. Bir nimeti övmek var, bir de nimeti halk edeni övmek var. İkisi farklı şeyler. Birincide kişi tehlikeye bile giriyor.Evvela nimeti hiç övmediğinizde  tehlikedesiniz, çünkü bu küfür oluyor, nankörlük manasında, hakikatleri, güzellikleri görmeme manasında. Fakat nimete takılıp da onun yaratanı ıskalandığında, işte o ciddi bir tehlike oluyor.

Ve emmâ biniğmeti rabbike fehaddis (وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ) – “Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat ( dillendir, bahset)” diye bir ayet var Duha suresinde. Dikkat edilirse ayette “Nimete gelince” demiyor, “Rabbinin nimetine” gelince diyor.  Burada “Rabbinin nimeti” denmesi; “o nimet güzel ama onun yaratanını unutma; asıl  O’nu öv ” demek. Kişinin imanı arttıkça ,artık  düşüncelerine ve yaptıklarına dikkat etmesi gerekiyor ,amel boyutunda. Hatta bir süreden sonra düşüncesi onun ameli oluyor. Yani olaylara bakış tarzı o kişinin ameli oluyor. Bir elmaya, nimete, ekmeğe, ağaca baktığımızda onun hakkındaki düşünceniz artık sizin salih ameliniz oluyor ya da olmuyor. Sadece namaz kılmak, oruç tutmak belirli bir şeyler yapmak değil salih amel. O iman ettiğiniz ölçüde/seviyede bütün davranışınız, ameliniz, hatta bırakın ameli düşünceniz bile salih amel oluyor.

Şükür mü önce nimet mi önce? İman arttıkça artık nimete tamamen Allahî bakmak mecburiyetindesiniz. Elmanın o kırmızılığına, üzerindeki beneklere, şekline baktığınızda “Ya bu ne güzel elma ya !”. Ama bir üstü ne bunun. “Aman ya Rabbi ; ne güzel yaratmışsın bunu böyle?”. Şu bile değil: “Allah bunu ne güzel yaratmış !”. Bakın burada hitap da değişiyor. Namaz kılarken niyet konusunda konuşmuştuk. Şu da niyet: “Niyet ettim Allah rızası için yatsı namazını kılmaya”. Ama şu da güzel “Ya Rabbi niyet ettim senin rızan için namaz kılmaya”. Birinde uzaklardaki Allah, diğerinde muhatap, yüzünüzü döndüğünüz Allah. Yani bu ifadeler, niyetler, yönelişler gerçekten bizim konumumuzu belirliyor.

İşte ayete gelirsek, burada da “Elhamdülillah”dediğimiz zaman, hamd Allah’a mahsustur. Şimdi Allah’ı tanımlıyor : Nasıl Allah? Fatır olan Allah. Yani biraz sonra izah etmeye çalışacağız, Fa-Ta-Ra fiilini yapan .(Burada fatara kelimesinden ismi fail bu. Burada da Allah’ın sıfatı olarak gelmiş.)

Fatara, bir şeyin ilk olarak oluşması manasına geliyor. İlk olarak ortaya çıkması, tohumun çatlaması gibi anlamlar da ifade ediyor. Yarılarak ortaya çıkması. Fıtrat kelimesi fatır kelimesinden geliyor. Fıtrat kelimesinin geçtiği yerlere, hadislere bakıyoruz : “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar”. Fıtrat deyince biz bir özellik anlıyoruz. Yani Allahû Teâlâ bir şekilde yaratıyor ama yaratmasının içerisinde muradı ilahisinin inceliklerini koymuş. Yani rastgele yaratmıyor. Yarattıklarını niye yaratıyor?

“كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا  فأحببت أن أعرف   فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ     لِيَعْرِفُونِى

Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim/muhabbet ettim, halkı yarattım.

Şimdi burada bilinmekliğin muhabbet ile istenmesi var. Neyi yaratıyor? Mahlukatı yaratıyor. Bir de “Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım” diyor ayette (Zariat 56). Yaratılışta bir gaye var. Haşa Rabbim gayesiz yaratmış olamaz. Amaç ne? Bütün mahlukatın kendisini tanıması ve bilmesi,  (akıllı) mahlukat olarak düşündüğümüzde de kendisine güzel kulluk edilmesi. Bir amaç  var. İşte fıtrat bu. İlk başta bu gaye ile yaratılmasını ben fıtrat olarak yorumluyorum.

Mesela El-Mübdi esması ile olan “ilk baştan yaratmak” da benzer manada (“Be-De-E” başlamak fiili, Mübdi-başlatan ) . Ama farkı ne? .. “Fe-Ta-Ra” fiilinde bir amaç /gaye var. Yani fıtrat üzerine yaratmak. Hadiste de buyrulduğu gibi “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar daha sonra anne-babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.”

Demek ki Allahû Teâla bizi yaratılış sisteminde kendisini tanıyacak, hâlıkını tanıyacak hidayet sistemleri üzerine yaratıyor.

Bunu Hanif konusunda işlemiştik yedi ders boyunca işlemiştik. Bunu anlayan Hazreti İbrahim de;

İnnî veccehtu vechiye lillezî fetaras semâvâti vel arda hanîfen (اِنّٖى وَجَّهْتُ وَجْهِىَ لِلَّذٖى فَطَرَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ حَنٖيفًا)  derken de “Ben yüzümü Allah’a, yerleri ve gökleri fıtrat üzerine yaratan Fatır olan Allah’a döndürdüm ”diyor..  Bir yaratılmışlık var ama bunda da bir niyet var. Öbür türlü soğuk bir yaratılış var. Yani ateistlerin, deistlerin, dehricilerin bir yaratıcı tasavvuru vardır ya onlarınki gibi soğuk bir tasavvur. Ama “Fâtır” deyince bir sıcaklık var. Fıtratı üzerine yaratmak. Ama kelimeni kökleri ile ilk baştan yaratmak manasını katılınca daha ilk başından bir gaye ile yaratmak anlaşılıyor. İbni Abbas diyor ki: Ben bu fatır kelimesini anlayamamıştım bir bahçeye gittim. İki Bedevi konuşuyorlardı. –(Neden bedeviyi vurguluyor çünkü dilin bozulmamış hali bedeviler arasında konuşuluyor. Dilin güzel, beliğ hali bedevilerde var. Peygamber Efendimiz de sütannesi Halime Annemize veriliyor bir müddet. Verilme amaçlarından biri de o bölgenin anadili olan Arapça’yı daha güzel öğrenmesi– )  Bir bedevi diğerine övünüyormuş. “Bu kuyuyu ben kazdım” derken bu “Fetara” ifadesini kullanmış “fetartu” demiş “fatartul birre”. Bu kuyuyu ben” fatara ettim”yani  “İlk ben ortaya çıkardım”, dolayısıyla sahipleniyor. Ama yarmak var ya, kuyuyu nasıl yapıyorsunuz? Kazarak yayıyorsunuz ya. “Kazarak, yararak ilk ben ortaya çıkardım “diyor. O zaman anladım ki diyor , ilk yaratma manasına geldiğini o zaman anladım”. İlk yaratma manasında geliyor güzel ama ilk yaratma mânâsına gelen başka kelimeler de var  arapçada; hem Kuran’da hem Esmaül Hüsna da hem hadislerde. Peki farkı ne?

Yaratılış gayesi olan fıtrat üzerine ilk olarak ve sanki yokluğu yararak ortaya çıkması

Maalesef dilimiz güdükleştirilmiş. Biraz sonra  Kurandaki yaratmak ile ilgili kelimeleri söyleyeceğim Onların her geçtiği yerde bütün manalara bakın yaratan, yaratıcı, yaratılış gibi . Bizde ise  yaratmakla ilgili  sadece bir iki kelime var.

kur’an-ı Kerim dekileri sıralayalım :

Birincisi “Fatara” bunu açıklıyoruz.

İkincisi Allah’ın esmalarından olan “Bari”.Numunesiz ilk olarak  yaratma. (daha geniş izahat için bknz.)

Üçüncüsü  “savvera”. Bir esma var “el Musavvir”. Şekil vermesi.Tasavvur.

Dördüncüsü “el-bedi” . “bedius semavati vel ard” gibi. Buna ibda, yaratmak deniyor. Bu da ilk yaratmalardan ifade ediliyor.

Beşincisi el-mübdi var Esmaül Hüsna’da. bedee başlamak var ya iptidai derler başlangıç halinde. Bu da ilk yaratmak manasında.

Altıncısı felaka. Bir şeyin çatlayarak ortaya çıkması. Bu şekilde yaratma. Mesela Felak Suresi’nde buna yakın bir anlam var.

Yedincisi Sun’. Sanayi var ya. Hani yapmak olarak. Bir şeyi yapmak imal etmek manasında sanayi. Suni deniyor mesela, yapılmış. Allahû Teala Kuranı Kerim’de bunu yaratmak manasında kullanıyor.

Sekizincisi inşa kelimesi. türkçede de kullanıyoruz. “Biz insanı şöyle şöyle inşa ettik” şeklinde var. “Yeniden ahirette inşa edeceğiz” diye ayetler var. Bunların hepsi yaratmak diye tercüme ediliyor.

Dokuzuncusu ihdas. Hadese. Hadise var ya olay olarak meydana çıkararak yaratmak.

Onuncusu icad. İcat ederek ortaya çıkarmak.

On birincisi tasvir. Musavvir demiştik ya onunla ilgili. Suretler şeklinde yaratması. Bir şekil vererek yaratma var bir de suretler şeklinde yaratmak var.

On ikincisi tekvin. oluş olarak yaratma.. “kün feyekün” emrinin kökünden geliyor. Kevene. Bu tarz yaratmaya tekvin deniyor.

On üçüncüsü vücut. Bir şeyin vücut bularak, varlık olarak ortaya çıkması, yaratılması.

On dördüncüsü ceale. Meleklere insanın yaratılışını haber verirken geçiyor. “Ben yeryüzünde bir halife var edenim”. Yaratanım manasında. Bu ayette de geçecek birazdan.

On beşincisi ihtira. Bir şeyi ihtar etmek. Seçerek yaratmak, tercih ederek yaratmak.

On altıncısı bease. Bais var Esma’ül Hüsna’da. Ahirette yeniden dirilterek yaratma. Mesela bais hem resullerin peygamber olarak gönderilmesi hem de insanın öbür tarafa gönderilmesi. Bease göndermek.

On yedincisi muid. “Biz yaratırız daha sonra da onu iade ederiz”. Tekrarlayan yaratma. İade.

On sekizincisi zerea var. Zeera , bari ile eş anlamlı kullanılıyormuş.

On dokuzuncusu en önemlisi halaka. Mahluk, Halik. Genel anlamda yaratma ifadesi.

Yirminci olarak da şae. Şae dilemek olarak geçiyor ama dilemekten çok daha derin manalarının olduğu ortaya çıktı. Biraz bu “Şae”fiili  üzerinde duracağım.

Bunun mastarı “şey.” Şeyin çoğulu ne? Eşya. Şae bunun fiili. Bunu anlamakta güçlük çekeceğiz çünkü Türkçede isim fiiller çok az. Sulamak var mesela isim fiil. Yani bir isim var ve o isimden türemiş bir fiil var.:Sulamak… Sandalye kelimesinden türeyen “sandalyelemek “gibi bir şey yok. Ama Arapça’da her bir isim bir fiille ifade ediliyor. Türkçede bu çok az, yok demeyelim de çok az. Şimdi “şey,” eşyanın tekili olan “şey”, bunun fiili olduğunu düşünelim. Ne deriz? “Şeylemek “ya da “şey yapmak”. Türkçede bu şekilde kullanılıyor. Bunun daha teknik bilinçli olarak kullanıldığını düşünün, “şey haline getirmek”. Türkçe’de joker olarak kullanılıyor bilinçsizce. Ama Allah’ın faaliyeti, Allah’ın fiili olarak kullandığımızda “şae” fiili ne oluyor? Bir şeyi şey haline getirmek. Bu anlamda Maşallah ne manaya geliyor : Allah’ın dileyerek oluşturduğu şey. Bu nazar için kullanılıyor. Neden nazara kullanılıyor? Sen niye haset ediyorsun, Allah diledi. Bunu da şey haline getirdi, oluşturdu. Bu da o şey. Sen neden haset ediyorsun? Maşallah de bakalım. Yani o kişinin değil Allah’ın ona takdiri. Razı ol manasında Maşallah. Böyle mi kullanılıyor Türkçede? Kullanılmıyor. Peki İnşallah ne? Şae fiili geçiyor orada. Şayet Allah dilerse. Biz ama İnşallah’ı dua manasında kullanıyoruz. “Akşam yemeğe gidelim”. İnşallah. İnşallah, “İsterim” manasında kullanılıyor. İnşallah, eğer Allah dilerse, nasip ederse. Bu yeni öğrendiğimiz kelime ile anlamı ne? Eğer Allah onu dileyip de varlık âlemine getirirse, şae ederse, bir oluş imkân âlemine getirirse demek. Böyle olunca daha manalı. “Allah bir şeyi murad ettiği zaman, o şeye…” Bakın şey diyor. “Ona ol der”. “lehu”. Oradaki “hu” nereye gidiyor? Şeye gidiyor? İşte şae ile oluşturduğu şeye ol diyor. Çünkü daha olmamış bak. Nasıl olmamış ya? Olmayan bir şeye nasıl ol diyor? Olmamış bir şeyi yani tekvin âlemine kevniyet âlemine gelmemiş bir şey var ki Allah ona “ol” diyor. İşte o, şae fiilinin alanı. Yani Allah şae ile dileyerek, arzulayarak, isteyerek, dileyerek bir şeyler oluşturuyor. Ama daha vücut olmadı bu. Onun da oluşmasını irade ettiğinde ona ne diyor? “kün”. O da ne oluyor? Oluyor. Burada Arapçada “fiili muzari  “denilen bir zaman kullanılmış. “Kün feyekün”.  Yekün ne demek? oluyor, olacak, olur...(Arapça’da iki zaman vardır; bir geçmiş zaman(fiili mazi) , bir de “muzari” var. Mazi zaman geçmişi , Muzari de şu üçünü ifade eder: şu an, geniş ve gelecek. Yani “ol dedi ve oldu”  değil.   Tabii ki Allah ol dedi ve oldu. Ama “şeye” göre bir zaman sürecine girdi.  Yani oluyor, olacak, olur…  (zamana ” dehr” deniyor ya ); burada “Kün” emri ile beraber olması işte. Yani oluş sürecine girer. “Ol der ve olur” iki anlama geliyor : Allah için zaman yok. Zaman mahlûkat için. “Ben gizli bir hazineydim muhabbetle bilinmeyi murat ettim” dedik ya. Allahû Teâlâ bir şey isteyecek de o olmayacak ! Biz gibi değil Allahû Teâlâ.      O anda olup bitiyor her şey. Zaman mahlûkat için. Bir “şey”de zamanın olması için mahlûk olması lazım. İşte arkadaş soruyor ölümlü bir hayatı yarattı derken ne oluyor? Şimdi yaratması ile beraber zaman işliyor. Bir şeyin zamana bağlı olmaması için Halik olması lazım, Allah olması lazım. Baki olan kim? Allah. Allah Baki ise bu ne anlama geliyor? Mahlukat baki değildir anlamına geliyor. Sonludur, fanidir. Şimdi Allahû Teala’nın bir şeyi yaratması ile beraber o cismin sonunun olduğunu anlıyoruz. Sonu var, bitecek. Biteceğine göre o bitmesinin gereği olarak zaman halk oluyor. Zaman geriye sayış, geriye sarış. Mahlûk varsa son var, son varsa geriye doğru sayan bir zaman var. Tersini düşünün. Allah için bir zaman var mı? El-Evvelü, el-Ahiru, el-Baki. Yani zaman söz konusu değil. Dolayısıyla mahlûk varsa zaman vardır.Sonlu olmasının gereği olarak. İşte bu zamanın ilk baştaki muradına dehir deniyor. Yaratılmasının başından itibaren zaman algısı başlıyor. Geçen hafta verdiğimiz plak örneği gibi. Bizim zaman algımız bu plağın kolundaki iğne kalktığı zaman değişiyor. Yani plağın bütününü görüyoruz, Plak çalarken “an” olarak algılıyoruz. Ahıtette de, orada da bir zaman süreci var. Yani geriye dönüşün, faniliğin sonucudur zaman.

Allahû Teâla’nın farklı anlamlardaki yaratmak kelimeleri Türkçedeki sadece “yaratmak” kelimesi ile karşılanıyor. Yukarıda bahsedilen  ifadeler direkt/birinci manada yaratmak manası taşıyor.Bir de dolaylı olarak yaratma manası taşıyan ifadeler var.Bunlarla beraber yaratma kelimesinin alanı çok genişliyor. İşte Allahû Teala, Kur’an’ı “lisanu arabiyyun mubin” “apaçık bir Arapça olarak indirdik” derken işte bu Arapçayı kendisinin murad etmesi ve koruması, Arapça olarak Kuran’ı halk etmesi, indirmesi bu şekilde manalı. Bu kadar zengin bir dille, Arapça ile. Biz de kelimenin kökenine giderek yaratmakla ile ne kastedilmiş onu anlamaya çalışıyoruz. Bakın hiç bir nesne yokken sistemi oluşturma bir yaratma. Maddeyi yaratma bir yaratma. Maddeleri katı, sıvı, gaz diye yaratma bir yaratma. Oradan bitki âlemini yaratması farklı bir yaratma tarzı. Bitkilerin içerisinden buğdayı yaratması ayrı bir yaratma. Buğdaydan unun oluşması ise farklı bir yaratma. O unla bir şeyleri karıştırarak hamur oluşturma farklı bir yaratma. O hamura elle şekil vermesi başka bir yaratma. Bunlarla değişik ekmek sandviç yapma farklı bir yaratma. Tekrar buğdaya gelelim. Buğday aynı zamanda tohumdur. Tohumun içerisine genetik şifresini koyması ile kendi kendine işleyen bir sistemin oluşması ayrı bir yaratma. Bunun ahirette farklı bir biçime gelmesi farklı bir yaratma. Bunların hepsi yaratmanın şekilleri. Mesela bebeğin oluşması. Allah yaratıyor. Öyle bir sistematiğe koymuş ki embriyoloji, DNA(genetik şifresi) ile beraber o sistem sürekli kendi kendine işliyor. Yani yaratma tekrarlanıyor. Mesela inşa da yaratmak. İnşa kelimesinde ne var biliyor musunuz? Neşe var. Neşe, yani canlılık, hayat manasında. Bu canlıların yaratılması için kullanılıyormuş. Mesela “Biz insanı inşa ettik” diye. İnşaatları düşünün, temel atılıyor kademe kademe, bir gökdelenin hızlandırılmış kamera ile çekimini, sonra yavaş yavaş çekilip hızlı oynatıldığı düşünün. Çalışılıyor çalışılıyor bir bina çıkıyor, boyası badanası yapılıyor. Bunu insan vücudunda düşünün Allahû Teâla inşa ediyor onu. Hani “Biz kemiklere et giydirdik” diye bir ayet var. Bina etmek de yaratmak bakın. Ama neden bina etmek dememişte inşa demiş. Çünkü inşanın içinde canlılık var, hayat var, neşe var. Bakıyorsunuz içeride sürekli bir hayat var. Yani kalp atıyor, karaciğerde bir faaliyet var, beyinde bir faaliyet var, hücre içinde yaşayan bir sistem var. Neşe içerisinde inşa edilmiş bir yapı var. Bu da yaratmak. Allah’ın en büyük sanatlarından biri yaratmak ve bunu da inanılmaz değişik şekillerde yapıyor Rabbim ve Kuranı Kerim’de onun değişik ifadelerle kullanarak, ayrıntılarına, teferruatına girerek bizim ne yapmamızı istiyor? Hamd etmemizi istiyor. Biz de bu sisteme bakarak diyoruz ki “Elhamdülillah. Aman ya Rabbi nasıl bir sistem yaratmışsın !”. İşte buna bir örnek olarak da bu ayeti kerimede “fâtırıs semâvâti vel ardı”. Semanın ve arzın bir fıtrat üzerine, bir amaç üzerine ilk baştan sistemi çatlatarak bir anda ortaya çıkararak yaratan Rabbimize hamd olsun.

x- Burada ilk semayı göstermiş sonra arzı göstermiş. Demek ki sema arzdan daha üst bir sistem. Bizim anlayışımızın ötesinde. Bizim şu anki gördüğümüz sistem “semâ ed-dunya”. En yakın sema(dünya seması değil). Yani bu uzay da en yakın semaya giriyor. Kaç yıl ışık uzaklığında olan, git git bitmeyen yerler de hala birinci sema arkadaşlar. En yakın “sema eddunya”. Dünya  burada bizim bildiğimiz manadaki dünya değil, en yakın/en aşağı manasındakullanılmış ve  sıfat olarak gelmiş. İkinci kat da sema var, üçüncü kat da sema var, dördüncü beşinci altıncı katlarda semalar var ve üstlerde bilemediğimiz ne âlemler var ki kafayı yedirtecek bir olay. İşte “hamd et”. İşte hamd ediyorsun, öveceksin, “Aman yarabbi” diyorsun. Bildiklerinle hamd ediyorsun, bilmediklerimiz le nasıl artık ?

câıli-l melâiketi (جَاعِلِ الْمَلٰئِكَةِ) Melekleri de kıldı/kılıcı. Ne olarak kılıcı?

Rusulen(رُسُلًا) resuller, elçiler

Ceale( جعل) fiili var burada. Kılmak, etmek manalarına geliyor. Birçok anlamı var. Arapçada çok kullanılıyor. 2 meful alan fiillerdendir bu. Yani bir şeyi bir şey haline getirmek. Ceale fiilinde genellikle 2 meful bulunur yani tümleç bulunur. Bir şeyi bir şey yapmak. Mesela bir adamı zengin yapmak. Şu kağıdı kitap yapmak. Kıldım, ettim manalarınada geliyor.

Bir şeyi bir şey haline getirmek. Burada melekleri kıldı? Ne kıldı? Rusul kıldı. Yani elçiler kıldı. Şimdi semaları ve arzları yaratmasından bahsediyor. Semai unsurların mahlûkat olarak başında gelen melekleri de burada örnek olarak veriyor. Fatara kelimesi vardı ya bir amaç uğruna, fıtrat üzerine yaratmak ; meleklerin de yaratılış amacının burada resullük/elçilik  olduğu söyleniyor. Elçi yani. Allahû Teâla Melekleri elçi kılmış. Nebi değil  resul olarak elçi kılmış. Aracı, elçi, görevli olarak yaratmış. Bir görevi yerine getirmek için. Elçinin şöyle bir anlamı var: Sahibini temsil ediyor. Bir kişi ama o kişinin sahibini temsil ediyor. Yani senin elçiye yaptığın kötü bir muamele onu gönderene yapılan kötü bir muamele gibidir. Bazı ayetlerde  “Ben” yaptım diye geçiyor bazılarında ise “Biz” yaptık diye. İşte buradaki “biz” kısmı . Yani sistemle beraber, meleklerle beraber yapması. Ayette geçiyor: “Biz melekleri ve ruhu her türlü emir için indiririz/göndeririz”. Her türlü iş için işte. Allahû Teâlâ onu yapmaya bizatihi kadir değil mi? Kadir. Ama Rabbimin koyduğu sistem gereği melekler de bu sistemin içerisinde görevliler. Hem bizim bildiğimiz manada Cebrail Aleyhisselam gibi vahyi, Kuran’ı birisine getirmek ile birebir görevli ya da kainatın yönetilmesindeki unsurlar gibi de düşünebilirsiniz. Her bir yağmur tanesini bir meleğin taşıması gibi. Cebrail Aleyhisselam’ın faaliyetlerini düşünün, bir bölgeyi helak etmesini. Mikail Aleyhisselam doğal olayları organize eder deniyor. Onun da gücü ve kuvveti var, melekesi var. Allah’ın verdiği ona yetkiler var. Onun da orduları var onlarla beraber yapıyor. “melekleri rusul yaptık ” derken de meleklerin burada biz yaratılma fıtratlarının elçi olduğunu buradan anlıyoruz.

ulî ecnihatin (اُولٖى اَجْنِحَةٍ)– kanatlara sahip..

Uli“(اُولٖى) sahipler demek. “Akıl sahipleri-uli elbab” der gibi. Arapçada  “zü” denen bir sahip olma kelimesi var onun çoğulu. Çoğul geldiği zaman bu “uli”olarak geliyor.  Ecnihat (اَجْنِحَةٍ) “cenah” kelimesinin çoğulu. Cenah “kanat” demek. Bizde sağ cenahtan, sol cenahtan saldırdılar diye savaşlarda anlatılır. Bunun Arapçadaki kullanımı kanattır. Kanat deyince kuşların kanadını anlıyoruz. Fatır Suresinin indiği devirde o dönemki insanların aklına sadece kuşların kanatları geliyordu. Ama biz bu dönemde biliyoruz ki uçakların da cenahı var, kanadı var. Yani uçmaya yarayan herhangi bir uzuv. İlla kuşkanadı gibi çırpılan bir şey olması gerekmiyor. Mahiyetini Allah’ın bildiği bir vasıta. Bu kanatlar ikişerli ve üçerli ve dörderli imiş. Buna üleştirme sayıları deniyor Arapçada. Paylaştırma sayıları deniyor bunlara. Burada ben üç kanatlı olma kısmını anlayamadım. İki kanadı anladım da üç kanadı anlayamadım. Acaba bir tarafta 3 kanat bir tarafta da 3 kanat mı var? Üçerli derken acaba bu mu kastediliyor? Çünkü Allahû Teala yaratma sisteminde genellikle simetri usulü bir yaratma var. Mesela yüzü düşünün. Tefsirlerde ve meallerde bu konuda bir şey göremedim. Üç kanatlı da olabilir üçerli kanatlı da olabilir. İki kanat önde bir kanat arkada da olabilir, meleklerin yapılarını bilmediğimiz için. Melekler bu âlemin mahlûkatı değil. Bu dünya toprak temelli sert şey üzerine kurulmuş. Cennet âlemi daha şeffaf, su  temelli. Ruhsal alem melek ise daha latif daha bulutsal bir alem.
Bu dünya katı hali temsil ediyor. Cennet alemi daha sıvısal bir alem. Ruhani alem ise daha ruhani gazsal, gazın temsil ettiği bir alem. “Allah insanı testi toprağı gibi sert bir topraktan yarattı”

(RAHMÂN suresi 14. ayet)

خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ كَالْفَخَّ

Halekal’insane min salsalin kelfahhâr.
“Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.”

diyor bu bize neyi anlatıyor? Bu dünyanın yaratılış sisteminde sert bir malzeme var, bir mekanizma var. Biz daha meleklerden bahsediyoruz. Daha şeffaf, daha latif halde bir şey. Şimdi bunların uçma sistemleri bizim dünyadaki gibi aerodinamik ilkelerle mi oluyor? Elbette ki hayır.

Devam edelim;

yezîdu fil halgı mâ yeşâé (يَزٖيدُ فِى الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ ).

Yezidu,(يَزٖيدُ ) ziyadeleştirir, arttırır. Neyi arttırır? Yaratılışta dilediğin arttırır.  Yani meleklerin kanat sayılarını artırır.Ve ne kadar artarsa mukarrebunluğu (yakınlığı) da o kadar artar. Cebrail Aleyhisselam’a 600 kanat verilmesi onun iki kanat verilen melekten daha üstün olduğunun göstergesi. Çünkü dilediğini daha fazla arttırır diyor. Bunu ikram gibi gösteriyor. Yani çocuğunuza harçlık veriyorsunuz 5 lira 10 lira, diyorsunuz ki “Dilersem arttırırım”. Arttırmak ikram, ona değer vermek. Dolayısıyla burada” ma yeşau”diyor “Dilediğini” de arttırır”. Hadisten direkt anlıyoruz bunu. Net bir hadis. Allah’ın resulü 600 kanatlı Cebrail Aleyhisselam’ı  iki kere aslî suretinde görmüş. Birincisi Hira Dağında, bir de Miraç’ta. Mahiyetini Allah bilir ama o kanatları ile ne işler yapıyorlar.

Allah her şeye kadirdir.Ayetin hem yukarıdaki kısmında geçen “yeşau” ifadesinde hem de son kısmındaki “külli şey” ifadesinde “ŞEY” kavramı geçmiş. Bu “şey/şae “olayını yukarılarda açıklamıştık (Şey, dilenendir). Ayetin son kısmındaki”şey”e baktığımızda burada işte her türlü “şey” üzerine kadirdir.Her  şey oluşturmaya kadirdir. Yani oluşturması için dilemesi yeter. O şey haline gelir ve Allah dilediğini dilediği gibi yapar. Üçüncü olarak da kadere fiilinin kökünde “ölçü/ölçme” vardır, nizam vardır, formül vardır. Allahû Teala da bir şey ettiği zaman onu ölçüye göre yapar da var.

Biz, bu ayetlerde yerleri ve gökleri yaratan -herhangi bir şekilde yaratan değil bir fıtrata göre , bir gayeye göre yaratan- Allah’a; örnek olarak verdiği semadan , arzdan ve meleklerinden yarattıklarında hamd edilecek muhteşem unsurlar olduğundan dolayı Elhamdülillah diyerek hamdetme durumundayız.

Ama bu rastgele olmaz. Başındaki “el” takısı ile beraber söylüyorum. Orada “harfi tarif”  var ; Marife, belirli isim var . El-hamd buna göre,”Bilinçli hamd”, “bütünüyle hamd ” anlamına geliyor. Yani “Elhamdülillah, işte semaları yarattı, arzı yarattı, melekler de varmış” diyerek basitçe değil; Tefekkür edeceksin, düşüneceksin, yoracaksın, gayret edeceksin de öyle bilinçli hamd yapacaksın. Haluk Nurbaki diyor ki: “Sen bir cerrahı rastgele övemezsin”. Kendisi de doktor ya. “Ne güzel doktorsun” falan diyemezsin. Onun ameliyatını bir izle. Onun bir eğitim sürecini izle. Ne aşamalardan geçti, nasıl kafaları patlattı, nasıl dirsekleri çürüttü.hem ilmi hem de sanatsal emeğin farkına varda öyle öv. Farkındalıkla öv !…Rastgele “A ne güzel cerrah diyemezsin” diyor. Anlayamazsın ama bir gayret et.

O yüzden Allahû Teala burada semavat, arz ve melekler üzerine kafa yor, düşün ve orada hamd edici unsurları görmeye çalış. Yine de yapamazsın ama hamd et diyor.

Kendin göremezsen se Allahû Teala’nın bize gösterdikleriyle yapmaya çalış.

Allahu teala da bize yaratılış hikmetimizin (fıtrat) farkına vararak

-ki O sistemi en baştan o fıtrat üzerine yeni bir yaratılışla yarattı –

Allah’ın yarattığı sistemi övme gayretiyle yaşayarak

Allah’a layıkıyla hamd edenlerden olmayı nasip etsin.

amin.

VE ÂHIRU DAVAUNA EN-İL HAMDULİLLAHİ RABBİ’L- ALEMİN.

EL FATİHA….

SEBE (31.SOHBET) 49.AYET#


 

SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/cYNG8kV1kpvsd


 

قُلْ جَاء الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu.

1. kul : de
2. câe : geldi
3. el hakku : hak
4. ve mâ yubdiû : ve başlatamaz, ortaya çıkaramaz, zuhur ettiremez
5. el bâtılu : bâtıl
6. ve mâ yuîdu : ve geri getiremez,geri döndüremez

De ki: “Hak geldi, bâtıl (bir şey) başlatamaz ve geri getiremez.”


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Sebe Suresi 49. Ayet – 31. Sohbet (29.11.2015)

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm.

Bismillâhir rahmânir rahîm

1. kul : de
2. câe : geldi
3. el hakku : hak
4. ve mâ yubdiû : ve ortaya çıkaramaz, zuhur ettiremez
5. el bâtılu : bâtıl
6. ve mâ yuîdu : ve geri getiremez

SEBE suresinin 48. Ve 49. Ayetleri birbiri ile bağlantılıdır. 48. Ayeti hatırlayacak olursak:

قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ

Kul inne rabbî yakzifu bil hakk(hakkı), allâmul guyûb(guyûbi).

De ki: “Muhakkak ki benim Rabbim hakkı kazefe eder. Bütün gaybleri (tamamiyle) bilendir.”

1. kul : de
2. inne : muhakkak
3. rabbî : Rabbim
4. yakzifu : kazefe eder, atar, tecelli ettirir
5. bi el hakkı : hakkı
6. allâmu : çok iyi bilen
7. el guyûbi : gaybler, bilinmeyen

Kul (قُلْ). De ki.

Burada biliyorsunuz “Kul(قُلْ)” “De” emri. Peygamber Efendimiz(SAV)e hitap ediyor, dolayısıyla Kuran’ın muhatabı olan okuyucuya yani bizlere.

İnne rabbî(إِنَّ رَبِّي). Şüphesiz benim Rabbim.

Yakzifu(يَقْذِفُ)  yok eder, parçalar, atar gibi anlamları vardır. Ne ile? Hak ile. Yani buradaki ifadeyi söylüyorum “Şüphesiz benim Rabbim hakkın yardımı ile batılı yok eder. Hak ile batılı yok eder” ifadeleri vardır.

Allamul guyub(عَلَّامُ الْغُيُوبِ). O bütün gaybları çok ince derinlikleri ile çok çok bilendir.

Bugünkü ayette de tekrar kul(قُلْ) var. Kul câel hakku(قُلْ جَاء الْحَقُّ). De ki: “Hak geldi”. Ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu(وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ).

Geçen sohbette hak konusu baya teferruatı ile anlatılmıştı. Hak kelimesi gerek Arapçada gerek Türkçede çok fazla kullanım alanı olan ve farklı farklı kullanım yerleri olan bir konudur. Fakat burada birinci anlamı ile kastedilen özellikle sistem.

Çok meşhur bir ayet vardır:(İsra suresi 81. Ayet.)

  • وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
  • Ve gul câel haggu ve zehegal bâtıl, innel bâtıle kâne zehûgâ
  • “Hak geldi batıl zail oldu ; batıl kesinlikle yok olmaya mahkumdur”

Çok meşhurdur biliyorsunuz.  Hatta geçen hafta söyledik. Bir gazetenin sloganı idi bu. “Hak geldi batıl zail oldu”. Özellikle bu kısmı söyleniyor. İkinci kısmı biraz daha az dillendiriliyor. Buradaki ayetle baya alakalı. Şimdi 48. ayetten biz anlıyoruz ki Allahû Teâlâ hak sistemi öyle yumuşak bir şekilde getirmiyor. Bir darbe gibi, bir devrim gibi, bir ihtilal gibi bir şeyle getiriyor. Nereden vardık bu sonuca? Bakın 48’de diyor ki yakzifu(يَقْذِفُ). Bu “nezele (نَزَلَ) indirmek” fiilinden değil, yani “indirir” değil. İndirmede daha yumuşak bir ifade var. Hatta bir başka ayette nuzulen diyordu cennet nimetleri için nüzul diyordu. Yani gökten bir sofranın inmesi gibi, bir ikram gibi. Yani nezelede o var. Fakat  “yakzifu” olduğunda yukarıdan aşağıya kafasını parçalarcasına atmak var.sertlik var. Yani indirir manası da var yakzifu için ama öyle bir” yukarıdan aşağıya şiddetle indirir ki , beynini parçalayacak şekilde”.

Enbiya 18’de şöyle geçer:

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nagzifu bil haggı alel bâtıli feyedmeğuhû feizâ huve zâhig, ve lekumul veylu mimmâ tesıfûn
  • Bilakis biz “akkı batılın tepesine öyle bir atarız ki onun beynini parçalar bir de görürsün ki batıl yok olup gitmiştir. Allaha yakıştırdığınız o çirkin sıfatlardan dolayı vay halinize!

Bakın bunlarda bir yumuşaklık var mı? Yok. Dikkatinizi çekerse bütün dinlerin gelişinde böyle bir sertlik var. Mevdudi’nin bir kitabı vardır: “kuran’da dört terim”. Rab, ilah kavramlarını açıklıyor. Oradaki bir ifade şöyleydi: “Biz bugün kanıksadık La İlahe İllallah kelimesini”. Çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV) bu (kelime-i tevhid)’ı ilk getirdiğinde “Ya başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi”. Arada başka bir şey yok , çünkü onun getirdiği ile o ” La İlahe İllallah” cümlesi ile nelerin değişeceğini o andan itibaren insanlar çok net anladılar. Ya teslim olmak zorundalardı, başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi. Yani yumuşak bir gelişle gelmedi. İhtilal gibi, devrim gibi geldi. Bakın kelime-i tevhidin ilk kelimesi ne? “La”. La , hayır demek; Yok demek. Yani reddedişle geldi. Yani o kelime i anlayan -kelime-i tevhidi anlayan – önce reddetti mevcut sistemi. Ondan sonra kabul var. Bir kere  “la”diyorsun hatta- ikincisi ile beraber- “la ilahe” diyorsun. “İlah denilen bir şey yok”. Yani güç ve kudret tahsis edilecek, medet umulacak hiçbir şey yok. Ya nasıl? Hiç mi bir şey yok? Sistemi yaratan var. Evet işte O. Bir tek O. “İlallah”.  Bakın bu şekilde anlaşıldığında kelime-i tevhid daha manalı. Bu bir devrim. İnsanların kafalarında oluşturduğu bir sistem var. Allahû Teâlâ diyor ki ;

Siz sistem mistem oluşturamazsınız. Sistemi  yaratan oluşturur. İşte ona da Hak deniyor. İşte” kul câel hakku “bu. Hak geldi. De ki: Hak yok muydu? Yani o anda mı geldi? Hayır vardı. Fakat insanlardan bunu oluşturması bekleniyordu. Bu hak doğrulara gelmeleri bekleniyordu.

Çünkü biz daha evvel Hanif derslerinde işledik biliyorsunuz. Hanif konusunda özellikle kim işlendi, hangi peygamber işlendi? Hz. İbrahim . Onun en büyük özelliği neydi? Tek başına olması idi. Hiç bir din yok,  hiçbir öğreti yok. Kitap yok. Resul yok. Çevresinde bir şey yok. Buna rağmen yanlış gibi gözüken şeylerle başlaya başlaya öyle bir Hak sistem idraki oldu ki Allahû Teâlâ’dan “el-Halil”  ünvanını aldı. Literatüre geçti yani. İşte onun kafasında oluşturduğu o sistem Hak sistemdi. Gittiği şey Hak sistemdi. Allahû Teâlâ bize Hazreti İbrahim’le neyi öğretiyor : Tamam şu an sizin önünüzde kitap var, peygamber var, din var. Ama benim size yüklediğim fıtrati sistem, sizin kendi başınıza düşünüp de ulaşabileceğiniz bir hak sistem. Ben sizden bunu bekliyorum. Ama yine de çok zor. Ben hidayet unsurları ile de sizi destekliyorum. Ne yaptı? Din gönderdi. Ne yaptı? Resul gönderdi. Ne yaptı? Peygamber gönderdi.

Necip Fazıl Kısakürek’in bir hikâyesi var. Karşıdan karşıya vapurla geçiyor şehir hatlarıyla. Biri gelip soruyor: Peygambere ne gerek var? O da diyor ki: O zaman niye vapura bindin? Karşıya yüzerek geçse idin ya !..

Yani din bize bu rahmeti sağlıyor.

Enbiya suresi 107:

  • (وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ)
  • Ve mâ erselnâke illâ rahmetel lil âlemin
  • Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.

bize kolay yolu gösteriyor.

Hak sisteminin yaşanılırlığını mı öğrenmek istiyorsunuz, alın size bir misal: Resulullah. İçinizden kendi içinizden bir peygamber gönderdik. Size kendi içinizden resul gönderdim. Yani sizin gibi.Tevbe suresi 128:

  • لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ)
  • Legad câekum rasûlum min enfusikum aziz, aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mué’minîne raûfur rahîm
  • Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi. Sizin üzüldüğünüz şey, O’na ağır gelir (O’nu üzer). Size çok düşkün, mü’minlere şefkatli ve merhametlidir.

Yani kendi içinizden misal. Sizin gibi yiyip içen ama sahip oldukları ile ilham edilenlerle müthiş Allah destekli. İşte bu Resul(SAV) aracılığıyla gönderilen, teferruatı anlatılan, kemal olmuş sistem geliyor işte. Yani o gelmesi ile var olmuyor. Yaradılışın ilk anından itibaren o sistem var. Yani kün emri ile beraber o sistem var. Fakat Resulullah ile beraber gönderiliyor, yani bizim açımızdan bakarsak da geliyor. Ama işte bir önceki ayetin ifadesini söylüyorum. Bu gelme yumuşak bir şekilde değil devrim şeklinde. Çünkü insanların kafasındakilerin bitmesi gerekiyordu.

Kuran’ı sıkça okudukça okudukça artık bir şey size çağrışım yapıyor.  Sanki burada İsra Suresini okuyormuşsun gibi oluyor. “Hakkı yardımı ile indirir.” Bir de sonraki ayetle beraber “kul cael hakkı  ve zehegal batıl” ile beraber o hemen aklında çağrışım yapıyor. Dolayısıyla direkt batıl diyebiliyorsunuz. Orda batıl yok ama Kuranın tefsiri Kuran olduğu için Direkt orda Allahû Teâlâ’nın hak ile neyi yukardan aşağı atarak parçaladığının, indirdiğinin, batıl olduğunu anlıyorsunuz. Neden? Hakkın zıttı batıl. Yani tamamlama var. Beyinde Allah’ın yarattığı sistemde tamamlama vardır. Bir şeyi veriyorsun, bir bilgiyi veriyorsun. Üçüncüyü vermiyorsun. O bunu birleştiriyor. Tamamlıyor. Burada o tamamlama ile beraber o anlam çıkıyor.

“Gazefe” yukarıdan aşağı bir şeyin fırlatılması manasına geliyor. Batıl ondan etkilenen. “Hadara ” fiili de kullanılabilirdi burada “hazır oldu, yani o anda huzura gelmiş olması” ama buraya uygun değil. Yani daha evvelden vardı bu. Hak sistem.

” Câe” fiili  kullanılmış burada. Yani mevcutta olan bir şey vardı.  o geldi. Sistemin içerisinde de gizli ve Peygamber Efendimiz( SAV) en kemal haliyle bunu gösterdi. Yani diğer peygamberlere gönderilen de İslam. Yani farklı bir şey değil. Peygamberler tarihini okuyunca da görüyoruz ki Allahû Teâlâ hep aynı şeyleri indiriyor. Farklı bir şey indirmiyor aslında. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV)’e indirilen onun en kemale ermiş, en olgunlaşmış hali. Neden? Başka bir açıdan bakarsak insanlığın toplam aklı, idraksal seviyesi Peygamber Efendimiz(SAV)’in dünyaya teşrifi ile beraber artıyor. Artık diğer insanlara öğretildiğinden daha farklı bir ifadelerle anlatılması gerekiyor bunun. Yani birkaç bin sene evvel dünyanın bir bölgesinde değişik bir coğrafyada yaşayan insanı anlattığı gibi anlatılmıyor artık. Neden? Çünkü idraksal seviye yükseldi. Bu kavram çok önemli. Yani bu idrakin yükselmesi çok önemli. İdrak zannedildiği gibi tek bir seviye bir şey değil. Yani ilk insanın anlama kapasitesi ile şu an bizim anlama kapasitemiz aynı değil. Bunu biz anlayamayız çünkü o dönemi bilmiyoruz. Ama biz o döneme gitsek de insanlarla bir konuşsak, teknolojiyi falan bırakalım, ortak şeylerle onların akıllarını çok ilkel buluruz yine. İdrakimiz bir şekilde arttı istesek de istemesek de. Sadece bizim değil bütün insanlığın arttı.

Ikinci kısım” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” (وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ) ile

“zehekal batıl” aynı manada. Biz bunu matematikte öğrendik değil mi? matematikte ne kuralı diyorduk biz buna? Matematikte değişim kuralı idi:

a+b+c = a+d ise

(b+c) = d

Biz bunu matematikte öğrendik. Ama sayılar olarak öğrendik, hayat pratiği olarak öğrenmedik. İşte Kuran’da da o matematik kuralını uyguluyoruz. 2 tane ayet var:

Birisinde (İsra suresinde):

“Ve gul câel hakku ve zehegal bâtıl”, diyor.

Burada da;

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu”, diyor.

Demek “zehegal batıl” ile bu öbür kısım “ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” aynıymış. “Hak geldi ve batıl zail oldu.” Zail olması ne demek? Yok olması, zeval bulması. Yani tesirinin, etkisinin gitmesi demek. Şimdi burada da” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” yu açıklayalım.”Ma Yubdiu “burada ortaya çıkaramaz diyor. Bunun kökü aslında “bedee”.  “Bedee”ne demek? Başladı demek. Yubdiu da başlatır anlamına gelir. Başındaki ma olumsuzu ile beraber de başlatmaz. Şimdi “batıl bir şeyi başlatamaz”

Bizim buradan baktığımızda insanların iddiası bu değil. İnsanlar kafalarında bir sistem oluşturuyorlar. Komünizm gibi, bilmem ne izm gibi. İşte müşriklerin oluşturduğu sistem, putperestlerin oluşturduğu sistem, laisizm, deizm, izm denilen her türlü sistem var burada. Bu ayet diyor ki HAK. Doğrusu bu. Bunun üzerine sistem kuruluyor. İşte Rusya’da komünizm uygulanması için yapılanlar var, insanlar mahvoldu. Sosyalizmin uygulanması ile insanlar mağdur oldu. Hitler’in yapmak istediğini biliyorsunuz. Bunlar yakın dönem olayları. Bir şey oluşturulmaya çalışılıyor, diyor ki en doğrusu bu. Onları yapanlar ne diyor yeni bir sistem buldum en doğrusu bu yeni bir dünya sistemi kuracağız diyor. İşte o kuracağız derken bir başlatma eylemi yok mu? işte ayetteki başlatma eylemi bu. Allahû Teâlâ da diyor ki, “hayır batıl bir şeyi başlatamaz, çünkü sistemi Ben kurdum, benim sistemimle örtüşen, hak sistem ile örtüşen şeyler başarılıdır.” .Hatta bunu bile demiyor. “Bundan başka sistem yoktur” diyor. Bununla örtüşen sistemler başarılıdır dedim ya bakın bu da değil. Çünkü bu neyi yanlışa götürüyor biliyor musunuz?  Bir İslam var, bir de İslam’la örtüşen bir sistem var. Ve maalesef insanlar bu dönemde bunu alkışlıyorlar, alkışlamak zorunda kalıyorlar.

Bakın biz demokrasi denilen insanların bulduğu bir sistem içerisinde Allah’ın doğrularını yaşamaya çalışıyoruz. Ve mutlu olmaya çalışıyoruz. Bir seçim oldu geçende. Demokrasi denilen sistem Allah’ın sistemi mi? Antik Roma’da Yunan’da oluşmuyor mu demokrasi?  Yani insanların bulduğu bir sistem. Niye kabul ediliyor? Şu anki yeryüzünde Allah’ın sistemini kastetmiyor, insanların bulduğu sistemler içerisinde en iyi çalışanı, halka en fazla yarayan gözükeni o olduğu için uyguluyoruz. Biz bu sistem içerisinde koskoca Allah’ın hakikat sistemi ile örtüşen bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve onunla mutlu oluyoruz. Bu bile değil aslında. Ama bir insanın kafasında oluşturduğu sistem Allah’ın hak sistemi ile ne kadar örtüşürse insanlık sistemi açısından o kadar doğrudur. Ama tek hak sistem var. Diğeri batıl. Ne kadar şirin, güzel, sempatik gözükse de batıl.

Ayetin ikinci kısmında ne var? ve “mâ yuîdu”. Buradaki kelimenin kökü “iade”. İade geri dönüş demektir. Mesela bir malı alıyorsunuz sonra onu iade ediyorsunuz. Başka anlamıyla redde yakın. Bizim geri verdiğimizde red var. Allahu Teala iade kelimesini Kur’an’da Buruc Suresi 13. Ayette şöyle kullanmış:

İnnehû huve yubdiu ve yuîdu (85.13)
(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ)

Şüphesiz muhakkak ki o ilk defa yaratır ve iade ettirir, döndürür anlamında.

Yunus 34 e bakacak olursak:

  • قُلْ هَلْ مِن شُرَكَآئِكُم مَّن يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ 
  • Kul hel min şurakâikum men yebdeul halka summe yuîduhu, kulillâhu yebdeul halka summe yuîduhu fe ennâ tu’fekûn(tu’fekûne).
  • De ki: Sizin ortaklarınızdan o örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek kim var?

Neredeyse tekrarlanmış:

De ki: Örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek Allah’tır.

Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz, çevriliyorsunuz. Bakın burada bedee var başlatarak yaratma. Sonra yuidu iade eden. Bu birkaç yerde geçmiş. Bir de Rum 27de geçmiş.

Rum 27 de ifadeler çok benzer:

  • وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 
  • Ve huvellezî yebdeul halka summe yuîduhu, ve huve ehvenu aleyhi, ve lehul meselul a’lâ fîs semâvâti vel ard(ardı), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
  • O, Öyle bir mâbuttur ki her şeyi önce yaratır, sonra öldürür ve tekrar diriltir(işte iade bu), ona göre pek kolaydır ve onundur göklerde ve yeryüzünde bütün sıfatlar ve odur aziz ve hâkim olan.

Allahû Teâlâ iadeyi yeniden diriltme olarak kullanmış. Önce Allahû Teâlâ sistemi yaratıyor, ondan sonra da iade ediyor. Yani yaratma sistemini (işte burası ilginç) geriye çevirerek tekrar yapıyor. Kuran meallerinde iade etmeyi yeniden diriltme olarak kullanmışlar. Biz kullanırken reddettme manasında da iade ediyoruz. Bu manada da geri çevirme. Şimdi ikisinin birleştiği yeri söyleyeceğim.

Bakın besmeleyi işlerken hatırlıyor musunuz Rahman ve Rahimi işlemiştik. Rahman ve Rahim’de ne vardı? Rahman, Allahû Teâlâ’nın sistemi kurduğu esma. Yani sistemi Er Rahman esması ile kuruyor ama dönüş, iade Rahim esmasıyla.

Ve sınırı da bu dünya. Allahû Teâlâ bu sistemin geri dönüşünü neye endekslemiş? Şu anki dünya sisteminin kıyamet denilen birinci sura üflenilmesi ile bitirmiş.( Bütün sistemin bitişi dikkat edin, sadece dünya sisteminin değil.) Ve ikinci surla beraber yeni bir sistem başlıyor. İşte ikinci surla beraber yeni sistemin başlamasında artık Rahim esmasının tecellisi var. -Ara bir dönem var -işte din gününde insanlar ikiye ayrılıyor. Birinci kısım cehenneme gidip artık geri dönmenin içerisine giremeyecekler. İkinci kısım da er-Rahimle beraber geri dönüşün içerisine devam edip artık sistemin geri saydığı yöne (ileyhi turceun) gidenler. Neden işte Rahmanla başlayıp Rahmanla bitmiyor. Allahû Teâlâ orada bir eleme yapıyor.

İşte batıl da yok olmaya mahkûmdur. İşte sen hak sistemin içine giremezsen cehennemlikle tasvir edilen alana girersen orada yok olup bitecek. Bakın bu ahiretteki açıklaması. Bir evvelki dünyadaki sistemsel açıklaması idi. Şimdiki ahiretteki sistemsel açıklaması. Hangi sistem, hangi hak sistem geçerli olacak? Allah’ın hak sistemi geçerli olacak. O da işte Rahim ile devam edecek.

İşte buradaki

  • “ve ma yubdiu ” başlatmaz ⇒ Er-Rahman ile ilgili; (asıl başlatan er-Rahman esması))
  • “Ve ma yuidu” iade edemez, döndüremez ⇒ İşte o da er-Rahim ile ilgili.(Asıl iade eden/döndüren er-Rahim esması)

Buruç 13’de :

إِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ

İnnehu huve yubdiu ve yuîd(yuîdu).

1. inne-hu : şüphesiz, muhakkak ki o
2. huve : o
3. yubdiû : ilk defa yaratır, yoktan var eder
4. ve yuîdu : ve iade eder, döndürür

Şüphesiz Allah döndürür, başlatır ve döndürür.

Bir Allah’ın sistemi var bir de insanların sistemi var. İnsanlar kendi sistemlerini Allah’ın sisteminin yerine koyuyorlar ; daha dünyada bile o sistem o izmler, ideolojiler yaşamıyor çöküyor. Başka bir izm gelip onun yerini alıyor. Ahirette de bunu anlayacaklar hak başlarına geldiklerinde. Asıl sistemin Allah’ın sistemi olduğunu anlayacaklar. İade eden de işte o sistem. Peki, mekanizma nasıl işliyor?

Enbiya 18’de ;

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nakzifu bil hakkı alâl bâtıli fe yedmeguhu fe izâ huve zâhikun, ve lekumul veylu mimmâ tasıfûn(tasıfûne).
  • “Hayır, biz hakkı baatılın tepesine (indirib) atarız da o, bunun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bu, yok olub gitmişdir. (Allaha karşı) vasf (ve isnâd) etmekde olduğunuz (iftiralar) dan dolayı yazıklar olsun size! “

Demek ki bu hak sistem önce beyinlerde bir tahribat yapıyor.bu  iman karşıtlarına yaptığı tesir.Pozitifte ne var? Beyinlerde idrak oluşturuyor. İrşad oluşturuyor. Hepimizin kafasında bir sistem var. Şu şöyledir, bu böyledir diye. Rabbim bize hakkı bir şekilde gösterdiğinde-kişi aracılığı ile olabilir, bir ayet aracılığı ile olabilir, hoca veya mürşit aracılığıyla olabilir-bizim önce beynimizde fırtınalar dönüyormuş demek ki. “Vay be! Bu böyleymiş”, “Benim bugüne kadar düşündüklerim demek ki doğru değilmiş”. İlk etki nerede oluyor? Beyinde. Ne diyor? Dimağını parçalar diyor. Bu hidayet yolundaki kişiler olarak bizlere.

Hatırlanırsa Fatiha sohbetlerimizde hidayeti 3 kısımda anlatmıştık:

  1. Kişinin ilk defa hidayete kavuşmasındaki hidayet
  2. Belirli bir hidayet seviyesine eriştikten sonra orada sabit kalmanın desteği olan hidayet
  3. Hidayet üzerine olan bir kişinin hidayetinin artmasındaki hidayet

Dimağları parçalar ifadesi Müslüman olmuş bir insanın idrakinin değişmesi içindir. Bildiğin doğruların değişmesi gibi. Mesela “la havle vela kuvvete ilaa billahil aliyyil azim” in derin manasını anladın ve “Vay be! Böyle miymiş?” diyorsun. “Yani ben bu sistemi daha farklı algılıyordum. Meğerse her şey Allahû Teâlâ’nın Esmaül Hüsnası ile gerçekleşiyormuş.

(Kitaplarda “La havle” deki “havle“nin “güç” diye bir izahı var. “Güç”ün zaten kuvvet gibi bir manası var . “Havle”ne oluyor o zaman? “Havle”nin başka bir kavram olması lazımdır çünkü o kadar konsantre bir ifadenin içerisinde yer almıştır. En üstte “La İlahe İllallah” konsantre formülü varsa, bir altında “La Havle Ve la kuvvet …”var. Bu kadar konsantre bir şeyde ikinci kısım kuvvetse birinci kısma sen”güç” gibi  kuvvete yakın bir mana kullanamazsın. Yani formülün kuvvetliliğine,konsantreliğine uymaz. “Hâle حَالَ”  fiili var Kuranı Kerim’de. “Havle” oradan geliyor. Ne demek Hale? Diyor ki Allah kişinin kalbi ile kendisinin arasına girer diyor :

  • يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ 
  • Yâ eyyuhâllezîne âmenûstecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm, va’lemû ennallâhe yehûlu beynel mer’i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn (tuhşerûne).
  •   Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.(ENFAL 24)

Nuh Aleyhisselam’ın oğlu ile bir sahnesi vardır. Nuh Aleyhisselam oğlunu gemiye davet ediyor. Oğlu “Yok ben kendimi kurtarırım” diyor. O sırada aralarına dalga girdi diyor.

  • قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ 
  • Kâle se âvî ilâ cebelin ya’sımunî minel mâi, kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahim(rahime), ve hâle beynehumâl mevcu fe kâne minel mugrakîn(mugrakîne).
  • O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nûh, “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.(HUD 43)

Yani “araya girme” fiili hale. Bir de havle Türkçe’de tahvil olarak kullanılıyor. Tahvil var ya hisse senedi, bono gibi. Aslında o neyin ifadesi? Paranın ifadesi ama kâğıt haline dönüşmüşü. Kıymetli evrak ama kağıtta bir kıymet var mı? Yani gramla tart kaç kuruş gelir? Ama üzerinde milyarlar var. O milyarlarca mülk ne hale gelmiş? Kâğıt parçası haline gelmiş, tahvil olmuş. Dönüşüm aracı. Su var değil mi? Su buhara dönüşüyor, buhar yağmura dönüşüyor, yağmur kara dönüşüyor, kar buza dönüşüyor, buz doluya dönüşüyor. Aslı ne bunun? Su. Ama değişik şekillerde tahvil oluyor, değişim oluyor, dönüşüm oluyor. İşte Allahû Teâlâ bunu diyor. Sistem ne diyor, “Allah’ın sisteminden  başka dönüşen, dönüştüren ; araya giren, sebep olan, vesile başka bir şey yok “diyor.( Esmaül hüsna’ları biliyorsunuz, isimleri ve Esmaları.) Her şey onlarda tecelli oluyor. Sizin cisim olarak, ,fiil olarak,enerji olarak gördüğünüz her şeyde aslında Esmaların değişik hale gelmiş şekilleri. Sen yemek yiyorsun. Aslında sana Allah enerji veriyor bir şekilde el-Rezzak ile. O yemek vasıtasıyla oluyor. O rızkı yiyorsun, vücudunda görme duyusu olarak işlev görüyor. Enerji geliyor bir enerjiyle. El-Basir esmasına dönüşüyor. Tefekkür ediyorsun beynine geliyor, el-Âlim esması oluyor düşünce oluyor. Yani her şey Allah’ın Esmalarının dönüp durduğu, tahvil olduğu bir sistem aslında. İşte “la havle”. Şimdi bunun bugüne kadar kitaplarda açıklananla ne alakası var? İkincisi de kuvvet. Kuvvet denilen fizikteki o “f “var ya “f kuvveti”aslında meleklermiş. Yani şu kitap burada duruyor ya, aslında bu bir melek ve meleki kuvvet aşağı doğru çekiyor. Biz yerçekimi kanunu diyoruz. Tamam, sünnetullah gereği formüllerle ifade edilen sayısal değerleri ortaya çıkaran  fiziki bir şey var ama bunu bir türlü izah edemiyormuş fizikçiler. İşte solucan teoremi, bilmem ne teoremi, kütle çekim vs. ama bir türlü bulamıyorlarmış onun ne olduğunu. İşte melekî kuvvet. Bununla ilgili bir hadis var. Güneşin meleki kuvvetler tarafından yörüngesinde tutulduğu. Bakın fiziksel kanunlarla ifade ettiğimiz mutlak değerler var. Bu da Allah’ın Sünnetullahı. Ama derin boyutta ve hikmetine baktığımızda Allahû Teâlâ orada meleksel sistemi koyuyor devreye. Düşünsenize şu an bize normal geliyor burada duruyoruz ya biz. Aslında bir meleki kuvvet bize asılmış, aşağı doğru bizi çekiyor. Ama rastgele çekmiyor. İşte yerçekimi kuralı, senin kütlenin karesi ile orantılı bir şekilde çekiyor. Her yerde var. Tek şey yerçekimi değil, kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Yani başka kuvvetlerde var. Big Bang olurken her şey bir kütlede değil miydi? Bir anda patladı yayıldı. F kuvveti yok mu? Bu da meleki bir kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Bizim algıladığımız bir şey. Mesela kara delikler ne oluyor? Bırakın bütün cisimleri ışığı bile kendine soğuruyor. Orada bir kuvvet yok mu? Buna sadece yerçekimi diyemezsiniz.

Aklınıza gelen kuvvetle ilgili her şeyin içerisinde bu var. Peki, melekler sadece bununla mı görevli? Hayır. Bir yağmur tanesini aşağıya indiren melek diye biz iman etmedik mi ona? Bunun içinde de var. La havle vela kuvvete. Kuvvet de yok diyor. Buna fizikte ana kanun olarak ne var? Madde ve Enerji. Yani madde la havle kısmına giriyor, enerji de vela kuvvete kısmına giriyor. İlla billah(“illa Allah”değil) illa billah.  “İlla Allah “olsa farklı bir ifade olur ama illa billah’daki o “bi(ile)” harfi de o Esmaları ya da melekleri ya da diğer ilahi kuvvetleri izah ediyor. Hani “bi ismi Allah “(bismillah) diyoruz. “Billah “demiyoruz. Allah’la yapamazsın “bi ismi allah”.  Allah’ın ismiyle iş görürsün. Bu da neye benziyor? Bazı ayetlerde Allah “biz yaptık” bazı ayetlerde de “ben yaptım” diyordu. Ben, bizzat Allahû Teala’nın Zatı.  Biz deyince de sistem işte. Hak sistem’in işte buradaki ifadesi. Hak. Meleklerin de dahil olduğu, fiziksel kanunların da dahil olduğu, Esmaların da dahil olduğu bir sistem. İşte bu “la havle vela kuvvete” yi hak sistemi anlama açısından görüyoruz.)

Hak sistem var zaten ama algılamamız “cae” fiili  ile oluyor işte. Teferruatı ile kuralı ile öğrenmeniz cae ile oluyor, geldi ile oluyor. Bize göre geldi. Sistemde zaten var.

Bakara Suresi 51. ayeti hatırlayacak olursak:

  • (مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا اَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ).
  • Meseluhum kemeselillezistevgade nârâ, felemmâ edâet mâ havlehû zeheballâhu binûrihim ve terakehum fî zulumâtil lâ yubsırûn
  • Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.

Artık göremezler, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönemezler. Onların misali ateş yakan kimseye benzer. Şimdi ateş nerede yakılır? Karanlıkta yakılır. Yani hak sistemden uzaklaşmış karanlığın içerisinde duruyorlar. Ateş yakmaları neyi temsil ediyor? Birinin aklına bir fikir geliyor, “Ya şöyle olması lazım” diyor. Bir sistem aklına geliyor, “ya aslında şunun şöyle olması, şunun da şöyle olması lazım” diyor. O fikir onlara bir aydınlık veriyor. Geçici bir aydınlık veriyor. Fakat diyor ki Allah “Allah onların nurlarını giderir” diyor. Yani kendi sistemlerini giderir ve onları karanlıklar içerisinde bırakır.

Kendi oluşturdukları sistem (batıl sistem) Allah’ın hak sistemi tarafından giderilince (bu büyük peygamberler tarafından getirilen din ile de oluyor.) Bireysel anlamda da kafamıza atıyor Allahu Teala Hakkı. Gerek yaşamsal olarak gerek idraksal olarak gerek irşadsal olarak. O zaman anlıyor ki insan  kendisin oluşturduğu sistem bir işe yaramıyor, geçici.

Yani nerede kalıyor, tekrar o zulumat /karanlık içerisinde kalıyor. Ve artık diyor Onlar göremezler. Neden göremezler? Çünkü kendi sistemlerine takılı kaldılar. Ancak nur olursa Allah’ın nuru olursa, nurun içerisine sen gidersen onları görebiliyorsun. Yoksa izmlere takılı olarak gidiyorsun. Bugün internette o felsefik akımlarla mücadele eden arkadaşlar var. Yani adamlar kafalarında bir ideoloji belirlemişler, internet ortamında nefisleri kontrolsüz olduğu için, zincirsiz bir alan, gidiyorlar istedikleri şekilde küfür edebiliyorlar. O klavyenin başına geçince, nefis klavyenin başına geçiyor aslında. O sapık inançlar, şunlar, bunlar şeytanın vesvesesi ile beraber devreye giriyor, yazıyor.

Orada ne izmler, ne sapkınlıklar dönüyor. O zaman görüyorsunuz ki ayağını sağlam basmaya çalışan bir adam görüyor zaten. “Bunlar ne diyor, ne yapıyor” diyor. Ama kendileri farkında değiller işte. Summun bukmun umyun- sağırdırlar dilsizdirler kördürler. Artık onlar dönemezler. Allah’ın sistemi dışında bir sistemin- kendileri oluşturdukları bir sistemin- doğru olduğuna inanıyorlar ve onunla öyle bir mücadele ediyorlar ki dönemiyorlar artık. Ne yaparsan yap.  Ama işte Müslüman kelimesinde ne var? İslam var, teslimiyet var. Sen önce teslim oldun diyorsun. Hazreti İbrahim’e ne diyor Allahû Teâla? “Teslim ol” diyor. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. Yani bunu hiçbir dinin kapısında iken demiyor bakın. Dini maksimumda yaşıyor bize göre. İdrakini, yaşantısını düşünün, imanını düşünün. Buna rağmen Allahû Teâla diyor ki “Teslim ol”. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. İşte teslim olarak biz yaşarsak “Aslında şöyle olması lazım. Bu bizim sistemimizde var. Bunun bana göre böyle olması lazım” dersen teslim olmuş olmuyorsun. Önce teslim olacaksın, ondan sonra Allahû Teala’nın bunu yaratmasındaki sistem, hakikat ne var diye onu düşüneceksin. Öbür türlü yanlışa götürüyor. Önce ben bunun bütününü anlayayım da ondan sonra gireyim dersen yanlışa götürüyor. Çünkü şeytanın oyunu çok. Geçen gün şurada bir arkadaş söyledi, çok ilgimi çekti, sizinle de paylaşmak istiyorum. Yanlış sistemler hakkında bundan bahsediyorum. Adamın biri demiş ki “ya sünnet diye bir şey çıktı, farzın önüne geçti”. Ne kadar yanlış. “Ben ne yapıyorum demiş biliyor musunuz “Sünnetleri kılmıyorum, bütün sünnetleri terk ettim. Farzı kılıyorum, farzı da iki rekat kılıyorum.” Bak buraya kadar yanlış ama şeytanın girdiği asıl tehlikeli yer şurası: niye demiş. “Çünkü iki rekat kılıyorum ama ağır ağır kılıyorum. Allah ile iletişimimi maksimumda tutuyorum”. Bak görüyor musunuz şeytanın taktiğini. Bir şeyleri almak için neleri veriyor. Bizim kılamayacağımız güzellikte namaz kılmasına müsaade ediyor onun. Allah bilir hiç dokunmuyordur, vesevese getirmiyordur. Çok güzel namaz kılıyordur ama koskoca “Muhammedun Resulullah “sistemini çizdiriyor onda. “La ilahe illallah” tan da yarısını kestiriyor. Farzları iki rekât kılıyor. Dikkat edin “şeytan sizi Allah’la kandırmasın “diye  bir ayet var.(Fatır 5, Lokman 33). Şeytan ne diyor, ben onlara her yönden yaklaşacağım diyor. Ne diyor önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından. İşte bu nereden yaklaşma? Sağdan yaklaşma. Adam doğru yaptığını zannediyor. Ben Allah’la iletişim kuruyorum ya diyor. Şurada şeytan kapıdan girse hepimiz korkup kaçmayız. Herkes taşını eline alır, üstüne gider. Ama şeytan öyle hamle yapmıyor ki . Onun işi beyinle. Gönlüne bir vesvese veriyor, aklına bir virüs veriyor. “Ya aslında şöyle de böyle de”. Sen oradan gidiyorsun zaten.ayağın kayıyor.

İşte bütün bunlar Allahû Teâlâ’nın sistemine yeterince teslim olup iman etmeyip de kendi kafamızda kurduğumuz acaba şu şöyle sistem olsa nasıl olur dediklerimizden. Gereken bariz olan müşriklerin kurduğu sistemle batıl sistemle, gerekse bireysel olarak kendi kafamızda oluşturduğumuz sistemleri  terkederek asıl sistem olan HAK SİSTEME TABİ OLMAK.  Allahû Teâlâ diyor ki “İşte onlar hak değil batıl”. ve onlar yok olmaya mahkumdur. Asıl değerli olan, doğru olan, hak olan ise benim sistemimdir. Sen buna uyarsan çok güzel yaşarsın, ahirette de işte o Rahim denen geri dönüş sistemine iade olursun. Yoksa yok olup gidersin. Karar senin…

Allah bizi “Hakkı hak bilip ittiba eden ; batılı batıl bilip ondan  imtina eden, sakınan kullarından eylesin.” Amin.

Allah bizi sıratı mustakîmde eylesin. Onda ayağımızı sabit kalsın. Bize de o yolu kolaylaştırsın.

Sadakallahülazim

FATİHA 2015-5/YAZILI METİN

FATİHA 2015-5 (YAZILI METİN)

 

Geçen hafta ‘İyyake na’budu ve iyyake nestain’ demiştik. İlk ayetlerde Rabbim kendisini tanıtıyordu, daha sonra da -sanki bizim ağzımızdan -Kur’an da ifadeler vardı. Yani  nasıl bir Allah olduğunu anladıktan sonra ‘Artık böyle demeniz gerekir’ gibi. Ve biz de burada ne diyorduk:

‘Yalnız sana kulluk ederiz (ibadet ederiz değil) ve yalnızca senden yardım dileriz’(∅2:40).

Buradan devam ederek öbür ayete geçelim. Bu ayeti ikiye ayırırsak : Birinci tarafında ‘Yalnız sana kulluk ederiz’ ; ikinci tarafında ‘Yalnız senden yardım dileriz’. Bunun tersi yani ‘Yalnız senden yardım dileriz, yalnız sana kulluk ederiz’ değil !

Allah-u Teâlâ ‘Rab’ ya, eğitiyor ya, Fatiha ile de aslında Kur’an’ı nasıl okuyacağımızın eğitimini veriyor bize (∅3:22). Fatiha’yı günde 40 kez okuyoruz, sular seller gibi biliyoruz ya (!) , bunun gereği olarak tefsirini çok iyi bilmek durumundayız. Tefsirini iyi bildiğimiz takdirde ‘İyyake na’budu ve iyyake nestain’i çok iyi anlayacağız (∅ 3:50). Anlayınca da şöyle diyeceğiz: ‘Meğerse bir ayetin akış sırasında bir şey ne kadar önce anlatılıyorsa o kadar kıymetli. Rabbim sıralamada öncelik vermişse o kadar kıymetli’. Bu ayette de  Rabbim ‘ubudiyeti’ yani ‘kulluk etmeyi’ öne alıyor (4.15). Yani diyor ki:

‘Benden bir şey mi istiyorsun, yardım mı talep edeceksin? Önce bana kulluk et’.  

Genç yaşta bir çocuk bir kazada ciddi bir şekilde yaralanıyor. Arkadaşı bana ‘Allah zalim mi? Neden ona bunu yaptı? Neden onu kurtarmadı?’ diye sordu. Ben o sıralar bu soruya cevap verememiştim. Ben de bu sorunun cevabını merak ettim. Bunu hocama sorduğumda şu cevabı aldım: ‘O, Allah’a ne kadar yöneldi’? ..Allah-u Teâlâ direkt de yardım eder ‘Rahman’ esmasıyla ama kişi sünnetullah içerisinde bir şeyleri hak etmiyorsa da, hak ettiği kadar yardım geliyor. Buna rağmen Allah-u Teâlâ ‘Merhamet edenlerin en merhametlisi’.

Burada” ihdina”ya, ‘Bize hidayet et’ ayetine geçeceğiz (∅ 5:24). Hz.Selman-ı Farisi  biliyorsunuz önce Mecusi. Din din dolaşıyor, sonra bazı manevi işaretler alıyor. Onca yolu kat ederek Peygamber Efendimizin yanına geliyor. Önce açmıyor kendini, sonra bazı şeylerden emin olunca Müslüman oluyor ve en büyük sahabelerden oluyor. Biz, sahabenin ayağının altına gelemeyiz, manevi olarak en yukarıdadırlar(∅5:59). Bir gün Peygamber Efendimiz (S.A.V) ’e şöyle diyor: ‘Ya Resulullah, tamam ben başka dinlerdeydim ama hep hayır -hasenat yaptım. Ama bu Müslümanlıktan önce idi. Bunun akıbeti ne olacak (boşa mı gitti)?’ diyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in cevabı müthiş: ‘Ya Salman, sen onları yaptığın için bugün bu durumdasın’ diyor. Bakın işte burada ‘hidayet’in anahtarı var(∅6:30). Geçenlerde Allah nasip etti Hacca gittim. Giderken birisi bana ‘dua et de Allah bana hidayet versin’ dedi. Ben bu hidayet mekanizmasını bildiğim için hemen atlayamadım. Hidayet deyince sanki Allah nasip etsin de namaza başlasın gibi düşünüyoruz. Asıl mesele çok daha derin. Hidayet konusuna girdiğimizde göreceğiz anlamı çok ciddi. Bir kişi de ‘Dua et de benim imanım artsın’ dedi, ‘emin misin?’ dedim, şaşırdı. ‘Ederim dedim Allah da kabul eder. Bak dikkatli ol’ dedim, anlayamadı. Açıklayınca anladı. İman etmek güzeldir(∅7:23). İman etmekle ilgili geçen hafta ‘Onlara imanları fayda vermedi’ ayetini söylemiştik. Müşrikler için söylenmişti. Demek ki iman doğru olduğu zaman güzel bir şey. Allah’ın istediği şekilde mümin olmak gerekiyor.

İman bir şeyi kabul ‘ettim ya da etmedim’ değil. Ettin de ne derecede kabul ettin?(∅7:55).

Burada imanın artması söz konusu. İman artıyor, artıyor, artıyor…

Güzel ama senin de artık bu imana uygun iş yapman gerekiyor. . Hem ibadetsel hem de yaşamsal konuda kendineçeki düzen vermek zorundasın.

Mesela adam haramın içinde yüzüyor, başına hiçbir şey gelmiyor. Biz küçücük bir haram işliyoruz başımıza gelmeyen kalmıyor. Bu, senin temizliğinden kaynaklanıyor. İmanın yüksek, ona özgü bir davranış bekleniyor senden. Yapmadığın takdirde faturayı bu dünyada da ödüyorsun. Bu da Allah-u Teâlâ’nın takdiri. Allah seni terbiye ediyor doğru yerlere gidebil diye(8.38). Bunun için dedim ki ‘Sen önce geldiğin seviyenin adamı ol, orayı dört dörtlük yaşa ondan sonra talep et’. Zaten Allah arttırır. İmanın artacak, güzel, sen hala aynı şekilde yaşayacaksın. Bu değil. Kur’an-ı Kerim de ‘Amenü ve amilüs salihati’nin beraber işlenmesinin sebebi bu. İkisi beraber bakın.

‘Amenü ve amilüs salihati’

‘İman et, iman ettiğin ölçüde de Salih amel işle’(∅9:12).

‘İyyake na’budu ve iyyake nestain’de de işte bu bağlamda yardım etmenin işareti var:

Önce kulluk et, sonra da yardım iste ki , Allah tabi ki sana verecektir.

Geçen hafta Fatiha’nın “mesâni” sırlarından birini söyledik aslında. Peygamber Efendimiz (S.A.V) Fatiha’ya ümmül Kur’an ve mesani diyor. Hicr Suresinde geçen “seb’an minel -mesâni” ifadesi var.‘tekrarlayan 7’ diye açıklamıştık. Mesani kelimesinde ‘isnakelimesi var. İkileyen, çiftleyen, tekrarlayan, devinen, katlayan gibi anlamları var. Çok geniş, müthiş bir kavram. Bunun kozmoloji, kuantum fiziği, paralel evrenlerle pek çok açıklaması var ama buradaki tecellisi “Fatiha suresinde her ayetinin sonundaki kelime bir sonraki ayetin  açıklaması”kuralı , aslında(10.29).

  • Mesela, ‘Elhamdü lillahi Rabbil-âlemin’ ayetinin sonundakiâlemlerin rabbı’ kelimesinin anlamını mı merak ediyorsun? Bir sonraki ayete,  yani ‘Errahmanir-rahim’e bak. Yani bizim anlayacağımız şekilde ‘Âlemleri rahmet, merhamet’ üzerine yaratmış olması.
  • ‘Errahmanir-rahim’ ‘Rahim’ kelimesi ile bitiyor.. ‘Rahim’i bilmek mi istiyorsun? Bir sonraki ayete , yani ‘Maliki yevmid-din’e bak. Yani ‘Din Gününün sahibi’. Er-Rahîm isminin din gününde tecelli edeceğini görürsün.
  • ‘Maliki yevmid-din ‘Din’ ile bitiyor. Dinin asıl manasıyla ne olduğunu mu anlamak istiyorsun ? bir sonraki ayete bak. yani ‘İyyake na’budu ve iyyake nestain’ . ‘Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz’ demek. Demek ki dinden asıl kasıt bunu layıkıyla yapabilmekmiş.
  • Nestain’ ile bitmiş. yardım isteriz. Peki hangi konuda yardım isteyeceğini mi merak ediyorsun? Bir sonraki ayete bak‘İhdina’, ‘Hidayet talep et’. Neye ? Sırat-i müstakîm’e. Sırat-i müstakîm’e hidayet edilmenin en büyük yardım talebi olduğunu görürsün…

Allah-u Teâlâ sistemi ‘Fatiha’ ile anlatıyor(∅11:59).

‘Sistemin böyle yorumlanacağını anladıysanız Kur’an’ın geri kalanını da bu şekilde yorumlayın’ diyor Allah-u Teâlâ.

Kur’an, başlı başına öğretici bir kaynak. Bir tek zaman harcamanız gerekiyor. Okuyacaksın, düşüneceksin. Günde 40 kere okutturuyor. Neden başımıza vura vura Fatiha’yı tekrar ettiriyor? Neden Peygamber Efendimiz (S.A.V) ‘Fatihasız salah olmaz’ diyor?!..(Yani namaz olmaz. ‘Namaz’ kelimesi yerine ‘Salah’ demeyi tercih ediyorum. Çünkü ‘namaz’ kelimesi anlamı daraltıyor(∅12:49). Bu sebeple mümkün olduğu kadar ‘salah’ diyeceğim. Ezanlarda ‘salah’ olarak geçiyor. ‘Salah’ muhteşem bir kavramdır.)

Ne yardımı isteyeceğiz? ‘İhdinas-sıratal- müstekim’. Burası namazda bizim en çok işimize yarayacak kısım(∅13:22). Fatiha’yı okuduktan sonra ben esprili bir soru soruyorum:

‘Fatiha’yı okuduktan sonra ‘âmin’ diyor muyuz ?..

Neden/neye ‘Âmin’ diyoruz?’  

Fatiha suresinde geçen bir şey var ki,  biz ‘Âmin’ kelimesini bunun üzerine söylüyoruz. Ne olabilir bu?

El-cevab: ‘İhdina’ yani ‘Hidayet et’ .

Neye hidayet et? ‘Sıratal müstekim’ e hidayet et.

‘Âmin’ burası için…

Devamı da bunu teferruatlandırıyor yani izah ediyor. Bundan sonra ‘Âmin’ dediğimizde, Aman Yarabbi “bizi Sırat-ı müstekîm’e ilet. O yol ki, kendilerine nimet verdiklerinin yolu, gadaba uğramışların ve delalete düşmüşlerin yolu değil.”

‘Âmin’ dediğimiz yer burası…(∅15:15).

Bu sebeple burası çok önemli. “Kim ki Fatiha’yı okuyup ‘âmin’ der de, bu da onu dinleyip ‘âmin’ diyen Meleklerin ‘âmin’i ile çakışırsa o dua ret olunmaz deniliyor. “Bundan dolayı biz Fatiha’yı okuduktan sonra, özellikle cemaatle kıldığımız namazlarda ‘Âmin’ diyoruz(∅15:40). 

‘İhdina’ ya gelmek istiyorum. Hidayet kelimesinden geliyor, ‘Bize hidayet et’. Klasik Fatiha tefsirlerinden ziyade başka tefsirleri de konuşmak istiyorum, çünkü bir hazine. Bu hazineden ne kadar faydalanabilirsek o kadar iyi. Kıraat farklılıklarını okudum. Yani Fatiha suresi değişik kıraatlerde, değişik kelimelerle okunabiliyor. 41’e yakın kıraat farklılığı varmış(∅16:22).KIRAAT1.pdf (4).jpg

KIRAAT2.pdf (4).jpgKIRAAT3.pdf (4).jpgÇok teferruatlı bir konu. Fakat hepsine onay verilmiş, tasdik edilmiş. Özellikle de Peygamber Efendimiz(S.A.V) tarafından. Zaten öyle olmasa olmazdı.

Mesela bunun en meşhur misali ‘maliki yevmid-din’ yerine ‘meliki yevmid-din’ denmesi… Geçenlerde şahit oldum, umre de namaz kıldırırken bir hoca ‘meliki  yevmid-din’ dedi. Ben bildiğim için yadırgamadım ama yadırgayanlar oldu. Aslında çok büyük bir anlam farklılığı yok. ‘maliki yevmid-din’ derse ne anlama gelir, melik yevmid din derse ne anlama gelir? Ben teferruatıyla anlatmayacağım(∅17:11). Sadece şunu söylemek istiyorum: Abdullah Bin Mesut, çok önemli bir şahsiyet. Kur’an konusunda en önemli iki kişiden biri. Birisi Abbas’ın oğlu, birisi de Mesut’un oğlu. Bunu kariyerini belirtmek için anlatıyorum. Onun okuyuş tarzında ‘ihdina’ yokmuş da ‘erşidna’ varmış. Yani ‘erşidnâ es-sırat-al müstekîm’. … ‘Erşidna’, ,’Re-Şe-De’ kökünden geliyor. Raşit olmak, eriştirmek gibi bir ifade. “Rüştünü ispat etmiş” denir. Rüştünü ispat etmek yani akıl olarak belirli bir seviyeye gelmiş olmak demektir. Hatta ‘El Reşît’ Allah-u Teâlâ’nın Esmaül Hüsna’sından bir kelimedir. Erşidna çok kullanılmamış, fakat Abdullah bin Mesut olduğu zaman biraz durmak zorundayız.95457873_34ErenA.Cüneyt-vd-sos623-637.pdf (3).jpg

Bunu şunun için anlatıyorum, Peygamber Efendimiz(S.A.V) ya da büyük Sahabeler buna itiraz etmediği, kabul gören kıraatler arasında yer aldığına göre bunun bir hikmeti var. Hikmeti, ‘ihdina’ kelimesini bize izah etmesi(∅18:59). Çünkü ‘ihdina’ kelimesi, yani ‘bize hidayet et’ kelimesi birçok manalarda kullanılmış, ama özellikle biraz sonra söyleyeceğim ‘sırat-ı müstakim’in anlamına özgü olarak kullanılması hoşuma gitti. Neden?

Biz yana yakıla ‘maliki yevmid-din’i (ahiret sahnelerini) gördük.

Neden ‘din günü’ deniyordu?

Hesap günü değil, başka bir şey değil din günü?

Allah’ın ‘dini’ var, bir de insanların dini var, yani din anlayışı var(19.40).

Hucurat suresi altıncı âyette bildirilen: ‘siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?’ denilen bir din. Hadis-i Şerifte ‘Kişi arkadaşının dinindendir’ denildiğinde ki din.

Yani herkesin bir bakış açısı, herkesin bir din anlayışı var. Bir de Allah’ın dini var: İslam.

Sen kendi dinini Allah’ın dini ile ne kadar örtüştürdün, buna uygun ne kadar amel yaptın? İşte ahirette bunun hesabını vereceksin(20.16).

Ciddi bir gün. En sonunda ‘Er Rahim’ esması tecelli edipte şefaat mekanizmaları, Allah’ın rahmeti devreye girdikten sonra yumuşayan bir şeyler var. O zamana kadar çok sert. Sırat var, hesap var.

İşte bunun ciddiyetini öğrendikten sonra ne diyorduk: ‘Aman yarabbi yalnız sana kulluk ederiz, yalnız senden yardım dileriz’.

Yardım istiyoruz. Romantik bir ifade değil bu, ciddi bir ifade. Allah-u Teâlâ da işte, ‘Peki yardım mı istiyorsun? Benden özellikle şunu istemelisin’ diyor. İstediği, gösterdiği şey de ‘Sıratal müstakim’. İşte ‘Sırat-ı müstakim’ neyse oraya yönlendir bizi Yarabbi’ diyoruz(∅20:55).

Fakat yönlendir tek başına yeterli kalmıyor. Âlemlerin Rabbi olan, Rahman ve Rahim olan Allah da işte hidayet ettiği zaman böyle hidayet ediyor. ‘Erşitnabizi eriştir ile ‘Hidayet et’ in birleştiği yer işte burası.

Yani Allah’tan bize sadece göstermesini değil; aynı zamanda eriştirmesini de istiyoruz.

Hidayet et dediğimizde, orada hidayet talebinde bulunduğunuz şey “sırat-ı müstakim“(22.15).

(Ben bu kelimeye”DOĞRU YOL” değil de; kelimenin olduğu gibi kullanılması taraftarıyım çünkü bu bir kavram. ‘Sırat’ kelimesi Arapçada aleni olarak pek kullanılmıyor. ‘Tarik’ deniliyor, ‘sebil’ deniliyor bizim bildiğimiz manada yola.. Dolayısıyla buna  “DOĞRU YOL” deniyor ya, bu aslında çok doğru değil.(23.00).

Arapça hocam Hüseyin Hoca ile bunu konuştuk. Müstakîm,”Yanlışın zıttı olan doğru” olarak kullanılıyor. Doğrunun Türkçe de iki manası var.

  • 1-) ‘yanlışın zıttı’ olan doğru, hani doğru cevap gibi;  
  • 2-) ‘eğrinin zıttı’ olan doğru.

İşte bu ‘müstakim’in içerdiği kelimelerden olan istikamet kelimesi yanlışın zıddı olan değil ; eğrinin zıddı olan doğru.

Yanlışın zıddı olan doğru olsa ne olur? Genel anlamıyla, kaba anlamıyla yok ama teferruatsal anlamı ile var. Yani ‘eğrisi doğrusu olmayan , -dolambaçlı bir yol değil- kestirme yol, hedefe direkt götüren yol(∅24:30).

Benim Arapçayı öğrenme nedenim şuydu arkadaşlar: Kur’an da geçen kelimelere daha vakıf olmak. Dolayısıyla manasına da daha iyi vakıf olmak, daha iyi anlamaktı amacım. Anladım ki Kur’an Arapçası, Fasih Arapçası zaten konuşma dilinde işinize yaramıyor. Ama gramer kaidelerini öğrendikten sonra, açıp Kur’an’ı da bir bakayım dediğimde ilk denk gelen bu ‘müstakim’ kelimesi oldu.

Müstakim kelimesi Sırat / yol kelimesinin sıfatı.

Yani nasıl bir yol? Müstakim olan bir yol.

Fakat sıfat burada ismi fail olarak gelmiş. İsmi fail ne demek: ‘Bir fiili, ameli yapan’ demek(∅25:51). Yani yol, o fiili yapmasıyla sıfat. Peki, o fiilin ne? Kökü ‘me’ den geliyor . (Ka-Ve-Me ) . Bu ‘me’, bizim Türkçede çokça kullandığımız  bir kelime.Kuran’da da bu kökten müştak olan kaç kelime var biliyor musunuz? Yaklaşık 600 küsur kelime var. Bu şu anlama geliyor 6000 küsur ayet varsa yaklaşık bunun 10’da biri. Yani her 10 ayette bir geçmiş. Yaklaşık her sayfada bir tane gibi denk geliyor. Rabbimin bu kadar önem verdiği bir kelime(∅26:53). ‘ Kâme’ ne demek? Bunun mastarı “kıyam” …‘Kıyama durmak, ayakta durmak manasına’ geliyor. Türkçede o kadar çok kullanılan bir kelime ki:

Takvim , kıyâmet  makam , ikâmet etmek ,kâmet getirmek, kayyum, kavim , kâim, istikâmet, kıymet, kıyâm, mukîm

Türkçeye bile ne kadar çok kelimesi ile girmiş.

Burada ‘sıratal müstakimin’ kök kelimesi ayakta durmak, ayağa kalkmak(∅28:21). Aşağılarda, yatay durumda olan birinin ayağa kalkması, dikilmesi anlamına geliyor.

Hadi “Kâmet getir” deniyor, kalkın yani. Ayeti kerime’de: ’Size tek bir nasihat vereceğim. Teker teker, ferden, ikişer ikişer ayağa kalkın. Bunu şöyle açıklamıştık :”hadi yeter artık bu kadar uyuduğunuz biraz Allah adına ayağa kalkın, gayret edin !”. İşte buradaki kelime de ayağa kalkmak manasında.

Bir de başına ‘İ -S -T’ gelmiş. Buna ‘istifal babı’ deniyor.

İki manaya geliyor,

  • birincisi ‘bir şeyi istemek’ anlamına geliyor, mesela İstiğfar etmek yani tövbe İstiğfar ediyoruz. mağfiteti istiyoruz. kelimenin başındaki “i-s-t” harfleri sonrasında gelen şeyi istemek / taleb etmek manasına geliyor.
  • İkinci manasında ‘o duruma getirmek’.”i-s-t” harflerinden sonra gelen kelimenin durumuna getirmek /o hale çevirmek.

Dolayısıyla burada müstakim denilince, ‘ayağa kaldırmak isteyen, dikleştirmek isteyen, dik tutmak isteyen yol’ anlamına geliyor(∅29:48). Yani pasif bir yol değil, aktif bir yol. Yani Allah-u Teâlâ’dan biz öyle bir yola, öyle bir metoda bizi hidayet etmesini istiyoruz ki o yol seni alıp götürecek, ayağa kaldıracak. 

Yani pasif, şu anki yollar gibi bir yol değil. Sen olduğun yerde kalsan bile, seni alıp götürüyor. Yürüyen yol gibi , tren gibi. Şeriata ayağın basarsa, Allah’ın hak düzeni içinde yer alırsan Allah’da seni o yola hidayet etmişse, eriştirmiş, ulaştırmış, saha ortasına koymuşsa Allah’ın izniyle hedefe ulaşma şansın var.

Tercümelerde hep eksik olarak “ismi fail “gibi değil de “ismi mef’ul “gibi, tercüme edilmiş. Yani ‘doğrultulmuş yol gibi, eğriliği giderilmiş yol’ gibi. Halbuki “doğrultan yol” veya “eğriliği gideren yol” gibi olmalı..Farkı burada(∅31:08).

Hayır, aktif olması seni heyecanlandıracak !. Yana yakıla isteyeceksin ya, şevk’in daha çok artacak.Ve şöyle diyeceksin :

Ne? Böyle bir yol mu var? Aman yarabbi ne büyük bir nimet! Yarabbi ben bunu istiyorum… Sana da kulluk ediyorum zaten senden başka kulluk edilecek hiçbir merci yok. Ben sadece Sana kulluk ediyorum. Aman Yarabbi senden, sadece yardım istiyorum. Sen Fatiha’da haber vermişsin. Aman Yarabbi bana bu yolu nasip eyle. !”

Âmin’ diye de sonlandırıyoruz(∅31:40). O yolun kıymetini melekler bildiği için de, onlar da âmin diyor. ‘Aman Yarabbi ne olur acı kullarına’. Başka ayetlerde de meleklerle ilgili: ‘Onlar mümin insanlar için İstiğfar ederler’ diyor.

(el-Mü’min, 40/7) (eş-Şûrâ, 42/5 )(El-Ahzâb 33/43)

Yani Allah’ın o güzel kullarına selam olsun hepsine, melek kullarına. Şu anda burada bizleri dinliyorlar. Allah onlardan razı olsun. Bizlerin iyiliği için de Allah’ın izniyle gayret ediyorlar. Onlar da olayı izliyorlar. Biz sadece bu film gerçekmiş gibi, filmin içinde kaptırmış gidiyoruz ama onlar bunun bir oyun ve eğlence olduğunu biliyorlar. Çünkü başka bir boyuttan bakıyorlar. “Hadi durmayın, gayret edin zaman gidiyor aman“. İki tane, sağımızda solumuzda zaten var. Her mekânda var. Her yağmur tanesinde var. İşte biz o yüzden (konumları o kadar güzel ki) Allah-u Teâlâ onlara ‘kiramen kâtibin’ (Kerim’i kâtipler) diyor.  (İnfitar suresi -11) .  Namazdan sonra biz ne yapıyoruz? Sağa ve sola selam veriyoruz.Neden ?..(∅32:59). Meleklere iman diyoruz ya, meleklere İmanın en yakın, en basit örneği işte namaz. Namaz sonrasında sağ ve solda görüyormuşçasına, varlığını biliyormuşçasına onlara selâm vermek. Zaten bu iman esasları arasında .Peygamber Efendimiz(S.A.V) bir odaya girdiğinde (bu ayetlerde sabit) selam veriyor (Nur suresi -61). Melekler var o ortamda seni koruyan, gözeten melekler var. Onlara selam veriyoruz. İşte onlar da bize “Aman Yarabbi Fatiha’yı okudu, senden de yardım istiyor, sen ona bunu nasip et’“diyorlar. Allah da cümlemize inşallah o yolu nasip etsin(∅33:51). 

Hidayet kelimesi yeterince anlaşılamamış bir kavram. Biraz daha iyi bilinirse daha güzel yerlere götüreceğine inanıyorum. Allah-u Teâlâ’nın Esmaül hüsnasından bir de ‘El Hadi’ ismi var. ‘Hâdi’, ‘hidayet eden’ demek. Ben bunu akılda kalsın diye buna şöyle diyorum: “hadi !”hadi ya”. (A’nın üzerindeki şapkayı atın). Bu, hafıza tekniklerine uygun bir şey. Allah-u Teâlâ diyor ki: ‘Hadi, adım at. Ben sana geleceğim’. Bir şey çağrıştırdı mı?Bana bir adım gelene 10 adım gelirim, bana yürüyerek gelene koşarak gelirim.” Hadis-i kutsi… Allah-u Teâlâ burada hidayetin tanımını yapıyor. Yani ‘Hidayet mi istiyorsun? Önce bir adım at. Gel, hadi. Bunu yaptığında ben sana  hidayetimle geleceğim’. Hidayet’in birinci anlamı bu. Biraz önce söylediğimiz gibi ‘iyyake na’budu ve iyyake nestein’(∅36:18). Bu hidayete ulaşmak iki şekilde olabilir:

1. Adam daha hidayete ermemiş, daha “dâllin”de, dalalet aşamasında. Ama bir şekilde işte bu Fatiha’nın sebebiyle, ya da daha doğru düşünce ve amelleriyle bir şekilde yöneldi. Doğru olduğunu anladı, Fatiha’ya göre de ‘sırat-ı  müstakim’ istiyor, hidayet isteyecek. Ne diyor? ‘Aman yarabbi bana hidayet eyle !’. Şimdi bu daha evvel hidayet de bulunmamışların hidayet talebi.

2. Bizlerde bir şekilde hidayette değil miyiz? Şu anda camide Kuran-ı işliyorsak Allah’ın hidayet etmesi sebebiyle buradayız elhamdülillah. Peki, bizler için bu ayetin yansıması nasıl olacak? İşte burada da hidayette olanların hidayetin arttırılması.

Hidayet zannedildiği gibi bir kez verilen ve sonra biten değil, artabilen bir kavram. (Meryem suresi 76. ayette:) ‘Ve Allah, hidayette  olanların hidayetini arttırır. Bâki olan salih ameller, Rabbinin indinde sevap bakımından daha hayırlıdır ve dönüş (karşılığı olan mükâfat) bakımından daha hayırlıdır.”

Aynı ‘iman’ gibi. Ayette: ‘Ey iman edenler. İman edin!’

(يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ )(Nisa  suresi-136).

Adam zaten iman etmiş neye iman edecek bizim bildiğimiz gibi olsa?!  Demek bizim bildiğimiz gibi değil, iman da artabilen bir şey. Seviyesi artabilen bir şey.

İşte hidayet da buna benzeyen bir kavram. İkisini birleştirdiğimizde ne mana çıkıyor? Hidayet öyle bir şey ki, artabiliyor. Ben bunu idrake çok benzetiyorum. Yani bana sorsalar hidayetin sana en çok hitap eden kısmı ne deseler ‘idrak’ derim.

Einstein, biliyorsunuz inançlı bir şahıs ama Allah’ın tam istediği şekilde değil. Belirli bir yaratıcıya inanıyor ama Müslüman değil. O’nun sözlerinden birisi şu: (hani bu katlardan, boyutlardan bahsediyor ya) Boyutlar arasındaki asıl fark idraksel farktır diyor(∅39:38). Bunu çok düşünüyordum. Bir üst boyut ne anlama geliyor? Bir üst boyut, idrakinin artması anlamına geliyor. İdrak ne demek? Erişmek demek.

Yani akıl seviyesi olarak Allah-u Teâlâ’nın bir külli iradesi var, küllü iradeden eksik olan her şey cüzi iradedir. Sübhan olan Allah. Külli akıl konusunda da, ilim konusunda da ‘küllü akıl’ dediğimizin yüzde yüzüne ulaşmak mümkün değil , eksik olan bir kısım var. hangi kul olursa olsun, hangi melek olursa olsun onda bir eksiklik var. İşte o eksiklik kısmı cüzi irade oluyor. Aşağı doğru bu azalıyor; yukarı doğru artıyor. İşte,

Küllî İrade’ye doğru, tabaka tabaka senin erişimini, olayları daha iyi anlamanı sağlayan her zıplayış bir idrak.

Ve bir üst idrak düzeyine geçtikten sonra alt idrak düzey sana çok basit geliyor(40.57).

Peki, hidayetle ne ilgisi var bunun? Eğer Allah-u Teâlâ bir kuluna nasip eder de, onun idrakini, hidayet boyutunda idrakini, bir anda yükseltecek olursa, artık o kişi ‘hadi şu namazı kılsam mı? bunu yapayım, şunu yapıyım diye tümevarımsal bir gayret içerisinde olmaz, tümdengelim bir gayret , içerisinde olur, o idrak seviyesinde düşünür. Yani bir anda anlar olayı. ‘Ben ne yapıyormuşum yıllardır? Kıyamet varmış, ölüm varmış’. Bunları yakinen anladığınız vakit de aşağısı teferruattır sizin için. Allah sana ne yaptı? Hidayetini arttırdı. Yani idrakini arttırdı. Arttırdığı vakit artık o kimse için namaz kılmamak, abdestsiz dolaşmamak gibi bir olay olmaz. Yerde altın buldu, mümkün değil cebine alamazsın, içkiyi ağzına sokamazsın. Öyle bir idrak oldu ki, ahiret var ya!.. Bu neydi? Bakara suresinin ilk sayfasındaki “Onlar ahirette yakinen inanırlar” kısmı önemli. biraz öncesinde ne deniliyor?” Gaybe inanırlar“.  Tamam, kabul etti melekler var mı var, görüyor musun? Hayır, ama olduğunu kabul ediyoruz:Bu inanma...Ama muttakiler için onlar ‘ahirete yakinen inanırlar’ diyor. İşte bu mekanizma Hidayet’in anlaşılmasına yönelik çok ciddi bir şey. İmanın artması gibi, hidayet da artıyor. İşte burada dediği gibi Kur’an ifadesiyle söylüyorum:”Ve Allah, hidayette  olanların hidayetini arttırır. Bâki olan salih ameller, Rabbinin indinde sevap bakımından daha hayırlıdır ve dönüş (karşılığı olan mükâfat) bakımından daha hayırlıdır.” (Meryem suresi 76. ayet)

‘İyyake na’budu’ derken oradaki ‘na’ Arapçada çoğul ifadesidir. Yani ‘yalnızca sana kulluk ederim’ değil, ‘yalnızca sana kulluk ederiz’. Burada neden çoğul ifade kullanılmış? Geçen hafta söylemiştik, cemaat bilincini vermek için. Yani ‘sen fert olarak da İslâmiyet’i yaşabilirsin, ama özellikle cemaat olmasını istiyorum’ diyor Allah-u Teâlâ. Ama bu cemaat (‘Hanif’ süresinde işlediğimiz gibi cemaat), cemaat gibi bir araya gelip de farklılık/ tefrika oluşturan bir yanlış cemaat anlayışı değil, Ümmet-i Vahidetin manasında cem olmak …

Elbette ki mezhepsel farklılıklar olacak. Ayet-i kelime var: ‘Biz Musa’ya vahyettik’ diyor. (Bakara -60).”Ve Musa (a.s), kavmi için su istemişti. Bunun üzerine, “Asânla taşa (kayaya) vur.” dedik. Böylece ondan (kayadan) on iki pınar fışkırdı. İnsanların hepsi kendi içeceği yeri (meşrebini) bilmişti. Allah’ın rızkından yeyin, için ve sakın azıp yeryüzünde fesat çıkaranlar olmayın”…Meşreb deyince ne anlaşılıyor? Seciye gibi, karakterin gibi, tarzın gibi. Meşreb  (Şe-Ri-Be / içmek) kelimesinden ismi zaman / ismi mekân oluyor. Yani ‘içilen yer’ anlamına geliyor(∅44 :36). Yani Allah-u Teâlâ diyor ki: ‘Ben insanları tek bir fıtratta  ama (ana fıtrat aynı olmak kaydıyla; karaktersel özellikleri olarak) farklılıklarla yarattım.’

12 ‘li sistem gereğince , herkesin birlikte bulunacağı,  manen birşeyler alabileceği, manen seyri sülük gideceği  ortamlar farklı. O yüzden meşrep denilen kavram özellikle tasavvufi ifadelerde çok kullanılır.- Ayetsel kaynağı bu. Yunus Emre: ‘oniki  katar yükümüz, çekemezsin demedim mi?’ diyor. Oniki katar, işte yani trenin vagonları , bu oniki  Meşrebi gösteriyor.  Ama bir de NEBΠvar orada… Asayı vuran…İŞTE  O DA LOKOMOTİF !(∅45:20). Yani” çekemezsin demedim mi”, orada  YUNUS’un tarzı var.  Tek gidenlerin ; nebî kaleminden gidenlerin tarzı var.

  •  Meşreb var kabul ama , orada cemaat bilincini, yani “Ümmeti Vahîdetin” bilincini kaybetmeyeceksin. İşte “nâ /biz”’ bu.
  • İkincisi (nâ’nın ikinci manasal ifadesi) namazda imamla beraber duruyoruz. İmam bizim adımıza  okuyor, oradan bir kazanç var. İşte ‘na’ bu anlama da geliyor.
  • Üçüncüsü, şunu diyor aslında imam ya da demesi gerekir: ‘Yarabbi bizim duamız pek kabul olmaz senin yanında, sana ulaşmaz kötü amellerim iz yüzünden ama arkadaki cemaatin içerisinde senin sâlih kullarından olan olabilir. Hani biz onunla da beraberiz, onunla beraber senden toplu istiyoruz. hani onun hatırına duamızı kabul et…. gibi de bir manası olabilir(∅46:19).
  • Dördüncüsü:Bir de daha derin manasıyla bir şey söylemek isterim. ‘Nâ’ biliyorsunuz Arapçada ‘biz’ demek. Bir tekil (müfred) ifade var Arapçada, bir de üç ve fazlası cem’î (çoğul) var . İki ve çoğuna da ‘biz’ deniyor (tesniye).  Manevi olarak da biraz işin derinliklerine daldığınızda da, derin boyutuyla incelemeye kalktığınızda, kitaplarda ayetlerde göreceğiniz  bununla ilgili işaretler var :İnsan (ruh, nefis, ceset) denilen üç ana unsurdan oluşmuştur. Ruh, nefis, ceset. Bunun koordinatörü de ‘akıl’dır (∅47:05). Hazreti Celalettin Rumi’ye soruyorlar: ‘İnsan nedir? diye… “Düşüncedir” diyor. Yani akıl manasında. Bu üç unsur da biz de bulunuyor ama. Tekrar ediyorum ruh, nefis, ceset. İşte bunlar da“yalnızca sana kulluk ederiz “derken en az ikisi olsa  bile bunun içine giriyor. Tekil değil, 2 ya da 3 unsurla beraber kulluğun burada ifadesi var. Yani senin,  ruhun ve cesedinle, ruhun ve ruha tabi olmuş nefsinle , ruha tabi olmuş cesedinle Allah’ın karşısına  nasıl çıkman gerektiğini -kulluk etmenin güzel yolunu-yöntemini gösteriyor çoğul ya da ikili (tesniye) ifade ile…(∅47:50).

İşte Kur’an-ı Kerim’de böyle ince ayrıntılar da var. Toparlamak gerekirse,

yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca senden yardım dileriz“i, bir önceki ayette geçen ‘ahiret gününün, din gününün’ sahnelerinden idrak eden, anlayan bir zihniyet, yana yakıla bir şey istiyor. Ne isteyeceğini de bilmiyor. Nesne yok orada çünkü. ‘Yalnızca sana kulluk ederiz, yalnızca senden isterizbakın. ‘Yalnızca senden yardım talep ederiz (∅48:26). Yardımın ne olacağını bile bilmiyoruz bırakın nesneyi. İşte Allah-u Teâlâ, ‘benden şunu isteyin’ diyor! Olur mu böyle bir güzellik! Ne isteyeceğimizi bile söylüyor. ‘Dile benden ne dilersen’, ne isteyeceğini bilmiyorsun.” Ne isteyeyim, ne isteyeyim” diye düşünürken orada ipucu veriyor. ‘Sırat-ı müstakim iste, Sırat-ı müstakim iste’. Eriştir diyorsun orada. Allah-u Teâlâ ‘bunu da talep edin’ diyor benden. Bu da bizim acziyetimizin ifadesi (∅49:05).

İşte burada Allah-u Teâlâ da ‘Sırat-ı müstakim’in ne olduğunu da kelimelerin içerisine gizlemiş. Maalesef meallerin çoğunda bulamadım bu banada bir kullanımı. Bir mealde buldum sadece, ‘Ayağa kaldıran yol, seni dik tutan yol” diye. . Mülk suresinde:” Hiç ayağa kalkmış biriyle yerde yüzüstü  sürünen bir insan bir olur mu? “İşte o dikleştiriyor, karakter veriyor Müslüman’a. Hem bu dünyada nasıl bir karakter olacağın,  dik duracağın , izzet sahibi olarak yaşamanı sağlıyor ; hem de ahiret’de seni mahcub edecek  yanlışlara götürmeyecek amellerin içinde bulunacağın  bir mekanizmayı sağlıyor. Buna bir örnek vermek gerekirse, sen çok doğru bir yolda değilsin, arkadaşlarınla oraya gidiyorsun buraya gidiyorsun. Ama Allah sana hidayet etmesiyle öyle güzel öyle kaliteli Müslüman arkadaşlar veriyor ki seni kolundan tutup camiye götürüyorlar. Seni kolundan tutup Allah’ın zikrinin yapıldığı yere götürüyorlar. Sırat-ı müstakim kolundan tutup götürüyor(∅50:15). Yani yol alıp götürüyor yürüyen merdiven gibi. Ya da ağzın laubali, gevşek bir ağzının var, ahlaki bir ağzın yok. Ama  müslüman kimlikli arkadaşlarının yanında ,’lan’ bile diyemez oluyorsun. . İşte sıratal müstakimin öğelerinden biri de bu. Ama bu ‘sıratal müstakimi’ daha da teferruatlandırıyor Rabbim .Nasıl bir yol olduğunu, onları kimlere verdiğini, o yola verdiklerine hangi özellikleri yüklediğini de bir sonraki ayette göreceğiz. “Sıratellezine en’amte aleyhim” diye. O da haftaya.

Allah bize, sadece Allah’a kulluk eden, sadece O’ndan yardım isteyen ve Allah’ın Sıratı müstakimini hidayet ettiği, ulaştırdığı kimselerden olmayı nasip etsin.

Bize de buna, hidayete vesile olacak gayretlerde bulunmayı nasip etsin

inşaAllah.. Âmin….

(Ve âhıru da’vahum en-il hamdülillahi rabbil ‘alemîn)

 

FATİHA 2015 (4. SOHBET)/yazılı metin

(FATİHA 2015 -4. SOHBET’İN  SES KAYDININ YAZIYA DÖKÜLMÜŞ METNİDİR)

Ahireti hatırlatıcı sahneleri, Kur’an’ın en konsantre suresi olan Fatiha’ya Rabbim koymuş ki,  O güne özgü gayret edesiniz, O güne özgü yaşayasınız diye(1.41).

Geçen haftaki sohbetlerden Fatiha’da bir şey dikkatimi çekti

Bir ayetin sonu, sanki öbür ayetin başı gibi(1:50).

  • “Elhamdü lillahi Rabbil âlemin” diye bitiyor ayet, âlemlerin Rab’lığını  ‘Er Rahman ve Er Rahim ‘olarak bir sonraki ayette açıklıyor(2:08).
  • “Er-Rahim” diye bitiyor; Er-Rahim’in izahı bir sonraki aye in başında   ‘Maliki yevmid-din’ diyor.orada açıklanıyor.
  • “Yevmid-din” …’DİN ile bitiyor , bir sonraki ayet ‘din’in ne olduğunu izah ediyor.”iyyake na’budu ve iyyake nestain ” diye. Bu böylece devam ediyor.

Din, kişinin bütün sistemi anlamasında, O’na doğru yönelmesinde ve yaşamasındaki sistemin ismi(2.36).Allah’ın dini ile senin dinin ne kadar örtüşüyor(2.45)?

Bir Hadis-i Şerif’de ‘kişi arkadaşının dinindendir’ diyor(2.54). Arkadaşının felsefesi, yaşam tarzı, anlayışları o kişinin dini gibi oluyor, kişi de arkadaşı olması sebebi ile ona uyuyor. Yani yaşadıkları Allah’ın dini olmuyor, arkadaşının dini oluyor(3.18). İşte Fatiha’da geçen ‘din’i de bu hadis çok güzel bir şekilde ifade ediyor. Bir söz daha var beşer sözü, belki kaynağı bir hadise dayanıyordur tam olarak bilmiyorum ama güzel bir söz: ‘İnandığınız gibi yaşayamazsanız yaşadığınız gibi inanırsınız, ya da yaşadıklarınıza inanırsınız’(3.41). Kişinin yaşadıklarına inanması demek, onun din olduğu konusunda kendini kandırması ve ona iman etmesi demektir. ‘İman’ kelimesi de yanlış kullanılıyor(4.03). Geçenlerde bir ayette denk geldi. Helak edilen bir kavme diyor ki: onlara imanları fayda vermedi’  Biz diyoruz ki ‘imanlı adam, iman etmiş’. Bizim anladığımız iman ile Allah-u Teâlâ’nınKur’an da ifade ettiği iman aynı şey değil. Demiştik ya ‘İnandığınız gibi yaşayamazsanız yaşadığınız gibi inanırsınız’. Yaşadıklarına inanırlar ya işte o onun imanı oluyor. Fatiha 4. Ayetteki ifadesi ile ‘dini’ oluyor. İşte o imanın ve dininin sorgulandığı gün Allah da onun Maliki!(5.15). Bizim bildiğimiz iman çok pozitif bir şey ama Kur’an da ki ifadesi ile Din’in karşılığı oluyor. Bu sebepten dikkat etmemiz lazım. Kur’an da Allah-u Teala’nın övdüğü iman şöyle diyor: ‘Onlar öyle müminlerdir ki …… Yaparlar’. Mesela ‘Allah’ın adı anıldığında kalpleri ürperir’ diyor(5.58). Herkes kendini bir test etsin burada. Kendi imanının doğruluğu, müminliği konusunu bir test etsin. Mesela günün herhangi bir saatinde bir ‘Allah’ desin. Ayet-i kerime de: ‘Onlar öyle kimselerdir ki bir ayet indiği zaman o ayet onların imanlarını arttırır’ (Enfal-2) diyor. Demek ki iman artabilen bir şey. Artmadan önceki durum  ne?.Biz de okuduğumuz zaman ‘Ne güzel ayet, ben de bundan sonra böyle yaşayayım’ diyebiliyor muyuz bir test edelim(6:35).

Dedik ya bir ayetin sonu diğer ayetin başı ile yakından alakalı, işte ‘Din’ kelimesinin de bir sonra gelen ‘İyyake na’büdü ve iyyake nestain’ de açıklaması yapılmış.

 ‘Din’i merak mı ediyorsunuz işte size konsantre bir açıklaması: ‘İyyake na’büdü ve iyyake nestain’… der gibi(7:39) 

İnsan bir önceki ayette ne yapacağım diye endişe ediyor ama işte bu ayette de ne yapılacağının açıklaması yapılıyor.

  • Fatiha’nın sanki ikinci kısmı başlıyor burada(7:59).

Arapçada isim cümleleri bir de fiil cümleleri vardır. İsim ile başlayanlara isim cümlesi, fiil ile başlayanlara da fiil cümlesi deniliyor. İsim cümlesi, fiil cümlesinden daha vurgulu bir ifadedir.

İlk 3 ayette Allah-u Teâlâ kendisini tanıtıyor. Hatta âlemlere tanıtıyor(8:40).

Şimdi bunu öğrendin, peki ne yapman gerekiyor?

Allah’a yönelmen gerekiyor ama doğru bir şekilde yönelmen gerekiyor. İşte doğru şekilde yönelme durumunda olan insan ‘İyyake na’büdü ve iyyake nestain’ diyor.

Bu ifadenin başında ‘Kul, de’ diye bir ifade yok dikkatinizi çekiyorsa. Hâlbuki kulun ağzından bir konuşma var burada. “Yalnız sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz”.

Şimdi bu Allah-u Teâlâ’nın sözü mü? Kur’an olması sebebiyle elbette ki O’nun sözü ama , başında bir ‘kul / de’ ifadesi olmamasına rağmen biz anlıyoruz ki bu sanki kulun ağzından çıkan bir söz(9:51). Bu bazı Kur’an’ı Kerim’ler de bunu bütün insanlık adına söyleyen Peygamber Efendimizdir(S.A.V) diye bir yorum var. Peygamber Efendimiz(S.A.V) en iyi hamd eden, hamd da Âlemlerin Rabbine mahsus ya, burada da onu söyleyenin asıl Peygamber Efendimiz(S.A.V) olduğuyla ilgili bir ifade var. Doğrudur ama burada şunu da anlıyoruz, bunu okuyan herhangi bir kişi de yeterince idrak edince , kendi de bunu söyleme durumu var. Burada ki ifade şekli çok ilginç, çoğul bir ifade var. ‘İyyake na’büdü’ diyoruz. ‘ Biz  kulluk ederiz...’ diyoruz. Ama Fatiha’yı okuduğumuzda tekil olarak okuyoruz , çoğul olarak okumuyoruz(11:31).

Çok konsantre olan Kur’an’ı Kerim’in hiçbir kelimesi boş olmadığı gibi, O’nun özeti gibi olan Fatiha’da da bu söz konusu olamaz. Elbette ki Fatiha’ daki her kelime, her harf ve her söz dizilimi derin manalar içermekte(12:50).                                                                                             

  ‘İyyake na’büdü’ olarak gelmiş. Bu ifade şöyle de gelebilirdi :

iyyahu a’budu / iyyake a’budu / iyyahu na’budu / na’budu<-> iyyake /  na’budu <->iyyahu /   a’budu <->iyyake /     a’budu<-> iyyahu.

  Bu gramerle ilgili size bazı bilgiler vereceğim. ‘İyyake’, ‘sana’ demek. Fakat normalde Arapça cümlede şöyle gelmesi gerekirdi:             ‘na’budu iyyake’.

  Eğer, Arapça cümlede ‘iyyake /sana’ kelimesi başa gelirse vurgu oluyor, mahsusiyet oluyor.

“Sana kulluk ederiz “ama…

“yalnız sana kulluk ederiz, başkasına değil”.

Eğer ‘na’budu iyyake’ olsaydı, ‘Ya Rabbi biz sana kulluk ediyoruz’ olurdu. Burada vurgu az(14:17). Başkalarına da kulluk ediyoruz gibi bir gizli manası da var. Tamam biz zaten öyle yapıyoruz ama

Allah-u Teâlâ, yukarıdaki ayetleri anladıktan sonra kulun, yana yakıla kendisine yönelerek söylemesi ve aynı zamanda yaşaması gereken en ideal şeyin ne olması gerektiğini burada ifade ediyor: “yalnız sana kulluk ederiz, başkasına değil”.(14:41).

  ‘iyyake a’budu ’ da olabilirdi. Yani ‘yalnızca sana kulluk ediyorum’ da olabilirdi. O zaman tekil olurdu yani ‘ben sana kulluk ediyorum’. Allah-u Teâlâ bunu demiyor ‘biz sana kulluk ederiz’ diyeceksiniz diyor. Bu neden diye düşündüm.                                                             Allah-u Teâlâ başka bir ayette (Ali imran -103)

 وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَم۪يعاً وَلَا تَفَرَّقُواۖ وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِعَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَٓاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه۪ٓاِخْوَاناًۚ وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَاۜ كَذٰلِكَيُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ /

Hepiniz, topdan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın. Parçalanıb ayrılmayın. Allahın, üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlar (ı) idiniz de O, kalblerinizi (İslama ısındırıb) birleşdirmişdi. İşte Onun (bu) nimeti sayesinde (dîn) kardeşler (i) olmuşdunuz ve yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmışdı. İşte Allah size âyetlerini böylece apaçık bildiriyor. Tâki doğru yola eresiniz.”                                                                          

Burada cemaat bilinci var ama hangi cemaat bilici?

 (Hanif konusunda işlediğimiz) kendini ,cemaat olacağım diyerek bir gurup kurup da kendini diğer Müslümanlardan ayırdığın, diğerlerini tekfir ettiğin cemaat değil ; ümmeti vahidetin’ manasındaki cemaat bilnci !..(15:58). Cemaatle namaz kıldığımız zaman imam bu ayeti okumuyor mu? Önde imam okuyor, biz arkada tabi oluyoruz. Bizim adımıza da söylüyor. ‘Ya Rabbi yalnız sana kulluk ederiz’. İşte cemaatte olup da imama tabi olanların dikkat etmesi gereken bir konu var. Bizim sözcümüz gibi imam orada bulunuyor, bizim adımıza konuşuyor. Bizim de namaz da bu mantıkla, imama tabi olma mantığıyla namaz kılmamız gerekiyor. Ama herkes  maalesef müstakil kılıyor. İmam orada tek başına namaz kılan birisi, biz de yat kalk yapıyormuş gibi oluyor. İşte Fatiha’nın buradaki sırrına göre böyle olmaması lazım. İmamın da ‘arkadaki cemaatin adına’  bilinciyle namaza durması lazım. Cemaati götürmesi lazım Allah’ın huzuruna (17:27). Huzura imam dediğimiz, seçtiğimiz kişiyle duruyoruz. Sen de oradasın ama senin adına konuşan, mütekellim olan imam.   O da Peygamber Efendimiz(S.A.V)’i temsil ediyor aslında. Asıl imam olan Rasulullah’tır. (Biz de imamlık yapabiliriz ki bu da olması tavsiye edilendir biliyorsunuz. Evde namaz kılacaksınız arkanıza eşinizi, çocuğunuzu alarak bir cemaat oluşturabilirsiniz. Asıl cemaat, vaktinde camide ki cemaattir ama imkânın olamadı evindeki cemaate imamlık yapabilmesi lazım. Herkesin imamlık yapabilecek kadar bilgisinin olması farz gibidir(18:33). )    İmam oldunuz ; nasıl imamlık yaparsınız? Fatiha suresine göre ‘Allah’ın huzuruna arkanızdakileri götüren’ bir kimlikte olmanız gerekir ki ‘iyyake na’budu’ ifadesi işte bunu anlatıyor(18:54).

‘İyyahu na’budu’ da olabilirdi. ‘Hu’ ,‘O’ demek . ‘ iyyahu’ ‘ona’ demek.

( ‘Ke’ ‘sen’ demekti; ‘iyyake’ ,‘ sana’ demek…) Burada özellikle ‘ke’ zamiri söylenmiş. ‘Sana’.  Peki “yalnızca ‘Ona’ ibadet ederiz” ile “yalnızca ‘Sana’ ibadet ederiz”  arasındaki fark nedir ?

Arapça da ikinci tekil şahsa ‘muhatab’ denir (19:55). Üçüncü şahsa Arapçada ‘gaib’ deniyor. Gaib ‘ortada yok, kayıp’ gibi.

 Allah-u Teâlâ kendisine muhatap sigasıyla hitap edilmesini istiyor. Bu müthiş bir şey, büyük bir şeref (20:20).

  (Hele yukarılara baksanız ya, birinci semaya bakıyorsunuz da kayboluyorsunuz hele 14,5 milyar ışık yılı ne demek. Öyle bir gemi olsa ışık yılı ile gidebilen (molekülümüz kalmaz da hadi var sayalım) öyle, 14,5 milyar yıl sonra kâinatın sınırına gidemiyorsun. Allahu Ekber, azamete bak! Allah-u Teâlâ bunun için Mülk süresinde: ‘ Biz yakın semayı yıldızlarla donattık’ diyor. Yukarıda daha bir sürü semalar var, arş var, kürsi var ve anlayamayacağımız şeyler var. Aman Yarabbi! Allahu Ekber. Âlemlerin Rabbi derken bunları düşünün. )

  O muhteşem, azametli sistemin sahibi olan Allah, bana muhatap ,birebir hitap edeceksin diyor (21:19). Nasıl bir ikram bu!                          Geçen sohbette söylemişiz, dua ifadeleri Arapçada ‘emir’ sigasıyladır. Bakın şöyle demiyoruz ‘Yarabbi lütfen işimizi kolaylaştırır mısınız’ demiyoruz, ‘kolaylaştır’ diyoruz. Sen bunu arkadaşına, hanımına diyemezsin. Ne nasibli bir varlık olduğumuzu anlayın. Hitabet deniyor buna, muhataplıktaki hitabet. Bu dünyada hitap edebilirsin diyor ama Nebe suresinde ne diyordu: ‘Kimse orada Allah’a hitap etmeye malik olamayacak’.  Yani kayıt burada bitiyor orada çok ciddi bir azamet var Sur’a üflendikten sonra,( bir önceki ayette ‘Maliki yevmid-din de’ açıklamıştık.) Madem Rabbim bu imkânı verdi bu dünyada , bu fırsatı sonuna kadar çok güzel değerlendirmek lazım. Bunun da hadis ifadesi: ‘İhsan üzerinde namaz kılın’ diyor ya Peygamber Efendimiz(S.A.V). Cibril hadisinde: Cebrail Aleyhisselam insan kılığına girerek orada soruyor ihsan ne demek diye.

İhsan,  Allah’ı görür gibi namaz kılmandır. Sen O’nu göremezsen de Allah seni görüyor (23:10)

. İşte bu namazdaki hitabet, muhataplık. İyi ya şu anda da O’nu düşünün-sadece namazda değil-. Allah’ı görür gibi Ona yönelerek yaşamak, münib olarak yaşamak. Yani ‘haniflik’. Hazreti İbrahim öyle yaşamış. Allah-u Teâlâ da ‘Onun dinine uy diyor. Bunlar gerçekten ağır ifadeler ama müthiş ifadeler. İşte bu ‘iyyahu abudu /iyyake abudu / iyyahu nabudu / nabudu iyyake’ nin açıklaması. Bunları çevirdiğimizde ters ifadeler oluyor. Biraz önce söylediğimiz gibi ‘Yalnız sana kulluk ederiz’ ifadesi yok. Yani mahsusiyet yok. Yani sana kulluk ediyoruz!diyoruz  ama-  maalesef bizim de yaptığımız gibi -namaz bittikten sonra her türlü güç ve otoriteye( başta nefsimiz olmak üzere) de kulluk ediyoruz maalesef(24:20).

Bu aynı zamanda, (‘Elhamdülillah’ da ki ‘li’ edatı için mahsusiyet demiştik, yani ‘bütün hamdlar Allah’a mahsustur’.) Fatihada hamda götürüyor, yani Allah’ı övmeye O’na güzel kulluk etmeye götürüyor. Nasıl ki hamd övmek, överek yönelmek’, sadece Allah’a mahsus ise ,  ubudiyet de, kulluk da sadece Allah’a mahsustur.

Niye “yalnızca sana” diyoruz? Tabii ki kulluk sadece Allah’a yapılır ama demek ki öyle yapmıyoruz ki Allah-u Teâlâ ‘iyyake’ yi  başa koyuyor vurgu yapıyor.  (25.19).     Rahman ve Rahim konusunda anlatmıştık. Rahman tecellisinde sertlik olabiliyordu, ama bir Hadis-i Kutside diyor ki: Allah rahmetini yüz cüze ayırdı, birini dünyada verdi diyor. yüzde biri ile bile mahlûkat birbirini seviyor, insanlar birbirini seviyor, çocuklarını seviyor. Çocuklarımıza olan sevgimizi bir düşünsenize. Eşinize, dostunuza olan, çiçeklere, doğaya olan sevginizi.  Bunlar %1 imiş!..  %99’unu da ahirette vereceğim diyor.  Rahim Esması tecelli ettiğinde o tecelli ile beraber,  o rahmetin ne yapacağını tahayyül edebiliyor musunuz? Kapılar açıldığında diyor, cennet yaklaştırıldığında şefaat mekanizması devreye girdi, mağfiret devreye girdi, rahmet devreye girdi… Nasıl bir coşku, nasıl bir ikram olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bu tarafın 99 katı  !.. (26:55).  Orada affa mazhar olabilmek için gereken rahmetin de ne kadar çok olduğunu düşünün. İşte iyyake nabudu kısmı bunu ifade ediyor ve din kelimesinin de en güzel açıklaması. ‘Yalnızca sana kulluk ederiz’ (27:51).

Bir önceki âyetin son kelimesi olan ‘din’ ne? Yalnızca Allah’a kulluk etmek (28:01). Neden hep kulluk etmek diyorum? Kitapların meallerinin çoğunda “ibadet etmek” diyor. Doğru, aslında ibadet etmek ama;  ibadetin manası İslam’da ritüelleriyle sınırlandırıldığı için ( yani namaz oruç gibi ibadetlerle sınırlandırılıp da sanki yaşantının diğer kısmı kulluğun ububiyetin alanında değilmiş gibi söylendiği için )”ibadet etmek” ifadesini tercih etmiyorum. Tabii ki namaz bir ibadet.

Nerede kulluk ederiz? Yaşantımızın her alanında kulluk ederiz demek. Sadece ibadet değil. İbadet yapacağız, ayağımız şeriat çizgisinden bir adım bile çıkmayacak ama biz bileceğiz ki yaşamın her alanı (yolda yürümek, otobüse binmek, çalışmak v.s) hepsi kulluğun içerisinde.

Peki bunu nasıl yapacağız (29:12)? ‘Abd’ ne demek, ‘ kul’ demek ama bu çok ifade etmiyor.  Arapçada bunun bir ifadesi daha var: köle. Köle de aynı manada. “Yalnız sana  kölelik ediyoruz “gibi bir ifade. Peygamber Efendimiz’in(S.A.V) dedesi Abdülmuttalib. Yani “Muttalib’in kulu” değil .O zaman şirk olur ;kendisi hanif Müslümanlardandı. Doğrusu “Muttalib’in Kölesi“. Neden? Onun yanında büyüdüğü için öyle. Yani Araplarda kullanılan bir ifade (29:55). Peki bunun faydası ne; neden köle? ‘Allah’ın kulu kölesi olacağız’ deriz. Bir köle , bir de maaşlı çalışan olduğunu düşünün. Farkı ne? çalışan maaşı vermediğimiz takdirdebir dahaişe  gelmez; az para verdsiğinizde işini aksatabilir.. ama samimi köle ne yapar? (Bilal-i Habeşi gibi, Kur’an’da açık ifade ile adı geçen Zeyd gibi.).Her hususta samimi bir şekilde itaat eder. Şimdi onları düşünün. Para karşılığında mı Resullah’a itaat ettiler?

Gerçek kul da Allah’tan ecir beklentisiyle, sevap beklentisiyle, kazanç beklentisiyle kulluk etmez (31:06).

Allah-u Teâlâ zaten veriyor onları. Cömert olan O !..Güzel, samimi kulluk adına köle gibi olmak (31.30).  “Ben bunları severek yapacağım, bir şey karşılığında değil” diyebilmek !. İşte ben  bu ayette bunu  gördüm. Bunun zıttı ne? “Allah dışındaki mahlûkata” kul köle olmak.

Allahu Teâlâ  başkalarına kul /köle olmayın, yalnızca bana kul olun diyor. Bu da tevhidin sırları içerisindedir (31:49). 

İkinci kısmıyla devam edelim.

” İyyake nestain” de aynı yapıyla gelmiş. ‘Yalnızca senden isteriz/ başkasından istemeyiz’. Yani doğru mu bu, değil. Meallerde maalesef bu var.  senden isteriz değil, ‘Senden yardım isteriz’. Bir şey istemekle yardım istemek arasında dağlar kadar fark var. Birinde nesne var, şunu istiyorum diye. Birisinde o nesneyi istemiyorsun, yardım istiyorsun. Mesela dua edeceksin. Özellikle önemli gecelerde kapılar açık, ne istersen iste. Allah-u Teâlâ formülünü veriyor aslında (33:25). ‘Yarabbi ben şu işe girmek istiyorum beni O’na nasip et’. İyi de sen o işe girmeden önce beş vakit namazındaydın sonra o işe girdin namazı terk ettin.!!!  …Şöyle demek lazım aslında :‘Aman yarabbi eğer bu iş benim için hayırlıysa sen bu işi nasip et ;ama hayırlı değilse nasip etme. Ben senden hayırlısını isterim,

ya Rabbi ne yapacağım /neyi isteyeceğim konusunda bana yardım et !

Mesela Evliyaullahın ve Peygamberlerin çoğu ‘Aman Yarabbi, biz istemesini bilmeyiz. Sen hayırlısını nasip eyle demişler ya da ‘Aman Yarabbi yardım eyle’. Hudeybiye Antlaşmasında Peygamber Efendimiz dışında bütün Sahabeler Mekke’ye girmek istemişler, anlaşmanın olmamasını istemişler. Ama 1-2 sene sonra görüyoruz ki neler neler oldu. Yani neyin hayır, neyin şer olduğunu biz bilmiyoruz (34:38). O yüzden Allahu Teâlâ burada diyor ki: ‘Yardım isteyin.İyyake nabudu ve iyyake nestain de de bu var.Senden yardım isteriz aman yarabbi diye bir ifade var. tabi ki o yardımı da başkasından değil;sadece senden isteriz !

‘Maliki yevmid- din’ deki ciddiyeti gördün ya, Allah-u Teala sana ahiret sahnelerini bir gösterdi. Ondan sonra tekrar dünya bilincine geldin. Sen ne istersin? ‘Aman Ya Rabbi yardım eyle ben senden yardım istiyorum’. Elbette her şeyi Allah’tan isteyeceğiz ama her zaman ahiret realitesi ile ne yapmamız gerektiği burada ifade ediliyor. Bu ayette işte dinin ikinci açıklaması. Birinci aşamasında işte ne yapacaksın:

Cemaat bilinciyle ve muhatap olarak Allah’a yönelik yaşayacaksın ve sonra da hep Ondan yardım isteme pozisyonda olacaksın.

Peki bu yardım isteme kısmı olmasaydı ne olurdu biliyor musunuz? Acziyet konusu devreye girmezdi (36:37).
Biz, aciziyetimizi bildiğimiz için ibadet etme konusunda bile Allah’tan yardım istiyoruz( 36:46). Yol göster diyoruz. Bir sonraki ayette bu var. Ne yardımı isteyeceğimizin de işareti var. ‘Sadece sana kulluk edeceğim ama ben acizim. Aman Yarabbi bize ne yapacağımızı göster ne olur. Bu konuda sadece snden yardım isteriz.Yarabbi sen Rabsın’.

İdrak çok önemli idrakimiz yükseldiğinde her şey çok farklı oluyor. Peygamber Efendimizin, Hud Suresinde: ‘ Emredildiğin gibi dosdoğru ol’ âyetinde saçları beyazlamış. İdrak ile ilgili bir şey bu (37:54). Eğer din gününün haşyetini doğru kavrarsak, İyyake na’budu ve iyyake nestain çok anlam kazanır. Fatiha’yı günde 40 kere okuyoruz. Hepsinde de ‘Maliki yevmid-din’e geldiğinizde bir durun. Sahne bir gözünüzün önüne gelsin ondan sonra zaten otomatik olarak ‘iyyake na’budu ve iyyake nestain’ ne gideriz.

‘Asr Suresi’ ile ilgili bir yorum var. Fahreddin Razi bir türlü açıklayamıyor ‘asr’ın ne olduğunu. ‘Asr’a yemin olsun ki insanlar hüsrandadır’. Bunu şurada anladım diyor: Eskiden pazarlarda buz satan insanlar varmış. Adam pazara gelmiş, hava sıcak, satamıyor. Zaman geçiyor satamıyor, buz eriyor. “Sermayesi eriyip giden şu adama yardım edin” diyor. O zaman Asr Suresindeki ‘asrın’ ne demek olduğunu anladım diyor (39.46). Asr ın manalarından biri de zaman demek. Bu idrakten sonra insanlar şunu demeye başlıyor: ‘ Akıp giden zamana yemin olsun ki. Yani zaman aleyhimize işliyor. Allah ‘kün feyekün’ dediğinde ‘dehri’ murad etti, zamanın aslını murad etti. Zaman da geri sayıyor. Kainatsal bazda bile geri sayıyor (40:09).

Size bir yaşantı verildi, bir fırsat verildi. İmtihandasınız, süre akıp gidiyor. Aman, imdat! ‘Aman Yarabbi yardım eyle’ işte bu idrak. Hidayet de bu aslında. Allah’ın bu bilince eriştirmesi idrak (40:42).

Nisa suresi 69. ayet ile örnek vereceğim: ‘ Kim Allah’a ve Resule itaat ederse diyor’. Nisa 69 Fatiha’yı açıklayan, vurgulayan önemli ayetlerden biri dedik ya, aslında bütün ayetlerin Fatiha’ ya giden bir yönü var. Ama bu özellikle ‘İyyake na’budu’ kısmını açıklıyor. ‘Yalnız sana kulluk ederiz’ kısmı var ya, işte bunu açıklıyor (43.01). Kulluk etme meselesi var ya bak ne diyor: ‘Allah’a ve Resule itaat etmek’ işte kulluk etmek oluyor. Burada Resule’ de demesi dikkatimi çekti. Resul’e itaat nasıl olur arkadaşlar? Allah’a itaati ve biliyoruz fakat Resul’üne itaat ne demek. Peygamber Efendimiz(S.A.V) diyor ki: ‘Siz Allah’ın sizi sevmesini mi istiyorsunuz? Siz bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin’ (43.38). Bu insanlar, bu ayetler varken nasıl bu kadar cesaretli olup da hadisleri reddederek ‘Sıratı müstakime’ gitme yolunda olduklarını zannediyorlar? Allahu Teâlâ kendine itaati Resule itaatle eş tutmuş Resul’üne itaat, tabi olmak nasıl olacak? Yaptıklarını yapmakla, dediklerini demekle olur. İşte bu ‘iyyake na’budu kısmının teferruatlı kısmı (44.11). ‘Sıratellezine en’amte aleyhim’e’ girerken de, ‘kendilerine nimet verdiklerinin yoluna’ derken de bunu göreceğiz inşallah. Peygamber Efendimiz(S.A.V) zamanında sahabe efendilerimiz sünnet diye terk etmediler yaptılar, şimdi ise sünnet diye terk ediliyor.

Allah-u Teâlâ, bizleri özellikle bu ‘din’ i ayrıntısıyla anlatan ‘iyyake na’ budu ve iyyake nestayin’ (Yalnız sana kulluk eder; yalnız senden yardım dileriz) ayetini layıkıyla anlayıp O’na yönelen ve ibadetin sadece namazlarla değil, oruçlarla değil, yaşamın her alanında O’na kulluk, kölelik etmek olduğunun bilincinde olan müminlerden eylesin inşaAllah.

Amin

FATİHA 2015-(4)-yazılı metin#

FATİHA 2015-(4)


SES KAYDINI DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/Q3-sIkKnkASqF


 


FATİHA 2015 (4. SOHBET)

Ahireti hatırlatıcı sahneleri, Kur’an’ın en konsantre suresi olan Fatiha’ya Rabbim koymuş ki,  O güne özgü gayret edesiniz, O güne özgü yaşayasınız diye(1.41).

Geçen haftaki sohbetlerden Fatiha’da bir şey dikkatimi çekti

Bir ayetin sonu, sanki öbür ayetin başı gibi(1:50).

  • “Elhamdü lillahi Rabbil âlemin” diye bitiyor ayet, âlemlerin Rab’lığını  ‘Er Rahman ve Er Rahim ‘olarak bir sonraki ayette açıklıyor(2:08).
  • “Er-Rahim” diye bitiyor; Er-Rahim’in izahı bir sonraki aye in başında   ‘Maliki yevmid-din’ diyor.orada açıklanıyor.
  • “Yevmid-din” …’DİN ile bitiyor , bir sonraki ayet ‘din’in ne olduğunu izah ediyor.”iyyake na’budu ve iyyake nestain ” diye. Bu böylece devam ediyor.

Din, kişinin bütün sistemi anlamasında, O’na doğru yönelmesinde ve yaşamasındaki sistemin ismi(2.36).Allah’ın dini ile senin dinin ne kadar örtüşüyor(2.45)?

Okumaya devam et

*SEBE (20.sohbet)32-33.ayetler / yazılı metin*

 

SEBE sûresine kaldığımız yerden devam ediyoruz..

 

Geçtiğimiz hafta 32-33 ayetlere kısaca bir giriş yapmıştık.Bu ayetlerde bir ahiret sahnesi vardı.

 

Kısaca değinirsek;

 

Küfredenler: biz asla bu Kur’âna iman etmeyiz ve bunun önünde gelenlere de yani ALLAH’ın indirdiği kitaplara iman etmeyiz.                                                                                                                                                                                                                                Bi görmüş olsan o vakit zalimlerin Rabb’lerinin huzurunda yakalanıp durduklarını ALLAH u Teâla da Peygamber Efendimiz (S.A.V) ‘ diyor ki:

Ah bi görsen, keşke bi görsen (Görünce hali ne olacak bu açıklanmıyor).Ama neyi göreceğini izah ediyor.Zalimlerin Rabb’lerinin huzurunda tevkif edilip ,yakalanıp durdukları hallerini bi görsen. Bunlar ne yapıyormuş;

 yerciu ba’duhum ilâ ba’dınil kavl(kavle)

 يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ الْقَوْلَ

  • Kavil olarak birbirlerine dönüyorlarmış,birbirlerine sözle atışmada bulunuyorlarmış.

 yekûlullezînestud’ifû       يَقُولُ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا

  • Zayıf olanlar;

lillezînestekberû           لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا

  • (Zayıf olanlar) Kibirli olanlara diyorlarmış ki :

 lev lâ entum le kunnâ mûminîn(mûminîne)       لَوْلَا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنٖينَ

  • Eğer siz olmasaydınız, biz muhakkak müminlerden olurduk.Geçtiğimiz hafta bunları açıklamıştık.

 

Sebe -32

                     Kâlellezînestekberû lillezînestud’

     قَالَ الَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا

ifû

  • Kibirlenenler zayıf olanlara diyecek ki:

e nahnu sadednâkum anil hudâ ba’de iz câekum

اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَاءَكُمْ                                                        

  • Biz mi sizi çevirdik, hidayet size geldikten sonra.                                                          

 bel kuntum mucrimîn(mucrimîne).     بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِمٖينَ

  •         Hayır, bilakis siz (günahkarlardan)mücrimlerdendiniz.

Şimdi burada zalim kelimesine değinmek istiyorum. Zalim kelimesinin kökü ملظ (zulm)den gelmektedir.Birkaç farklı manaya geliyor.Birincisi zulmet karanlık demektir.Bunun zıttı ise nur   نور ‘dur.ALLAH sizi zulumetten (karanlıktan) aydınlığa çıkarır.                                                                                                                                             

Diğer ikinci anlamı ise zulmet denilen zalimlik denilen anlamıdır.Burada geçen zalim kelimesi de ism-i fail kalıbında o zulmü işleyen faildir.Burada anlam olarak zalim kelimesi karanlığa giren karanlığa sokan yaptığı davranışla kendilerini ve başkalarını özellikle kendini karanlığa sokan anlamındadır.                                                        

Zulm adaletin tersidir.Kelime kökü itibariyle adil olmak, dengeli olmak anlamına geldiği gibi birşeyi karşılığında mukabilinde vermek anlamına da geliyor.Birşeyin yerine birini koymak.Mesela bizler gidip adalet istiyoruz;birşeyin karşılığında bir şey istiyoruz.

İşte bu durumun zıttı zulm oluyor.Bu durumu başka bir deyişle örneklersek;                        

Kişi Ramazan ayında oruç tutamıyorsa mukabilinde bazı şeyleri yerine getirir.Yine Hacc farizâsında da kurban kesemeyen kişi bunun muâdili olarak oruç tutmakta, böylece birşeyin yerine birşeyin geçmesi durumu oluşmaktadır.                                          

Eğer bu durum adaletle olması gereken değerde, mukabilinle sağlanmıyorsa, yanlış mantıkla hâk değerlerle yapmadığımızda zulm yapmış oluyoruz.Burada ki ifadesiye zulm haksızlık etmek oluyor.

Zulümün üç yönü vardır:  

Birincisi ALLAH’a karşı yapılan, diğeri kula karşı yapılan, bir de kişinin kendine yaptığı zulüm vardır.Biliyorsunuz ALLAH u Teâla herşeyden Mustağnîdir.O’na zarar veremezsin, zulmedemezsin  ama O’na zulüm nasıl oluyor?!

 O’nun Hâd sistemine, kitaplarına haksızlık ederek yada ALLAH’ın zatına haksızlık ederek oluyor.

Hâd:İslam dininin ortaya koyduğu helal-haram sınırları, miktarı ve niteliği nass’larda belirlenmiş olan şer’î  cezalar demektir.İslam ceza hukukunda hâd’ler ALLAH hakkı olarak kabul edilmiştir.                                                                             

Nass: Malûm ya da aşikâr karar kesin emir anlamına gelen bir kelimedir.

 

    وَلَا تَدْعُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُكَ وَلَا يَضُرُّكَ فَاِنْ فَعَلْتَ فَاِنَّكَ اِذًا مِنَ الظَّالِمٖينَ                                                                          (Yunûs-106)

 

Yine bana şöyle emredildi: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dîne çevir. Sakın Allah’a ortak koşanlardan olma. Allah’ı bırakıp da sana ne fayda ve ne de zarar verebilecek olan şeylere yalvarma. Eğer böyle yaparsan, şüphesiz ki sen zâlimlerden olursun

Yani ALLAH u Teâla övülmeyi hâk ediyor.ALLAH öyle muntazam bir sitem kurmuş ki sen bunu yapmadığın zaman, zulüm etmiş oluyorsun.ALLAH’ın kitaplarına iman etmek gerekiyor. Çünkü ALLAH onu bize sistemi anlatmak için gönderiyor.İşte sen buna değer vermezsen ,değiştirir, inkar edersen zalim oluyorsun ,zulmetmiş oluyorsun.Yani bu yüksek değerlere haksızlık etmiş oluyorsun. İişte bu, ALLAH’a karşı zulüm oluyor.

Diğer bir zulüm ise kişilere karşı olanıdır.Kişilere adîl davranmadığın takdirde kişilere zulmetmiş olursun.Onlara eziyet eder,haksızlık yaparsan bu şekilde zulüm işlemiş olursun.İşte bu ayetlerde geçen ‘’zalimler’(1)’ derken kibirlenenler zayıflara zulmetmiş oluyorlar.Aynı zamanda da ALLAH’a karşı zalimlikleri de  ayette(2)geçtiği gibi kitapları inkar etmekten geliyor.

وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَلَا بِالَّذٖى بَيْنَ يَدَيْهِ وَلَوْ تَرٰى اِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ الْقَوْلَ يَقُولُ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنٖينَ         

Ve kâlellezîne keferû len nû’mine bi hâzel kur’âni(2) ve lâ billezî beyne yedeyh(yedeyhi), ve lev terâ iziz zâlimûne(1) mevkûfûne inde rabbihim, yerciu ba’duhum ilâ ba’dınil kavl(kavle), yekûlullezînestud’ifû lillezînestekberû lev lâ entum le kunnâ mûminîn(mûminîne).

Bir diğer zulüm ise kişinin kendine yaptığı zulümdür.

Kurân-ı Kerîm’in bir çok yerinde ‘’Kendi nefislerine o zulmedeni gördünmü’’ ibaresiyle defalarca  karşılaşırız.

وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلٰى اِسْحٰقَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِنَفْسِهٖ مُبٖينٌ                                                                                                                                                         (Saffat-113)

Onu da İshak’ı da uğurlu kıldık. Her ikisinin nesillerinden iyilik yapanlar da vardı, kendine apaçık zulmedenler de.

 

اَوَلَمْ يَسٖيرُوا فِى الْاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَانُوا اَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَاَثَارُوا الْاَرْضَ وَعَمَرُوهَا اَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ

اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

(Yine) onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler. Yeryüzünü sürüp işlemişler ve orayı kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi. Allah, onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

وَعَلَى الَّذٖينَ هَادُوا حَرَّمْنَا مَا قَصَصْنَا عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلٰكِنْ كَانُوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ                                                                           (Nahl-118)

Daha önce sana anlattıklarımızı yahudi olanlara da haram kılmıştık. Biz (bununla) onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

 

اَلَمْ يَاْتِهِمْ نَبَاُ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَقَوْمِ اِبْرٰهٖيمَ وَاَصْحَابِ مَدْيَنَ وَالْمُؤْتَفِكَاتِ اَتَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ                                                                                                                                                      (Tevbe-70)

Onlara kendilerinden öncekilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin; İbrahim’in kavminin; Medyen halkının ve yerle bir olan şehirlerin haberleri ulaşmadı mı? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. (Ama inanmadılar, Allah da onları cezalandırdı.) Demek ki Allah onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.

 

وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰى كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ                                      (Bakâra-57)

Bulutu üstünüze gölge yaptık. Size, kudret helvası ile bıldırcın indirdik. “Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin” (dedik). Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmediyorlardı.

Yine Hz.Adem’in tövbe duasında geçen ayette de:

 

قَالَا رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرٖينَ 

Kâla rabbenâ zalemnâ enfusenâ ve il lem tağfir lenâ ve terhamnâ lenekûnenne minel hâsirîn.                                                                                                                                                                                (Arâf-23) 

                                                                                                                                       

Rabbena, dediler, nefsilerimize zulmettik, eğer sen bize mağfiret etmez, merhamet buyurmazsan şüphe yok ki husrâna düşenlerden oluruz .

Peki bu nefislere zulmetmek ne demek ?    

Bu durumu ahiret sahnelerini göz önüne getirerek  şöyle açıklayalım:

Nefsinin her dediğini zahiren yapıyorsun, zulmetmiyorsun yani nefsinin bütün isteklerini bu dünyada  yerine getiriyorsun ama kıyamet sahnesinde birinci sûr’un üflenmesiyle  dünya yok oluş sürecine giriyor,devamında ikinci sûr üfleniyor ve mahşere diriliyoruz.                                                                                                                                            

Eğer o zaman dünya hayatında nefsinin tüm kötü isteklerine tabî olan kişi için ALLAH’ın rahmeti de gelmez ise  gideceğin yer ALLAH korusun Cehennem olur.Cehennem nefsin azap yeridir.Cennette aynı şekilde nefsin ikram yeridir.Kişi cehenneme gittiğinde nefsi azap göreceğinden dolayısyla nefsine zulmetmiş oluyorsun.

Bir başka yorumla:Bizim yapımızda bulununan unsurlardan biri olarak nefsi ele alırsak kişi kendine azapla zulmetmiş olmaktadır.Haşâ ALLAHu Teâla zalim değil,kişi kendi nefsine zulmediyor,nefiste cehennemde yanarak azap görmüş oluyor.

Peki nefsin burada suçu ne.?

Cennet ile ilgili konulardan bahsederken nefsin asıl kaynağına değinmiştik.Nefsin asıl kaynağı cennette muhteşem bir yer.!  Ayet-i Kerîm’e de:

 

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذٖى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثٖيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذٖى تَسَاءَلُونَ بِهٖ وَالْاَرْحَامَ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقٖيبًا

eyyuhân nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisââ(nisâen), vettekûllâhellezî tesâelûne bihî vel erhâm(erhâme). İnnallâhe kâne aleykum rakîbâ(rakîben). (Nisâ-1)

Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.

Nefsin vahidetîn yani tek nefis, nefsin kaynağı Cennetin en yukarısında olan muazzam bir şey.!ALLAH u Teâla’nın esmâları kökenli bir şey.Asıl itibariyle olağanüstü.! Fakat nefsin en büyük marazı gördüğü herşeyden haz duyması,fütursuzca ve sınırsızca davranmasıdır.         

                Sonra dünyaya (esfele sâfilîn’e) indiğinde aslını unutup o yüce yüksek makamını kaynağını aldığı değerleri unutup,burda çöpe sapa herşeye meylediyor.Senin meyletmen gereken, nefsinin kaynağı olan Cennette ki en yüksek ikram olan Cemalûllah’tır.Kişi bunu bırakır da çöptek değerli gibi gözüken değersiz şeylere meyledersen azabı hak edersin.Sen nefsine zulmedersen nefiste o zulmü hak ediyor.Burada asıl belirleyici olan elmas ile kömürü değiştiren nefistir. Sana dürtülerinle talepte bulunuyor sende meylediyorsun. 

                                                                                                                                                                           

Bunu daha önce bir benzetmeyle örneklendirmiştik;

Nefsi bir köpek olarak düşünün tasması elinizde gezdiriyorsun, fakat sizi her yöne çekiyor bir oraya bir buraya kaçıyor.İşte burada akl-i kontrol devreye giriyor.Akıllı insan, köpeğin  sınırları aşan bu  hareketlerini zapteder.Akılsız insan ise köpeğin gittiğ yere gider ve köpeğin esiri olmuş olur.Daha sonra insan köpeği cezalandırmak zorunda kalır böylece kişi kendi nefsine zulmetmiş olur.Burada ALLAH u Teâla bizleri aklımızla muhattab kılmaktadır. 

               ALLAH bizleri öyle muhteşem bir sistemle donatmış ki aslında bizler üç tane bilinç unsuruyla  bu dünyada yaşıyoruz. Bunlar bilinç,bilinçaltı ve  alt bilinç olarak ortaya çıkar.Bizler olayları bunlara göre algılıyor ve yorumluyor; burdan hareketle manalandırıp, ona göre davranıyoruz.Şu an asıl devrede olan bizim dünya bilincimizdir.Birinci derecede bundan sorumluyuz.Bilinçaltı ve alt bilinç farkında olmadan bizleri etkilemektedir.Zaten tasavvufî eğitimlerin temelinde önce bilinçaltını eğitmek vardır  ki buna nefis terbiyesi deniyor.                                                                     

Bunu gerçekleştirdikten sonra alt bilincin o taraflarıyla davranmak vardır. Alt bilinç ise ruhla ilişkidardır.Bizim alt bilinç dediğimiz şey aslında zamanın tam öncesinde Hz. Adem’e ruh üfürüldüğü zamanda ki ruh aleminin bilincidir. Bunun üzerine nefis verilerek cennete indiriliyor ve cennete de  bu nefsin bilinci devreye giriyor.Böylelikle  yukarıdaki ruh bilinci bilinç altı gibi oluyor.Daha sonra da Hz. Adem hata yapıp aşağı(dünyaya) indirildiğinde bu sefer ordaki bilinç bilinçaltı, ruh bilinci alt bilinç olarak kalıyor sende bu dünyada bilincinle yaşıyorsun.İnsan ALLAH’i değerlerle düşünüp idrâk edip uygularsan alt bilincin derinliklerine doğru gidiyorsun ve kademen belirleniyor.Aslında böyle kapsamlı bir sistem var ancak bu olaylar bize çok basit anlatılıyor,algılattırılıyor bizde gördüğümüz gibi anlıyoruz.Halbu ki ALLAH u Teâla’nın sisteminde müthiş açılımlar var.

Ayet-i Kerîm’ e de:

                           فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.     (Şems-8) 

     Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.

ALLAH nefse takvasını öğretiyor.Ruha ise neler öğretildiğini düşünmek gerekir.Geçen hafta da buna değinmiştik.Ruh zaten  müşahede makamındaydı.Yani ALLAH u Teâla’yı o lâtîf alemde  bizzat müşahede ediyordu.Bizler bu ruh bilincini şu an taşımaktayız.Şahit olan ve üfürülen bu ruh bizlerde..                                                                 

Ruh Yaradan’ı tanıyor işte eğer biz bu değeri bir anlayabilsek ALLAH’a yakınlaşmış oluruz.

Kaldığımız yerden 32.Ayet’e devam edelim;

                       Kâlellezînestekberû lillezînestud’ifû

                          قَالَ الَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا

Kibirlenenler zayıf olanlara diyecek ki:

e nahnu sadednâkum anil hudâ ba’de iz câekum

اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَاءَكُمْ                                                        

Biz mi sizi çevirdik, hidayet size geldikten sonra.     

  

Burada  dikkat çekilecek nokta ,kibirlenenler hidayet kavramını kabul ediyorlar.Bizler, küfredenler için söylediğimiz’’ hiçbirşeye inanmıyorlar’’ sözü burada aksi durumda zuhur ediyor.Burada zalimler hidayet geldiğini kabul ediyorlar.Hatta bugün bakmış olduğum bir tefsirde’’küfredenler biz O kitaba inanmayız(iman etmeyiz) derken , kitabın ALLAH tarafından geldiğini biliyorlar’’diyor.Ancak kibirlerinden ötürü hükümlerini kabul etmiyorlar.

Aynı zihniyet bu ayette hidayetin geldiğini görüyor, biliyorlar ve bunun üzerine biz mi sizi çevirdik diyor. Devamında;

 

                                      bel kuntum mucrimîn(mucrimîne).

بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِمٖينَ

                               Hayır, bilakis siz (günahkarlardan)mücrimlerdendiniz

 

Biraz önce bahsettik insanın içinde ruh yok mu.!

Evet alt yapısında ruh olan bir sisteminin bunu bilmemesi mümkün mü.!  

İşte biliyor fakat küfrediyor,örtüyor gerçekleri görmemezlikten gelmek istiyorlar.

Bunun üzerine zayıf olanlar kibirli olanlara diyecek ki            

 

               وَقَالَ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ

       Ve kâlellezînestud’ifû lillezînestekberû bel mekrul leyli ven nehâri

Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, “Hayır, bizi hidayetten saptıran gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklardır. Çünkü siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.

Bizi hidayetten çeviren sizin gece-gündüz kurduğunuz tuzaklardır.

                                          

   iz te’murûnenâ                 اِذْ تَاْمُرُونَنَا

Bize emrediyordunuz.

Geçen hafta ,kendilerinde özgüven eksikliği olanlar,kendilerini zayıf duruma getirenler,zayıf duruma getirilmesine müsaade edenler,kibirliler tarafından alt konuma getiriliyorlardı.

Geçende birisi bana şunu söyledi:                                                                                                

Birileri zayıf duruma gelmek istiyorsa, bu sefer kibirlenmek isteyenleri de kibirli hale getiriyor.Burada büyük görme eğilimi var.Günümüzde de yok mu:! Sanatçıları,futbolcuları ünlüleri büyük görme eğilimi yok mu?Her alanda bunlara rastlıyoruz.Devamlı olarak birilerini büyükleştirme temayülü var.

Ayette kibirli hale getirilenlerde kendilerinden beklenilen davranışta bulunup emrediyorlar. Neyi emrediyorlar.!

                                                                 

en nekfure billâhi           اَنْ نَكْفُرَ بِاللّٰهِ

Çünkü siz daima ALLAH’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz derler.

 

Birşeyi daha emrediyorlarmış                                                                                                             

ve nec’ale lehû endâdâ(endâden)                 وَنَجْعَلَ لَهُ اَنْدَادًا                                                        

                     

O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler.

 

Bakınız inkar etmek yetmiyor,üstüne üstlük belirli birşeyleri de İlahlaştırmayı da emrediyorlar.Günümüzde de buna benzer ifadeler yok mu!?

-Ya dindar olma diyor ancak bununla bitmiyor seni alıp oraya buraya götürüyor.Seni ALLAH’a şirk koşan yerlere, ideolojilere sürüklüyor.

İşte Kurân-ı Kerîm bunu (mekr) olarak bildiyor.Bu kibirlenenler gece-gündüz bütün enerjilerini,bütün akıl yollarını ben nasıl yaparım da zayıf olanları ALLAH’a küfrettiririm, akabinde küfürle yetinmez hâşa ALLAH’ın yerine hangi unsurları koyar putlaştırırım düşüncesine girerler.Bunlar şeytandan daha tehlikelidirler.Şeytan onlara sadece  ilham eder, fısıldar onlar da şeytana tabî olurlar.Şşeytanın vesvesesinin gücü tesirli değil ancak kişi şeytanın vesvesesine uygun hale gelirsen yani nefsinin taleplerine uyar, aklını da o yönde kullanırsan vesveseyi çağırmış olursun.

Ayet’in devamında başlarına neyin geleceğini anlıyorlar.

                                           

                                          وَاَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَ

                       ve eserrûn nedâmete lemmâ raevûl azâb(azâbe)                                          

Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar.

 

Burda azabın işaretleri geliyor.!

 

Yine başka bir ayette geçen;

 

                                                  وَاِذَا الْجَحٖيمُ سُعِّرَتْ

Ve izel cahîmu su’ıret. (Tekvîr-12)

                                     Cehennem alevlendirildiği zaman

 

Ayette bahsi geçen zayıflar ile küfredenler birbirleriyle atıştıklarında bir anda bir uğultu gürültü halinde cehennem gelecektir.Bugün ancak bunu  yanardağ çukurlarıyla anlayabileceğimiz ki bu da tarifsiz kalır.

Hadis-i Şerîfte:  

              Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh(ALLAH ondan razı olsun) anlatıyor:

                        “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Yaktığınız ateş var ya, bu, cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir cüzdür!” buyurmuştu. 

  Yanındakiler:                                                                                                                                          

“Zaten bu ateş, vallahi (âsileri cezalandırmaya ahirette) yeterliydi” dediler.

Aleyhissalâtu vesselâm:

“Cehennem ateşi öbürüne altmışdokuz kat üstün kılındı. Her bir kat’ın harareti, bunun mislindedir.” (Kutub-u Sitte-5078)

 

 Mülk süresinde de  bundan bahsedilir.

 

                                                              

تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ

Tekâdu temeyyezu minel gayz (Mülk-8)

                                   Neredeyse cehennem öfkeden çatlayacaktır!

 

Bu azabı gördüklerinde içlerinden pişmanlık duyarlar.Burada ilginç dikkat çeken bir kelime var:

“Eserrûn” zıt anlamlı kelimelerdendir.İki anlamda bunu düşünebiliriz.Türkçe’de gizlemek anlamına geldiği gibi ayette  de,  onlar  rezil olmayalım diye pişmanlıklarını   gizlerler  açığa vurmazlar hem de pişmanlıklarını ne kadar gizlerse gizlesinler  ortaya çıkar anlamlarına gelmektedir.Yani hem açığa çıkmasını istemiyorlar ancak o nedâmet(pişmanlık) yüzlerinden okunuyor.İşte bu zıt anlamlı gibi gözüken durum ortaya çıkacaktır.Bu pişmanlığın içerisinde umutsuzlukta var çünkü; onların cennetleri bu dünya idi.Birbirleriyle tartışırken bir baktılar ki çetin bir azap beklemektedir.

Önceki sohbetlerimizde en büyük azaptan bahsetmiştik.                                                                                              

 Neydi bu azap? O İlahi Turceûne gidememek!

                                وَمَا لِىَ لَا اَعْبُدُ الَّذٖى فَطَرَنٖى وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ  

             Ve mâ liye lâ a’budullezî fataranî ve ileyhi turceûn(turceûne) (Yâsîn-22)

                 Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca O’na döndürüleceksiniz.

 

O cennet yolcularının RABB’lerine döndürülecek olanların içine girememek, geriye dönüş halkasına girememek! Ahirette de insanlar  bu geri dönüş halkasına giremedikleri ve çetin bir azapla karşılaştıklarında,pişman olacaklar.Fakat pişmalıkla bu durum bitmiyor.

 

Ayet’in devamında:

 

وَجَعَلْنَا الْاَغْلَالَ فٖى اَعْنَاقِ الَّذٖينَ كَفَرُوا هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

ve cealnel aglâle fî a’nâkıllezîne keferû, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

 

Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.

 

Eskiden çarşılarda hileli satış yapanların esnafın boyunlarına halkalar geçirilip çarşıda dolaştırılırlarmış.Belki de en büyük ceza bu.Mesela bugün Gıda tarım bakanlığı hileli üretim-satış yapanları teşhir ediyor.

Ayet-i Kerîm’e de:

 

            اِنَّا جَعَلْنَا فٖى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ  

  İnnâ cealnâ fî a’nâkıhim aglâlen fe hiye ilel ezkâni fe hum mukmehûn                                                                                                                                                                                        (Yâsîn-8)

Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebeple kafaları yukarıya kalkık durumdadır.

 

Boyun bükmek pişmanlığın ifadesidir.Ancak boyun bükmek zamanında yapılmalıydı.Kendilerine gösterilen  azaptan sonra boyun bükmenin anlamı kalmıyor.Burada boyunlarına  demir halkalar geçirilmiştir ve başları kalkık durumdaır.Demek ki öyle bir zulmediyorlar ki, ALLAH u Teâla zalim değil.Eğer merhamet duygusu geliyorsa buna karşılık ayette sadece yaptıklarının cezasının verildiği uyarısı yer alıyor.ALLAH mislince katbekat ikramlar veriyor ceza ise  bire bir veriliyor.

Ayette bu boyunlarına geçirilen aglâlen kelimesi, ğıll-kelimesinin çoğuludur.İki ayette bu kelime geçiyor.

 

        وَنَزَعْنَا مَا فٖى صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ اِخْوَانًا عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلٖينَ

Ve neza’nâ mâ fî sudûrihim min gıllin ıhvânen alâ sururin mutekâbilîn

(Hicr-47)

Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.

 

                                                 وَنَزَعْنَا مَا فٖى صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ

                 Ve neza’nâ mâ fî sudûrihim min gıllin (A’râf-43)

                               Biz onların kalplerinde kin namına ne varsa söküp attık.

 

Bu kelime (ğıllin) dünyevi ve uhrevi anlamlar ihtiva etmektedir.Hased,fesad,kin anlamlarına geldiği gibi demir toka, zincir,halka, bağ anlamlarına da gelir.  

 Bir başka ayette de:

وَكُلَّ اِنْسَانٍ اَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فٖى عُنُقِهٖ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ كِتَابًا يَلْقٰيهُ مَنْشُورًا                                                                                  (isrâ-13)

Ve kulle insânin elzemnâhu tâirehu fî unukıh(unukıhî), ve nuhricu lehu yevmel kıyâmeti kitâben yelkâhu menşûrâ(menşûren).

Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için Kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar.

Burada kuştan maksat insanın yaptıkları amelidir.

 ALLAH bizleri nefsinin esiri olmaktan,kibirli olmaktan sakındırsın,imana erişmiş olanlardan eylesin..                           

                                                                                 AMîN…

                                                                    Sadakallahül’l-Azim

SEBE (21.sohbet) 34-35.ayetler


 

SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/T4FHDkwZfw826


SEBE 34

وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ

Ve mâ erselnâ fî karyetin min nezîrin illâ kâle mutrefûhâ innâ bimâ ursiltum bihî kâfirûn(kâfirûne).

1. ve mâ erselnâ : ve biz göndermedik
2. : içine, … e
3. karyetin : karye, belde, ülke
4. min nezîrin : bir nezir, uyarıcı
5. illâ : den başka, ancak, sadece
6. kâle : dedi
7. mutrefû-hâ : onun refah içinde olanları, ileri gelenleri
8. innâ : muhakkak ki biz
9. bimâ : şeyi
10. ursiltum : siz gönderildiniz
11. bi-hi : onu, onunla
12. kâfirûne : inkâr edenler

 Ve Bizim nezir göndermediğimiz hiçbir yer yoktur. Her karyenin (ülkenin) refah içinde olanları (ileri gelenleri): “Muhakkak ki biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi inkâr edenleriz.” demekten başka bir şey söylemediler.


SEBE 35

وَقَالُوا نَحْنُ أَكْثَرُ أَمْوَالًا وَأَوْلَادًا وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ

Ve kâlû nahnu ekseru emvâlen ve evlâden ve mâ nahnu bi muazzebîn(muazzebîne).

1. ve kâlû : ve dediler
2. nahnu : biz
3. ekseru : daha çok
4. emvâlen : mallar (mal olarak)
5. ve evlâden : ve çocuklar (evlât olarak)
6. ve mâ nahnu : ve biz değiliz
7. bi muazzebîne : azap edilecek olanlar
 Ve: “Biz, mal ve evlât olarak daha çoğuz. Ve biz, azap edilecek olanlar değiliz.” dediler.

SEBE (20.sohbet) 32-33. ayetler#


 


 

SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ:

https://yadi.sk/d/qO539fdHfnAFK


 :SEBE 32

قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا أَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدَى بَعْدَ إِذْ جَاءكُم بَلْ كُنتُم مُّجْرِمِينَ

Kâlellezînestekberû lillezînestud’ifû e nahnu sadednâkum anil hudâ ba’de iz câekum bel kuntum mucrimîn(mucrimîne).

1. kâle : dedi
2. ellezîne : onlar
3. istekberû : büyüklük tasladılar, kibirlendiler
4. li ellezîne : onlara
5. istud’ifû : zaafa uğratıldılar, hakir görüldüler
6. e : mi
7. nahnu : biz
8. sadednâ-kum : biz sizi engelledik, mani olduk
9. an el hudâ : hidayetten
10. ba’de : sonra
11. iz câe-kum : size geldiği zaman
12. bel : hayır, bilâkis
13. kuntum : siz oldunuz, idiniz
14. mucrimîne : cürüm işleyenler, suçlular

 

Kibirlenenler, zaafa uğratılanlara: “Sizlere hidayet geldikten sonra, hidayetten sizleri biz mi engelledik? Hayır, siz (kendiniz) mücrimlerdiniz (suçlulardınız).” dedi(ler).


SEBE 33 :

وَقَالَ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ إِذْ تَأْمُرُونَنَا أَن نَّكْفُرَ بِاللَّهِ وَنَجْعَلَ لَهُ أَندَادًا وَأَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ وَجَعَلْنَا الْأَغْلَالَ فِي

أَعْنَاقِ الَّذِينَ كَفَرُوا هَلْ يُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Ve kâlellezînestud’ifû lillezînestekberû bel mekrul leyli ven nehâri iz te’murûnenâ en nekfure billâhi ve nec’ale lehû endâdâ(endâden), ve eserrûn nedâmete lemmâ raevûl azâb(azâbe), ve cealnel aglâle fî a’nâkıllezîne keferû, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).

1. ve : ve
2. kâle : dedi
3. ellezîne : onlar
4. istud’ifû : zaafa uğratıldılar, hakir görüldüler
5. lillezîne (li ellezîne) : onlara
6. estekberû : büyüklük tasladılar, kibirlendiler
7. bel : hayır
8. mekru : hile, tuzak
9. el leyli : gece
10. ve en nehâri : ve gündüz
11. iz te’murûne-nâ : bize emrediyordunuz
12. en nekfure : inkâr etmemizi
13. bi allâhi : Allah’ı
14. ve nec’ale : ve kılıyoruz, kılarız
15. lehû : ona, ona
16. endâden : eşler, dengi şeyler (putlar)
17. ve eserrû : ve gizlediler, sakladılar
18. en nedâmete : pişmanlıklar
19. lemmâ : olduğu zaman
20. raevû : gördüler
21. el azâbe : azap
22. ve cealnâ : ve biz kıldık, yaptık
23. aglâle : halkalar, zincirler
24. : içine, … e
25. a’nâkı : boyunlar
26. ellezîne : onlar
27. keferû : inkâr ettiler, kâfir oldular
28. hel : mı
29. yuczevne : cezalandırılırlar
30. illâ : den başka
31. : şey
32. kânû : oldular
33. ya’melûne : yapıyorlar
: Ve zaafa uğratılanlar (hakir görülenler), kibirlenenlere: “Hayır, (işiniz) gece ve gündüz hile idi. Bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na putları eşler koşmamızı emrediyordunuz.” dediler. Azabı gördükleri zaman pişmanlıklarını saklarlar (için için pişman olurlar). İnkar edenlerin boyunlarına halkalar (zincirler) geçirdik. Onlar yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılırlar?

 

Eûzubillah , Eûzubillah

                    Eûzubillâhimineşşeytânirracîym

                                                       Bismillâhirrahmânirrahîm

 




 

SEBE sûresine kaldığımız yerden devam ediyoruz..

 

Geçtiğimiz hafta 32-33 ayetlere kısaca bir giriş yapmıştık.Bu ayetlerde bir ahiret sahnesi vardı.

 

Kısaca değinirsek;

 

Küfredenler: biz asla bu Kur’âna iman etmeyiz ve bunun  önünde gelenlere de yani ALLAH’ın indirdiği kitaplara iman etmeyiz.                                                                                            

Bi görmüş olsan o vakit zalimlerin Rabb’lerinin huzurunda yakalanıp durduklarını ALLAH u Teâla da Peygamber Efendimiz (S.A.V) ‘e diyor ki:

Ah bi görsen, keşke bi görsen (Görünce hali ne olacak bu açıklanmıyor).Ama neyi göreceğini izah ediyor.Zalimlerin Rabb’lerinin huzurunda tevkif edilip ,yakalanıp durdukları hallerini bi görsen. Bunlar ne yapıyormuş;

 

  • yerciu ba’duhum ilâ ba’dınil kavl(kavle)
  •  يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ الْقَوْلَ

Kavil olarak birbirlerine dönüyorlarmış,birbirlerine sözle atışmada bulunuyorlarmış.

 

  • yekûlullezînestud’ifû        يَقُولُ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا

Zayıf olanlar;

  • lillezînestekberû           لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا

(Zayıf olanlar) Kibirli olanlara diyorlarmış ki :

 

  • lev lâ entum le kunnâ mûminîn(mûminîne)        لَوْلَا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنٖينَ

Eğer siz olmasaydınız, biz muhakkak müminlerden olurduk.Geçtiğimiz hafta bunları açıklamıştık.

 


 Sebe -32

                     Kâlellezînestekberû lillezînestud’ifû

                          قَالَ الَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا


Kibirlenenler zayıf olanlara diyecek ki:

  • e nahnu sadednâkum anil hudâ ba’de iz câekum /   اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَاءَكُمْ                                                        

Biz mi sizi çevirdik, hidayet size geldikten sonra.      


                                                     

  •    bel kuntum mucrimîn(mucrimîne) /  بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِمٖينَ

        Hayır, bilakis siz (günahkarlardan)mücrimlerdendiniz.


 

Şimdi burada zalim kelimesine değinmek istiyorum. Zalim  kelimesinin kökü  ظلم (zulm)den gelmektedir. Birkaç farklı manaya geliyor. Birincisi zulmet karanlık demektir. Bunun zıttı ise nur   نور ‘dur. ALLAH sizi zulumetten (karanlıktan) aydınlığa çıkarır. 


(Maide-16)

  • يَهْدٖى بِهِ اللّٰهُ مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلَامِ وَيُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِهٖ وَيَهْدٖيهِمْ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ
  • Yehdî bihillâhu menittebea rıdvânehû subules selâmi ve yuhricuhum minez zulumâti ilen nûri biiznihî ve yehdîhim ilâ sırâtım mustegîm. 
  • Allah, onunla rızası peşinde olanları selâmet yollarına iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru bir yola iletir.

(Bakara-257)

  • اَللّٰهُ وَلِىُّ الَّذٖينَ اٰمَنُوا يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَالَّذٖينَ كَفَرُوا اَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُمْ مِنَ النُّورِ اِلَى الظُّلُمَاتِ اُولٰئِكَ اَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فٖيهَا خَالِدُونَ
  • Allâhu veliyyullezîne âmenû yuhricuhum minez zulumâti ilen nûr, vellezîne keferû evliyâuhumut tâğûtu yuhricûnehum minen nûri ilez zulumât, ulâike ashâbun nâr, hum fîhâ hâlidûn.      
  • Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.    

                                                                  

                  Diğer ikinci anlamı ise zalimlik denilen anlamıdır. Burada geçen zalim kelimesi de ism-i fail kalıbında o zulmü işleyen faildir. Burada anlam olarak zalim kelimesi karanlığa giren karanlığa sokan yaptığı davranışla kendilerini ve başkalarını özellikle kendini karanlığa sokan anlamındadır.Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velileri ise tâğûttur. (O da) onları aydınlıktan karanlıklara (sürükleyip) çıkarır. Onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalırlar.                                                       

 Zulm adaletin tersidir. Kelime kökü itibariyle adil olmak, dengeli olmak anlamına geldiği gibi birşeyi karşılığında mukabilinde vermek anlamına da geliyor.  Birşeyin yerine birini koymak. Mesela bizler gidip adalet istiyoruz; birşeyin karşılığında bir şey istiyoruz.

İşte bu durumun zıttı zulm oluyor.Bu durumu başka bir deyişle örneklersek;                   

     Kişi Ramazan ayında oruç tutamıyorsa mukabilinde bazı şeyleri yerine getirir. Yine Hacc farizâsında da kurban kesemeyen kişi bunun muâdili olarak oruç tutmakta, böylece birşeyin yerine birşeyin geçmesi durumu oluşmaktadır.                                        

Eğer bu durum adaletle olması gereken değerde, mukabilinle sağlanmıyorsa -yanlış mantıkla- hâk değerlerle yapmadığımızda zulm yapmış oluyoruz. Burada ki ifadesiye zulm adaletsizlik etmek oluyor.

“ZULÜM” ün  üç yönü vardır:  

  • Birincisi ALLAH’a karşı yapılan (haksızlık)
  • diğeri kula karşı yapılan (adaletsizlik)
  • bir de kişinin kendine yaptığı zulüm vardır. (nefsine zulüm)

 

Biliyorsunuz ALLAH u Teâla herşeyden Mustağnîdir. O’na zarar veremezsin, zulmedemezsin  ama O’na zulüm nasıl oluyor?!

 O’nun Hâk  sistemine,had sistemine, kitaplarına haksızlık ederek ya da ALLAH’ın zatına haksızlık ederek oluyor.

Hâd:İslam dininin ortaya koyduğu helal-haram sınırları, miktarı ve niteliği nass’larda belirlenmiş olan şer’î  cezalar demektir. İslam ceza hukukunda hâd’ler ALLAH hakkı olarak kabul edilmiştir.                                                                             

Nass: Malûm ya da aşikâr karar kesin emir anlamına gelen bir kelimedir.


(Yunûs-106)

  • وَلَا تَدْعُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ مَا لَا يَنْفَعُكَ وَلَا يَضُرُّكَ فَاِنْ فَعَلْتَ فَاِنَّكَ اِذًا مِنَ الظَّالِمٖينَ
  • Yine bana şöyle emredildi: “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dîne çevir. Sakın Allah’a ortak koşanlardan olma. Allah’ı bırakıp da sana ne fayda ve ne de zarar verebilecek olan şeylere yalvarma. Eğer böyle yaparsan, şüphesiz ki sen zâlimlerden olursun

 

Yani ALLAH u Teâla övülmeyi hâk ediyor. ALLAH öyle muntazam bir sitem kurmuş ki sen bunu yapmadığın zaman, zulüm etmiş oluyorsun. ALLAH’ın kitaplarına iman etmek gerekiyor. Çünkü ALLAH onu bize sistemi anlatmak için gönderiyor. İşte sen buna değer vermezsen ,değiştirir, inkar edersen zalim oluyorsun , zulmetmiş oluyorsun. Yani bu yüksek değerlere haksızlık etmiş oluyorsun. İşte bu,  ALLAH’a karşı zulüm oluyor.

Diğer bir zulüm ise kişilere karşı olanıdır. Kişilere adîl davranmadığın takdirde kişilere zulmetmiş olursun. Onlara eziyet eder, haksızlık yaparsan bu şekilde zulüm işlemiş olursun.

İşte bu ayetlerde geçen “zalimler”(1)’ derken kibirlenenler zayıflara zulmetmiş oluyorlar. Aynı zamanda da ALLAH’a karşı zalimlikleri de  ayette(2)geçtiği gibi kitapları inkar etmekten geliyor.


  • وَقَالَ الَّذٖينَ كَفَرُوا لَنْ نُؤْمِنَ بِهٰذَا الْقُرْاٰنِ وَلَا بِالَّذٖى بَيْنَ يَدَيْهِ وَلَوْ تَرٰى اِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ الْقَوْلَ يَقُولُ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَا اَنْتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنٖينَ         
  • Ve kâlellezîne keferû len nû’mine bi hâzel kur’âni(2) ve lâ billezî beyne yedeyh(yedeyhi), ve lev terâ iziz zâlimûne(1) mevkûfûne inde rabbihim, yerciu ba’duhum ilâ ba’dınil kavl(kavle), yekûlullezînestud’ifû lillezînestekberû lev lâ entum le kunnâ mûminîn(mûminîne).

Bir diğer zulüm ise kişinin kendine yaptığı zulümdür.Kurân-ı Kerîm’in bir çok yerinde ‘’Kendi nefislerine o zulmedeni gördünmü’’ ibaresiyle defalarca  karşılaşırız.


 

(Saffat-113)

  • وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلٰى اِسْحٰقَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِنَفْسِهٖ مُبٖينٌ
  • Onu da İshak’ı da uğurlu kıldık. Her ikisinin nesillerinden iyilik yapanlar da vardı, kendine apaçık zulmedenler de.

(Rûm-9)

  • (Yine) onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler. Yeryüzünü sürüp işlemişler ve orayı kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi. Allah, onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

(Nahl-118)

  • وَعَلَى الَّذٖينَ هَادُوا حَرَّمْنَا مَا قَصَصْنَا عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلٰكِنْ كَانُوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
  • Daha önce sana anlattıklarımızı yahudi olanlara da haram kılmıştık. Biz (bununla) onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.

(Tevbe-70)

  • اَلَمْ يَاْتِهِمْ نَبَاُ الَّذٖينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَقَوْمِ اِبْرٰهٖيمَ وَاَصْحَابِ مَدْيَنَ وَالْمُؤْتَفِكَاتِ اَتَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلٰكِنْ كَانُوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
  • Onlara kendilerinden öncekilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin; İbrahim’in kavminin; Medyen halkının ve yerle bir olan şehirlerin haberleri ulaşmadı mı? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler getirmişti. (Ama inanmadılar, Allah da onları cezalandırdı.) Demek ki Allah onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.

(Bakâra-57)

  • وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَاَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوٰى كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلٰكِنْ كَانُوا اَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
  • Bulutu üstünüze gölge yaptık. Size, kudret helvası ile bıldırcın indirdik. “Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin” (dedik). Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmediyorlardı.

Yine Hz.Adem’in tövbe duasında geçen ayette de:


(Arâf-23) 

  • قَالَا رَبَّنَا ظَلَمْنَا اَنْفُسَنَا وَاِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرٖي  
  • Kâla rabbenâ zalemnâ enfusenâ ve il lem tağfir lenâ ve terhamnâ lenekûnenne minel hâsirîn.                                                                   
  • Rabbena, dediler, nefsilerimize zulmettik, eğer sen bize mağfiret etmez, merhamet buyurmazsan şüphe yok ki husrâna düşenlerden oluruz .

 

Peki bu nefislere zulmetmek ne demek ?    

Bu durumu ahiret sahnelerini göz önüne getirerek  şöyle açıklayalım:

Nefsinin her dediğini zahiren yapıyorsun, (zulmetmiyorsun yani nefsinin bütün isteklerini bu dünyada  yerine getiriyorsun ama kıyamet sahnesinde birinci sûr’un üflenmesiyle  dünya yok oluş sürecine giriyor, devamında ikinci sûr üfleniyor )ve mahşere diriliyoruz.                                                                                                                                           

Eğer o zaman dünya hayatında nefsinin tüm kötü isteklerine tabî olan kişi için (ALLAH’ın rahmeti de gelmez ise  gideceğin yer ALLAH korusun Cehennem olur.Cehennem nefsin azap yeridir.Cennette aynı şekilde nefsin ikram yeridir.) Kişi cehenneme gittiğinde nefsi azap göreceğinden dolayısyla nefsine zulmetmiş oluyorsun.

Bir başka yorumla:Bizim yapımızda bulununan unsurlardan biri olarak nefsi ele alırsak kişi kendine azapla zulmetmiş olmaktadır.Haşâ ALLAHu Teâla zalim değil, kişi kendi nefsine zulmediyor,nefis de cehennemde yanarak azap görmüş oluyor.

Peki nefsin burada suçu ne.?

Cennet ile ilgili konulardan bahsederken nefsin asıl kaynağına değinmiştik.Nefsin asıl kaynağı cennette muhteşem bir yer.!  Ayet-i Kerîm’e de:

 


(Nisâ-1)

  • يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذٖى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثٖيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللّٰهَ الَّذٖى تَسَاءَلُونَ بِهٖ وَالْاَرْحَامَ اِنَّ اللّٰهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقٖيبًا 
  • eyyuhân nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisââ(nisâen), vettekûllâhellezî tesâelûne bihî vel erhâm(erhâme). İnnallâhe kâne aleykum rakîbâ(rakîben).
  • Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.

 

“Nefsin vahidetîn” yani tek nefis, nefsin kaynağı Cennetin en yukarısında olan muazzam bir şey.! ALLAH u Teâla’nın esmâları kökenli bir şey. Asıl itibariyle olağanüstü.! Fakat nefsin en büyük marazı gördüğü her şeyden haz duyması, fütursuzca ve sınırsızca davranmasıdır.         

                Sonra dünyaya (esfele sâfilîn’e) indiğinde aslını unutup o yüce yüksek makamını kaynağını aldığı değerleri unutup, burda çöpe sapa herşeye meylediyor. Senin meyletmen gereken, nefsinin kaynağı olan Cennette ki en yüksek ikram olan Cemalûllah’tır. Kişi bunu bırakır da çöpteki  değerli gibi gözüken değersiz şeylere meyledersen azabı hak edersin. Sen nefsine zulmedersen nefiste o zulmü hak ediyor. Burada asıl belirleyici olan elmas ile kömürü değiştiren nefistir. Sana dürtülerinle talepte bulunuyor sende meylediyorsun. 

                                                                                                                                                                          

 Bunu daha önce bir benzetmeyle örneklendirmiştik;

Nefsi bir köpek olarak düşünün tasması elinizde gezdiriyorsun, fakat sizi her yöne çekiyor bir oraya bir buraya kaçıyor. İşte burada akli kontrol devreye giriyor. Akıllı insan, köpeğin  sınırları aşan bu  hareketlerini zapteder. Akılsız insan ise köpeğin gittiği  yere gider ve köpeğin esiri olmuş olur. Daha sonra insan köpeği cezalandırmak zorunda kalır böylece kişi kendi köpeğine (nefsine) zulmetmiş olur. Burada ALLAH u Teâla bizleri aklımızla muhatab kılmaktadır. 

               ALLAH bizleri öyle muhteşem bir sistemle donatmış ki aslında bizler üç tane bilinç unsuruyla  bu dünyada yaşıyoruz. Bunlar bilinç, bilinçaltı ve  alt bilinç olarak ortaya çıkar. Bizler olayları bunlara göre algılıyor ve yorumluyor; burdan hareketle manalandırıp, ona göre davranıyoruz. Şu an asıl devrede olan bizim dünya bilincimizdir. Birinci derecede bundan sorumluyuz. Bilinçaltı ve alt bilinç farkında olmadan bizleri etkilemektedir. Zaten tasavvufî eğitimlerin temelinde önce bilinçaltını eğitmek vardır  ki buna nefis terbiyesi deniyor.                                                                

Bunu gerçekleştirdikten sonra alt bilincin o taraflarıyla davranmak vardır. Alt bilinç ise ruhla ilişkidardır. Bizim alt bilinç dediğimiz şey aslında zamanın tam öncesinde Hz. Adem’e ruh üfürüldüğü zamanda ki ruh aleminin bilincidir. Bunun üzerine nefis verilerek cennete indiriliyor ve cennete de  bu nefsin bilinci devreye giriyor. Böylelikle  yukarıdaki ruh bilinci bilinç altı gibi oluyor. Daha sonra da Hz. Adem hata yapıp aşağı(dünyaya) indirildiğinde bu sefer oradaki (cennetteki) bilinç bilinçaltı, ruh bilinci alt bilinç olarak kalıyor sende bu dünyada bilincinle yaşıyorsun. Eğer bir insan olarak sen,  ALLAH’i değerlerle düşünüp idrâk edip uygularsan alt bilincin derinliklerine doğru gidiyorsun ve kademen belirleniyor. Aslında böyle kapsamlı bir sistem var ancak bu olaylar bize çok basit anlatılıyor, algılattırılıyor biz de gördüğümüz gibi anlıyoruz.Halbu ki ALLAH u Teâla’nın sisteminde müthiş açılımlar var.

Ayet-i Kerîm’ e de:


 

(Şems-8) 

  •   فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
  • Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ.      
  • Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona fücurunu (kötülük duygusunu) ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.

ALLAH nefse takvasını öğretiyor.Ruha ise neler öğretildiğini düşünmek gerekir. Geçen hafta da buna değinmiştik. Ruh zaten  müşahede makamındaydı. Yani ALLAH u Teâla’yı o lâtîf alemde  bizzat müşahede ediyordu. Bizler bu ruh bilincini şu an taşımaktayız. Şahit olan ve üfürülen bu ruh bizlerde.. Ruh Yaradan’ı tanıyor; işte eğer biz bu değeri bir anlayabilsek ALLAH’a yakınlaşmış oluruz.

Kaldığımız yerden 32.Ayet’e devam edelim;



                           قَالَ الَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا

 Kâlellezînestekberû lillezînestud’ifû

                      Kibirlenenler zayıf olanlara diyecek ki:


اَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدٰى بَعْدَ اِذْ جَاءَكُمْ           

e nahnu sadednâkum anil hudâ ba’de iz câekum

                 Biz mi sizi çevirdik, hidayet size geldikten sonra.   


  Burada  dikkat çekilecek nokta , kibirlenenler hidayet kavramını kabul ediyorlar. Bizler, küfredenler için söylediğimiz’’ hiçbirşeye inanmıyorlar’’ sözü burada aksi durumda zuhur ediyor. Burada zalimler hidayet geldiğini kabul ediyorlar. Hatta bugün bakmış olduğum bir tefsirde ’’küfredenler biz O kitaba inanmayız(iman etmeyiz) derken , kitabın ALLAH tarafından geldiğini biliyorlar’’diyor. Ancak kibirlerinden ötürü hükümlerini kabul etmiyorlar. Aynı zihniyet bu ayette hidayetin geldiğini görüyor, biliyorlar ve bunun üzerine biz mi sizi çevirdik diyor. Devamında;


    bel kuntum mucrimîn(mucrimîne).

بَلْ كُنْتُمْ مُجْرِمٖينَ 

Hayır, bilakis siz (günahkarlardan)mücrimlerdendiniz


 

Biraz önce bahsettik insanın içinde ruh yok mu.!

Evet alt yapısında ruh olan bir sisteminin bunu bilmemesi mümkün mü ?!  

İşte biliyor fakat küfrediyor,örtüyor gerçekleri görmemezlikten gelmek istiyorlar.

Bunun üzerine zayıf olanlar kibirli olanlara diyecek ki    ;        


 

               وَقَالَ الَّذٖينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذٖينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ

        Ve kâlellezînestud’ifû lillezînestekberû bel mekrul leyli ven nehâri

Zayıf ve güçsüz görülenler, büyüklük taslayanlara, “Hayır, bizi hidayetten saptıran gece ve gündüz kurduğunuz tuzaklardır.


Çünkü siz bize Allah’ı inkâr etmemizi ve O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler. Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar. Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.

Bizi hidayetten çeviren sizin gece-gündüz kurduğunuz tuzaklardır.

                                          

  •  iz te’murûnenâ / اِذْ تَاْمُرُونَنَا
  • Bize emrediyordunuz.

Geçen hafta ,kendilerinde özgüven eksikliği olanlar,kendilerini zayıf duruma getirenler, zayıf duruma getirilmesine müsaade edenler,kibirliler tarafından alt konuma getiriliyorlardı.

Geçende birisi bana şunu söyledi:                                                                                                

Birileri zayıf duruma gelmek istiyorsa,aynı kişiler bu sefer kibirlenmek isteyenleri kibirli hale getiriyorlar.Burada büyük görme eğilimi var.Günümüzde de yok mu:! Sanatçıları,futbolcuları ünlüleri büyük görme eğilimi yok mu?Her alanda bunlara rastlıyoruz.Devamlı olarak birilerini büyükleştirme temayülü var.

Ayette kibirli hale getirilenler de kendilerinden beklenilen davranışta bulunup emrediyorlar. Neyi emrediyorlar.!

                                                                 

  • en nekfure billâhi    / اَنْ نَكْفُرَ بِاللّٰهِ
  • Çünkü siz daima ALLAH’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz derler.

 

Birşeyi daha emrediyorlarmış                                                                                                            

  •   ve nec’ale lehû endâdâ(endâden) /  وَنَجْعَلَ لَهُ اَنْدَادًا                                                        
  •  “O’na eşler koşmamızı emrediyordunuz” derler.

 

Bakınız inkar etmek yetmiyor,üstüne üstlük belirli birşeyleri de İlahlaştırmayı da emrediyorlar.Günümüzde de buna benzer iafadeler yok mu!?

-“Ya dindar olma” diyor ancak bununla bitmiyor , seni alıp oraya buraya götürüyor. Seni ALLAH’a şirk koşan yerlere, ideolojilere sürüklüyor.

İşte Kurân-ı Kerîm bunu (mekr) olarak bildiyor.Bu kibirlenenler gece-gündüz bütün enerjilerini,bütün akıl yollarını ben nasıl yaparım da zayıf olanları ALLAH’a küfrettiririm, akabinde küfürle yetinmez hâşa ALLAH’ın yerine hangi unsurları koyar putlaştırırım düşüncesine girerler.Bunlar şeytandan daha tehlikelidirler. şeytan onlara sadece  ilham eder, fısıldar onlar da şeytana tabî olurlar. şeytanın vesvesesinin gücü tesirli değil ancak sen şeytanın vesvesesine uygun hale gelirsen yani nefsinin taleplerine uyar, aklını da o  kötü yönde kullanırsan vesveseyi  tesirli hale getirmiş olursun.

Ayet’in devamında başlarına neyin geleceğini anlıyorlar :

                                           

  •   وَاَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَاَوُا الْعَذَابَ
  •  ve eserrûn nedâmete lemmâ raevûl azâb(azâbe)                                          
  • Azabı görünce de içten içe pişmanlık duyarlar.

 

Burda azabın işaretleri geliyor.! 

Yine başka bir ayette geçen;


 

 (Tekvîr-12)

  •  وَاِذَا الْجَحٖيمُ سُعِّرَ
  • Ve izel cahîmu su’ıret.
  •  Cehennem alevlendirildiği zaman

    (mülk-7) 

  • إِذَا أُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِيَ تَفُورُ

    İzâ ulkû fîhâ semiû lehâ şehîkan ve hiye tefûr(tefûru).

  • Oraya (cehenneme) atıldıkları zaman onun kaynayan korkunç sesini (gürlemesini) işittiler.

(mülk-8)

  • تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ كُلَّمَا أُلْقِيَ فِيهَا فَوْجٌ سَأَلَهُمْ خَزَنَتُهَا أَلَمْ يَأْتِكُمْ نَذِير
  •   Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzi), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr
  • (Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.( mülk-8)

 

 Ayette bahsi geçen zayıflar ile küfredenler birbirleriyle atıştıklarında bir anda bir uğultu gürültü halinde cehennem gelecektir.Bugün ancak bunu  yanardağ çukurlarıyla anlayabileceğimiz ki bu da tarifsiz kalır.

Hadis-i Şerîfte:  


 

              Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh(ALLAH ondan razı olsun) anlatıyor:

 “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: “Yaktığınız ateş var ya, bu, cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir cüzdür!” buyurmuştu. 

  Yanındakiler:                                                                                                                                         

 “Zaten bu ateş, vallahi (âsileri cezalandırmaya ahirette) yeterliydi” dediler.

Aleyhissalâtu vesselâm:

“Cehennem ateşi öbürüne altmışdokuz kat üstün kılındı. Her bir kat’ın harareti, bunun mislindedir.”

(Kutub-u Sitte-5078)


 


 

 

Bu azabı gördüklerinde içlerinden pişmanlık duyarlar.Burada ilginç dikkat çeken bir kelime var:

“Eserrûn” zıt anlamlı kelimelerdendir.İki anlamda bunu düşünebiliriz. Türkçe’de gizlemek anlamına geldiği gibi ayette  de,  onlar  rezil olmayalım diye pişmanlıklarını   gizlerler  açığa vurmazlar hem de pişmanlıklarını ne kadar gizlerse gizlesinler  ortaya çıkar anlamlarına gelmektedir. Yani hem açığa çıkmasını istemiyorlar ancak o nedâmet(pişmanlık) yüzlerinden okunuyor. İşte bu zıt anlamlı gibi gözüken durum ortaya çıkacaktır. Bu pişmanlığın içerisinde umutsuzlukta var çünkü; onların cennetleri bu dünya idi.Birbirleriyle tartışırken bir baktılar ki çetin bir azap beklemektedir.

Önceki sohbetlerimizde en büyük azaptan bahsetmiştik.                                                                                              

Neydi bu azap? O “ileyhi Turceûn” a gidememek!


(Yâsîn-22)

  •  وَمَا لِىَ لَا اَعْبُدُ الَّذٖى فَطَرَنٖى وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ  
  •  Ve mâ liye lâ a’budullezî fataranî ve ileyhi turceûn(turceûne) 
  •   Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca O’na döndürüleceksiniz.

 

 

O cennet yolcularının -RABB’lerine döndürülecek olanların -içine girememek, geriye dönüş halkasına girememek! Ahirette de insanlar  bu geri dönüş halkasına giremedikleri ve çetin bir azapla karşılaştıklarında,pişman olacaklar.Fakat pişmanlıkla bu durum bitmiyor.

 

Ayet’in devamında:

 

  • وَجَعَلْنَا الْاَغْلَالَ فٖى اَعْنَاقِ الَّذٖينَ كَفَرُوا هَلْ يُجْزَوْنَ اِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
  • ve cealnel aglâle fî a’nâkıllezîne keferû, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
  •  Biz de inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar geçiririz. Onlar ancak yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir. 

Eskiden çarşılarda hileli satış yapanların esnafın boyunlarına halkalar geçirilip çarşıda dolaştırılırlarmış. Belki de en büyük ceza bu. Mesela bugün Gıda Tarım Bakanlığı hileli üretim-satış yapanları teşhir ediyor.

Ayet-i Kerîm’e de:


 

  •     اِنَّا جَعَلْنَا فٖى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالًا فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ  
  •   İnnâ cealnâ fî a’nâkıhim aglâlen fe hiye ilel ezkâni fe hum mukmehûn                                                           
     
  • Onların boyunlarına demir halkalar geçirdik, o halkalar çenelerine dayanmıştır. Bu sebeple kafaları yukarıya kalkık durumdadır.

 

 

Boyun bükmek pişmanlığın ifadesidir. Ancak boyun bükmek zamanında yapılmalıydı. Kendilerine gösterilen  azaptan sonra boyun bükmenin anlamı kalmıyor. Burada boyunlarına  demir halkalar geçirilmiştir ve başları kalkık durumdadır. Demek ki öyle bir zulmediyorlar ki,ALLAH u Teâla zalim değil.Eğer merhamet duygusu geliyorsa buna karşılık ayette sadece yaptıklarının cezasının verildiği uyarısı yer alıyor.ALLAH mislince katbekat ikramlar veriyor  ancak ceza ise  bire bir veriliyor.

Ayette bu boyunlarına geçirilen “aglâlen” kelimesi, “ğıll”-kelimesinin çoğuludur.İki ayette bu kelime geçiyor.


(Hicr-47)

  •   وَنَزَعْنَا مَا فٖى صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ اِخْوَانًا عَلٰى سُرُرٍ مُتَقَابِلٖينَ
  • Ve neza’nâ mâ fî sudûrihim min gıllin ıhvânen alâ sururin mutekâbilîn  
  • Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar.

(A’râf-43)

  •   وَنَزَعْنَا مَا فٖى صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ
  •  Ve neza’nâ mâ fî sudûrihim min gıllin 
  •   Biz onların kalplerinde kin namına ne varsa söküp attık.

 

 

Bu kelime (ğıllin) dünyevi ve uhrevi anlamlar ihtiva etmektedir.Hased,fesad,kin anlamlarına geldiği gibi demir toka, zincir,halka, bağ anlamlarına da gelir.  

 

Ortak nokta olarak da kişinin sadrındaki onu rahatsız eden kin ,haset, nefret gibi ağırlık yapan bağlar  diyebiliriz “gıllin” için.

Bir başka ayette de:


(isrâ-13)

  • وَكُلَّ اِنْسَانٍ اَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فٖى عُنُقِهٖ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ كِتَابًا يَلْقٰيهُ مَنْشُورًا  
  • Ve kulle insânin elzemnâhu tâirehu fî unukıh(unukıhî), ve nuhricu lehu yevmel kıyâmeti kitâben yelkâhu menşûrâ(menşûren).
  • Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için Kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki neşrolunarak onu şöyle karşılar.

 

Burada kuştan maksat insanın yaptıkları amelidir.

 

 ALLAH bizleri nefsinin esiri olmaktan,kibirli olmaktan sakındırsın,imana erişmiş olanlardan eylesin..                           

                                                                              AMîN…

 Sadakallahül’l-Azim

 

 

SEBE (19.sohbet) 31.AYET#


SES KAYDINI MP3 OLARAK DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN LİNKE TIKLAYINIZ: https://yadi.sk/d/Ek-SKUplfbvhc


SEBE 31.AYET:

وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَن نُّؤْمِنَ بِهَذَا الْقُرْآنِ وَلَا بِالَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِندَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ الْقَوْلَ يَقُولُ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَا أَنتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنِينَ

Ve kâlellezîne keferû len nû’mine bi hâzel kur’âni ve lâ billezî beyne yedeyh(yedeyhi), ve lev terâ iziz zâlimûne mevkûfûne inde rabbihim, yerciu ba’duhum ilâ ba’dınil kavl(kavle), yekûlullezînestud’ifû lillezînestekberû lev lâ entum le kunnâ mûminîn(mûminîne).

1. ve kâle : ve dedi
2. ellezîne : onlar
3. keferû : inkâr ettiler
4. len nû’mine : asla inanmayız
5. bi hâzâ : buna
6. el kur’âni : Kur’ân
7. ve lâ : ve olmaz
8. bi ellezî : ona
9. beyne yedeyhi : elleri arasında, önlerinde
10. ve lev : ve şâyet, eğer
11. terâ : görürsün
12. iz : olduğu zaman
13. ez zâlimûne : zalimler, zulmedenler
14. mevkûfûne : tevkif edilenler, tutuklananlar
15. inde : yanında, huzurunda
16. rabbi-him : onların Rabbi (Rab’leri)
17. yerciu : dönerler
18. ba’du-hum : onların bir kısmı
19. ilâ ba’dın : bir kısmına, diğerlerine
20. el kavle : söz, lâf
21. yekûlu : der
22. ellezîne : onlar
23. istud’ifû : zaafa uğratılanlar, hakir görülenler
24. li ellezîne : onlara
25. istekberû : büyüklük tasladılar, kibirlendiler
26. lev lâ entum : eğer sizler olmasaydınız
27. le kun-nâ : biz mutlaka olurduk
28. mû’minîne : mü’minler
Ve kâfirler: “Bu Kur’ân’a ve elleri arasındakine asla inanmayız.” dediler. Rab’lerinin huzurunda zalimleri tevkif edildikleri (tutuklandıkları) zaman görsen. Birbirlerine lâf atarlar. Zaafa uğratılanlar , kibirlenenlere: “Eğer siz olmasaydınız, biz muhakkak mü’minler olurduk.” derler.

Geçtiğimiz hafta 31. Ayet’e  değinmiştik;

 

  • Ve kâlellezîne keferû  / وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا :

Küfredenler, İnkar edenler (örtenler, setr çekenler) dedilerki :

  • len nû’mine   /   لَن نُّؤْمِنَ  :      

Biz kesinlikle inanmayacağız

 

Bu söz Arapçada gelecek zaman anlamında kullanılan bir kalıp olmakla birlikte , kesinlik ifade eden düşünceyi kuvvetlendirme, pekiştirme maksadı taşımaktadır.

                                                                            Neye inanmayacağız ?

  • bi hâzel kur’âni  / بِهَذَا الْقُرْآنِ  : İşte bu Kurân’a !

 

hâzâbu demek şu veya o değil. Bizzat yakınlarında olan  Peygamber Efendimiz (S.A.V) gösterdiği tebliğ ettiği Kur’ân’a inanmayacağız iman etmeyeceğiz derler.

                                                  Küfür içinde olanlar bu sözlerine devam ediyorlar…

  • ve lâ billezî beyne yedeyh (yedeyhi)  / وَلَا بِالَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ :ne de öncekilere(inanmayacağız)

beyne yedeyhi ellerinin arasındaki demektir.Tefsirlerin çoğunda bunun (Kurân) önünde gelenler  (Kur’ân dan önce gelenler )kastedilmektedir.

 

Buna benzer bir örnek Ayet-el Kürsi de de geçmektedir:


(Bakara-255)                                                                                                                                                                           … mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum’  /   مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ …                                                                             “onların önlerindeki ve onların arkalarında olan şeyler’’ 


Burada farklı olarak “el “ifadesi yapmayı temsil etmektedir.Ellerinin önündeki ile yapacakları da kastedilir.Bu ayetlerde küfür içinde olanlar,

“biz ne önceden gelen indirilen kitaplara, ne de bu Kur’âna ve ilerisine de asla inanmayacağız iman etmeyeceğiz” demektedirler.

  Burada inanmayacağız diyenler ehl-i kitaptan (hristiyan,yahudi) değiller, eğer kendilerine kitap verilmiş olanlardan olsalardı , bu ayetlerde geçtiği üzere önceki gelen kitapları inkar etmezlerdi.  

                                                                                                                                                                                               Peygamber Efendimiz zamanında sadece ehl-i kitap yaşamamıştır. Aynı zamanda müşrikler putperestler de vardı. İşte burada ki küfür ehlinden ,müşriklerden bahsedilir.

Burada ayette geçen gelecekle ilgili ‘ len’   لَن   ifadesiyle ;                                                                                           Kur’ân- KerÎm bir olayı anlatırken tüm zamanları içerdiği ve kapsadığı göz önüne alınırsa , kıyamete kadar gelecek insanlar içerisinde de bu zihniyette olup iman etmeyecek olanların varlığına  ve felsefelerine de işaret edilmektedir.

    Ayrıca ayette geçen’’önceki veya sonraki kitaplara iman etmeyiz’’ diyen müşriklerin bu sözünün kaynağı, Peygamber Efendimizin Risâletiyle ,tebliğin başlamasına dayanmaktadır.

Tebliğin başlamasına binaen müşrikler Ehl-i kitaba giderek Risaleti sorarlar. Eh-i Kitap müşriklere bu risaletin kendi kitaplarında da iman edilen bir gerçek olduğunu söylerler.

                                                                                                                                                                                                 Dolayısıyla müşriklerin inkarı önceki kitapları da kapsamaktadır. Burada ehl-i kitap içerisinde, elbette kendi kitaplarında iman edilen Peygamber Efendimiz’in risaletini inkar edenler yok sayanlar iman etmeyenler vardı.İşte bunlar da o zaman müşriklerden sayılırdı.

Ayet-i Kerîm ‘ e de şöyle geçmektedir.


BAKARA-146

  • الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءهُمْ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ 
  • Ellezîne âteynâhumul kitâbe ya’rifûnehu kemâ ya’rifûne ebnâehum ve inne ferîkan minhum le yektumûnel hakka ve hum ya’lemûn(ya’lemûne).
  • Kendilerine kitap verdiklerimiz, O’na (Hz. Muhammed (S.A.V)’e) kendi oğullarına arif oldukları (tanıdıkları) gibi ariftirler (tanıyıp bilirler). Ve muhakkak ki onlardan bir fırka, hakkı gerçekten bile bile gizliyor.

Ayette olduğu gibi  onlar Peygamberi iyi tanırlar ancak iman etmezler.Onların imanına engel olan şey ise kibirleridir.                                                                                                                                                                               

Kibirlerinin esbabı ise özellikle Yahudilerin  Hz.İbrahim’den sonra  gelen  Hz. İsmail ve Hz İshâk kolundan , sadece Hz. İshâk kolunu nübüvvete layık olarak görmeleridir.Bütün peygamberlerin  Hz.İshâk kolundan geldiğine inanırlar.   

                                                                                                                                                                                                Sizler de biliyorsunuz ki İsrâiloğlu  demek Yakuboğlu demektir.  Hz. Yakub’un bir ismi de İsrail’dir. Hz. Yakub da Hz. İshâk’ın oğlu ve Hz İbrahim’in torunudur. Hz. Yakub’un oğlu Hz.  Yusuf’un silsilesiyle ordan Hz. İsâ ‘ya  kadar bir kol gelmektedir ;yalnız bu kol Hz. İsmail tarafından gelmemekte, o zaman zarfında bir boşluk bulunmaktadır.

 Oysa kendi kitaplarında ya da kendi alimlerinin haberlerinde,  ahir zaman Peygamberinin  geleceğine inanıyorlar. Hatta alametlerini o sıralarda beklemişler ve müşriklerle kendi aralarında yakın zamanda bir  Peygamber geleceğine dair iddialaşmışlardır. 

Ancak bakıyorlar ki gelen Peygamber kendi kavimlerinden değildir ; o zaman inkar ediyorlar. İşte  bunun  günüzmüdeki ismi kavmiyetçilik ,ırkçılıktır. Asli vatan sevgisi elbette imandandır. Fakat kişi kendini bir kavime,ırka yada fırkaya  bağlı olarak bununla övünemez.   

                                                                                                                                                                                                                     Tek bir üst kimlik vardır: O da İslamdır..!   

                                                                                                                                                                                                  Nasıl ki, Salman-ı Fârîsî İran lı, Bilal-i Habeşi  Habeşistan’lı… vb.Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Demek istiyorum ki  İslam kimliğinde hiçbir övgüye aidiyete yer yoktur.Bunun dışında yer alan herşey tehlikelidir ve İngiliz oyunudur :      

 1.Dünya savaşı sırasında İngilizler tüm dünyayı yönetmek amacıyla bu fitneyi ateşlemişler özellikle de İslam alemine bunu empoze etmişlerdir. Bugün bile çoğumuzun belki izlediği bir dizide Alparslan’ın torunları ile  Selahattin Eyyubî’nin torunlarını birbirlerine kırdırmışlardır.

İşte buradan hareketle İsrailoğullarına değinirsek onların  en büyük hataları kavmiyetçilik olmuştur. Bu yüzden ayette belirtildiği gibi (Bakara-146) ALLAH’ın Resulunu kavmiyetçilik benliğiyle inkar etmişlerdir.

Bu noktadan yola çıkarsak müşrikler  Peygamber Efendimiz’in risaletinden dolayı ,hem Yahudilere hem Hristiyanlara giderek  bu durumu sorduklarında onların kitaplarında da bu haberin yer aldığı gerçeğiyle karşılaşınca inkarları kat ve kat artmıştır. (Peygamber Efendimiz İncil de ‘’Ahmed’’ ismiyle müjdelenmiştir. )(Saff-6)

Şimdiye kadar anlatılanlar bu durumun sebeb-i nûzûlu’nu  teşkil etmekte yani olaysal boyutunu ihtiva etmektedir.Sohbetin devamında bu durumun felsefik düşünsel boyutunu ele alacağız.

Bir ara sizlere deisizm’den bahsetmiştim.Bu öğretiyi benimseyenlere deist deniyor demiştim.Deistlik sanıldığının aksine ateistlik değildir.                                                                                                                                                                                              Bir  Yaratıcı inancı var ancak

‘’O’ulvidir yüksektedir,yücedir biz Onu yere indiremeyiz. O  yeryüzü işlerine karışmaz.O halde yeryüzünde kanunları biz yapmalıyız. Onun kanunları yeryüzünde geçerli değildir”

inacını benimsemişler ve bunu üstün yüce bir duygu gibi tanıtmışlar açık bir sapkınlık içinde küfüre düşmüşlerdir.

                                                                                                                                                                                                                    (Deisizm , mantık ve doğal dünyaya dair gözlemlerin kaynak oluşturduğu,dini bilgiye sadece akıl yoluyla ulaşılabileceğini öngören, buna istinaden vahiy ve esin kaynağı olan tüm dinleri reddeden inanç biçimidir.)

                                                                                         

İşte bunların, önceki gelmiş kitapları ve Kurânı inkar etmelerinin sebebi Kur’ânı Kerîmin dünyevi ve uhrevi hayatın  tüm alanlarına dair düzen, hüküm ve kurallar getirmiş olması(evlenme,borç,miras vb.) bu  müşriklerin kendi oluşturduğu gerçeklerine  uymamaktadır .Bunlar apaçık ‘’Amentü  bî Kütîbihi’’ ilkesini reddediyorlar.

Amentü: İnanmak,kabul etmek                                                                                                                                     Bi Kütîbihi: Kitaplarına

Dolayısıyla birşeyin var yada yok olduğunu  kabaca kabullenmek iman değildir.Bunun gereklerini yerine getirmek de imandır.Evet Kur’ânın  ALLAH’ın kitabı olduğunu kabul ediyorlar  fakat  içerdiği hükümleri ‘’bugün geçerliliği yoktur,şöyle böyle olmalı,zamana uyarlanması gerekir’’  gibi düşüncelere sahip olmak Amentü  bî Kütîbihi ilkesini aykırıdır,inkardır ve apaçık bir küfüre giden bir yoldur.

Günümüzde de Kurân’a dair hükümleri küçümsemek kısıtlamak gibi düşüncelere  kapılanlar   bu küfür  zümresine dahil olmaktadır. Burada herkes için söylenecek şey   Kur’ân Kerim de bir şey okuduğumuz da kınamak ayıplamak yerine kendimize ne hisse çıkartabildiğimizdir.

Bu ayetler imanın esaslarına dair bize bir işarettir:


(Ankebut-2)

  • أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
  •  E hasiben nâsu en yutrekû en yekûlû âmennâ ve hum lâ yuftenûn(yuftenûne).   (Ankebut-2)
  • İnsanlar, “amenna (îmân ettik)” demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı sandılar?

(Bakara-214)

  • أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
  • Em hasibtum en tedhulûl cennete ve lemmâ ye’tikum meselullezîne halev min kablikum messethumul be’sâu ved darrâu ve zulzilû hattâ yekûler resûlu vellezîne âmenû meahu metâ nasrullâh(nasrullâhi), e lâ inne nasrallâhi karîb(karîbun). 
  • Yoksa siz, kendinizden önce yaşayanların başına gelenlerin, sizin de başınıza gelmedikçe, cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Onlara (öyle) şiddetli belâ ve sıkıntılar (felâketler) dokundu ki, resûl ve onun yanındaki âmenû olanlar: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar sarsıldılar. Allah’ın yardımı gerçekten yakın değil mi?

(Nisa -136)

  • يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِيَ أَنزَلَ مِن قَبْلُ وَمَن يَكْفُرْ بِاللّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
  • Yâ eyyuhâllezîne âmenû, âminû billâhi ve resûlihî vel kitâbillezî nezzele alâ resûlihî vel kitâbillezî enzele min kabl(kablu). Ve men yekfur billâhi ve melâiketihî ve kutubihî ve rusulihî vel yevmil âhıri fe kad dalle dalâlen baîdâ(baîden). 
  • Ey iman edenler!iman ediniz: Allah’a, Peygamberi’ne, ona indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam anlamıyla sapıtmıştır.

                                                                      Nasıl tekrar iman edeceğiz.?

Burada anlatılmak istenen imanın idrakının, derecesinin artması,hergün daha güçlü  kabullenişle   daha da bir sıddıkiyetle, ihlasla sarılmaktır.

Sohbet katılımcısı :Sekülerizm denilen kavram deisizm’le aynı mıdır.? ALLAH’ın varlığına inanıyorlar mı.?

Kur’ân’a göre ALLAH’ın varlığına inanmayan neredeyse yok.! Bugün sekülerizm denilen , akılcılık, mantıkçılık,materyalizm denilen felsefeler  genel bir deyişle dehrilik anlayışındalar.Dehr zaman demek ve bu bizim bildiğimiz anlamda zaman değil çok farklı manalar içermektedir.

Bir Ayet-i Kerîm’e de:


( Casiye-24)

  • وَقَالُوا مَا هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ وَمَا لَهُم بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ
  • Ve kâlû mâ hiye illâ hayâtuned dunyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ yuhlikunâ illed dehr(dehru), ve mâ lehum bi zâlike min ilm(ilmin), in hum illâ yezunnûn(yezunnûne)   
  • Ve: “O (hayat), dünya hayatımızdan başka birşey değildir, ölürüz ve diriliriz. Ve bizi dehrden (zamandan) başka birşey helâk edemez.” dediler. Ve onların bu konuda ilimden (nasipleri) yoktur. Onlar sadece zanda bulunurlar.

Burda da dolayısıyla biz doğa tabiat kanunların sonucunda biz ölürüz.Burada ki tehlikeli anlayış ALLAH’ı devreden çıkarmaktır.Günümüzde de insanların bir kısmı bu tür tabirler( doğa kanunları) kullanmaktadır.

ALLAH’ın kanunları” demekten imtina ediliyor. İslam literatüründe dehrilik denilen akımın bir kısmı. Sekülerizm de bu düşüncenin  felsefik ismidir.Burda yer alan aynı mantık, günümüzde bizlerde de mevcut..

Nedense bizler islamiyeti  Batı’ya anlatırken onların kabullenebileceği bir  şekilde,onlara hoş gözükecek ,şirin gösterme gayreti içine girip anlatıyoruz. 

Ancak Peygamber Efendimiz’in metodunda böyle bir şey yoktu.!

Anlatıyor, ya ikna olursunuz ya kılıçla ya da fidye verirsiniz. Fidye vermek boyun bükmektir.

 

Maalesef dış referanslı olanlar,Batı’ya şirin gözükme derdinde olanlar, islamiyeti seküler mantık içerisinde ,materyalist mantık gayreti  içerisinde anlatmaya çalışıyorlar.             

Bu durum mûcizeyi  reddetmeye ,miracı reddetmeye,olağanüstü   gaybî birtakım olayları reddetmeye kadar giden  bir zorlamaya gidiyor.

 Eğer ahlaki tarafları güzelse elbette bunlardan yararlanmak gerekir.İlmi tarafları varsa alacaksın.yalnız kendi dininin esaslarını onların kabul edebileceği biçimlere sokamazsın .Dinin sahibi ALLAH’tır.Sen tebliğini yap kabul eder ya da etmez önemli olan sözü hikmetle söylemedir.     


                                                

 devam edelim…

  • ve lev tera/  وَلَوْ تَرَى . : Ah bir görsen / keşke görsen.

Burada sonuç açıklanmıyor, yani gördüğünde halin nice olacak… izahat içermiyor.Fakat ayetin devamında sahne anlatılıyor.

  • iz/  إِذِ   : şöyle iken
  • zâlimûne/ الظَّالِمُونَ : zalimler
  • mevkûfûne   / مَوْقُوفُونَ : tevkif edildiklerinde(tutuklandıklarında)
  • inde rabbihim / عِند   رَبِّهِمْ : Rabb’lerinin yanında

Müşrikler ALLAH’a inanıyor ama ALLAH’ın sistemini kabul etmiyorlar.Ancak ahirette Rabb’lerinin yanında(huzurunda) tutulacaklar tevkif edilecekler. Rabb’leri denmesinin sebebi bu.

  • yerciu ba’duhum ilâ ba’dınil / يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ :Bazıları, bazılarına yani birbirlerine dönüyorlar
  • el-Kavle/ الْقَوْلَ : Birbirlerine kavilleşmek, söz söylemek(söz atmak) için dönerler.

 

Bütün bu anlatılanlarda Rabb’im ahiret sahnelerini bizlerin gözlerinin önüne getirerek neler olacağını hatırlatıyor ; dikkat edin diyor.

 Yine bir ayet-i Kerîm’e de :


(Bakara-4)

  •  والَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَبِالآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
  •  Vellezîne yu’minûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablik(kablike) ve bil âhireti hum yûkınûn(yûkınûne).
  • Ve onlar o kimselerdir ki sana indirilmiş ve senden evvel indirilmiş kitaplara da imân ederler ve onlar ahirete de yakînen kani olurlar.

İşte bir şekilde  bu “Yakînen inanın” emri verildikten sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in içerisinde  Rabb’imin indinde olmuş olan bu sahneler  bizim gözümüzün önüne getirilerek bizim yakinen inancımızı da artırmaktadır.

 

  • yekûlullezînestud’ifû  /  يَقُولُ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا

Diyecek ki o kimseler ki ( Zayıf olanlar, zayıf hale getirilenler)

  • Lillezînestekberû / لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا

Kibirlenenlere diyecekler ki :(Burada iki grup insan var : biri zayıf olanlar; biri kibirlenenler)

  • lev lâ entum le kunnâ mûminîn / لَوْلَا أَنتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنِينَ

Keşke siz olmasaydınız ; biz müminlerden olurduk.

 

Zahiren düşünmek gerekirse ,o zaman daki bu zayıf olanlar , köleler yada alt sınıfa ait insanlardan olabilir.İşte bunlar diğer kibirlenenlere dönerek “siz olmasaydınız biz iman etmiş olurduk “diyecekler.

Bizlere haber verilen bu ahiret sahnesinde iki grubun atışması var. 

Bu gruplardan biri ellezine estekberu/لِلَّذِينَ  اسْتَكْبَرُوا

Kibirlenenler,büyüklenenler  etimoloji(kelime bilimi) itibariyle bu kelime k-b-r kökünden türemiştir. istifâl bâbından gelmektedir.Başta ki ‘i,s,t’ harfleri Arapçada kelimeye ön ek olarak geldiği zaman iki anlamı vardır.

Birincisi birşeyi yapmak isteme anlamındadır.Diğeri o hale getirme manasındadır.

Yani kibirlenmek isteyen anlamındadır.Yani nefis ve şeytanın vesveseleri, ona kendini olduğundan büyük ve değerli göstermeyi telkin ediyor.

Kişi de nefsinin zaaflarıyla kendini o konumda görüyor/görmek istiyor ; ALLAH’ın da imtihan için kişiye vermiş olduğu mal ve evlatlar da kişinin kibrinin artmasına sebep olabiliyor.

 

Ayette anlatıldığı üzere bu kibirlenen gruba başka bir grup laf atıyor.Bu grup ayette işaret edilen:

  • (ellezine istud’ifû)/لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا : zayıf olanlardır.      

                                                                                                                                                                                                Bu kelimenin kökeninde de” zaif “anlamı var.Bu kelime de yine arapça istifâl bâbından gelmektedir. Zayıf olanlar kastedilirken zayıflık gösterenler,zayıf olmak isteyenler veyahut ta zaafiyet içerisinde bulunma durumunda olmak isteyenler anlamı vermek yerinde olur.                                  

Zaif konumunda olmak bu gruba ait kişilerin bir marazıdır.Yine burda ki istud’ifû kelimesinin başında ‘i,s,t’ harfleri ; eylemi , durumu yapmayı isteme ya da  o hale getirmek anlamına geliyor.

İlk manasıyla zayıf olmak isteyenler , bir diğer anlamıyla ise zayıf hale getirilenler manasına ulaşabiliriz.

Manaya bakacak olursak burada bir grup kibirlenmek istiyor ; diğer grup ise zayıf olmak istiyor.

İşte aşağılık kompleksi denilen ,güçsüzlük ,cesaretsizlik denilen  hastalığın Kur’ân’ daki ifadesi budur.Kur’ân daki bu ayetlerdeki kelimelerin içinde geçen incelikler bize herşeyi özetliyor.

 

Yine hatırlayın Fatihâ süresini izah etmeye çalışırken şuna değinmiştik:   

  • İhdinâ’s- sırâte’l-mustakîm /اهدِنَا الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ: Bizi sırati müstakime hidayet et.

 Buradaki “müstakim” ifadesinin kökünde de yine ‘i,s,t’ harfleri yani istif’âl kalıbı var.Fiilin asıl kökü “kâme” yani ayakta durmak, dik durmak ,doğrulmak anlamlarına dolayısıyla

dik tutmak isteyen’’ anlamındadır.

Sırâtel mustakîm’, “müslümanın dik olarak ayakta durduğu, başının dik hale getirildiği yol “özelliği taşımaktadır.İşte ALLAH u Teâla , Müslümanın böyle, özgüvenli ve vakarlı olmasını istiyor. ALLAH’ın Müslümana yüklediği izzet kişiye ka’me (ayakta dik durma) hissi vermekle Müslümanı kimlikli ve kişilikli biri yapıyor.

İşte ayette bahsi geçen bu kişilerin zaaflarının sonucu ve diğer kibirlenenlerin dünyevi avantajları neticesinde bu durum  ortaya çıkıyor. Ama Bilal-i Habeşî sapkınlığa uymayarak  Peygamber efendimiz (S.A.V)’in  daha hayata iken, ‘Cennette ki takunya seslerini duyduğu’ bir sahabe oldu.

Burada ifade edilen “zayıf olmak isteyenlerden “olmadığı için oldu. ALLAH da onu azîz kıldı.

 

      Haniflik konusunda da buna değinmiştik; Öyle bir ALLAH’a iman edeceksin, dayanacaksın , güveneceksin ki, ALLAH’tan başka hiçbirşey seni korkutmayacak. Rızkın ALLAH’tan geldiğini bilirsen, sana malıyla mülküyle kibirli olanlara meyletmezsin.Kedi neden kıymetli çünkü rızkın ALLAH’TAN geldiğini bilir.Bilmeyenler kedi için nankör derler.

Ancak tasavvuf alimleri  kedinin nankör olmadığını , rızkın ALLAH’tan geldiğini bildiğini söylemişlerdir.

İşte haniflikte de bu var:

Sırtını ALLAH’a dayadığın zaman , diğer unsurlara, kişilere ALLAH’tan  fazla  önem vermezsin.Verdiğin takdirde tehlike başlar.


 


 

Ayet-i Kerîm’e de kaldığımız noktaya dönersek; Bu zayıf olanlar kibirli olanlara ne diyorlardı: ‘’Eğer siz olmasanız biz kesinlikle müminlerden oluruz’’. Aslında müminlerden olacaklarmış o potansiyel var ama mümin olmamalarının sebebini  küfür ehlinin varlığına  bağlıyorlar.

Hani bir Ayet-i Kerîm’e de geçen:


Fusssilet-53

  • سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
  • Se nurîhim âyâtinâ fîl âfâkı ve fî enfusihim hattâ yetebeyyene lehum ennehul hakk(hakku), e ve lem yekfi bi rabbike ennehu alâ kulli şey’in şehîd(şehîdun)
  • Âyetlerimizi afakta ve enfüste  onlara göstereceğiz. O’nun hak olduğu onlara tebeyyün etsin (açıkça belli olsun) diye.Rabbinin herşeye şahit olması kâfi değil mi?

 

İşte  sohbetimizİn konusu bu ayetler,  genişce âfâkî mahiyetteydi (açıkça gözüken). Enfüsi dediğimde biraz daha inceliklere, derinlere inen  ve kişisel olarak değerlendirdiklerimizdir. Şimdi biz bu ayeti kişisel olarak ele aldığımızda; bizim içimizde de kibirlenmek isteyen bir yapımızın ve zaif olan bir  yanımızın olabileceği gerçeği ortaya çıkar. 

Anlatılan bu ayetlerde ki ahiret perdeleri kalktığında imtihan sırrı ortadan kalktığında , herşey alenî olarak  ortaya çıktığında, dünyada işleyen mekanizmanın ne olduğunu insanlar anlayacak.!

Nefisler anlaşılacak.! Bilinçaltı anlaşılacak.!

 Bilişsel farklılıklarla algılama düzeyi herşey ortaya çıktığında insanlar diyecek ki: Eğer siz olmasaydınız, (yani nefislerin kibirlenmeye müsait yapıları ), benim o iman eden kısmım ortaya çıkardı.

Bir insanın tamamen mümin olmasını engelleyen sistem işte o kibirlenme eğilimi olan, yine insanın kendi içinde olan sistemdir yani nefsidir. Orada insan emmare mertebesinde nefsine dönüp diyecek ki : “eğer sen olmasaydın ben müminlerden olurdum”.Benim mümin olmamı engelleyen şey meğerse ,sen(nefs)mişsin.

 Bir Hadis-i Şerîf’te:

Ölmeden evvel ölünüz.  (S.A.V)  buyurulmaktadır.

Bir gün öldüğünde sen zaten bu gerçekleri anlayacaksın.Sen ölmeden evvel içindeki kibirlenmeye müsait nefsani mekanizmanı  ehlileştir, terbiye et ki iman derecen artsın. Bir gün zaten onu (nefsini) suçlayacaksın.

Ayette söylenen “ve lev terâ ” /وَلَوْ تَرَى : ( keşke görsen)  ifadesi ile bu durum vurgulanıyor. Ölüm bir müminin sürekli düşünmek zorunda olduğu bir hal! Ölüm de bu işleyen hayatın sürecinin sonrası demektir. Bu sürecin işlenmesinde kişi yakinen iman etmelidir.


Ankebut-64 :

  • وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
  • Ve mâ hâzihil hayâtud dunyâ illâ lehvun ve laib(laibun), ve inned dârel    âhırete le hiyel hayevân(hayevânu), lev kânû ya’lemûn(ya’lemûne).
  • Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.

 

ALLAH u Teâla bize bu ahiret sahnelerini hatırlatarak onların  durumunu haber  vermekte, bize onlar gibi olmayın demekte, bu afâkî manası idi. Bir de enfüsi manasıyla , sizlerin de içlerinde  kibirlenmek isteyen sizi zayıf duruma getirmek isteyen  bir yapınız var. Dikkat et dizginler nefsinin elinde olmasın sonrasında birbirinizleri suçlayacak durumda olursun sahnesine  ikaz yer almaktadır.

 

Deniyor ki: Nefs olmasaydı insanlar RABB’lerine yapışırlardı.

Çünkü hidayet unsurları insaoğlunda fazlasıyla var.Öncelikle ALLAH’ın  emrinden olan Ruh’u taşıyoruz.


(İsrâ -85)

  • وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُم مِّن الْعِلْمِ إِلاَّ قَلِيلاً
  • Ve yes’elûneke anir rûh(rûhı), kulir rûhu min emri rabbî ve mâ ûtîtum minel ilmi illâ kalîlâ(kalîlen).
  • Sana ruhtan sual ederler. De ki: «Ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden ancak az birşey verilmiştir.     

                              Bizde  zaten melekut aleminden ;o yüce lâtîf alemden gelen ruh var.ALLAH u Teâla’ya şahit olan bir unsur bizde var.

Kelime-i Şehadet getirirken de  (eşhedü) şahit olan ,bizde var olan bu ruh’tur. İşte bizler bu ruh bilincini kuvvetlendirdiğimizde şahit olmuş oluyoruz.İşte o alemde ki şahit konumunda olan bu ruh’tu.Hem bu şahit olan ruh’la ve ALLAH’ın içimize koyduğu diğer hidayet mekanizmaları ile birlikte (kitap,peygamber,din) neticesinde  herkes zaten mümindir.

Katılımcı( Konferans yöntemiyle) —Ruh nedir, nefs nedir:?

Nefs ile ruh birbirinden tamamen farklı kavramlardır.Maalesef çoğu bu konudan uzak kişiler bu ikisini birbirleriyle karıştırmaktadır. Hatta son surelerin birisinde “nefisler birleştirildiğinde/çiftleştirildiğinde/eşleştirildiğinde” diyor :


(Tekvîr-7)

  • وَإِذَا النُّفُوسُ زُوِّجَت
  • Ve izen nufûsu zuvvicet.
  • Nefisler eşleştirildiğinde (iyiler iyilerle, kötüler kötülerle bir araya toplandığında)

Ancak bu ayet bazı meallerinde “ruhlar  çiftleştirildiğinde” gibi teknik bir hata yapılmıştır.Çünkü ruh ALLAH’ın emrinden, bu dünyada gurbette gibi yaşayan ALLAH’a şahit olmuş bir değer. Nefsler  ise zevceyn’dir Yani dişiliği erkekliği olandır.Bir şey de nefs varsa bilin ki cinsiyet de vardır. Bakınız meleklerde cinsiyet var mı:? Yok..Çünkü onlar ruhanî varlıklardır. Cebrail (a.s) sıfatı Ruh-ûl Emîn ya da Ruh-ûl Kudûs’tür. Ruh onun sıfatı olmuş, dişi ya da erkekliğinden söz edilemez.

Hatta bu konuda ikaz vardır :


(Zuhrûf-19)

  • وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَةَ الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَنِ إِنَاثًا أَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسْأَلُونَ
  • Ve cealûl melâiketellezîne hum ibâdur rahmâni inâsâ(inâsen), e şehidû halkahum, setuktebu şehâdetuhum ve yus’elûn(yus’elûne).
  • Ve o Rahmân’ın kulları olan melekleri dişiler kıldılar. Onların yaradılışlarında hazır mı bulundular? Elbette onların şehâdetleri yazılacak ve sual olunacaklardır.

İşte bunlar Kur’ân’la içiçe olmayanların bu manevi mekanizmalardan uzak olanların  yorumlarıdır.

 

Tekrar konumuza dönersek;

Eğer sen “Ölmeden evvel ölünüz’’ Hadis-i Şerif’ini tatbik edersen, bu gerçekliklerin farkına varıp yaşarsan ; yani  içindeki kibirlenen büyüklenen sistemin olduğunu bilirsen; nefsinin her dediğini yapmazsın,ona muhalefet olursun,onu tezkiye ve terbiye edersin. Böylece hem ahiretin için faydalı olur , hem de bu dünyada iman etmene vesile olur.


 

İşte ALLAH u Teâla  31 .Ayette bu gerçekliği bize

hem afâkî olarak hem enfüsi olarak anlatıyor.


 

 

ALLAH-U TEALA BİZLERİ

ölmeden evvel ölenlerden ;

nefsimizin farkına varıp,

kibirlenmek isteyen mekanizmalara karşı dirayetli;

“Sırâtel Mustakîm” in bizi yapmak istediği gibi 

dik duran vakarlı müslümanlardan ETSİN.

AMİN…

 Sadakallahül’l-Azim