YASİN (2.Sohbet) 8-11.ayetler

SOHBETİ DİNLE



SOHBETİ DİNLEMEK VE İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK

https://yadi.sk/d/TyXIpW6eruaAX


YASİN 8

إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلاَلاً فَهِيَ إِلَى الأَذْقَانِ فَهُم مُّقْمَحُونَ

İnnâ cealnâ fî a’nâkıhim aglâlen fe hiye ilâl ezkâni fe hum mukmehûn(mukmehûne).

1. innâ : muhakkak ki biz
2. cealnâ : kıldık, yaptık
3. fî a’nâkı-him : onların boyunlarında
4. aglâlen : halkalar, zincirler
5. fe hiye : böylece o
6. ilel ezkâni  : çenelere kadar
7. fe hum : böylece onlar
8. mukmehûne : başları yukarı kalkık olanlar, başları yukarı kaldırılmış kimseler

“Muhakkak ki Biz, onların boyunlarına, çenelerine kadar halkalar (zincirler) kıldık (geçirdik). Bu sebeple onlar, başları yukarı kaldırılmış olanlardır.”


YASİN 9:

وَجَعَلْنَا مِن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ

Ve cealnâ min beyni eydîhim sedden ve min halfihim sedden fe agşeynâhum fe hum lâ yubsırûn(yubsırûne).

1. ve cealnâ : kıldık, yaptık
2. min beyni eydî-him : onların elleri arasından, önlerinden
3. sedden : bir sed
4. ve min halfi-him : ve onların arkalarından
5. sedden : bir sed
6. fe agşeynâ-hum : böylece, artık onları perdeledik, örttük, kuşattık
7. fe hum lâ yubsırûne : böylece, artık onlar görmezler

” Ve onların önlerine ve arkalarına set kılarak (çekerek) böylece onları perdeledik. Artık onlar görmezler.”


YASİN 10:

وَسَوَاء عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ

Ve sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn(yu’minûne).

1. ve sevâun : ve musavidir, eşittir, birdir
2. aleyhim : onlara
3. e : mi
4. enzerte-hum : onları uyardın
5. em : veya, mı
6. lem tunzir-hum : onları uyarmadın
7. lâ yu’minûne : onlar iman etmezler

” Ve onları uyarsan da uyarmasan da onlar için eşittir. Onlar iman etmezler .”


YASİN 11:

إِنَّمَا تُنذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَن بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ

İnnemâ tunziru menittebeaz zikre ve haşiyer rahmâne bil gaybi, fe beşşirhu bi magfiratin ve ecrin kerîm(kerîmin).

1. innemâ : fakat, ancak, sadece
2. tunziru : uyarırsın
3. men : kim, kimse, kişi
4. ittebea : tâbî oldu
5. ez zikre : zikre
6. ve haşiye : ve huşû duydu
7. er rahmâne : Rahmân
8. bi el gaybi : gaybte
9. fe : böylece, o zaman
10 beşşir-hu : onu müjdele
11 bi magfiretin : bir mağfiret ile
12 ve ecrin : ve bir ecir
13 kerîmin : üstün

” Sen sadece zikre tâbî olanı ve gaybte Rahmân’a huşû duyanı uyarırsın. Öyleyse onu mağfiret ile (günahların sevaba çevrilmesiyle) ve “kerim ecir” ile müjdele.”

YASİN (1.Sohbet) 1-7.Ayetler#

SOHBETİ DİNLE:


DİNLEMEK VE İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK.:

https://yadi.sk/d/PAUHNsTLrjGsR


YASİN 1-7.AYETLER:


يس

Yâ sîn.

1. : y harfi mukattaa harfi olup Allah’ın özel şifre harfidir.
2. sîn : s harfi mukattaa harfi olup Allah’ın özel şifre harfidir.

وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ

Vel kur’ânil hakîm(hakîmi).

1. ve : andolsun
2. el kur’âni : Kur’ân’a
3. el hakîmi : hakîm, hüküm ve hikmet sahibi

” Hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) Kur’ân’a andolsun.”


إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ 

İnneke leminel murselîn(murselîne).

1. inne-ke : muhakkak ki sen
2. le : gerçekten
3. min el murselîne : gönderilen resûllerden
 Muhakkak ki sen, gerçekten gönderilen resûllerdensin.

عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ 

Alâ sırâtın mustakîm( mustakîmin).

1. alâ : üzerinde
2. sırâtın : yol
3. mustekîmin : istikamet verilmiş, yönlendirilmiş

“Sırat-i müstakim bir yol üzerinde”


 تَنزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ

Tenzîlel azîzir rahîm(rahîmi).

1. tenzîle : indirildi
2. el azîzi : azîz, güçlü, üstün olan
3. er rahîmi : rahmet nuru gönderen, Rahîm esmasıyla tecelli eden

  “Azîz ve Rahîm olan Allah tarafından indirilmiştir.”


لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ 

Li tunzira kavmen mâ unzira âbâuhum fe hum gâfilûn(gâfilûne).

1. li tunzire : senin uyarman için
2. kavmen : kavim
3. mâ unzire : uyarılmadı
4. âbâu-hum : onların babaları
5. fe : böylece
6. hum : onlar
7. gâfilûne : gâfil olanlar

“Babaları uyarılmamış bir kavmi, uyarman içindir. Çünkü onlar gâfillerdir.”



لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ 

Lekad hakkal kavlu alâ ekserihim fe hum lâ yu’minûn(yu’minûne).

1. lekad : andolsun
2. hakka : hak oldu
3. el kavlu : söz
4. alâ : üzerine
5. ekseri-him : onların çoğu
6. fe : artık
7. hum : onlar
8. lâ yu’minûne : onlar âmenû olmazlar,İnanmazlar

“Andolsun ki (Allah’ın) söz(ü) onların çoğunun üzerine hak oldu. Artık onlar inanmazlar.”


SOHBETİN YAZILI METNİ:

Nihayet Yasin Suresi’ne gelmiş bulunuyoruz. Heyecanla bekleniyor. Normal. Çünkü Kuran’da hangi sureler var desek? İnsanların sayacağı ilk surelerden birisi Yasin. Rabbim onu insanların kalbine koymuş, nasıl ki “Yasin Kuran’ın kalbi diyor” ya Peygamber Efendimiz(SAV) o şekilde de Yasin Suresi bir şekilde insanların kalbine de girmiş. Mübarek gün ve gecelerde ölülerimize okuyoruz. Allah’tan yardım isteme boyutunda “bir hürmeti Yasin” deniyor. Gönüllere girmiş bir sure. Faziletini Peygamber Efendimiz birçok hadisinde dile getiriyor. Mesela bir hadiste diyor ki: “Her şeyin bir kalbi vardır. Kuran’ın kalbi de Yasin’dir”. Başka bir hadiste de şöyle buyruluyor: “Kim Yasin suresini okursa, Allah onun okuyuşuna Kuranı on defa hatmetmiş gibi sevap yazar”. Bu, Tirmizi ve Ahmet bin Hanbel’de geçen bir hadis. Yine bir hadiste “Onu ölülerinize okuyun” buyurulmuştur. Bir rivayete göre Kuran’ın kalbi olması dolayısıyla “Kuran’ın bir özeti” gibi birçok ifade var. Hatta Yasin Suresi o kadar meşhur ki insanlara verilen isimlerden biri olmuş. Yasin diye birçok isim var.

Birinci Ayet: (يس) – Yâsîn.

• Yasin ne demek?

“Huruf-u mukattaa” denilen kesik harfler var,sure  bununla başlamış. Biliyorsunuz Fatiha’dan sonraki ilk sure olan Bakara Suresi de ilk “huruf-u mukattaa” denilen mukattaa harfleri ile başlayan bir sure. 29 adet sure “huruf-u mukattaa” harfleri ile başlamış ve  14 tane harf kullanmış Rabbim. Biliyorsunuz Arap alfabesi 28 harften müteşekkil. Yarısını kullanmış, yarısını kullanmamış. “Sır harfleri” olarak da bahsedilir. Bu konuda İslam ulemasının değişik görüşleri var. Bir kısmı “Bu Allah’ın sırrıdır, bunu kulları bilemez” derken bazıları da “ehli bilir” demişlerdir. Sadece “Allah bilir” manasında değil “ehli de bilir” olarak söyleniyor. Şifreler.

Hatta kef(ك), he(ه), ye(ي), ayn(ع), sad(ص) harfleri ile başlayan sure nazil olurken şöyle bir şey anlatılıyor: Cebrail Aleyhisselâm geliyor “kef” diyor. Peygamber Efendimiz(SAV), “Bildim” diyor. “Ya” diyor, “Bildim”. “Ayn” diyor, “Bildim”. “Sad” diyor, “Bildim”. Yani her harften sonra “Bildim” diyor. Cebrail Aleyhisselâm “Ben ‘ruhu’l küdüs’ olmama rağmen bunları bilemedim. Sen her okuyuşunda bildim diyorsun” diyor. Biliyorsunuz Peygamber Efendimiz(SAV) ne diyor: “Ben ilmin şehriyim. Ali de kapısıdır” . Hatta şöyle bir rivayet var. Ledünni ilmini bildiğimiz kişilerden kim var? Hızır Aleyhisselâm. Hızır Aleyhisselâm’ın edeben Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz ile görüşmediği söyleniyor. Diğer peygamberlerle görüşüyor. Çünkü ledünni ilmin sultanıdır Peygamber Efendimiz. Edeben buluşmadığı söyleniyor. Dolayısıyla bu harflerin asıllarını, asıl hikmetlerini Resulullah(SAV) Efendimiz biliyor. Fakat Allah’ın bildirdiği kimseler de tabi ki bunu biliyorlar.

Yasin için değişik rivayetler var.

  • Bunların içerisinde “Ya-Sin”in “Ey insan !” manasında Peygamber Efendimiz’ e bir hitap olduğu söylenen bir rivayet var. “Yâ”, biliyorsunuz hitaptır.Ünleme ,nida. Zaten kelime manası olarak da bunu çağrıştırıyor. Bununla ilgili bir iddia(ihtilaf mı deniyor? 05:25 te) var. Peygamber Efendimiz(SAV)’in isimleri var biliyorsunuz. Peygamber efendimiz “Allah beni şu 7 isim ile isimlendirdi: Muhammed, Ahmed, Taha, Yasin, el-müzemmil, el-müddessir ve Abdullah” diyor. Bu rivayete göre de Peygamber Efendimiz’ in kastedilği anlaşılıyor aslında. Yani “ya sin” diyerek de Peygamber Efendimiz’ e bir hitap var.“EY SÎN !”gibi. Peygamber Efendimiz’ in değişik isimleri var. Yeryüzündeki ismi Muhammed. Fakat göklerdeki ismi Ahmed. Sidret’ül münteha’dan sonraki isminin de “Yasin” olduğu söyleniyor. Bir de göklerdeki diğer bir ismi de “Taha”. Bunlar Peygamber Efendimiz’ in isimlerinden.
  • Bazıları esmalar ile ilişkilendirmişler. Bu “sin” harfinin“es-Selam” esmasına denk geldiği söyleniyor ki Yasin Suresinin de en zirve ayetinin yeri geldiği zaman ehli bunu 3 kez okur:

(سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحٖيمٍ)“Selâmun gavlen min rabbir rahîm” .

Buraya da özellikle de işaret olduğu görüşleri var.

  • “Sin” aynı zamanda mezar demek.”Ölülerinize okuyun” derken de nasıl başlıyorsun  sureye “Yaaa siin”. “Ey kabirdeki”. Burada hani ölülerinize okuyun hitabı da var. Biliyorsunuz “Ölülere işittiremezsiniz” diye ayet var. Fakat bu biraz mecazi manada. Peygamber Efendimiz(SAV) kabirlere gittiğinde konuşuyor onlarla. Sahabe efendimiz soruyor: “Ya Resulullah! Bunlar ölüler seni nasıl duyarlar?”. Peygamber Efendimiz de “Allah işittirdiği zaman duyarlar” manasında; onlar beni  sizlerden daha iyi duyar deniliyor. Bunlar da tabi ki sırrani konular.

(Fakat biliyorsunuz bu Kuran’ın farklı mucizeleri, faydaları, hitapları olmasına rağmen en önemlisi nedir? Uyarmak, inzar etmek. Birazdan açıklayacağız. Lakin bir hatıramı anlatmak istiyorum bu manada: . Bir ziyaretimde kabirde rahmetli anneme Yasin suresini okuyordum. Bir yerine geldim. Bir taraftan da manaları da aklımdan geçiriyorum. Diyor ki 69-70. Ayette: (اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْاٰنٌ مُبٖينٌ ) in huve illâ zikruv ve gur’ânum mubîn. (Bu zikir ve apaçık bir açıklayıcı Kuran’dır.) (لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرٖينَ) Liyunzira men kâne hayyev ve yehıggal gavlu alel kâfirîn.( Hayatta olanları uyarman için…). Bakın ilginç.”Hayatta olanları…”. Tamam, Peygamber Efendimiz(SAV)’ in ifadesi var: “Ölülerinize okuyunuz” hatta “ölmek üzere olanlara okuyunuz”. Bunlar şifa ve rahmet için sır perdesinde ifadeler, ama Rabbim’in Kuran-ı Kerim’den asıl muradı olan “zikir-öğüt alma”ya göre düşündüğümüzde de işte bu 70. ayet çok ilginç geldi bana. Hayatta olanları uyarmak için diyor.Yani bunu aslında biz kendimize okuyacağız. Yani manalarını düşüneceğiz.. Elbette ki her şeye gücü yeten Allahû Teâlâ ölülere de  bunu şifa ve rahmet olarak verecektir. Ama ana fikri unutmamak gerekir.

Bu harfi mukattaalar ile söylenecek çok şey var ama dersimiz huruf-u mukatta değil. Bunu zaten diğer surelerde geçtiği yerlerde açıklamıştık. Gerekirse yerine göre tekrar açıklarız.

  • İkinci Ayet:

    (وَالْقُرْاٰنِ الْحَكٖيمِ ) – Vel gur’ânil hakîm -“Hakîm (olan) Kuran’a yemin olsun ki…”

Orada vav (و) harfi var biliyorsunuz. “Vav” harfi Türkçedeki “ve” gibi kullanılabildiği gibi, Arapçada bir de “kasem vav”ı denilen “yemin vav”ı var. Yalnız bu yemin vav’ı, yemin Türkçe’deki gibi bizim anladığımız şekilde değil. Arapçadaki yemin olayı Türkçe’deki gibi değil, biz herhangi bir şeylere yemin ediyoruz ama Allahû Teâlâ değer verilen şeylere dikkat çekmek, ona hürmet göstermek, onun önemini arz etmek için söylüyor bunu. Biliyorsunuz Kuran’ın birçok yerinde değişik şeylere yemin var. Onları inceledim. (Bu Yasin Suresi’nde acele etmeyeceğim. Yani önemli bir sure. Teferruatı ile anlatmaya çalışalım inşaAllah.)

Kuran-ı Kerim’de geçen bazı yeminler:

  •  Hicr Suresi’nde “Rabbine and olsun” diyor. “Rab” ifadesi var. Kendi rab. “Ona and olsun” demiş. Kendine yemin olsun demiş.
  • Hicr’de 97. Ayette: “And olsun onların söylemekte olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz” diyor. And olsun’u direkt olarak söylemiş.
  • “Saflar halinde dizilenlere and olsun”. “Haykırıp sürükleyenlere. Zikir okuyanlara”(Saffat suresi 2. Ayet).
  • Sad Suresi’nde(1.Ayet) “Zikir dolu Kuran’a and olsun”.
  • “Apaçık kitaba and olsun”(Zuhruf 2.Ayet).
  • “Tozu dumana katıp savurana. Ağır yük taşıyanlara. Akıp gidenlere. Sonra işleri taksim edenlere.”(Zariyat 1.,2. Ve 3.Ayetler). “Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe”(Zariyat 7.Ayet). “Göğün ve yerin rabbine and olsun ki”(Zariyat 23.Ayet).
  • Tur Suresi’nin ilk ayetleri. “Tur’a”. “Satır satır yazılmış dizili kitaba. Mamur eve. Yükseltilmiş tavana. Kabarıp tutuşan denize and olsun”. Tabi bunlar tercüme ifadeler. Orijinal halleri daha güzel.
  • Necm Suresi 1.ayette “Battığı zaman yıldıza and olsun”.
  • Vakıa Suresi 75. Ayette “Yıldızların mevkilerine and olsun”. Hatta devamında diyor ki orada: “Şüphesiz eğer bilirseniz gerçekten çok büyük bir yemindir”.
  • Kalem Suresi 1. Ve 2. ayette “Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına and olsun”.
  • Hakka Suresi 39. Ayette “Gördüklerinize yemin ederim, görmediklerinize de.
  • Mearic Suresi 40. Ayette “Doğuların ve batıların rabbine yemin ederim”.
  • Müddessir 32., 33., 34. Ayetlerde“Aya and olsun. Dönüp gittiği zaman geceye, ağardığı zaman sabaha”.
  • Kıyame Suresi 1. Ve 2. Ayette “Kıyamet gününe and ederim. Eğer kendini kınayıp duran nefse”. Yani nefsi levvame var. “Ona and ederim”.
  • Mürselat Suresi 1., 2.,3., 4. ve 5. ayetlerde “Birbiri ardınca gönderilenlere and olsun. Derken kökünden koparıp savuranlara. Yaydıkça yayanlara. Böyle ayırdıkça ayıranlara. Zikir bırakanlara”.
  • Naziyat Suresi 1., 2.,3., 4. ve 5. ayetlerde “Ta en derinden sökerek çıkaranlara. Yumuşacık çekip alanlara. Yüzdükçe yüzerek gidenlere. Öncü olarak yarışıp geçenlere. Derken işi bir düzen içinde evirip çevirenlere and olsun”.
  • Tekvir Suresi 15., 16., 17. ve 18. ayetlerde “Yemin ederim gündüz sinip gece dönenlere. Bir akış içinde yerini alanlara. Kararmaya ilk başladığı zaman geceye ve nefes almaya başladığı zaman sabaha”.
  • İnşikak Suresi 16., 17. ve 18. ayetlerde “Şafak vaktine, geceye ve toplayıp taşıdığı şeylere, on dördüne girdiği zaman aya and olsun”.
  • Buruc Suresi 1., 2. Ve 3. ayette “Burçları olan göğe, vaat edilen güne, şahit olana ve şahit olunana and olsun”.
  • Tarık Suresi 1., 2. Ve 3. ayette ayette “Göğe ve Tarık’a and olsun. Târık’ın ne olduğunu sana ne bildirdi? Tarık delip geçen bir yıldızdır” diyor. Ona yemin etmiş. Yine Tarık Suresi 11. ve 12. ayette “Dönüşü olan göğe andolsun. Yerden yere”.
  • Fecir Suresi 1., 2.,3., 4. ve 5. ayetlerde “Fecre andolsun. On geceye. Çifte ve teke. Akıp gittiği zaman geceye. Bunlar da akıl sahibi olanlar için bir yemin vardır değil mi?”.
  • Beled Suresi 1., 2. Ve 3. ayette “Hayır bu şehre yemin ederim”. “Hazal beledul” emin diyor. “Sen bu şehirde oturmakta iken babaya ve doğan çocuğa”. Ne kadar çok yemin var görüyorsunuz.
  • Şem Suresi 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7. ve 8. ayetlerde “Andolsun Güneşe ve onun parıltısına. Onu izlediği zaman aya. Onu parlattığı zaman gündüze. Onu sarıp örttüğü zaman geceye.  Göğe ve onu bina edene. Yere ve onu yayıp döşeyene. Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene. Sonra onda fücurunu ve ondan sakınmayı ilham edene”.
  • Leyl Suresi 1., 2. ve 3. ayette “And olsun Sarıp örttüğü zaman geceye. Parıldayıp aydınlandığı zaman gündüze. Erkeği ve dişiyi yaratana”.
  • Duha Suresi  1. ve 2. ayette “Duhaya (Kuşluk vaktine). Karanlık iyice çöktüğü zaman geceye.
  • Tin Suresi 1., 2. ve 3. ayette “Andolsun İncire ve zeytine. Sina Dağına ve şu emin beldeye”
  • Adiyat Suresi 1., 2.,3., 4. ve 5. ayetlerde “Soluk soluğa koşanlara, atlara, ateş saçanlara, sabah vakti baskın yapanlara. Derken orada tozu dumana katanlara. Bununla bir düşman topluluğunun orta yerine dalanlara”
  • ve nihayetinde de Asr Suresi’ndeki “vel asr” – “Asra yemin olsun

diye birçok yemin var. Bunların hepsi çok kuvvetli şeyler. Değer verdiği Rabbimin. Fakat burada ise Rabbim neye yemin ediyor? Kuran’a yemin ediyor. Şimdi hitabın Resulullah’a  o yüksek ismi ile olduğunu düşünün. “Ey insan! Kuran’a yemin olsun ki” gerçekten etkili bir tefsir. Fakat sadece “Kuran” demiyor. Onun burada bir de sıfatı gelmiş.” El kuran el hakim”( Hakim olan Kuran.)Yani Kuran’ı Rabbim tek olarak söylememiş, hakim olarak sıfatıyla söylemiş.Demek ki, anlıyoruz ki biz buradan Yasin Suresi hüküm,hikmet ile ilgili şeyler açıklayacak. Yani Rabbim burada şifresini veriyor. Ya-sin diyerek büyük bir şifre veriyor. Hakim diyerek , Kuran’ın sıfatını vererek de neler anlatılacağıı söylüyor.

Hakîm  3 manaya geliyor :

  • Birincisi manası: “hikmet”manasına geliyor. Hikmet; var olan, gözle görülen, zahir olan şeylerin sırrani kısmı, derin kısmı, enfüsi kısmı manasına geliyor. Yani bir şekilde nasıl ve neden ilmi gibi. Bir ayette diyor ki “Size hikmet verilmişse hayırdan çok şey verilmiştir”(Bakara/269).
  • İkinci manası: Birisinin hakim olması durumu. Yani “hükümden dolayı hâkim olması” durumu. Biliyorsunuz Esma-ül Hüsna’da bu kökten iki tane esma var: El-Hakem ve el-Hakîm var.
  • Üçüncü manası: “muhkem”. Yerli yerinde mansında. Bütün öğeleri birbiri ile tamamlanmış bir şekilde. Gelişigüzelliği, rastgeleliği olmayan manasında. Yani buna örgü ile örnek veriyorlar. Bir kadın örgü örüyor ya onun kendi içinde zincir örğüleri var. Zincirleri birbirleri ile ahenkli, bir bütün halinde birbirini tamamlayan manasında. Mesela muhkem kaleler denir.Taşlarının ,koruyucu sistemlerinin birbirini iyi bir şekilde tamamladığı için sağlam.

Burada Arapça bir açıklama var. Hakîm ” ح -ك-ي-م “ifadesi. Bakın bir “y”harfi  var arada.Normalde kök harflerinden değil . Araya “y-ي” harfi gelmiş şekilde geldiği zaman bu kelimenin manasına süreklilikle beraber kuvvet kazandırıyor; Özel ve sürekli olması.

(Dilbilimsel bir açıklama: Mesela Rahman- Rahim  misali. Ra-he-me kökünden merhamet anlamında. Rahmet. Rahmanda ne oluyor? Rahmanlığı, merhameti mübalağalı demek. Abartılı bir şekilde tecelli ediyor demek. O yüzden zaten inanan, inanmayan herkese kainatta veriliyor. Fakat bir kalıp Rahim gibi araya “y” gelmiş şekilde geldiği zaman bunun süreğenliği, sürekliliği manasına geliyor. Özel ve sürekli olması.Rahman için şöyle açıklamıştık tamam rahmanlığı ile Allahû Teâlâ merhameti bütün mahlûkata veriyor ama ahirette ise bunun devamlılığı sadece kendisine inanan özel kullarına verilecek. Hani “Benim kullarım” diyordu ya. O özel kullara. Devamlılık o şekilde devam edecek. Dönüş rahimle diyorduk ya. Sistem Rahmanla kuruluyor ama dönüş Rahim esması ile dediğimiz yer de burada. Aynı şekilde de alîm diyoruz. Â-lim o ilme sahip olan demek. Ama alîim dediğimiz zaman bunun süreğenliği var. Yani sürekli olarak ilmi ile temaşa eden demek. Kerim de öyle mesela kerîm dediğimizde sürekli kerim. Ara sıra kerim olan değil. O cömertliği, şerefli hali sürekli devam eden.)

Buraya göre ” hâkim” ne manaya geliyor? Hüküm ,hikmet ve muhkemliği sürekli olan, her şeyde tecelli eden manasına geliyor.

Mesela sır dersek hikmete. Kuran’ın sıfatı ya bu. Sırlı olma, hikmetli olma durumu her ayetinde sürekli var demek. Derin manaları sürekli tecelli ediyor demek.

Hüküm manası verilirse, hükmü her ayette, her zaman, her devirde vardır manasında. Hani bizim itiraz ettiğimiz konu var ya. Nesih olayı; Nesih kavramı Kuran’da vardır ama bazı kesimlerin anladığı gibi değildir, diyoruz ya. Yani “bir ayet  Kuran’da var ama hükmü yok”diye bir iddia var. İşte bunu duyduğumda benim aklıma bu ayet gelmişti. “Yasin vel guranil hakim”. Bu mana verilen nesih,”Hükmü sürekli olarak tecelli eden” kısmına uymuyor. Hükümde süreklilik var. İkinci manada, Burada Allah’ın hükmü dışında hüküm arayanlara da, yani “Onun kanunu yeryüzünde işlemez, gökyüzünden inen kanunları biz kabul etmiyoruz, biz yeryüzü kanunlarına tabiyiz” diyen bir kesim var ya. İşte “hayır” diyor. “Kuran hakimdir” diyor. Bir anlamda da meydan okuyor yani. Yani Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler konusunda kafirlikle suçlama durumları var. Biz Allah’ın alemlerin rabbi olan, bizi de yaratan, yeryüzündeki sistemi de kendi kanunları ile idare eden Allah’a tabiyiz. Diğerleri bizi ilgilendirmiyor. Bir Müslümanın bundan başka bir görüşü olamaz.

Diğeri de muhkem manasında ayetler birbirlerini tamamlayıcı, birbirlerini açıklayıcı manasındadır. İşte hikmetli Kuran’a rabbimin yemin etmesinin sebebi bu. Devam ediyor.

(اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلٖينَ)

“İnneke leminel murselin”. “Şüphesiz sen Resul olarak gönderilmişlerdensin”. Burada ilginç ifadeler var. Yani okuyup geçtiğimizde farklı ama. “Sen şüphesiz gönderilenlerdensin” diyor. İnne te’kittir. Yani kesinlikle, şüphesiz, muhakkak diyor. Yetmemiş orda bir de “le minel” var. Ona da “te’kit lamı” deniyor. Pekiştirmedir. İki kez pekiştiriyor. “Şüphesiz ki”, “şüphen olmasın”, “kesinkes ki sen resullerdensin”. Bunu zaten Allahû Teâlâ söylüyor. Kime söylüyor? Peygamber efendimize söylüyor. Ne gerek vardı buna? Yani “Sen resulsün dese” de yeterdi. Zaten resul olduğunu biliyor. Burada ilginç bir ifade var. Bir kere şu:

“İnne” daha evvel söylemiştim. Arapçada karşı tarafın kafasında bazı tereddütler oluşursa o oluşan tereddüde mahal vermeden gönlünü pekiştirmek içindir. Burada tabi bu kuranın ilk sözü muhatabı Peygamber Efendimiz(SAV) ama aynı zamanda bizim de bütün insanlığın da olduğunu unutmayın. Kafanızda soru işareti mi var? Tabi ki o öyle. Bir de “y” ile beraber de “tabi ki öyle”, bir daha pekiştiriyor Rabbim. Allah’ın Resulü(SAV) bu vahyin gelmesi ile beraber omuzlarında ciddi bir yük hissetti. Ciddi bir sorumluluk değil mi? İnsanlar reddediyorlar, alay ediyorlar, dalga geçiyorlar “mecnunsun” diyorlar, hakaretler ediyorlar, başına işkembe koyuyorlar. Yapmadıkları yok ve yakın arkadaşları bile bunu yapıyor. Yani ağırlığı var. Hiç kimsenizin olmadığı zamanda ne kadar desteğe ihtiyacınızın olduğu düşünebiliyor musunuz? Ve burada en büyük destek kimden geliyor biliyor musunuz? Alemlerin rabbinden. “Hiç takma onları” diyor. “Şüphesiz sen” diyor “resuller olarak gönderdiğimizdensin”. Yani “arkanda ben varım”. “Bana güven, dayan”. Başkalarını takma tabiri caizse.

Burada peygamberin gönlünü kuvvetlendiriyor. “Şüphen olmasın. Olur mu öyle şey?”. Burada bir onun bir ciddiyetini görüyorum. Bunu yapmakla beraber de bakın “Sen resulsün” demiyor.  Aslında resul kelimesini çoğulu olan “rusullerdensin” de demiyor. “Mürsellerdensin” deniyor. Mürsel; gönderilmişler, “resul olarak gönderilmişler” diyor. Bir de “O’sun” demiyor. “Mürselsin” de demiyor. “Mürsellerdensin” diyor. Bakın orada “min” var. “Onlardansın”. Burada yine te’kidi düşünürsek, yani “sen yalnız değilsin”. “Bak seninle beraber bizim Peygamber olarak gönderdiklerimiz de var”. “Ben ilk başından itibaren Hz. Âdem olmak üzere her kavme uyarıcı gönderdim. Sen de bunlarla berabersin. Yalnız değilsin”. Bir pekiştirme daha yapıyor. İnsan hep yalnızdır, gurbet eline gittiğinizi düşünün. Yalnızsınız, yani dini anlamda yalnızsınız. Bir bakıyorsunuz biri abdest alıyor. Allah! Ne kadar sevindirici değil mi? Gurbet yaşayan bilir bunu. Bu anlamda da yine peygamberi te’kit edici, destekleyici bir ifade var. Fakat bununla beraber “min” kelimesi ile beraber ben şunu da görüyorum. Elçi hiçbir zaman sahip değildir. Mesela bir ülkenin elçisi o ülkenin temsilcisidir ama sahibi değildir. Yani burada gönderilmişlerdensin derken de onun kulluğuna bir atıf var burada. Hani bir ayette “Muhammet ancak bir kul ve resuldür” diyor ya. “Abduhu ve resuluhu”. Burada da bunun bir ifadesi var. Yani sen bize göre de Peygamber Efendimiz(SAV) Allah’ın bir görevlisi. Hatta Allah’ın görevlendirdiklerinden bir görevli.  Biz bu bütün din sistemi ve sahibinin(malükül mülkün) de Allah olduğunu bileceğiz. Kim olursa olsun yine de tebliğcidir, görevlidir yani. Mürseldir yani. Bir de benim aklıma şey geldi. Hüküm(hikmet) konusunu araştırıyoruz uzun zamandır da bugün biraz ağır gidebiliriz.

Hikmet çok önemli bir konu. Demin dedik ya “Kime hikmet verilirse ona hayırdan çok şey verilmiştir”. Hatta “Peygamberlere biz ilim ve hüküm öğrettik(hikmet öğrettik)” diyor. Yani peygamberlere nasip olmuş bir bilgi ya da anlayış düzeni. Okul geçerseniz ilminizle de çok derinlerine vakıf olursunuz. Ama hikmet geldiği zaman iş biter. Hakikati ile anlarsınız yani. Bu hikmet de işin ilginç tarafı öğretilen bir şey aynı zamanda. Öğrenilen demiyorum bakın öğretilen diyorum. Şimdi hüküm ile ilgili birbirine çok benzeyen dört kısım var:

Bakara 129, Bakara 151, Cuma 62, bir de Âli İmran 164. Burada şöyle ifadeler var.

(كَمَا اَرْسَلْنَا فٖيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُوا عَلَيْكُمْ اٰيَاتِنَا وَيُزَكّٖيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ)

Kemâ erselnâ fîkum rasûlem minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hıkmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû tağlemûn.

“Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, bir de üstüne üstlük bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik”.

Diğer 3 ayette de “bease” kelimesi kullanılırken yani “Peygamber gönderme” kelimesinde. Burada “ersele” kelimesi kullanılmış. Bunun hikmeti ne? Yani “inneke le minel mürselin” derken de Mürsellerin görevlerinden biri olarak bu Kuran’daki hikmetleri de senin vasıtan ile öğretiyoruz var bunun içerisinde. Ama bakın aşama aşama. Ne yapıyor :

“Yetkum aleykum ayatina”. Önce ayetleri okuyor. Sonra ne yapıyor? “Ve yüzekkikum”. Onları temizliyor. Yani bugün güncel ifade ile arındırıyor. Yani ben arındım diyorlar ya uzak doğu felsefelerinde. Yani maddi ve manevi temizliğe geliniyor. Bu temizliğe gelindikten sonra ne oluyor? Resulullah ne yapıyor? “Yeüllikum” size öğretiyor? Neyi? Kitabı. Şimdi kitabı öğretiyor. Daha önce okumayı öğretiyordu. “Vel hikme”. Hikmeti öğretiyor. Bakın bununla da kalmıyor. Artı ve “yülelimukum” size öğretiyor “mâ lem tekûnû tağlemûn” . Daha evvel bilmediklerinizi de öğretiyor. İşte bu ayet, bu ayetin izahı gibi. Yani mürsele olarak gönderiliyor ama görevi de bir de kurana yemin ediyor Rabbim. İşte peygamber Efendimizin görevi bu dört şey: kitabı okumak, vahiy geliyor ya okuyor tek tek. Ama okumaktan amaç ne? Temizlemek. Yani madden ve manen bizi temizlemek. Düşüncelerimizi, halimizi, nefislerimizi, maneviyatımızı temizlemek. Bu da gerçekleşince, insan temizliğe gelince ne oluyor? Onlara kitabın kastettiği şeyleri ve de derin manalarını, yani hikmetlerini de öğretiyor. Ama demek ki ana kural temizlenmekmiş. Hani Vakıa Suresinde var ya: “Onu ancak mutahharunlar dokunur diyordu ya, o manada. Sırlarına ermek ve erdirmek manasında.

“Yuallimukum mâ lem tekûnû tağlemûn” sizin bilmediğiniz şeyleri de öğretir. Nice nice ilimler, ledünni olsun, kitabi olsun. Hikmetleri de öğretir. İşte bu da  Mürsel olarak gönderilenlerin görevlerindenmiş.

Dördüncü ayete gelelim:

(عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ ) Alâ sıratım mustegîm. “Ala” üzerinde demek. Neyin üzerinde? Sıratı müstakimin üzerinde. Yani Mürselsin, Mürsellerdensin. Sıratı müstakimin üzerinde olansın. Yani herhangi bir mürsel değil. Mürsel insanların kafasında var ama ne? Burada diyor ki “sıratı müstakimin üzerinde” olan. Burada ya bu Peygamber Efendimiz(SAV) e özel bir hitap ya da Mürseller var ya geniş anlamıyla. Gönderilmiş olanların sıratı müstakim üzerine olduklarının bir göstergesi. Burada hemen şunu söylemek istiyorum. Resul ifadesi sadece peygamberler için kullanılmıyor Kuran-ı Kerimde. Melekler için de kullanılıyor. Bu Fatır Suresi’nin ilk ayetlerinde vardı zaten. İnsanlar için de kullanılabiliyor. Bu zaten Yasin suresinin 13. ayeti var ikinci sayfasında. “ve iz câehel murselûn” derken onlara elçiler gelmişti derken de burada tarih kitaplarında tefsirlerden öğrendiğimiz kadarı ile de Peygamberler dışında da uyarıcıları rabbimin Mürsel olarak gönderdiği ile ilgili bir şey var. Ama burada şu ifade var. Her ne kadar peygamber olmasa da Allahû Teâlâ bir kimseyi Mürsel olarak gönderiyorsa da o da herhangi bir kişi değil “ala sıratı müstakim” sıratı müstakim üzerine yaşayan biri. Hz. İbrahim’e de melekler geliyor. Hem çocuk müjdelemek için hem Lut kavmine gelen azabı müjdelemek için gelen elçiler. Ama hepsinin ortak özelliği sıratı müstakim üzerine olmalarıymış . Fatiha Suresi’ni hatırlarsanız “İhdinas sırâtal mustegîm. Sırâtallezîne enamte aleyhim”. Bizi kendilerine nimet verilmiş kimselerinin yolu olan sıratı müstakime ilet derken de Mürsellerin de işte o senin yoluna iletmeni talep etmen durumunda olduğu kimselerin, birincisinin de Mürseller olduğunun bir ifadesi.

Lakin burada dikkatinizi çekiyor mu? “Es sıratel mustakim” yani marife. Başında el takısı varken burada nekra olarak gelmiş. Normalde “el sıratu mustakim” olması lazım. Niye burada sıratı mustakim? Sıratı müstakim ne demek? Bir demek. Yani, herhangi bir. Yani bir sıratı müstakim üzerinesin. Müstakim olan bir yol üzerinesin ya da başka manasıyla. Ama biz biliyoruz ki Fatiha’da “el sıratı mustakim” bir tane yol var. Bunun hikmeti ne? Peygamber Efendimiz(SAV) diyor ki:

“Benim Allah ile öyle bir vaktim vardır ki o vakitte beni mukarreb bir melek yahut Mürsel bir nebi ihata edemez”. Yani, durumuma muttali olamaz diyor. Yani kendi özel durumundan bahsediyor. Kendi sıratı müstakiminin bilinme şansı olunmayan bir yol olduğunu söylüyor. Marife, bilinen demektir. Mesela “el galem”. Başına el takısı geldiği zaman marife olur. Yani bu kalem, belirli bir kalem. Ama nekra geldiği zaman “galemen” olduğunda herhangi bir kalemdir. “Bir kalem verin” dediğim zaman herhangi bir kalem, mühim değil. Ama “el kalem” dediği zaman bilinen bir kalemdir. Fatiha Suresi’ndeki manasında marife gelmiş. Yani bilinen bir yol. Ama burada sıratı müstakimin olması sizin bilemeyeceğiniz bilinemeyen bir yol. Bu da işte “ala sıratı müstakim” derken dedim ya. Özellikle Peygamber Efendimiz(SAV) kastediliyorsa sizin bilemeyeceğiniz bir sıratı müstakim üzerinedir o. Yani herhangi bir gibi algılamayın. Onun özel bir durumu vardır manasına gelir.

Zaten Yasin Suresi’nde hani “ey insan” derken de insan ya. Tasavvuf kitaplarında şu yazıyor “tamam insan ama insan”. “İnsaaan ama insaaan”. İşte bu da nekre gelmesi de buna bir işaret.

“Rızkın kerim” vardı hatırlıyor musunuz? Rızkın derken de orada bir nekralık(bilinmeyen) vardı. Yani cennetteki o rızkın mahiyetini siz bilemezsiniz. Sizin bu dünyada anlayacağınız bir şey değil. Yani öyle yüksek bir ikram ki o “rızkın”. “El rızk” olarak gelmemiş belirli bir rızk olarak gelmemiş. Rızkın. Bu da onun gibi büyütüyor rabbim anlamını. Kendisinin üzerinde olduğu Peygamber Efendimiz(SAV)in dosdoğru yolunu nekre kullanmakla(belirsiz bir yapıda kullanmakla) rabbim yüceltiyor. Sırat kelimesi daha önceki dillerde, dinlerde, kitaplarda kullanılmıyor. “Tarik” ifadesi kullanılıyor. Kuranla beraber sırat. Sırat; cadde, ana yol manalarına gelmesine rağmen, bir noktaların birleştirilmesi sonucunda  oluşan güzergah manasında da kullanılıyor. Bulmacalar gibi. Yani o noktaların her birisi İslamdaki merhaleler. Doğru üzerine. Şunu yapacaksın bunu yapacaksın. Bunu birleştirdiğinde Allah’a giden doğru yol düzleminde oluyorsun. Bir de müstakim var. Ayağa kaldıran yol manasına geliyor. Götüren yol manasına geliyor. Yani pasif bir yol değil. Sen o yola tabi olduğunda o yol seni direkt Allah’a götürüyor. Eğer çok büyük yanlışlıklar yapmazsan. Burayla da birleştirince de şu var:

Bütün peygamberler Allah’ın nebisi olmasına rağmen. Allahû Teâla diyor ki “Sen herhangi bir peygamberin yoluna da tabi olsan o seni elbette Allah’a çıkaracaktır”. Yani Hz. İbrahim, Hz İsa’nın, Hz. Musa’nın yoluna gidersen. Ama burada özellikle burada “Siz Muhammedisiniz” diyor. Yani sizin sıratınızda daha özel şeyler var. Fatır Suresinde ne vardı?

(ثُمَّ اَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذٖينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا)
Summe evrasnel kitâbellezînastafeynâ min ıbâdinâ

“Biz bu kitabı kullarımızın içinden seçtiğimiz kimselere miras verdik”. Demek ki Hz. Muhammed(SAV)’in ümmetinden olmak bir ayrıcalık. Her ne kadar bütün peygamberler de Allah’ın resulü olmasına rağmen, Amene rasuli’deki ifade ile “la nüferrigu beyne ehadim mir rusulih”. “Biz bir rusulü diğerinden ayırt etmeyiz”. Yani seviye manasında değil bu, hepsini peygamberlik konusu içerisinde birini diğerinden ayırmayız çünkü hepsi Allah’ın görevlendirdikleridir. Bu bakımdan ayırmayız ama başka bir ayette de “Biz bir peygamberi diğerine fazilet konusunda üstün kılmış” derken de Allah’a yakınlık anlamında da resullerin birbirlerinden kademe kademe farklı  olduklarını görüyoruz ki Peygamber efendimiz(SAV)in miraca çıkarken her katta farklı bir peygamberle karşılaşması da bunun birispatıdır. En yukarıda olan kim? Tabi ki Fahri Kainat Efendimiz olan Hz. Muhammed(SAV). Ama onun yolunun yani Muhammedi olmanın bir ayrıcalık olduğunu da biraz evvel söylediğim ayet ve buradaki sıratı müstakimin nekre belirsiz gelmesi ile de biz burada anlamış oluyoruz.

Yasin bu kadar önemli ki Peygamber efendimizi Allahû Teâlâ nasıl övüyor. Yani kuran vurgusu ile de övüyor arkadaşlar. Bunu unutmayın. Çünkü Kuran’a yemin ediyor. Hemen arkasından “sen Mürsellerdensin” diyor. Bunu nasıl anlıyoruz? Hemen beşinci ayete geliyorum:

(تَنْزٖيلَ الْعَزٖيزِ الرَّحٖيمِ)Tenzîlel azîzir rahîm.  Hemen bunun arkasına bir tenzilden, indirmeden bahsediyor. “(Bu kitap) aziz ve rahim olan tarafından indirilmedir”. Yani tenzildir. Bakın “Yasin” dedi. Sırrani bir hitapta bulundu Peygamber Efendimizin gökteki konumuna. Sonra Kuran’a yemin etti. Sonra Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini teyit etti. Onun ve diğerlerinin yolunun özel bir yol olduğunu söyledi. Yine tenzilden bahsediyor Rabbim. Kurana vurgu yaparak tenzildir diyor. Tenzil ne demek?

Kökü bunun “nezele”. Nazil olmak. İnmek. Yani yağmura gökten aşağı indirildi diyor. Yani üst seviyeden bir alt seviyeye indirilmeye nezele, nazil oldu, indirmek diyor. Hatta nezle kelimesi bundandır. Hani burun akıyor ya. Manevi olarak da yukarıdan aşağıya manevi seviyesi düştüğü zaman kimse nezle olur.  Eğer bir kişi nezle olmuşsa manevi durumuna dikkat etmesi gerekir. “tenzilu rütbe” oluyor yani. Hatta şimdi Peygamber efendimiz hapşurana “elhamdüllillah” diyor. 3 kereden fazla hapşırırsa demeyin diyor. Hatta maneviyatta grip ve nezle ahmak hastalığı olarak değerlendirilir. Peygamber efendimiz 3 ten fazla hapşırırsa “elhamdüllillah” demeyin nezle olmuştur diyor.

Rabbimin resulü ne yaptı? Hikmeti öğretiyor işte. Nezle olmaktaki hikmeti gösteriyor. 3’e kadar “yerhamukellah” diyin diyor. 3’ten sonra hastalıktır diyor. Hapşıran insan tabi grip ya da nezledir. Her hastalıkta hapşırılmıyor.

Nezele kelimesi, yukarıdan aşağıya inme demektir. Burada ilginç bir ifade var. Aynı zamanda “nuzulen” diyor mesela Kuran. Ahzab Suresi’nde idi. Nuzulen diyordu cennet ikramları için.

Bir indirilmedir diyor. Şimdi indirilme deyince aşağılık bir şey, değeri düşme gibi algılıyorsun ama ikram anlamında. Niye? Sofradan ikram inince bize ikram olmaz mı? Yani indirilen şey aslında üst makamdan aşağı indiriliyor? Ama biz aciz kullar için ikram oluyor.

Yani ednaya iniyor. Ama inen şey ulvi. Ulvi bir şeyin inmesi bizim için ikram. Tenzil yavaş yavaş indirilmedir. İnzal tek olarak indirilmedir. İnzal ve tenzil farklıdır. İnzal nerede geçiyor?

Kadir Suresi’nde geçiyor. İnna enzelnehu. “Biz onu inzal ettirdik”. Neyi? Kuranı. Şimdi Kuran’ın aslı levhi mahfuzda. Onun gök semasına, bir aşağı semeye tek hamlede indirilmesi inzal.  Orada Peygamber Efendimizin kalbine yavaş yavaş (23 sene değil mi. 13 sene Mekke 10 sene Medine) 23 yılda da yavaş yavaş indirilmesi tenzil. Tenzilin kökü nezzeledir. Tef’il babında. Bir şeyin peyderpey olması manasına gelir. Yani tenzil olarak indirdik diyor sana. İki mana var: Birincisi yukarıdan aşağıya indirdik. İkincisi de yavaş yavaş indirdik manasında.

Bakın zaten tenzil kelimesinden sonra aziz kelimesinin gelmesi çok ilginç. El-Aziz, Allahû Teâlâ’nın isimlerindendir. İzzet sahibi. Yüksek, yüce. Aynı zamanda da galip olan, mağlup edilemeyen manasındadır. Yani dilediğini dilediği gibi yapar. El-Kadir ve El-Galip esmaları ile yakın ilişkilidir. Yani aziz olanın indirmesidir. Yani “değerini bilin ha” gibi bir anlam da var burada. Yani bak kim indiriyor bunu? El-Aziz indiriyor. El-Aziz ciddi esmalardandır arkadaşlar. El-Aziz indiriyor ha, öyle basite de almayın bunu. Şimdi “ala sıratı müstakim”inden sonra bunun gelmesinin ne hikmeti var?

Peygamber Efendimiz(SAV)’in ahlakının Kuran olduğunun bir göstergesi. Yani tenzil. Kuran’ın tenzili kime yapıldı? Peygamber Efendimiz’e. E hikmetleri ile indirilmiş bu Kuran’ın kalbine indirildiği bu Resulullah(SAV) yaşantısında neyi sergileyecek? “Sıratı müstakim”de neyi gösterecek, hangi şeyi gösterecek? Tabi ki bu Kuran’ı.

Hazreti Aişe’ye diyorlar vefatından sonra “Ya Hz. Aişe! Sen onunla sürekli beraberdin, biz ara sıra beraberdik. Sen onun sırdaşı idin. Onun ahlakı ne idi biraz bahset” diyor. Annemiz müthiş bir cevap veriyor. Şöyle şöyle anlatmıyor. Kızar gibi söylüyor: “Ya siz Kuran okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kuran’dı” diyor. Yani biz kuranı anlayamıyoruz arkadaşlar. Gerçekten anlayamıyoruz. Yani Resulullah(SAV)’ın davranış sistemi, düşünce sistemi eşittir Kuran. Hem “ala sıratı müstakim” olduğu için, hem de kuranı yaşadığı için sıratı müstakimde. Resulullah’ın sünneti farklı bir şey. Kuranı farklı bir şey gibi algılıyoruz. Hatta sünnetleri reddediyoruz. Öyle sapık bir şey de çıktı. Eskiden böyle bir şey mümkün değildi. İşte “sahih mi, değil mi?” den yola çıkarak. “Sünnete ne gerek var? Kuran var” diyen bir grup var. Bu; Resulullah’ın din gerçeği, Allah’ın din gerçeği ile uyuşmuyor. Bu anlamamaktır, ahmaklıktır.

Geçen bir ayet vardı, o denk geldi:  “Gul”, “de” diyor. Emir veriyor. Resulüne diyor. “Eğer Allah’ı seviyorsanız…”. Şimdi cevap ne? “Tabi biz Allah’ı seviyoruz”. Allah’ı sevenlerin rütbesindekilere diyor bunu. “Bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin”. Bak bunu Resul diyor gibi duruyor ama bunu diyen Allah. Yani şöyle diyor. Yani Resulullah’ı aradan çıkarın, direkt şöyle gelse idi ayet. “Ya siz beni seviyor musunuz kullarım? Seviyoruz ya Allah’ım? “Peki benim de sizi sevmemi istiyorsunuz değil mi?” İstiyoruz tabi ki? “O halde resulüme uyacaksınız”. Yani Allahû Teâla kendi sevgisinin şartını Resulullah’a uymak olarak, tabi olarak koymuş. Bunu Allah diyor. Yani Allah’tan Resule baktığımızda çok farklı bir şey. İşte bu tür ayetlere rağmen nasıl Resulullah’a böyle şeyler söyleyebiliyorlar, nasıl sünneti hafife alıyorlar anlamak mümkün değil.

İşte buradaki ifadesi ile de sıratı müstakim üzerine olan Resulullah’a bir tenzil bu. El-Aziz i açıkladık, bir de rabbim devam ediyor er-Rahim. Sadece aziz değil aynı zamanda da rahim olan er-Rahim olan Allah’ın bir tenzilidir buyuruyor. Bakın Allah tarafından da bir tenzil değil. Buradaki isim tamlaması gibi gelmiş. Yine Arapça bilenler bilir. Orada “tenzilel azizirrahim” derken de son günlerde işlediğimiz isim tamlaması var. Mudaf-mudafun ileyh konusu var. Rahman ve Aziz olan Allah’ın indirmesidir bu. Onun indirmesi. Burada izafet var. İzafet Aziz ve Rahim Allah’a. Yani Kuran’ı da herhangi bir indirme olarak görmeyin. Allah’ın indirmesidir bu. Sahibinin adresini de bilelim. Kuran okuyoruz ama Allah’ın kitabını okuduğumuzun da farkına varalım. Hatta Kuran zikirdir deniyor ya. Zikir kelimesinin Kuran’daki birinci manası hatırlamak, anlamak, düşünmektir arkadaşlar. Başka manaları da var. Kuran zikirdir diyor. Öğüttür manasında. Hatırlamak manasında ne oluyor biliyor musunuz? Kuran’ı okurken onun Allah’ın kitabını olduğunu hatırlayarak, zikrederek okuyun demek. Bakın bunu deneyin arkadaşlar gerçekten Kuran çok farklı oluyor. Aman bu Allah’ın, bunu Allah söyledi, Allah yazdı deyince çok farklı oluyor. Burada da buna ikaz var. Rahim’e gelelim. Neden Rabbim rahimi kullanıyor burada. Bakın Rahman demiyor. Rahim olan Kuran. Yani bu diyor tamam aziz olan, ulaşılamayan, üstün olan Allah’ın indirmesidir ama aynı zamanda o rahmeti ile bunu size indiriyor. O yüzden erişebilirlik var demektir burada. Yani kolaylık var. Bir şu anlama geliyor rahmeti dolayısıyla, merhameti dolayısıyla indiriyor indirmeyebilirdi de. Sizden aynen Hz. İbrahim’den beklediği gibi, hiçbir şey olmadan, senin fıtratındaki özelliklerinle kendisine yönelmeni, sıratı müstakimi bulmanı isteyebilirdi. Ama o Rahmet Sahibi size merhamet ediyor ki bu kitabı size indiriyor. Sevgisinden, merhametinden, acımasından dolayı.

Bir de bakın direkt de indirmiyor bunu yaşayan birinden, sizden diyor ya. “Fi kum” sizin kendi içinizden bir Resul gönderdik diyor. Sizin yaşayabileceğiniz boyuttan algılayacağınız, nasıl oturuyor, nasıl kalkıyor, nasıl namaz kılıyor, sizin gibi yiyip içen bir kulun üzerine indiriyor ki siz bunu rahatça hayatınıza geçirebilin, tatbik edin. Bununla da kalmıyor. Size kitabı, hikmeti, bilmediklerinizi öğretiyor. Bir de açıklayıcı bir sistemle öğretiyor. Bu rahmet değildir de nedir? Ama sadece rahmet değil, rahim olmasının sebebi de: Hani rahmanla rahimin farkı ne idi? Rahman bütün kullarına, Rahim de özel olarak kendisine inananlar olduğu için bu kitabın faydası, kendisine inananlara olacaktır. Herkese de olmayacaktır. Yani bu kitaba layıkıyla yönelen, Allah’tan tenzil olduğunu bilen rahimin halkasına giriyor. Allah da o zaman merhamet diyor. Başka bir ifadeyle de Allah rahimliği ile kendisine yönelenlere de bu kitabı indirerek, açıklayarak, kolaylaştırarak, kulakları gönülleri açarak da ne yapıyor merhamet etmiş oluyor manalarına da  geliyor. Ama bunun bir sebebi var, indirilmesinin de bir sebebi var. Neden indiriyor? Altıncı ayette bunu açıklıyor:

(لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَا اُنْذِرَ اٰبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ)Litunzira gavmem mâ unzira âbâuhum fehum ğâfilûn.
“Babaları ya da ataları uyarılmamış olan kavmi korkutman için çünkü onlar gafillerdir”. Ya da başka bir ifade ile “Ta ki ataları uyarılmadığı için haktan gafil kalmış bir topluluğu uyarasın diye”. Bakın “li” ile başlıyor. “Li” için demek Arapça. “Lam-ı Talil” deniyor buna, “sebeb lamı” deniyor. Niçin tenzil bu? Niçin bir indirilme? Amaç ne burada “li” için. “Tunzira” senin nezretmen, inzar etmen için. İnzar ne demek? Uyarma demek. Nezir uyarıcı. Beşir müjdeleyici. Uyarman için. Bakın burada müjdeleyici değil de inzar edici denmesinin bir sebebi var? Çünkü ya iş bildiğiniz gibi değil. Eğer siz rahim halkasının içerisine giremezseniz. Mahvolursunuz. Bu yüzden Resulullah ne yapıyor? Uyarıyor, uyarıcı. Müjde de var ama önce bir uyarı var çünkü insan önceden başından neler geçtiğini, insanın bu dünyaya geliş amacını bilirse, indirilmiş Kuran tarafından daha dikkatli olur. İşte o yüzden birinci görev müjdeleyicilikten daha ziyade uyarıcılık oluyor. Bu kitabı Allahû Teala’nın rahimliği ile Mürsellerden bir Mürsel olarak gönderilmiş Resulullah’ın kalbine indirmesinin, tenzil etmesinin sebebi uyarmakmış. Ama kimi uyarmak? Burada meful geliyor. “Kavmen” bir kavmi. Bakın burada “el kavim” derse yani belirli bir kavim derse sadece Mekke müşrikleri anlaşılır ya da o çevresi anlaşılır ama “kavmen” deyince kıyamete kadar gelecek olan bütün kavimleri, toplulukları kastediyor burada. Yani sen de bunun içindesin. Şimdi Arapçada kural var. Nekre bir kelimeden sonra gelen cümle, o nekre kelimenin sıfatı oluyor. Burada da “kavmen” nekra gelmiş ya, nekradan sonra gelen kısım, bu kavim kelimesinin sıfatı oluyor. Yani nasıl bir kavim?

Mâ unzira âbâuhum. Babaları ya da ataları daha evvel uyarılmamış bir kavim. Biz ayetlerden biliyoruz ki bir fetret dönemi yaşanıyor. Bu fetret döneminde bir uyarılmamışlık konusu söz konusu oluyor. Ama bu kavim ne diyor? Bize gerçekten bir peygamber gelse idi biz ona inananlardan olacağız. Ama gelmelerine rağmen onlar kibirlerinden dolayı ya da mekirlerinden dolayı ne idi? Oyunlarından dolayı buna inanmadılar. Mekire tuzak deniyor. “ Ya Allah tuzak mı kurar?” deniyor ya. Eğer onu oyun olarak nitelendirirsek daha güzel bir manası oluyor. Yani herkesin bir oyunu var. Allah’ın da bir oyunu var. Planı var. Plana uyun.

Fatır Suresi’nden anladığımız kadarı ile bu kadar uyarılmamış, bir uyarıcı gelse uyarız deyip de kibirlerinden ve mekir kurmalarından ötürü uyarılma durumuna geçememiş bir kavim var. İşte bu kavmi uyarasın diye Allah rahimliği ile gönderiyor. Neden rahim demişti, rahmet kökü ile? Allahû Teâlâ göndermeyebilirdi. Ne resul gönderirdi, ne de Kuran’ı gönderirdi, ne de hakim olan Kuran’ı gönderirdi? Ama işte rahmetinden dolayı uyarıyor. Biz bunu anlayamıyoruz çünkü dini hazır bulduk. Annemiz babamız Müslüman. “Fatiha’yı hadi bir oku”. Eğlenceli okudu. “Hadi oku amcalara bir Fatiha’yı”, “Hadi kelime-i şehadet” getir. Ergen olunca “Hadi bir yıkan şöyle. Hadi bir abdest al”. “Hadi Cuma günü”. İşte biz içinde bulduk ama biz bu rahmetin farkında değiliz. “Bak” diyor. Babaları uyarılmamış kavim var. Ona Allahû Teâlâ rahmeti ile gönderiyor bütün bunları. Bunu hala anlayamıyoruz.  Bunun nimetini ahirette anlayacağız biz. Muhakkak sebepleri var. Hidayetin de sebepleri vardır. Nihayet olarak Allah’ın rahmetidir bu. İşte Allahû Teâlâ bize farkında olmadığımız gönderilme nimetini ve kitap indirilme tenzil diyor yukarıdan aşağıya indi diyor. Değeri bir şekilde indirilerek şey oldu. Bunun aslı aslında muhteşem cümleler. Ama bizim kaba kafalarımıza girsin diye Allahû Teâla en basit cümleler halinde deliklerinden sokuyor nerdeyse tenzil o işte. “Babaları uyarılmamış bir kavmi uyarasın diye”. Oradaki “ma” edatı “şey” anlamına da gelmiş. Bazı alimler bunu atalarının uyarıldıkları şey üzerine olan kavmi uyarasın diye. Yani bir kureyş kavmi falan var. Bir de atalar deyince Hz. İbrahim’e kadar gitmiyor mu bu mesela? Onlar da bir şeyle uyarılmadı mı? Yani aynı şeyin üzerinden uyarıldılar. Hani mürsellerdensindir diyor ya işte o mürsellerle de farklı bir şey söylermedi. Atalarına senin o Mürseller de uyarıda bulundu. O uyarıldıkları şey üzerine sen de aynı şekilde uyarıyorsun manasında da bu algılanmış. Ama cevap var:

“fehum ğâfilûn”. Fakat onlar gafildirler. Burada iki şey var. Uyarılmamışlık olma durumu gaflet, bir de ataları uyarıldı ama bu yola tabi olamama durumları nedeni ile gaflette olmaları. Bunlardan hangisini alırsanız alın ama diyor “Onlar gafletteler”. Demek ki inzarın amacı ne imiş? Tabiri caizse dürtmek hani var ya. “Ölüm var”. Uyarılıyor yani. O şekilde gaflette. Gaflet böyle uyku hali gibidir. Eğer bunu hiç Allahi konuda bir uyarı görmemiş gafiller olarak yaparsak dinin kabaca yani en temel prensipleridir, bunları öğretmektir. Ama biz de bir kavimiz. Bizim babalarımız da yeterince uyarılmamış. Babalarımız da gafillerden olabilir. Biz de babalarımız öğretisi ile geliyoruz ya o kavim biz oluyoruz. “E biz namaz kılıyoruz”. Ama biz de o kavimden olduğumuz zaman biz de doğru zikir boyutu ile kılmayıpta gaflette olduğumuz için namaz ara konusu üzerine konuşuyorum. Demek ki Allah’ın resulü bizi bu konuda da uyarıyor.

“Ekımis salâ” diyor. Namaz kıl bile demiyor, namazı ikame et diyor. Namazın kazası yok. Var şöyle; bayılırsam, uyuyakalırsam, ya da başımın üzerinden hendek savaşındaki gibi ok geçer de kılma durumu olmazsa var. “Ya sonra kaza ederim” diyen işte “an salatihim sahun”a geliyor. Onlar namazlarında aldırış etmezler, öylesine baştan savarlar. İşte bu ikame olmuyor. Buna niye girdik? Yani böyle olduğu zaman bile gafilde olan bir kavim oluyorsun tamam. Neden “fehum gafilun” babaları? Sana bunu öğretenler, senin bu İslami bilgileri aldığın gaflette olabilirler. Yeterince birileri onları hikmet hakikat konularında uyarmamış olabilir. Ama sen Kuran okumuyor musun? Kuran okudukça Peygamber Efendimizin ahlakı olan Kuran’la ahlaklanırsın da kendini düzeltirsin. Bu anlamda Kuran’a yöneltiliş var. Devam edelim. 7. Ayet:

(لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلٰى اَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ )Legad haggal gavlu alâ ekserihim fehum lâ yué’minûn. “Gerçekten o söz(o kavil) onların çoğunun üzerine hak oldu, onlar iman etmezler”. Şimdi gafiller ya. Gafillikleri üzerine de bu ne kadar uyarılmışlık olmasına rağmen uyarılmıyorlar hala o şeyleri de devam ediyor. Rabbim de yemin cümlesi ile başlıyor. Yemin olsun ki(kesin ki), “Hakka” hak oldu. Ne hak oldu? O kavil, o söz hak oldu. Yani Rabbimin azap sözü bu. Hak oldu. Kime? “Ala ekserihim”. Hepsinin değil bir kısmının ama çoğunluğunun yani az bir kısmı sadece buna inanmış. Başka ayette de ondan çok az bir kısmı dışında şirk koşmada iman ederler diyor. Çoğunun üzerine bu söz hak oldu. “Fehum la yuminun”. Ama onlar bir şekilde hala iman etmiyorlar ya da başka bir ifade ile iman etmedikleri için bu söz onların üzerine hak oldu. Yani Allahû Teala büyük yeminle Kuran’a hakim olan Kuran üzerine, hükümleri ve hikmetleri olan Kuran üzerine yemin ediyor. Sonra Peygamber Efendimiz’e dönüyor ve diyor ki “Sen hiç merak etme, yalnız değilsin. Benim önceden gönderdiğim resullerden birisn ama herhangi bir resul gibi de değilsin. Bana çok yakın olan özel bir resulsun ki senin sıratı müstakimin de özel. Ve ben senin üzerine senin ahlakının temel sebebi olan Kuran’ı azizliğimle gönderiyorum ama rahimliğim olmasa buna ulaşamazlar. Göndermemin sebebi de kullarımın üzerine olan rahmetim. Bu rahmetimi onlara gönderiyorum ki onlar bir şekilde uyarılmamışlardı sen de onları uyar diye Kuran’la. Aman dikkat etsinler, gaflette olmasınlar. Eğer bunca ikaza rağmen, sana rağmen eğer iman etmezlerse onların üzerine benim sünnetullahımdan olan hak gerçekleşecek o zaman da kurtuluşları olmayacak. O anlamda onları inzar et, uyar diyor. Allah bize bu Kuran’ın değerini(kadrini) bilen, Resulullah(SAV)’ın kadrini bilen ve onun öğrettiği Kuran’la öğrettiklerine tabi olan da gafillerden olmayan kullardan eylesin. Ve kavi bir gün gerçekleşecek bu tarafta ve ahirette. Allah’ın rahmeti ve merhameti ile de bunlardan uzak olup Allah’ın veçhine(zatına) giden kullarından olmayı nasip etsin inşallah.

Sadakallahulazim.

FATIR(20.Sohbet)44-45.ayetler(son)

SOHBETİ DİNLE:



SOHBETİ DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/FN8zKzWnrZwst


FATIR 44:

أَوَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَكَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعْجِزَهُ مِن شَيْءٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ إِنَّهُ كَانَ عَلِيمًا قَدِيرًا

E ve lem yesîrû fîl ardı fe yanzurû keyfe kâne âkıbetullezîne min kablihim ve kânû eşedde minhum kuvveten, ve mâ kânallâhu lî yu’cizehu min şey’in fîs semâvâti ve lâ fîl ardı, innehu kâne alîmen kadîrâ( kadîran).

1. e : mı
2 (e lem yenzurû) : ve gezmediler  (bakmadılar mı)
3. fî el ardı : yeryüzünde
4. fe : artık, böylece
5. yenzurû : bakarlar
6. keyfe : nasıl
7. kâne : oldu
8. âkıbetu : akıbet, son, sonuç
9. ellezîne : onlar
10 min kabli-him : onlardan önce
11 ve kânû : ve oldular, idiler
12 eşedde : daha çok, şiddetli
13 min-hum : onlardan
14 kuvveten : kuvvet, güç
15 ve mâ kâne : ve olmadı
16 allâhu : Allah
17 lî yu’cize-hu : onu aciz bırakacak
18 min şey’in : bir şey(den)
19 fî es semâvâti : semalarda, göklerde
2 ve lâ fî el ardı : ve arzda, yeryüzünde yoktur
21 inne-hu : muhakkak o
22 kâne : oldu
23 alîmen : en iyi bilen
24 kadîren : kaadir olan, gücü yeten

“Yeryüzünde dolaşıp, onlardan öncekilerin akıbeti (sonu) nasıl oldu bakmadılar mı? Ve onlardan daha çok kuvvetliydiler. Göklerde ve yerde Allah’ı aciz bırakacak (hiç)bir şey yoktur. Muhakkak ki O, en iyi bilendir, (herşeye) kaadirdir.”


FATIR 45:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَى ظَهْرِهَا مِن دَابَّةٍ وَلَكِن يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِعِبَادِهِ بَصِيرًا

Ve lev yuâhızullâhun nâse bimâ kesebû mâ terake alâ zahrihâ min dâbbetin, ve lâkin yuahhıruhum ilâ ecelin musemmâ(musemmen), fe izâ câe eceluhum fe innallâhe kâne bi ibâdihî basîrâ(basîran).

1. ve lev : ve eğer, şâyet
2. yûâhızu : muaheze eder, sorgular
3. allâhu : Allah
4. en nâse : insanlar
5. bi-mâ : sebebiyle
6. kesebû : kazandılar
7. mâ tereke : terketmedi, bırakmadı
8. alâ zahri-hâ : onun sırtında, onun üstünde
9. min dâbbetin : bir dabbe, yürüyen bir canlı
10 ve lâkin : ve lâkin
11 yûahhıru-hum : onları tehir eder, erteler
12 ilâ ecelin : bir zamana kadar
13 musemmen : isimlendirilmiş, belirlenmiş
14 fe : artık, fakat
15 izâ : o zaman
16 câe : geldi
17 ecelu-hum : onların eceli, onların zamanının sonu
18 fe : o zaman
19 innallâhe (inne allâhe) : muhakkak ki Allah
2 kâne : odu, idi
21 bi ibâdi-hi : onun kullarını, kullarını
22 basîren : gören

” Ve eğer Allah insanları, kazandıkları şeyler sebebiyle muaheze etseydi (sorgulasaydı), onun üstünde (yeryüzünde) dabbe (yürüyen bir canlı) bırakmazdı. Ve lâkin belirlenmiş bir zamana kadar onları tehir eder (erteler). Fakat onların ecelleri geldiği zaman (hesaba çeker). Muhakkak ki Allah, kullarını görendir.”

 

FATIR (19.Sohbet) 41-42-43.ayetler

SOHBETİ DİNLE:


DİNLEMEK VEYA İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/gQyD2nPdrRg2q

 


FATIR 41:

إِنَّ اللَّهَ يُمْسِكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ أَن تَزُولَا

وَلَئِن زَالَتَا إِنْ أَمْسَكَهُمَا مِنْ أَحَدٍ مِّن بَعْدِهِ

إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

İnnallâhe yumsikus semâvâti vel arda en tezûlâ, ve le in zâletâ in emsekehumâ min ehadin min ba’dihî, innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûran).

1. inne allâhe : muhakkak ki Allah
2. yumsiku : tutar
3. es semâvâti : samalar, gökler
4. ve el arda : ve arz, yeryüzü, yer
5. en tezûlâ : (ikisinin) zail olması, helâk olması, yok olması
6. ve le : ve elbette, mutlaka, gerçekten
7. in zâletâ : eğer (ikisi) zail olursa (yok olursa)
8. in : sadece
9. emseke-humâ : o ikisini tutar
10 min ehadin : birisi
11 min ba’di-hi : ondan sonra
12 inne-hu : muhakkak o
13 kâne : idi, oldu
14 halîmen : halîm
15 gafûran : gafur, mağfiret eden, günahları sevaba çeviren

 Muhakkak ki Allah, gökleri ve yeri, zail olurlar diye (zail olmaması için) tutuyor. Gerçekten ikisi de zail olurlarsa (yok olurlarsa), ondan sonra, o ikisini (gökleri ve yeri) O’ndan (Allah’tan) başka tutacak (yoktur). Muhakkak ki O; Halîm’dir, Gafûr’dur .


FATIR 42:

وَأَقْسَمُوا بِاللَّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَئِن جَاءهُمْ نَذِيرٌ لَّيَكُونُنَّ أَهْدَى مِنْ إِحْدَى الْأُمَمِ

فَلَمَّا جَاءهُمْ نَذِيرٌ مَّا زَادَهُمْ إِلَّا نُفُورًا

Ve aksemû billâhi cehde eymânihim le in câehum nezîrun le yekûnunne ehdâ min ihdâl umemi, fe lemmâ câehum nezîrun mâ zâdehum illâ nufûrâ(nufûran).

1. ve aksemû : ve kasem ettiler
2. billâhi (bi allâhi) : Allah’a
3. cehde : cehd ederek, kuvvetli olarak
4. eymâni-him : oların yeminleri
5. le : elbette, mutlaka, gerçekten
6. in : eğer
7. câe-hum : onlara geldi
8. nezîrun : nezir, uyarıcı
9. le yekûnunne : mutlaka olurlar
10 ehdâ : en çok hidayete eren
11 min : den
12 ihdâ : ahed, bir
13 el umemi : ümmetler
14 fe : fakat
15 lemmâ : olduğu zaman
16 câe-hum : onlara geldi
17 nezîrun : nezir, uyarıcı
18 mâ zâde-hum : onlara artırmadı
19 illâ : den başka
2 nufûran : nefret

Ve Allah’a en kuvvetli yeminleri ile kasem ettiler. Eğer gerçekten onlara nezir gelirse, mutlaka en çok hidayete eren ümmetlerden biri olacaklarına. Fakat (bu), onlara nezir (uyarıcı) geldiği zaman onların nefretlerinden başka bir şeyi artırmadı.


FATIR 43:

اسْتِكْبَارًا فِي الْأَرْضِ    وَمَكْرَ السَّيِّئِ وَلَا يَحِيقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ إِلَّا بِأَهْلِهِ

فَهَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا سُنَّتَ الْأَوَّلِينَ

فَلَن تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَبْدِيلًا

وَلَن تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَحْوِيلًا

İstikbâran fîl ardı ve mekres seyyii, ve lâ yahîkul mekrus seyyiu illâ bi ehlihî, fe hel yanzurûne illâ sunnetel evvelîn(evvelîne), fe len tecide li sunnetillâhi tebdîlâ(tebdîlen), ve len tecide li sunnetillâhi tahvîlâ(tahvîlen).

1. istikbâren : büyüklenerek, kibirlenerek kötülük düzenlediler
2. fî el ardı : arzda, yeryüzünde
3. ve mekre es seyyii : ve kötülük düzeni, kötü hile
4. ve lâ yahîku : ve isabet etmez, ulaşmaz
5. ve mekru es seyyii : ve kötülük düzeni, kötü hile
6. illâ : ancak, oysa
7. bi : … e
8. ehli-hi : onun sahibi
9. fe : artık, öyleyse
10 hel : mı, mi
11 yenzurûne : gözlüyorlar (bekliyorlar)
12 illâ : den başka
13 sunnete : sünnet, kanun
14 el evvelîne : evvelkiler
15 fe : artık, bundan sonra
16 len tecide : asla bulamazsın
17 li sunnetillâhi : Allah’ın sünnetinde
18 tebdîlen : bedel, değişiklik
19 ve len tecide : ve asla bulamazsın
2 li sunnetillâhi : Allah’ın sünnetinde
21 tahvîlen : tahvil, dönüşüm, değişme

Yeryüzünde kibirlendiler ve kötü hile düzenlediler. Oysa kötü hileler, sahibinden başkasına isabet etmez (ulaşmaz). Öyleyse onlar, evvelkilerin sünnetinden başkasını mı gözlüyorlar (bekliyorlar)? Halbuki Allah’ın sünnetinde asla bir tebdil (değişiklik) bulamazsın. Ve Allah’ın sünnetinde asla bir tahvil (değişme) bulamazsın.

FATIR (18.Sohbet)39-40.Ayetler

 

SOHBETİ DİNLE:


DİNLEMEK VE İNDİRMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/agOKxyNgrFbvr


FATIR 39:

هُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلَائِفَ فِي الْأَرْضِ

      فَمَن كَفَرَ فَعَلَيْهِ كُفْرُهُ   وَلَا يَزِيدُ الْكَافِرِينَ كُفْرُهُمْ    عِندَ رَبِّهِمْ     إِلَّا مَقْتًا

   وَلَا يَزِيدُ الْكَافِرِينَ كُفْرُهُمْ إِلَّا خَسَارًا

Huvellezî cealekum halâife fîl ardı, fe men kefere fe aleyhi kufruhu, ve lâ yezîdul kâfirîne kufruhum inde rabbihim illâ maktâ(makten), ve lâ yezîdul kâfirîne kufruhum illâ hasârâ(hasâran).

1. huve : o
2. ellezî : ki o
3. ceale-kum : sizi kıldı
4. halâife : halifeler
5. fî el ardı : yeryüzünde
6. fe : artık, o taktirde, o zaman
7. men : kim
8. kefere : inkâr etti
9. fe : artık, o taktirde, o zaman
10 aleyhi : onun üzerine
11 kufru-hu : onun küfrü
12 ve lâ yezîdu : ve artırmaz
13 el kâfirîne : kâfirler
14 kufru-hum : onların küfrü
15 inde : yanında, huzurunda
16 rabbi-him : onların Rabbi
17 illâ : ancak, den başka
18 makten : gazap, kızgınlık, öfke
19 ve lâ yezîdu : ve artırmaz
2 el kâfirîne : kâfirler
21 kufru-hum : onların küfürleri
22 illâ : ancak, den başka
23 hasâren : hasar, zarar ziyan

“Sizi yeryüzünde halifeler kılan O’dur. Artık kim inkâr ederse, o zaman onun küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlere küfürleri, Rab’lerinin huzurunda, gazaptan başka bir şey artırmaz ve kâfirlere küfürleri, hasardan (ziyandan) başka bir şey artırmaz.”


FATIR 40:

قُلْ   أَرَأَيْتُمْ شُرَكَاءكُمُ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِن دُونِ اللَّهِ

    أَرُونِي   مَاذَا خَلَقُوا مِنَ الْأَرْضِ

أَمْ لَهُمْ شِرْكٌ فِي السَّمَاوَاتِ

    أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا فَهُمْ عَلَى بَيِّنَةٍ مِّنْهُ

بَلْ     إِن يَعِدُ الظَّالِمُونَ بَعْضُهُم بَعْضًا إِلَّا غُرُورًا

Kul e raeytum şurakâekumullezîne ted’ûne min dûnillâhi, erûnî mâzâ halakû minel ardı em lehum şirkun fîs semâvât(semâvâti), em âteynâhum kitâben fe hum alâ beyyinetin minhu, bel in yaıduz zâlimûne ba’duhum ba’dan illâ gurûrâ(gurûran).

1. kul : de, söyle
2. e reeytum : siz gördünüz mü
3. şurekâe-kum : sizin ortaklarınız
4. ellezîne : ki onlar
5. ted’ûne : tapıyorsunuz/dua ediyorsunuz/çağırıyorsunuz
6. min dûni allâhi : Allah’tan başka
7. erû-nî : bana gösterin
8. mâzâ : ne, neyi
9. halakû : halkettiler, yarattılar
10 min el ardı : yerden, topraktan
11 em : yoksa, veya (öyle) mi
12 lehum : onların vardır
13 şirkun : şirk, ortaklık
14 fî es semâvâti : semalarda, göklerde
15 em : yoksa, veya
16 âteynâ-hum : onlara verdik
17 kitâben : kitap
18 fe : artık, öyleki
19 hum : onlar
2 alâ beyyinetin : beyyine üzerinde, delil üzerinde
21 min-hu : ondan
22 bel : hayır
23 in : eğer, sadece, ancak
24 yaıdu : vaadediyorlar
25 ez zâlimûne : zalimler, zulmedenler
26 ba’du-hum ba’dan : onların bir kısmı bir kısmına, birbirlerine
27 illâ

 

: ancak, sadece, den başka  (sadece, ancak)
28 gurûran : aldatma, aldatıcı şeyler

De ki: “Allah’tan başka taptığınız /çağırdığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana gösterin! Yerden  ne halkettiler (yarattılar). Veya onların göklerde ortakları mı var? Yoksa onlara kitap mı verdik de onlar, ondan (o kitaptan) bir beyyine (delil) üzerindeler mi (üzerinde mi oldular)? Hayır, zalimler sadece birbirlerine aldatıcı şeyler vaadederler.”

 

FATIR (17.Sohbet)36-37-38.Ayetler

SOHBETİ DİNLE:



İNDİRMEK VEYA DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/dTbA8dj1r59q2

 


FATIR 36:

وَالَّذِينَ كَفَرُوا لَهُمْ نَارُ جَهَنَّمَ لَا يُقْضَى عَلَيْهِمْ فَيَمُوتُوا وَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُم مِّنْ عَذَابِهَا كَذَلِكَ نَجْزِي كُلَّ كَفُورٍ

Vellezîne keferû lehum nâru cehennem(cehenneme), lâ yukdâ aleyhim fe yemûtû ve lâ yuhaffefu anhum min azâbihâ, kezâlike neczî kulle kefûr(kefûrin).

1. ve ellezîne : ve o kimseler, onlar
2. keferû : inkâr ettiler
3. lehum : onların, onlar için vardır
4. nâru : ateş
5. cehenneme : cehennem
6. lâ yukdâ : kada edilmez, karar verilmez
7. aleyhim : onlara, onlar için
8. fe : böylece
9. yemûtû : ölsünler
10 ve lâ yuhaffefu : ve hafifletilmez
11 an-hum : onlardan
12 min azâbi-hâ : onun azabından
13 kezâlike : işte böyle
14 neczî : cezalandırırız
15 kulle : hepsi, bütün
16 kefûrin : nankör olanlar

Ve inkâr edenler .Onlar için cehennem ateşi vardır. Onlar için karar/hüküm verilmez ki ölsünler ve onun azabı, onlardan hafifletilmez. İşte Biz, bütün inkâr edenleri böyle cezalandırırız.


FATIR 37:

وَهُمْ يَصْطَرِخُونَ فِيهَا رَبَّنَا أَخْرِجْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ أَوَلَمْ نُعَمِّرْكُم مَّا يَتَذَكَّرُ فِيهِ مَن تَذَكَّرَ وَجَاءكُمُ النَّذِيرُ فَذُوقُوا فَمَا لِلظَّالِمِينَ مِن نَّصِيرٍ

Ve hum yastarihûne fîhâ, rabbenâ ahricnâ na’mel sâlihan gayrallezî kunnâ na’mel(na’melu), e ve lem nuammirkum mâ yetezekkeru fîhi men tezekkere ve câekumun nezîr(nezîru), fe zûkû fe mâ liz zâlimîne min nasîr(nasîrin).

1. ve hum : ve onlar
2. yastarihûne : feryat ederler
3. fî-hâ : orada
4. rabbe-nâ : bizim Rabbimiz
5. ahric-nâ : bizi çıkar
6. na’mel el sâlihan : biz salih amel yapalım
7. gayre ellezî : ondan başka
8. kun-nâ na’melu : biz yapmış olduk
9. e : mi
10 ve lem nuammir-kum : ve size ömür vermedik
11 mâ yetezekkeru : tezekkür edebileceğiniz şey
12 fî-hi : orada
13 men tezekkere : tezekkür edecek kimse
14 ve câe-kum : ve size geldi
15 en nezîru : nezir, uyarıcı
16 fe zûkû : o zaman tadın
17 fe mâ : o zaman, artık yoktur
18 li ez zâlimîne : zalimler için
19 min nasîrin : (yardımcılardan) bir yardımcı

Ve onlar, orada feryat ederler: “Rabbimiz bizi (buradan) çıkar, yapmış olduklarımızdan başka (amel) salih amel yapalım.” Size orada (dünyada), tezekkür etmek isteyen kimsenin, tezekkür etmesine yetecek kadar bir ömür vermedik mi? Size nezir gelmedi mi? O halde (azabı) tadın. Artık zalimler için bir yardımcı yoktur.


FATIR 38:

إِنَّ اللَّهَ عَالِمُ غَيْبِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ

İnnallâhe âlimu gaybis semâvâti vel ard(ardı), innehu alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).

1. inne allâhe : muhakkak ki Allah
2. âlimu : bilen
3. gaybi : gayb
4. es semâvâti : semalar, gökler
5. ve el ardı : ve arz, yeryüzü, yer
6. innehu : muhakkak ki o
7. alîmun : en iyi bilen
8. bi zâti : sahip
9. es sudûri : sine, göğüs

Muhakkak ki Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Muhakkak ki O, sinelerde olanı en iyi bilendir.

Sebe Suresi (31. Sohbet) 49. Ayet/ yazılı metin

Sebe Suresi 49. Ayet – 31. Sohbet (29.11.2015)

Eûzubillâhimineşşeytânirracîm.

Bismillâhir rahmânir rahîm

قُلْ جَاء الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîd(yuîdu).

De ki: “Hak geldi, bâtıl (bir şey) zuhur ettiremez ve geri getiremez.”


1. kul : de
2. câe : geldi
3. el hakku : hak
4. ve mâ yubdiû : ve ortaya çıkaramaz, zuhur ettiremez
5. el bâtılu : bâtıl
6. ve mâ yuîdu : ve geri getiremez

 

SEBE suresinin 48. Ve 49. Ayetleri birbiri ile bağlantılıdır. 48. Ayeti hatırlayacak olursak:

قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ

Kul inne rabbî yakzifu bil hakk(hakkı), allâmul guyûb(guyûbi).

De ki: “Muhakkak ki benim Rabbim hakkı kazefe eder. Bütün gaybleri (tamamiyle) bilendir.”


1. kul : de
2. inne : muhakkak
3. rabbî : Rabbim
4. yakzifu : kazefe eder, atar, tecelli ettirir
5. bi el hakkı : hakkı
6. allâmu : çok iyi bilen
7. el guyûbi : gaybler, bilinmeyen

 

 

Kul (قُلْ). De ki.

Burada biliyorsunuz “Kul(قُلْ)” “De” emri. Peygamber Efendimiz(SAV)e hitap ediyor, dolayısıyla Kuran’ın muhatabı olan okuyucuya yani bizlere.

İnne rabbî(إِنَّ رَبِّي). Şüphesiz benim Rabbim.

Yakzifu(يَقْذِفُ)  yok eder, parçalar, atar gibi anlamları vardır. Ne ile? Hak ile. Yani buradaki ifadeyi söylüyorum “Şüphesiz benim Rabbim hakkın yardımı ile batılı yok eder. Hak ile batılı yok eder” ifadeleri vardır.

Allamul guyub(عَلَّامُ الْغُيُوبِ). O bütün gaybları çok ince derinlikleri ile çok çok bilendir.

Bugünkü ayette de tekrar kul(قُلْ) var. Kul câel hakku(قُلْ جَاء الْحَقُّ). De ki: “Hak geldi”. Ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu(وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ).

 

Geçen sohbette hak konusu baya teferruatı ile anlatılmıştı. Hak kelimesi gerek Arapçada gerek Türkçede çok fazla kullanım alanı olan ve farklı farklı kullanım yerleri olan bir konudur. Fakat burada birinci anlamı ile kastedilen özellikle sistem.

Çok meşhur bir ayet vardır:(İsra suresi 81. Ayet.)

  • وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
  • Ve gul câel haggu ve zehegal bâtıl, innel bâtıle kâne zehûgâ
  • “Hak geldi batıl zail oldu ; batıl kesinlikle yok olmaya mahkumdur”

Çok meşhurdur biliyorsunuz.  Hatta geçen hafta söyledik. Bir gazetenin sloganı idi bu. “Hak geldi batıl zail oldu”. Özellikle bu kısmı söyleniyor. İkinci kısmı biraz daha az dillendiriliyor. Buradaki ayetle baya alakalı. Şimdi 48. ayetten biz anlıyoruz ki Allahû Teâlâ hak sistemi öyle yumuşak bir şekilde getirmiyor. Bir darbe gibi, bir devrim gibi, bir ihtilal gibi bir şeyle getiriyor. Nereden vardık bu sonuca? Bakın 48’de diyor ki yakzifu(يَقْذِفُ). Bu “nezele (نَزَلَ) indirmek” fiilinden değil, yani “indirir” değil. İndirmede daha yumuşak bir ifade var. Hatta bir başka ayette nuzulen diyordu cennet nimetleri için nüzul diyordu. Yani gökten bir sofranın inmesi gibi, bir ikram gibi. Yani nezelede o var. Fakat  “yakzifu” olduğunda yukarıdan aşağıya kafasını parçalarcasına atmak var.sertlik var. Yani indirir manası da var yakzifu için ama öyle bir” yukarıdan aşağıya şiddetle indirir ki , beynini parçalayacak şekilde”.

Enbiya 18’de şöyle geçer:

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nagzifu bil haggı alel bâtıli feyedmeğuhû feizâ huve zâhig, ve lekumul veylu mimmâ tesıfûn
  • Bilakis biz “akkı batılın tepesine öyle bir atarız ki onun beynini parçalar bir de görürsün ki batıl yok olup gitmiştir. Allaha yakıştırdığınız o çirkin sıfatlardan dolayı vay halinize!

Bakın bunlarda bir yumuşaklık var mı? Yok. Dikkatinizi çekerse bütün dinlerin gelişinde böyle bir sertlik var. Mevdudi’nin bir kitabı vardır: “kuran’da dört terim”. Rab, ilah kavramlarını açıklıyor. Oradaki bir ifade şöyleydi: “Biz bugün kanıksadık La İlahe İllallah kelimesini”. Çok fazla bir anlam ifade etmiyor. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV) bu (kelime-i tevhid)’ı ilk getirdiğinde “Ya başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi”. Arada başka bir şey yok , çünkü onun getirdiği ile o ” La İlahe İllallah” cümlesi ile nelerin değişeceğini o andan itibaren insanlar çok net anladılar. Ya teslim olmak zorundalardı, başlar öne eğildi ya da kılıçlar çekildi. Yani yumuşak bir gelişle gelmedi. İhtilal gibi, devrim gibi geldi. Bakın kelime-i tevhidin ilk kelimesi ne? “La”. La , hayır demek; Yok demek. Yani reddedişle geldi. Yani o kelime i anlayan -kelime-i tevhidi anlayan – önce reddetti mevcut sistemi. Ondan sonra kabul var. Bir kere  “la”diyorsun hatta- ikincisi ile beraber- “la ilahe” diyorsun. “İlah denilen bir şey yok”. Yani güç ve kudret tahsis edilecek, medet umulacak hiçbir şey yok. Ya nasıl? Hiç mi bir şey yok? Sistemi yaratan var. Evet işte O. Bir tek O. “İlallah”.  Bakın bu şekilde anlaşıldığında kelime-i tevhid daha manalı. Bu bir devrim. İnsanların kafalarında oluşturduğu bir sistem var. Allahû Teâlâ diyor ki ;

Siz sistem mistem oluşturamazsınız. Sistemi  yaratan oluşturur. İşte ona da Hak deniyor. İşte” kul câel hakku “bu. Hak geldi. De ki: Hak yok muydu? Yani o anda mı geldi? Hayır vardı. Fakat insanlardan bunu oluşturması bekleniyordu. Bu hak doğrulara gelmeleri bekleniyordu.

Çünkü biz daha evvel Hanif derslerinde işledik biliyorsunuz. Hanif konusunda özellikle kim işlendi, hangi peygamber işlendi? Hz. İbrahim . Onun en büyük özelliği neydi? Tek başına olması idi. Hiç bir din yok,  hiçbir öğreti yok. Kitap yok. Resul yok. Çevresinde bir şey yok. Buna rağmen yanlış gibi gözüken şeylerle başlaya başlaya öyle bir Hak sistem idraki oldu ki Allahû Teâlâ’dan “el-Halil”  ünvanını aldı. Literatüre geçti yani. İşte onun kafasında oluşturduğu o sistem Hak sistemdi. Gittiği şey Hak sistemdi. Allahû Teâlâ bize Hazreti İbrahim’le neyi öğretiyor : Tamam şu an sizin önünüzde kitap var, peygamber var, din var. Ama benim size yüklediğim fıtrati sistem, sizin kendi başınıza düşünüp de ulaşabileceğiniz bir hak sistem. Ben sizden bunu bekliyorum. Ama yine de çok zor. Ben hidayet unsurları ile de sizi destekliyorum. Ne yaptı? Din gönderdi. Ne yaptı? Resul gönderdi. Ne yaptı? Peygamber gönderdi.

Necip Fazıl Kısakürek’in bir hikâyesi var. Karşıdan karşıya vapurla geçiyor şehir hatlarıyla. Biri gelip soruyor: Peygambere ne gerek var? O da diyor ki: O zaman niye vapura bindin? Karşıya yüzerek geçse idin ya !..

Yani din bize bu rahmeti sağlıyor.

Enbiya suresi 107:

  • (وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمٖينَ)
  • Ve mâ erselnâke illâ rahmetel lil âlemin
  • Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.

bize kolay yolu gösteriyor.

Hak sisteminin yaşanılırlığını mı öğrenmek istiyorsunuz, alın size bir misal: Resulullah. İçinizden kendi içinizden bir peygamber gönderdik. Size kendi içinizden resul gönderdim. Yani sizin gibi.Tevbe suresi 128:

  • لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزٖيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرٖيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَؤُفٌ رَحٖيمٌ)
  • Legad câekum rasûlum min enfusikum aziz, aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mué’minîne raûfur rahîm
  • Andolsun ki; size, sizin içinizden azîz bir Resûl geldi. Sizin üzüldüğünüz şey, O’na ağır gelir (O’nu üzer). Size çok düşkün, mü’minlere şefkatli ve merhametlidir.

Yani kendi içinizden misal. Sizin gibi yiyip içen ama sahip oldukları ile ilham edilenlerle müthiş Allah destekli. İşte bu Resul(SAV) aracılığıyla gönderilen, teferruatı anlatılan, kemal olmuş sistem geliyor işte. Yani o gelmesi ile var olmuyor. Yaradılışın ilk anından itibaren o sistem var. Yani kün emri ile beraber o sistem var. Fakat Resulullah ile beraber gönderiliyor, yani bizim açımızdan bakarsak da geliyor. Ama işte bir önceki ayetin ifadesini söylüyorum. Bu gelme yumuşak bir şekilde değil devrim şeklinde. Çünkü insanların kafasındakilerin bitmesi gerekiyordu.

Kuran’ı sıkça okudukça okudukça artık bir şey size çağrışım yapıyor.  Sanki burada İsra Suresini okuyormuşsun gibi oluyor. “Hakkı yardımı ile indirir.” Bir de sonraki ayetle beraber “kul cael hakkı  ve zehegal batıl” ile beraber o hemen aklında çağrışım yapıyor. Dolayısıyla direkt batıl diyebiliyorsunuz. Orda batıl yok ama Kuranın tefsiri Kuran olduğu için Direkt orda Allahû Teâlâ’nın hak ile neyi yukardan aşağı atarak parçaladığının, indirdiğinin, batıl olduğunu anlıyorsunuz. Neden? Hakkın zıttı batıl. Yani tamamlama var. Beyinde Allah’ın yarattığı sistemde tamamlama vardır. Bir şeyi veriyorsun, bir bilgiyi veriyorsun. Üçüncüyü vermiyorsun. O bunu birleştiriyor. Tamamlıyor. Burada o tamamlama ile beraber o anlam çıkıyor.

“Gazefe” yukarıdan aşağı bir şeyin fırlatılması manasına geliyor. Batıl ondan etkilenen. “Hadara ” fiili de kullanılabilirdi burada “hazır oldu, yani o anda huzura gelmiş olması” ama buraya uygun değil. Yani daha evvelden vardı bu. Hak sistem.

” Câe” fiili  kullanılmış burada. Yani mevcutta olan bir şey vardı.  o geldi. Sistemin içerisinde de gizli ve Peygamber Efendimiz( SAV) en kemal haliyle bunu gösterdi. Yani diğer peygamberlere gönderilen de İslam. Yani farklı bir şey değil. Peygamberler tarihini okuyunca da görüyoruz ki Allahû Teâlâ hep aynı şeyleri indiriyor. Farklı bir şey indirmiyor aslında. Fakat Peygamber Efendimiz(SAV)’e indirilen onun en kemale ermiş, en olgunlaşmış hali. Neden? Başka bir açıdan bakarsak insanlığın toplam aklı, idraksal seviyesi Peygamber Efendimiz(SAV)’in dünyaya teşrifi ile beraber artıyor. Artık diğer insanlara öğretildiğinden daha farklı bir ifadelerle anlatılması gerekiyor bunun. Yani birkaç bin sene evvel dünyanın bir bölgesinde değişik bir coğrafyada yaşayan insanı anlattığı gibi anlatılmıyor artık. Neden? Çünkü idraksal seviye yükseldi. Bu kavram çok önemli. Yani bu idrakin yükselmesi çok önemli. İdrak zannedildiği gibi tek bir seviye bir şey değil. Yani ilk insanın anlama kapasitesi ile şu an bizim anlama kapasitemiz aynı değil. Bunu biz anlayamayız çünkü o dönemi bilmiyoruz. Ama biz o döneme gitsek de insanlarla bir konuşsak, teknolojiyi falan bırakalım, ortak şeylerle onların akıllarını çok ilkel buluruz yine. İdrakimiz bir şekilde arttı istesek de istemesek de. Sadece bizim değil bütün insanlığın arttı.

Ikinci kısım” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” (وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ) ile

“zehekal batıl” aynı manada. Biz bunu matematikte öğrendik değil mi? matematikte ne kuralı diyorduk biz buna? Matematikte değişim kuralı idi:

a+b+c = a+d ise

(b+c) = d

Biz bunu matematikte öğrendik. Ama sayılar olarak öğrendik, hayat pratiği olarak öğrenmedik. İşte Kuran’da da o matematik kuralını uyguluyoruz. 2 tane ayet var:

Birisinde (İsra suresinde):

“Ve gul câel hakku ve zehegal bâtıl”, diyor.

Burada da;

Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu”, diyor.

Demek “zehegal batıl” ile bu öbür kısım “ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” aynıymış. “Hak geldi ve batıl zail oldu.” Zail olması ne demek? Yok olması, zeval bulması. Yani tesirinin, etkisinin gitmesi demek. Şimdi burada da” ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîdu” yu açıklayalım.”Ma Yubdiu “burada ortaya çıkaramaz diyor. Bunun kökü aslında “bedee”.  “Bedee”ne demek? Başladı demek. Yubdiu da başlatır anlamına gelir. Başındaki ma olumsuzu ile beraber de başlatmaz. Şimdi “batıl bir şeyi başlatamaz”

Bizim buradan baktığımızda insanların iddiası bu değil. İnsanlar kafalarında bir sistem oluşturuyorlar. Komünizm gibi, bilmem ne izm gibi. İşte müşriklerin oluşturduğu sistem, putperestlerin oluşturduğu sistem, laisizm, deizm, izm denilen her türlü sistem var burada. Bu ayet diyor ki HAK. Doğrusu bu. Bunun üzerine sistem kuruluyor. İşte Rusya’da komünizm uygulanması için yapılanlar var, insanlar mahvoldu. Sosyalizmin uygulanması ile insanlar mağdur oldu. Hitler’in yapmak istediğini biliyorsunuz. Bunlar yakın dönem olayları. Bir şey oluşturulmaya çalışılıyor, diyor ki en doğrusu bu. Onları yapanlar ne diyor yeni bir sistem buldum en doğrusu bu yeni bir dünya sistemi kuracağız diyor. İşte o kuracağız derken bir başlatma eylemi yok mu? işte ayetteki başlatma eylemi bu. Allahû Teâlâ da diyor ki, “hayır batıl bir şeyi başlatamaz, çünkü sistemi Ben kurdum, benim sistemimle örtüşen, hak sistem ile örtüşen şeyler başarılıdır.” .Hatta bunu bile demiyor. “Bundan başka sistem yoktur” diyor. Bununla örtüşen sistemler başarılıdır dedim ya bakın bu da değil. Çünkü bu neyi yanlışa götürüyor biliyor musunuz?  Bir İslam var, bir de İslam’la örtüşen bir sistem var. Ve maalesef insanlar bu dönemde bunu alkışlıyorlar, alkışlamak zorunda kalıyorlar.

Bakın biz demokrasi denilen insanların bulduğu bir sistem içerisinde Allah’ın doğrularını yaşamaya çalışıyoruz. Ve mutlu olmaya çalışıyoruz. Bir seçim oldu geçende. Demokrasi denilen sistem Allah’ın sistemi mi? Antik Roma’da Yunan’da oluşmuyor mu demokrasi?  Yani insanların bulduğu bir sistem. Niye kabul ediliyor? Şu anki yeryüzünde Allah’ın sistemini kastetmiyor, insanların bulduğu sistemler içerisinde en iyi çalışanı, halka en fazla yarayan gözükeni o olduğu için uyguluyoruz. Biz bu sistem içerisinde koskoca Allah’ın hakikat sistemi ile örtüşen bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ve onunla mutlu oluyoruz. Bu bile değil aslında. Ama bir insanın kafasında oluşturduğu sistem Allah’ın hak sistemi ile ne kadar örtüşürse insanlık sistemi açısından o kadar doğrudur. Ama tek hak sistem var. Diğeri batıl. Ne kadar şirin, güzel, sempatik gözükse de batıl.

Ayetin ikinci kısmında ne var? ve “mâ yuîdu”. Buradaki kelimenin kökü “iade”. İade geri dönüş demektir. Mesela bir malı alıyorsunuz sonra onu iade ediyorsunuz. Başka anlamıyla redde yakın. Bizim geri verdiğimizde red var. Allahu Teala iade kelimesini Kur’an’da Buruc Suresi 13. Ayette şöyle kullanmış:

İnnehû huve yubdiu ve yuîdu (85.13)
(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ)

Şüphesiz muhakkak ki o ilk defa yaratır ve iade ettirir, döndürür anlamında.

Yunus 34 e bakacak olursak:

  • قُلْ هَلْ مِن شُرَكَآئِكُم مَّن يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ 
  • Kul hel min şurakâikum men yebdeul halka summe yuîduhu, kulillâhu yebdeul halka summe yuîduhu fe ennâ tu’fekûn(tu’fekûne).
  • De ki: Sizin ortaklarınızdan o örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek kim var?

Neredeyse tekrarlanmış:

De ki: Örneksiz ilk defa yaratıp sonra onu geri döndürecek Allah’tır.

Öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz, çevriliyorsunuz. Bakın burada bedee var başlatarak yaratma. Sonra yuidu iade eden. Bu birkaç yerde geçmiş. Bir de Rum 27de geçmiş.

Rum 27 de ifadeler çok benzer:

  • وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 
  • Ve huvellezî yebdeul halka summe yuîduhu, ve huve ehvenu aleyhi, ve lehul meselul a’lâ fîs semâvâti vel ard(ardı), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
  • O, Öyle bir mâbuttur ki her şeyi önce yaratır, sonra öldürür ve tekrar diriltir(işte iade bu), ona göre pek kolaydır ve onundur göklerde ve yeryüzünde bütün sıfatlar ve odur aziz ve hâkim olan.

Allahû Teâlâ iadeyi yeniden diriltme olarak kullanmış. Önce Allahû Teâlâ sistemi yaratıyor, ondan sonra da iade ediyor. Yani yaratma sistemini (işte burası ilginç) geriye çevirerek tekrar yapıyor. Kuran meallerinde iade etmeyi yeniden diriltme olarak kullanmışlar. Biz kullanırken reddettme manasında da iade ediyoruz. Bu manada da geri çevirme. Şimdi ikisinin birleştiği yeri söyleyeceğim.

Bakın besmeleyi işlerken hatırlıyor musunuz Rahman ve Rahimi işlemiştik. Rahman ve Rahim’de ne vardı? Rahman, Allahû Teâlâ’nın sistemi kurduğu esma. Yani sistemi Er Rahman esması ile kuruyor ama dönüş, iade Rahim esmasıyla.

Ve sınırı da bu dünya. Allahû Teâlâ bu sistemin geri dönüşünü neye endekslemiş? Şu anki dünya sisteminin kıyamet denilen birinci sura üflenilmesi ile bitirmiş.( Bütün sistemin bitişi dikkat edin, sadece dünya sisteminin değil.) Ve ikinci surla beraber yeni bir sistem başlıyor. İşte ikinci surla beraber yeni sistemin başlamasında artık Rahim esmasının tecellisi var. -Ara bir dönem var -işte din gününde insanlar ikiye ayrılıyor. Birinci kısım cehenneme gidip artık geri dönmenin içerisine giremeyecekler. İkinci kısım da er-Rahimle beraber geri dönüşün içerisine devam edip artık sistemin geri saydığı yöne (ileyhi turceun) gidenler. Neden işte Rahmanla başlayıp Rahmanla bitmiyor. Allahû Teâlâ orada bir eleme yapıyor.

İşte batıl da yok olmaya mahkûmdur. İşte sen hak sistemin içine giremezsen cehennemlikle tasvir edilen alana girersen orada yok olup bitecek. Bakın bu ahiretteki açıklaması. Bir evvelki dünyadaki sistemsel açıklaması idi. Şimdiki ahiretteki sistemsel açıklaması. Hangi sistem, hangi hak sistem geçerli olacak? Allah’ın hak sistemi geçerli olacak. O da işte Rahim ile devam edecek.

İşte buradaki

  • “ve ma yubdiu ” başlatmaz ⇒ Er-Rahman ile ilgili; (asıl başlatan er-Rahman esması))
  • “Ve ma yuidu” iade edemez, döndüremez ⇒ İşte o da er-Rahim ile ilgili.(Asıl iade eden/döndüren er-Rahim esması)

Buruç 13’de :

إِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ

İnnehu huve yubdiu ve yuîd(yuîdu).

1. inne-hu : şüphesiz, muhakkak ki o
2. huve : o
3. yubdiû : ilk defa yaratır, yoktan var eder
4. ve yuîdu : ve iade eder, döndürür

Şüphesiz Allah döndürür, başlatır ve döndürür.

Bir Allah’ın sistemi var bir de insanların sistemi var. İnsanlar kendi sistemlerini Allah’ın sisteminin yerine koyuyorlar ; daha dünyada bile o sistem o izmler, ideolojiler yaşamıyor çöküyor. Başka bir izm gelip onun yerini alıyor. Ahirette de bunu anlayacaklar hak başlarına geldiklerinde. Asıl sistemin Allah’ın sistemi olduğunu anlayacaklar. İade eden de işte o sistem. Peki, mekanizma nasıl işliyor?

Enbiya 18’de ;

  • بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ
  • Bel nakzifu bil hakkı alâl bâtıli fe yedmeguhu fe izâ huve zâhikun, ve lekumul veylu mimmâ tasıfûn(tasıfûne).
  • “Hayır, biz hakkı baatılın tepesine (indirib) atarız da o, bunun beynini parçalar. Bir de görürsünüz ki bu, yok olub gitmişdir. (Allaha karşı) vasf (ve isnâd) etmekde olduğunuz (iftiralar) dan dolayı yazıklar olsun size! “

Demek ki bu hak sistem önce beyinlerde bir tahribat yapıyor.bu  iman karşıtlarına yaptığı tesir.Pozitifte ne var? Beyinlerde idrak oluşturuyor. İrşad oluşturuyor. Hepimizin kafasında bir sistem var. Şu şöyledir, bu böyledir diye. Rabbim bize hakkı bir şekilde gösterdiğinde-kişi aracılığı ile olabilir, bir ayet aracılığı ile olabilir, hoca veya mürşit aracılığıyla olabilir-bizim önce beynimizde fırtınalar dönüyormuş demek ki. “Vay be! Bu böyleymiş”, “Benim bugüne kadar düşündüklerim demek ki doğru değilmiş”. İlk etki nerede oluyor? Beyinde. Ne diyor? Dimağını parçalar diyor. Bu hidayet yolundaki kişiler olarak bizlere.

Hatırlanırsa Fatiha sohbetlerimizde hidayeti 3 kısımda anlatmıştık:

  1. Kişinin ilk defa hidayete kavuşmasındaki hidayet
  2. Belirli bir hidayet seviyesine eriştikten sonra orada sabit kalmanın desteği olan hidayet
  3. Hidayet üzerine olan bir kişinin hidayetinin artmasındaki hidayet

Dimağları parçalar ifadesi Müslüman olmuş bir insanın idrakinin değişmesi içindir. Bildiğin doğruların değişmesi gibi. Mesela “la havle vela kuvvete ilaa billahil aliyyil azim” in derin manasını anladın ve “Vay be! Böyle miymiş?” diyorsun. “Yani ben bu sistemi daha farklı algılıyordum. Meğerse her şey Allahû Teâlâ’nın Esmaül Hüsnası ile gerçekleşiyormuş.

(Kitaplarda “La havle” deki “havle“nin “güç” diye bir izahı var. “Güç”ün zaten kuvvet gibi bir manası var . “Havle”ne oluyor o zaman? “Havle”nin başka bir kavram olması lazımdır çünkü o kadar konsantre bir ifadenin içerisinde yer almıştır. En üstte “La İlahe İllallah” konsantre formülü varsa, bir altında “La Havle Ve la kuvvet …”var. Bu kadar konsantre bir şeyde ikinci kısım kuvvetse birinci kısma sen”güç” gibi  kuvvete yakın bir mana kullanamazsın. Yani formülün kuvvetliliğine,konsantreliğine uymaz. “Hâle حَالَ”  fiili var Kuranı Kerim’de. “Havle” oradan geliyor. Ne demek Hale? Diyor ki Allah kişinin kalbi ile kendisinin arasına girer diyor :

  • يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ 
  • Yâ eyyuhâllezîne âmenûstecîbû lillâhi ve lir resûli izâ deâkum limâ yuhyîkûm, va’lemû ennallâhe yehûlu beynel mer’i ve kalbihî ve ennehû ileyhi tuhşerûn (tuhşerûne).
  •   Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.(ENFAL 24)

Nuh Aleyhisselam’ın oğlu ile bir sahnesi vardır. Nuh Aleyhisselam oğlunu gemiye davet ediyor. Oğlu “Yok ben kendimi kurtarırım” diyor. O sırada aralarına dalga girdi diyor.

  • قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاء قَالَ لاَ عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللّهِ إِلاَّ مَن رَّحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ 
  • Kâle se âvî ilâ cebelin ya’sımunî minel mâi, kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahim(rahime), ve hâle beynehumâl mevcu fe kâne minel mugrakîn(mugrakîne).
  • O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sığınacağım” dedi. Nûh, “Bugün Allah’ın rahmet ettikleri hariç, O’nun azabından korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarına dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu.(HUD 43)

Yani “araya girme” fiili hale. Bir de havle Türkçe’de tahvil olarak kullanılıyor. Tahvil var ya hisse senedi, bono gibi. Aslında o neyin ifadesi? Paranın ifadesi ama kâğıt haline dönüşmüşü. Kıymetli evrak ama kağıtta bir kıymet var mı? Yani gramla tart kaç kuruş gelir? Ama üzerinde milyarlar var. O milyarlarca mülk ne hale gelmiş? Kâğıt parçası haline gelmiş, tahvil olmuş. Dönüşüm aracı. Su var değil mi? Su buhara dönüşüyor, buhar yağmura dönüşüyor, yağmur kara dönüşüyor, kar buza dönüşüyor, buz doluya dönüşüyor. Aslı ne bunun? Su. Ama değişik şekillerde tahvil oluyor, değişim oluyor, dönüşüm oluyor. İşte Allahû Teâlâ bunu diyor. Sistem ne diyor, “Allah’ın sisteminden  başka dönüşen, dönüştüren ; araya giren, sebep olan, vesile başka bir şey yok “diyor.( Esmaül hüsna’ları biliyorsunuz, isimleri ve Esmaları.) Her şey onlarda tecelli oluyor. Sizin cisim olarak, ,fiil olarak,enerji olarak gördüğünüz her şeyde aslında Esmaların değişik hale gelmiş şekilleri. Sen yemek yiyorsun. Aslında sana Allah enerji veriyor bir şekilde el-Rezzak ile. O yemek vasıtasıyla oluyor. O rızkı yiyorsun, vücudunda görme duyusu olarak işlev görüyor. Enerji geliyor bir enerjiyle. El-Basir esmasına dönüşüyor. Tefekkür ediyorsun beynine geliyor, el-Âlim esması oluyor düşünce oluyor. Yani her şey Allah’ın Esmalarının dönüp durduğu, tahvil olduğu bir sistem aslında. İşte “la havle”. Şimdi bunun bugüne kadar kitaplarda açıklananla ne alakası var? İkincisi de kuvvet. Kuvvet denilen fizikteki o “f “var ya “f kuvveti”aslında meleklermiş. Yani şu kitap burada duruyor ya, aslında bu bir melek ve meleki kuvvet aşağı doğru çekiyor. Biz yerçekimi kanunu diyoruz. Tamam, sünnetullah gereği formüllerle ifade edilen sayısal değerleri ortaya çıkaran  fiziki bir şey var ama bunu bir türlü izah edemiyormuş fizikçiler. İşte solucan teoremi, bilmem ne teoremi, kütle çekim vs. ama bir türlü bulamıyorlarmış onun ne olduğunu. İşte melekî kuvvet. Bununla ilgili bir hadis var. Güneşin meleki kuvvetler tarafından yörüngesinde tutulduğu. Bakın fiziksel kanunlarla ifade ettiğimiz mutlak değerler var. Bu da Allah’ın Sünnetullahı. Ama derin boyutta ve hikmetine baktığımızda Allahû Teâlâ orada meleksel sistemi koyuyor devreye. Düşünsenize şu an bize normal geliyor burada duruyoruz ya biz. Aslında bir meleki kuvvet bize asılmış, aşağı doğru bizi çekiyor. Ama rastgele çekmiyor. İşte yerçekimi kuralı, senin kütlenin karesi ile orantılı bir şekilde çekiyor. Her yerde var. Tek şey yerçekimi değil, kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Yani başka kuvvetlerde var. Big Bang olurken her şey bir kütlede değil miydi? Bir anda patladı yayıldı. F kuvveti yok mu? Bu da meleki bir kuvvet. Yerçekimi kuvvetlerden bir kuvvet. Bizim algıladığımız bir şey. Mesela kara delikler ne oluyor? Bırakın bütün cisimleri ışığı bile kendine soğuruyor. Orada bir kuvvet yok mu? Buna sadece yerçekimi diyemezsiniz.

Aklınıza gelen kuvvetle ilgili her şeyin içerisinde bu var. Peki, melekler sadece bununla mı görevli? Hayır. Bir yağmur tanesini aşağıya indiren melek diye biz iman etmedik mi ona? Bunun içinde de var. La havle vela kuvvete. Kuvvet de yok diyor. Buna fizikte ana kanun olarak ne var? Madde ve Enerji. Yani madde la havle kısmına giriyor, enerji de vela kuvvete kısmına giriyor. İlla billah(“illa Allah”değil) illa billah.  “İlla Allah “olsa farklı bir ifade olur ama illa billah’daki o “bi(ile)” harfi de o Esmaları ya da melekleri ya da diğer ilahi kuvvetleri izah ediyor. Hani “bi ismi Allah “(bismillah) diyoruz. “Billah “demiyoruz. Allah’la yapamazsın “bi ismi allah”.  Allah’ın ismiyle iş görürsün. Bu da neye benziyor? Bazı ayetlerde Allah “biz yaptık” bazı ayetlerde de “ben yaptım” diyordu. Ben, bizzat Allahû Teala’nın Zatı.  Biz deyince de sistem işte. Hak sistem’in işte buradaki ifadesi. Hak. Meleklerin de dahil olduğu, fiziksel kanunların da dahil olduğu, Esmaların da dahil olduğu bir sistem. İşte bu “la havle vela kuvvete” yi hak sistemi anlama açısından görüyoruz.)

Hak sistem var zaten ama algılamamız “cae” fiili  ile oluyor işte. Teferruatı ile kuralı ile öğrenmeniz cae ile oluyor, geldi ile oluyor. Bize göre geldi. Sistemde zaten var.

Bakara Suresi 51. ayeti hatırlayacak olursak:

  • (مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِى اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا اَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللّٰهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فٖى ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ).
  • Meseluhum kemeselillezistevgade nârâ, felemmâ edâet mâ havlehû zeheballâhu binûrihim ve terakehum fî zulumâtil lâ yubsırûn
  • Onların durumu, (geceleyin) ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş tam çevresini aydınlattığı sırada Allah ışıklarını yok ediverir de onları göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.

Artık göremezler, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, artık dönemezler. Onların misali ateş yakan kimseye benzer. Şimdi ateş nerede yakılır? Karanlıkta yakılır. Yani hak sistemden uzaklaşmış karanlığın içerisinde duruyorlar. Ateş yakmaları neyi temsil ediyor? Birinin aklına bir fikir geliyor, “Ya şöyle olması lazım” diyor. Bir sistem aklına geliyor, “ya aslında şunun şöyle olması, şunun da şöyle olması lazım” diyor. O fikir onlara bir aydınlık veriyor. Geçici bir aydınlık veriyor. Fakat diyor ki Allah “Allah onların nurlarını giderir” diyor. Yani kendi sistemlerini giderir ve onları karanlıklar içerisinde bırakır.

Kendi oluşturdukları sistem (batıl sistem) Allah’ın hak sistemi tarafından giderilince (bu büyük peygamberler tarafından getirilen din ile de oluyor.) Bireysel anlamda da kafamıza atıyor Allahu Teala Hakkı. Gerek yaşamsal olarak gerek idraksal olarak gerek irşadsal olarak. O zaman anlıyor ki insan  kendisin oluşturduğu sistem bir işe yaramıyor, geçici.

Yani nerede kalıyor, tekrar o zulumat /karanlık içerisinde kalıyor. Ve artık diyor Onlar göremezler. Neden göremezler? Çünkü kendi sistemlerine takılı kaldılar. Ancak nur olursa Allah’ın nuru olursa, nurun içerisine sen gidersen onları görebiliyorsun. Yoksa izmlere takılı olarak gidiyorsun. Bugün internette o felsefik akımlarla mücadele eden arkadaşlar var. Yani adamlar kafalarında bir ideoloji belirlemişler, internet ortamında nefisleri kontrolsüz olduğu için, zincirsiz bir alan, gidiyorlar istedikleri şekilde küfür edebiliyorlar. O klavyenin başına geçince, nefis klavyenin başına geçiyor aslında. O sapık inançlar, şunlar, bunlar şeytanın vesvesesi ile beraber devreye giriyor, yazıyor.

Orada ne izmler, ne sapkınlıklar dönüyor. O zaman görüyorsunuz ki ayağını sağlam basmaya çalışan bir adam görüyor zaten. “Bunlar ne diyor, ne yapıyor” diyor. Ama kendileri farkında değiller işte. Summun bukmun umyun- sağırdırlar dilsizdirler kördürler. Artık onlar dönemezler. Allah’ın sistemi dışında bir sistemin- kendileri oluşturdukları bir sistemin- doğru olduğuna inanıyorlar ve onunla öyle bir mücadele ediyorlar ki dönemiyorlar artık. Ne yaparsan yap.  Ama işte Müslüman kelimesinde ne var? İslam var, teslimiyet var. Sen önce teslim oldun diyorsun. Hazreti İbrahim’e ne diyor Allahû Teâla? “Teslim ol” diyor. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. Yani bunu hiçbir dinin kapısında iken demiyor bakın. Dini maksimumda yaşıyor bize göre. İdrakini, yaşantısını düşünün, imanını düşünün. Buna rağmen Allahû Teâla diyor ki “Teslim ol”. O da diyor ki “Alemlerin Rabbine teslim oldum”. İşte teslim olarak biz yaşarsak “Aslında şöyle olması lazım. Bu bizim sistemimizde var. Bunun bana göre böyle olması lazım” dersen teslim olmuş olmuyorsun. Önce teslim olacaksın, ondan sonra Allahû Teala’nın bunu yaratmasındaki sistem, hakikat ne var diye onu düşüneceksin. Öbür türlü yanlışa götürüyor. Önce ben bunun bütününü anlayayım da ondan sonra gireyim dersen yanlışa götürüyor. Çünkü şeytanın oyunu çok. Geçen gün şurada bir arkadaş söyledi, çok ilgimi çekti, sizinle de paylaşmak istiyorum. Yanlış sistemler hakkında bundan bahsediyorum. Adamın biri demiş ki “ya sünnet diye bir şey çıktı, farzın önüne geçti”. Ne kadar yanlış. “Ben ne yapıyorum demiş biliyor musunuz “Sünnetleri kılmıyorum, bütün sünnetleri terk ettim. Farzı kılıyorum, farzı da iki rekat kılıyorum.” Bak buraya kadar yanlış ama şeytanın girdiği asıl tehlikeli yer şurası: niye demiş. “Çünkü iki rekat kılıyorum ama ağır ağır kılıyorum. Allah ile iletişimimi maksimumda tutuyorum”. Bak görüyor musunuz şeytanın taktiğini. Bir şeyleri almak için neleri veriyor. Bizim kılamayacağımız güzellikte namaz kılmasına müsaade ediyor onun. Allah bilir hiç dokunmuyordur, vesevese getirmiyordur. Çok güzel namaz kılıyordur ama koskoca “Muhammedun Resulullah “sistemini çizdiriyor onda. “La ilahe illallah” tan da yarısını kestiriyor. Farzları iki rekât kılıyor. Dikkat edin “şeytan sizi Allah’la kandırmasın “diye  bir ayet var.(Fatır 5, Lokman 33). Şeytan ne diyor, ben onlara her yönden yaklaşacağım diyor. Ne diyor önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından. İşte bu nereden yaklaşma? Sağdan yaklaşma. Adam doğru yaptığını zannediyor. Ben Allah’la iletişim kuruyorum ya diyor. Şurada şeytan kapıdan girse hepimiz korkup kaçmayız. Herkes taşını eline alır, üstüne gider. Ama şeytan öyle hamle yapmıyor ki . Onun işi beyinle. Gönlüne bir vesvese veriyor, aklına bir virüs veriyor. “Ya aslında şöyle de böyle de”. Sen oradan gidiyorsun zaten.ayağın kayıyor.

İşte bütün bunlar Allahû Teâlâ’nın sistemine yeterince teslim olup iman etmeyip de kendi kafamızda kurduğumuz acaba şu şöyle sistem olsa nasıl olur dediklerimizden. Gereken bariz olan müşriklerin kurduğu sistemle batıl sistemle, gerekse bireysel olarak kendi kafamızda oluşturduğumuz sistemleri  terkederek asıl sistem olan HAK SİSTEME TABİ OLMAK.  Allahû Teâlâ diyor ki “İşte onlar hak değil batıl”. ve onlar yok olmaya mahkumdur. Asıl değerli olan, doğru olan, hak olan ise benim sistemimdir. Sen buna uyarsan çok güzel yaşarsın, ahirette de işte o Rahim denen geri dönüş sistemine iade olursun. Yoksa yok olup gidersin. Karar senin…

Allah bizi “Hakkı hak bilip ittiba eden ; batılı batıl bilip ondan  imtina eden, sakınan kullarından eylesin.” Amin.

Allah bizi sıratı mustakîmde eylesin. Onda ayağımızı sabit kalsın. Bize de o yolu kolaylaştırsın.

Sadakallahülazim

 

 

 

 

Sebe Suresi(32. Sohbet) 50. Ayet / yazılı metin

Sebe Suresi 50. Ayet

قُلْ إِن ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي وَإِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ

Kul in dalaltu fe innemâ edıllu alâ nefsî, ve in ihtedeytu fe bimâ yûhî ileyye rabbî, innehu semîun karîb(karîbun).

1. kul : de
2. in : eğer
3. dalaltu : dalâlette olursam
4. fe : o zaman, o taktirde
5. innemâ : ancak, sadece
6. edıllu : sapmış olurum
7. alâ : üzerine
8. nefsî : kendi nefsim
9. ve in : ve eğer
10 ihtedeytu : hidayete erdirildim
11 fe : o zaman, o taktirde
12 bimâ : sebebiyle
13 yûhî : vahyedillir
14 ileyye : bana
15 rabbî : benim Rabbim
16 inne-hu : muhakkak o
17 semîun : en iyi işitendir
18 karîbun : en yakın olandır

De ki: “Eğer dalâlette olursam, o zaman sadece kendi nefsim üzerine (sebebiyle) olurum. Eğer hidayete erdirilirsem, o taktirde bu Rabbimin bana vahyi sebebiyledir. Muhakkak ki O; en iyi işiten ve en yakın olandır.”

 

Sebe Suresine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Geçen hafta ve geçen seneki son sohbette hak geldi batıl zail oldu ayetinin değişik açıklamaları ile hak sistemi açıklamaya çalışmıştık. BUGÜNKÜ AYETE GEÇMEDEN EVVEL GEÇEN HAFTAKİ HAK KONUSU ÜZERİNDE BİRAZ DAHA DURMAK İSTİYORUM.

Hak geniş bir kavram, örtücü genişleyen bir kavram.Hakkın birçok açıklaması var .Geçen hafta sadece Hakkın “sistem ” üzerine izahatına çalışmıştık. . Sistem olarak hakkı izah etmeye çalışmıştık. Bir iki cümle ile orayı geçiştireceğim. Çünkü 50. ayet ile bağlantısı var.

Şimdi hak kelimesinin kökeni Arapçada bir şeyin bir şeyle uyumlu olması demektir. Misal olarak kapının menteşesinin yuvasına uygun olmasına hak oldu deniyor. Tevafuk etti, uyum sağladı, buna uygun oldu manasında. Şimdi Arapçada bir kelimenin derinlerindeki manası ile ıstılahati, kullanımsal, terimsel manasının muhakkak bir alakası vardır. Buradaki alaka nerede? Bir şeyin bir şeye uygun olması ne demek? En genelinden en yukarısından düşündüğümüzde, Allahû Teâlâ’nın yarattığı  sistemin, o sistemi yaratma muradı ilahisine uygun olması anlamına gelir. Yani Allahû Teâlâ bir şeyi murad ediyor. Biz onu hadisi kutsiden biliyoruz ki; “Ben gizli bir hazine idim bilinmek istedim, mahlûku yarattım”. Murad bu. Buna uygun bir sitem yaratılacak. Yani kâinatın her aşamasının işleyen bir sistemi olacak. Bu da en baştaki murada uygun olacak.İşte bu işleyen sitemin adı hak. Yani her şeyin fıtrata uygun olarak yaratılması gerekiyor. Hz. İbrahim in dediği “fâtırıs semâvâti vel ard(فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ)”.” Her şeyi fıtrat üzerine yaratan rabb” İşte bu.   Fıtrat ne oluyor? Yaratılış muradı. Yani ayeti kerimede ne deniyor?

“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

(وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ) (Zariyat 56.)

İşte bu yaradılış sitemindeki – özellikle cinlerin ve insanların – yaratılış sistemi fıtrat. Amaca uygun. Kulluk etme amacına uygun. Bunu bütün  komple sistem olarak düşünün. Arz ve semavat olarak düşünün, bu işleyen sistemin ismi de hak. Bir şeyin doğru geçerli olabilmesi için, yani günümüz ifadesi ile hak olabilmesi için bu hak sistemle örtüşmesi gerekiyor.

Mâliki yevmid dîn (مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ)  “din günü” derken.; bugünün ‘kişinin dini’ ile ‘Allah’ın dininin’ nekadar örüştüğünün görüleceği, analiz edileceği, hesabının edileceği gün demiştik ya , yaşarken de ‘kişilerin doğrularına’ doğru denebilmesi için Allah’ın bu hak sitemi ile örtüşmesi gerekiyor. <ş

Bu hak sistemin varlık sebebi de mülkiyete dayanıyor. Ne demek bu?

Bir kişi mülke sahip ise hakka da sahip demektir. Mesela kullanım hakkı diyoruz. Bir şeyin mülkiyeti. Yani asıl malik olan Allah’tır. Bu da onun sistemidir. Allah’ın da bu hak sitemi üzerinde hakkı vardır. Tüm mahlûkatı üzerinde hakkı vardır. Bu öyle bir hak sistem ki insanlarda hatta hayvanlarda hatta eşyalarda bile bu hakkın tecellisini görüyoruz ki şöyle annelik hakkı, babalık hakkı mesela. Yani bulunduğu Allah’ın verdiği pozisyona ve mülkiyete göre. Mülkiyet sadece mal sahibi olmak demek değildir, yönetim sahibi olmak demektir aynı zamanda. Melik oradan gelir. Çocukları üzerinde hakkı vardır demektir. Bırakın onu bir şeye sahip olmakla beraber de hak sahibi olunur. Davranışsal olarak bile hak var ki hakkını helal et denilen mesele o. Neyin hakkı bu? Mülkiyet hakkı hem davranışsal hem de mülkiyet hakkı olarak. Dolayısıyla o kadar geniş bir yayılım alanı bulmuş. İşte bu hak sisteme göre de sizin düşüncelerinizle elde ettiğiniz şeyler, sizin istihkakınız oluyor. Bunun sonucunda alacağınız ceza ve ödül de sizin müstahakınız oluyor.

Allahû Teâlâ’nın el-Âlim esması her şeyde ilk günden itibaren tecelli eder. Hak sistemi de bir formüle dayanarak halk edildi. İşte buna uygun davranılması da Allah’ın hakkı. İşte biz bu sistem üzerine yaşıyoruz ve de ona göre nasıl davranışlarda bulunacağımızı da öbür tarafta göreceğiz. İşte 50. ayet de bunun devamı olarak gelmiş.

Gul (قُلْ)- de ki

in (اِنْ)- şayet

daleltu(ضَلَلْتُ) – eğer dalalete düşersem ya da saparsam

feinnemâ edıllu alâ nefsî (فَاِنَّمَا اَضِلُّ عَلٰى نَفْسٖى) – bu ancak kendimin nefsi üzerine sapıtmış olmamdandır.

Yani kendi namıma, kendi nefsim adına sapmış olurum.

Devamında ise;

ve inihtedeytu (وَاِنِ اهْتَدَيْتُ)– eğer ben de hidayet üzerine olursam

febimâ yûhî ileyye rabbî (فَبِمَا يُوحٖى اِلَیَّ رَبّٖى)– bu da benim ancak bana rabbimin vahyi sayesindedir

innehû semîun garîb (اِنَّهُ سَمٖيعٌ قَرٖيبٌ)– o semidir, gariptir(yakındır)

Neden bu ayet yukarıdaki hak ile ilgili ayetin arkasına gelmiş. Çünkü hakkı Allahû Teâlâ sıratı müstakim ile ilişkilendiriyor. Hani Fatiha Suresindeki sıratı müstakimdeki gibi, ayağa kaldıran yol. Dosdoğru yol manasındaki. Hicr suresinde idi galiba, bana getiren yol benim üzerime olan yol. İşte de ki: Eğer ben saparsam… Bu sapmak neyden sapmak? Hidayetten sapmak. Fatiha suresinin son kısmını işlerken şöyle demiştik. Aslında iki tane yol yok. Bir tane doğru var. Öbürü yol bile değil. Eğer bedel olarak alırsam. İki tane yol var. Ya şu yol. Ya da şu yol. Birincisi Allahû Teâlâ’nın sıratı müstakim yolu. İkincisi ise diğerleri. Diğerleri de ikiye ayrılmış durumda. mağdûbi aleyhim(مَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ) kendilerine gazap etmiş olanlar ve bir de sapanlar. Bence bu bile değil.

Arazi düşünün bir demiryolu var ortadan geçen bir de arazi var. Arazi yol mudur? Değildir. Bunu işte yukarıdaki 49.ayette görmüştük. Cael hakku – hak geldi. Hak sistem geldi. ve mâ yubdiul bâtılu ve mâ yuîd- diğerleri ise sistem bile değil diyor Rabbim. Çünkü sistem olabilmesi için bir şeyi başlatması lazım ve de onu tekrar edip geri döndürebilmesi lazım. E diyor batıl bunu yapamaz ki. Yani sistem bile değil demek istiyor.

Sırat olarak değerlendirirsek bir tane yol var. Diğerleri yol bile değil. İnceliği görüyor musunuz? O zaman sanki şöyle olurdu. Şöyle bir yanlış anlayışla endeksleyerek söyleyeyim. Bir ara kendi aramızda konuşurken şöyle demiştik: Acaba kafalarda yanlış mı düşünüyorlar? Sanki şeytan Allah’ın düşmanıymış gibi bir algı var. Böyle bir şey yok ama ifade ederken buna benzer şeyler var. Sanki şeytan Allah’ın düşmanı. Hayır şeytan insanın, Müslümanın düşmanı. Allah’ın bir muhatabı onunla olmaz. Şirk olur çünkü. Ancak şöyle olur. Bir rahmani var bir de şeytani var. Ama bu hiçbir zaman Allah’ın muhatabı olan bir düşmanlık değil bizim muhatabımız olan bir düşmanlık. Dolayısıyla bir tek Allah’ın sıratı var. Bir de diğer arazi var. Yol bile değil o. İşte buradaki daleltü dediğindeki sapmak bu. Yani sıratı müstakimin içerisindesin, tren değil de otoban olarak misal verelim. Ve o yolda araba kullanıyorsun. Senin o yoldan çıkacak şekilde sağa ya da sola direksiyonu kırman dalalet oluyor. O yol sağdaki ve soldaki çizgiler doğrultusunda gittiğinde ki bu hak yol yani şeriat. Sistemin ismini şeriat olarak adlandırırsak o yolun çevresinde gitmek, düzgün gitmek oluyor. Bunun dışındaki her şey dalalet. Doğru yoldan sapmak dalalet. Allah’ın verdiği doğrular var, onun dışındaki her şey dalalet. Yoksa dalalet bir sistemin ismi değil. Eğer in daleltü- ben saparsam feinnemâ edıllu alâ nefsî – nefsimin üzerine sapmış olurum. Ayeti kerimede şöyle geçiyor. Nisa 79’da:

Mâ esâbeke min hasenetin feminallâh, ve mâ esâbeke min seyyietin femin nefsik

(مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ)

Sana ne isabet ederse iyilikten, o ancak Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse kendindendir ya da kendi nefsindendir. Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır, sana da ne kötülük gelirse nefsindendir. Bakın bu Allah’a karşı olan bilinçli ya da bilinçsiz ithamlardan kendinizi korur. Allaha hiçbir zarar gelmez de kendinizi ithamlardan korur. Kader inancının temel ayetlerinden biri budur. Bu ne manaya geliyor? Ancak ben kendi namıma sapmış olurum denilen kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Şu var. Allah saptırmaz. Kişi kendi sapar. Meallere dikkat ederseniz Allah’ın saptırdığı der. Allah saptırmaz. Allah kullarına karşı rahmet sahibidir. Bütün iyilik ve güzellikleri halk eder. Sana iyi ne isabet ederse Allah’tandır ama kötü olarak sana ne isabet ederse bu senin nefsindendir. Allah saptırmaz. Allah rahmandır. Kişi kendi sapar.

Maide de buna benzer bir ayet var. Maide 105. Ayet:

Yâ eyyuhellezîne âmenû aleykum enfusekum, lâ yedurrukum men dalle izehtedeytum

(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ)

Yâ eyyuhellezîne âmenû(يَا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا) – ey iman edenler.

aleykum enfusekum (عَلَيْكُمْ اَنْفُسَكُمْ) – siz kendinize bakın, kendinizle ilgilenin, nefisinizle ilgilenin, nefsinize bakın manası da var. Bir de sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu var.

lâ yedurrukum (لَا يَضُرُّكُمْ) – size zarar veremezler. Kim?

men dalle (مَنْ ضَلَّ) – dalalette olalar size zarar veremezler

izehtedeytum (اِذَا اهْتَدَيْتُمْ) – siz hidayette olduğunuz sürece.

Ey iman edenler size dalalette olanlar zarar veremezler. E vermiyorlar mı bugün? Veriyorlar. Bir sürü zarar veriyorlar. Ama Allah veremez diyor. Haşa yalan mı söylüyor? Zarar veremez diyor ama zarar veriyorlar. Ama şartını koymuş rabbim orada. Biz şöyle olduğumuz müddetçe şartlar orda ehtedeytu – hidayet üzere olduğunuz sürece. Demek ki biz hidayet üzerine olmadığımız her an dalalette olanların zarar vermesi ile karşı karşıyayız. Kabahat bizde. Yani nefsimizde. Peki, ne yapacağız? Formülü orada var. aleykum enfusekum – sizin üzerinizde kendi nefsinizin sorumluluğu vardır kenziniz ile ilgilenin.

Şam ya da Bağdat taraflarına zalim bir hükümdar geliyor. Asıyor, kesiyor birçok kişiyi. Bana bir alim çağırın diyor. Âlim geliyor. Hiçbir âlim gitmek istemiyor oraya. Neden? Gittiğinde asacak kesecek. Sonunda bir âlim tamam diyor ben giderim diyor. Ama zayıf ve çelimsiz biriymiş. Giderim ama bir şartla; bana bir deve, bir tane keçi, bir tane de horoz vereceksiniz. Temin edip veriyorlar. O zalim kral bir bakıyor karşısında zayıf, çelimsiz, sakalsız birisi. Seni mi gönderdiler diyor. Pek beğenmiyor. Diyor ki eğer iri cüsseli birini arıyorsan deve getirdim dışarda. Eğer sakallı birini arıyorsan keçi getirdim diyor. Eğer diyor gür sesli birini arıyorsan horoz getirdim sana diyor. Onun büyüklüğünü anlıyor ve soruyor. Peki, sizi büyük bir İslam topluluğu idiniz neden ben buraya geldim de sizleri yenebiliyorum diyor. Efendim diyor biz İslamiyet’i doğru anlayamadık. Allah belirli bir şey ikram ettikten sonra biz kendi nefsimizin derdine, rahatına düştük. Bu ilmi faaliyetleri, kendimizle ilgili ve başkasıyla ilgili cihadı terk ettik. Allah da sizi musallat etti diyor. Peki diyor bundan kurtuluş nedir. Eğer biz kendi kendimize düzelirsek senin gücün ne ki bize yetecek? Silinip gidersin.

Yani aslında bu ayeti söylüyor. Siz kendinize bakın. Siz hidayet üzere olduğunuz sürece hiçbir kimse(dalalette olanlar) size zarar veremez. Şimdi bugün İslam âleminin geldiği durumu düşünün. Bunun sebebini biz İsrail’de, Amerika’da, Rusya’da arıyoruz ama Allahû Teâlâ gerçek sebebini gösteriyor. Kendinize bakın diyor. İşte burada diyor ki ayette: bunu da resulüne diyor: Eğer ben dalalete saparsam ben kendi nefsimin üzerine sapmış olurum. Orada da iki tane ala var. Ala nefsi diyor ala harfi ceri var edatı var. Bakın Maide 105deki ayete bakarsak da burada ne diyor. aleykum enfusekum. İlkinde ala en –nefislerinizin üzerinde vardır burada da aleykum enfusekum – nefsimin üzerinedir diyor. Ala nefsi meallerde atlanmış. Ama burada ala harfi cerini Rabbim boşu boşuna kullanmamış. Diğer ayetlere baktığımızda ala ile irtibat kurulabiliyor. Aleykum enfusekum –sizin üzerinize vardır. Ne vardır? Sorumluluk vardır. İşte burada da nefsin üzerine. Bakın maalesef meallerde nefis kelimesi sadece şahıs olarak kullanılmış. Ben bunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım nedeni de şuymuş: nefis hem kişi hem şahsiyet, öz ben anlamına gelir. Hem de kişinin nefsi kötülüğü emreden nefsi emaresinden deki nefistir demi bu. Fakat meallerde ikiye ayırmışlar. Şöyle:

Maalesef biz İslam’ı hep bir zannediyoruz da değil. Aynı şey Kuran’la ilgilenen âlimler arasında da olmuş maalesef. Âlimler ikiye ayrılmışlar. Kelamcılar ve tasavvufçular diye. Tasavvufçu tefsircilerinkine diğerleri itibar etmemiş. Kelamcıların tefsirine diğerleri itibar etmemiş. Bunun en fazla ayrımlarından biri bu nefis kelimesi. Şimdi nefis terbiyesi var tasavvufta. Dolaysıyla tasavvufçular haklı olarak nefis kelimesinin geçtiği yerlerde terbiye edilmesi gereken Allah’ın sistemi içerisinee koymuş olduğu nefsi almışlar çünkü faydalanması gerekiyor. Diğer grup da sırf onlardan olmamak onlara muhalefet için nefis kelimesin öz şahıs, benlik, karakter, kişi anlamında almışlar. Fakat bu bir yerde büyük bir hata vermiş. Musa Aleyhisselamla ilgili bir hikâye var. Kavmi ile Kızıldeniz’i geçerken deniz yarıldıktan sonra firavunun zulmünden kurtuluyor. Bir alana geliyorlar. Rahat ve güvenli bir alan. Siz burada kalın diyor. Ben rabbimle konuşmaya gideceğim diyor. Belli bir müddet sonra geri geliyor. Tevrat’ın yazılı levhaları, on emir ile geliyor. Geldiğinde bakıyor ki Samiri denen bir kişinin etkisi ile altından bir buzağı heykeli yapılmış ve insanlar o buzağı heykeline tapıyorlar. Neler atlatmışlar? neler olmuş? Bunun üzerine olan sahneler var. Ora ile ilgili bir ayet var. Ayette diyor ki: Nefislerinizi öldürün. Şimdi burada duruyorlar kelamcılar, tasavvufi açıklamaya karşı olanlar. Burada tasavvufi nefis olduğunu kabul etseler onlara karşı ödün vermiş olacaklar. Burada kişi anlamında. Şimdi kişi anlamında olunca birbirilerinizi öldürün manasına geliyor. E şimdi öbür türlü olsa da olmayacak. Hemen İsrailiyat, hemen Tevrat’ın açıklamalarında ne var karıştırılmaya gidiliyor. Bakıyorlar ki bir hikâye var Tevrat’ın nüshalarında. Tahrif edilmiş Tevrat’ı izah ederken kullandıkları hikâyelerde şöyle bir bölüm var. Allahû Teâlâ güya onları ceza olarak karanlıkta hepsinin eline bir bıçak veriyor ve rastgele sallıyorlar. Ve bu sayede bir rivayete göre 3000 kişinin öldüğü söyleniyor. Ve bunu maalesef tefsir kitaplarına geçirmişler. Böyle saçma bir şey tefsir kitaplarına geçmiş neden çünkü temelinde, niyette hata var. İlla nefis demeyecek ya ona illa tasavvufçuların kullandığı şekilde kullanmayacak ya. Kişi diyecek, kişi deyince delil bulacak maalesef delalette olanların delilleri bulunuyor ve geçiştiriliyor. İşte o yüzden arkadaşlar bir gruba ait olmamak gerekiyor. Hani hanif konusunda işlemiştik Rum suresi 32. Ayetinde: Onlar dinlerini fırka fırka ettiler, parçalara ayırdılar, şialara böldüler, her hizip kendindeki ile ferahlanmaktadır.

Biz zannediyoruz ki bu ayet Yahudilere inmiş. Ve onun bir öncesinde ise müşriklere ikaz var. Yani tefsirci bile olsan o ayetin şeyinden çıkmıyorsun eğer illa bir grubun savunuculuğunu yaparsan böyle saçma sonuçlara da gidebiliyor. İşte burada ala nefsi dediği yer bütün meallerin çoğunda kendi namıma sapmış olurum diyor. Doğru. Hem nefsi kişi, benlik olarak alacağız. Hem de Allahû Teâlâ’nın bizim sitemimizin içerisine koyduğu nefis olarak alacağız. Birini diğerine tercih etmeyeceğiz. Kuran-ı kerim öyle mucizevi bir kitap ki her daldan, her alandan, hem dikey hem yatay boyuttan izahatı var ki her şeyi kapsamış bir kitap. O yüzden burada kendi namıma sapmış olurumda da bir mana var. Ama kendi nefsim adına da sapmış olurum anlamı var.

İsmaik Hakı Bursevi’nin Ruhul Beyan tefsirini okumanızı şiddetle tavsiye ederim. İsmail Hakkı Bursevi Peygamber efendimiz(sav) i rüyasında görüyor. Peygamber efendimiz:

-Ümmetim için bir tefsir yaz, diyor.

Ve yıllarca Bursa Ulu Camiinden vaazlar veriyor ama önceden hazırladığı tefsir üzerine vaazlar. Ve bu vaazlar kitap haline getirilerek basılıyor. Erkam Yayınlarından çıkan tefsiri hala piyasada mevcuttur.

Orada bu ayetle ilgili şöyle bir ifade var: Bir başkası bir insanı saptıramaz. Kişi sapar.

Bu ayete özgü bir ifade. Bir kişi başka birini saptıramaz. Kişi sapar. Zaten Kuranın genelinde de bununla ilgili ayetler var. İşte “sizi taptıklarınızı gösterin diyor. Onları gösteriyor rabbim. Bizim onların üzerinde bir hâkimiyetimiz yoktur ki diyor. Onlar gerçekte bize de tapmıyorlardı diyor. Yani başkası değil kişi kendi kendine sapıyor. Bırakın Allah saptırmaz kişi sapar meselesini, bu ayete göre kişi bir başka şahıs insan bile saptırmıyor. Şeytan dahi saptırmıyor. Allah saptırıyor zannediliyor haşa. Ve altında şeytan saptırır zannediliyor. Hayır.

Allahû Teâla Hicr Suresinde ne diyor: Bak o şeytanın iddiası. Şeytanın iddiası Hicr suresindeki özellikle. Ben hepsini saptıracağım senin muhlis kulların hariç. Biz yiyoruz bunu. Bakın Kurandaki her ifade Allah’ın ifadesi değildir. Gale denilen şeyler iki nokta üst üstedir. Yani şeytanın ifadesi de var. Dikkatli olmamız gerekiyor. Ne diyor ben hepsini saptıracağım senin ihlaslı kulların müstesna diyor. Allahû Teâlâ diyor ki hayır. Senin onların üzerinde bir sultan yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu ne demek burada? Şeytan saptıramaz. İnsan sapar. Allahû Teâlâ orada bizim savunmamızı yapıyor. Birçok meal ve tefsirlerde bu ayet farklı yorumlanmış. Sanki şeytan saptırıyor da insan sapıyor gibi.

Bugün bir arkadaş uyardı bizi mealler konusunda. O dedi: Yemeyin dedi. O şeytanın iddiası. Ben saptırırım diyor. Muhlis kulların farklı. Allahû Teâlâ da bizim savunmamızı yapıyor. İddianın reddiyesi var orda. Senin hiçbir sultan, hükmün yoktur. Ancak sana uyanlar müstesna. Bu bile değil.

Ruhul Beyanda kişi bile bir kimseyi saptıramaz diyor. Kişi kendi sapar. Bakın Hz. Âdem’in Allah’ın affına mazhar olmasının sebebi suçu kendi nefsinin üzerine almasıdır. Ben nefsime zulmettim diyor. Hata bakımından Kuranda benzer kelimeler geçiyor. Şeytan ile Hz. Âdemin yaptığı hata aynı kategoride değerlendiriliyor. Asa diyor isyan etti. Farkı nedir? Hz. Âdemin kurtulmasının sebebi ben nefsime zulmettim diyerek tövbe etmesi. Eğer tövbe etmese idi geriye dönüş imkânı bile olmayacaktı. Yeryüzüne indirilecekti şeytan ile aynı konumda belli bir müddet yaşayacaktı sonrasını bilmiyoruz. O yüzden arkadaşlar aleykum enfusekum diyor ya maide 105’te. Kişi bütün hayırların bütün iyi şeylerin Allahtan olduğunu, başına isabet eden kötü şeylerin de kendi nefsinin üzerinde olduğunu bilirse, bu Nisa 79 idi. Maide 105’e göre. Hiçbir zararın olamayacağını, dalalette olanların zarar veremeyeceğini, ancak hidayette olduğu sürece bunun geçerli olduğunu, hidayette olmama durumumun bu zararı oluşturduğunu ve hidayette olmama durumunun sebebini de aleykum enfusekum e bağlarsak da siz kendi nefsinizle ilgilenin, kendi nefsinizi düzeltin ile alakalı olduğunu bilirse sadece kendi ile ilgilenmesi yeter. Kişi suçu kendi nefsinde arayacak. Bu nedenle tasavvuf, maneviyat hep bu nefis terbiyesi üzerinde durmuş.

ve inihtedeytu – eğer ben hidayet üzerinde isem. Bu iftial babı denilen bir bab. Mutavaat deniliyor buna dönüşlülük manası veriyor. Örneğin ben camı kırdım, cam kırıldı. İşte bu kırılma olayına dönüşlülük diyoruz. Bunun Arapça ifadesine mutavaat deniyor. Burada da hidayet kökü var. Ama başına t harfi gelerek ihtedeytü iftial babı olmuş. Şu manaya geliyor. Hidayete iletilmek durumu. İl eki ile bu dönüşlülük oluyor. Hidayete, doğru yola iletmek dersek de dönüşlülük ile beraber iletilmek oluyor. Yani ben hidayete iletilmek pozisyonunda olduğum sürece. Yani ihtedeyt durumu olduğunda ne oluyor? Kişi Allah’ın hidayeti üzerine onun gereklerini yaparak yaşamak durumunda oluyor. İhdeyetu de o fiili kendinize alıyorsunuz. Allah hidayet ediyor ama siz o durum içerisinde kalmaya gayret ediyorsunuz. Bu Allah’ın belirli bir pozisyonda kalmanın sağlanması bile yani şartlar bile bakın ne ile ilgiliymiş?

febimâ yûhî ileyye rabbî – Benim bana ettiği vahiy sayesindedir.

Hani diyordu ya Nisa 79’da. Senin başına gelen şeyler ancak Allah iledir var ya burada da Peygamber Efendimizin ağzından. Çünkü gul emrinin birinci muhatabı kim? Resulullah(sav) Efendimiz. Bir de bizim de muhattaplığımız var. Ama burada bize rabbimiz vahyediyor mu? Direkt olarak etmiyor. Biz nebi, resul değiliz. Etmiyor ama biz ayeti kendi üzerimize alırsak nasıl vahyedilmesi sayesinde biz hidayet üzerinde olma durumu üzerinde bulunuyoruz cevabına gelince de şunları söyleyebiliriz:

Birincisi biz tabiiyet açısında Kurana ve Resulüne bağlıyız. Peygamber Efendimize indirilen kuran ve onun söyledikleri ile de biz yolumuzu bulmuyor muyuz? Yani hidayet üzerine bulunma durumunda olmuyor muyuz? Kitaba uyduğumuzda yani Allahu Tealanın kitabına uyduğumuzda vahiy üzerine olmuş oluyoruz. Bize vahiy indirilmesine gerek yok. Zaten indirilmiş bir vahiy üzerine kelam haline getirilmiş bir şey.

İkincisi de Necm suresi olması lazım: Battığı zaman yıldıza and olsun ki arkadaşınız Muhammet sapmadı ve azmadı o arzusuna göre de konuşmuyor. Bildirdikleri kendisine vahyolunan bir vahiyden ibarettir. Yani Peygamber Efendimizin ağzında çıkanlara ne deniyor? Hadis deniyor. Yaptıklarına sünnet deniyor. Konuştuklarına, bahsettiklerine hadis; hal, hareket ve davranışlarına sünnet deniyor. Bakın bizim öyle aleni bir insanın yapmış olduğu davranışlar olarak gördüğümüz şeyler de söyledikleri de aslında kendisine vahyedilen vahiymiş. Bakın birebir vahiy değil. Birebir vahiy Kuranı Kerimdir. Ama Allahtan gelen bir iletişim olduğunu düşünün. Kalbine inen bir vahiy. O vahiy sayesinde hareketlerini ve konuşmalarını düzenliyor demektir. Bakın şu konuda yanlış yapılıyor.

Rahmetli Hasan Hoca ile konuşmuştuk. Vahyi= İlahi kitap gibi algılanıyor. Eğer öyle olsa idi bakın kaç tane bildiğimiz kitap var dört tane: Tevrat Zebur İncil Kuranı Kerim. Bir de bazı sahifeler var. Bunlar sadece vahiy olsa idi, kitap indirilmeyen peygamberler ile Allahû Teâlâ hiç mi vahiy yoluyla iletişim kurmuyordu. Yani Zekeriya As ile diğer peygamberlerle hiç mi iletişim kurmuyordu. Vahiy değil mi idi o iletişimin ismi. E sadece kitapta olanlar vahiy ise onları nereye sokacağız biz. Dolayısıyla vahiy Allahû Teâlâ’nın kulu ile olan iletişimidir. O iletişim de Peygamber efendimiz(sav)de vardı. Ve bütün söz ver davranışları da vahiy kanalı ileydi. Bakın vahiy ile ilgili bir ayet var. Allah bir insana ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur yahut bir elçi gönderip izni ile ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz o yücedir. Hüküm ve hikmet sahibidir(Şura,51)

Yani kulları ile bir vahiy konusunda iletişimin olabileceğinin bile bir işareti bu. Ki biz biliyoruz ki vahiy sadece nebilere inmiyor. Kuranda geçen ifadesi ile bal arısına bile vahyettik diyor. Hz İsa’nın havarilerine vahyettik deniyor. Meryeme vahyettik. Hz Musa’nın annesine vahyettik deniliyor. Yani sadece vahiy resullerle olan bir iletişim değildir. Allahû Teâlâ’nın kullarıyla hatta arılarla iletişimine vahiy denir. Bunun da küçük versiyonuna ilham denir. Şems suresi 6.ayette şöyle geçiyor:

Feelhemehâ fucûrahâ ve tagvâhâ

(فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا)

Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını ilham edene hamdolsun ki. Bu insana, ilham edene diyor yani bize. Bırakın şimdiyi yaratılış sistemimizde Allahû Teâlâ ilham etmiş bize. Aslında bize değil. Nefse ilham etmiş. Neyi ilham etmiş? Bir takvayı, iki fücru. Doğruyu ve yanlışın ne olduğunu bizim nefsimize ilham etmiş. İşte diyor ya burada hani ben eğer ihtedeytu hidayet üzerinde olursam bu bana Rabbimin vahyi üzerinedir. İşte Şems suresindeki ayet vesilesi ile bizim nefsimize de daha evvel ilham edilmiş olduğunu ve bu sayede de bizim hidayet üzerine olduğumuzun bir göstergesi arkadaşlar. Bakın bunun ne faydası var?

Ayeti Resulden aldık kendimize getirdik. Eğer sadece Resul üzerine Peygamber(sav) üzerine kalsa ne olur? Onun doğru yolda kalması vahiy üzerinedir anlamına gelir. Biz o zaman ayvayı yedik manasına gelir. Çünkü bize vahyedilmiyor ona vahyediliyor ona de emri var o da diyor ki benim hidayet üzerine olmam anacak Rabbimin bana vahyi üzerinedir. Bakın O bile diyor. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber bile diyor ki hatta de emri var. Ben saparsam dalalette olursam, Resulullah’ın bu fiille ifade edilmesi ne kadar ilginç. Resulullah’ tan bahsediyoruz. Benim nefsim üzerinedir de deniyor. Hidayet üzerine bulunmam da ancak Allah’ın vahyi üzerindedir. Yani o vahiy olmazsa ben duramam diyor. Şimdi biz bu ayeti sadece Resulullah’a götürürsek sanki bizim üzerimizde değilmiş gibi oluyor. Hayır, Allahû Teâlâ diyor ki bizim en başta şems suresinde bahsettiğimiz gibi yaratılışın başında sizlerin nefisleri içine, sisteminize hidayet unsurlarını yükledim. Öyle kaçamazsınız. Sana neyin doğru neyin yanlış ayırt edeceğin sistemi sana yükledim. Bu vicdan olarak da ifade ediliyor. Kurtaramazsın diyor artı sana vahiyle inmiş kitabı gönderdim diyor artı konuşmasının vahyi dışında hiçbir şey olmayan resulün sünnetleri sana bildirildi. Ve hadisleri bildirildi. Sen o yüzden kaçamazsın diyor. O yüzden senin hidayet üzerine olma durumunu Allah’tan bil. Dalalette olma durumunu da sakın ne başka arkadaşından ne insandan ne şeytandan ne de haşa Allah’tan değil kendi nefsinden bil. Ve bu yukarıdaki hak sistem üzerine söyleniyor arkadaşlar. Hak ve batılı ayrımını yaptı. Allahû Teâlâ da hak sistem üzerine olmanın ne olduğunu burada ifade ediyor. Ve nasıl davranman gerektiğini söylüyor.

İnnehû (اِنَّهُ) – şüphesiz O

Semîun(سَمٖيعٌ) – semidir, işitendir

Garîb(قَرٖيبٌ) – gariptir, yakındır

Eğer garib i burda karibi yakınlık sahibidir yakındır’ı sıfat olarak da söylersek o yakın olan işitendir. Sıfatın bütün özelliklerine uyuyor. Yakın olan. Şimdi burada in diyor ya. Gul dedikten sonra iki tane in cümleciği var. Birincisi in daleltu – eğer ben dalalette olursam şöyle şöyle. İkincisi ben hidayet üzerine olursam şöyle şöyle. Şimdi ayeti Resulden çıkaralım. İnsan olarak düşünelim. Bütün insanlığın sistemi olarak ele alırsak şayet edatı ve şart edatı ile beraber iki yol gösteriyor Allahû Teâlâ. Bir dalalet yolu bir de hidayet yolu. Ayetin sonundaki semîun garîb ikisine de gidiyor. İki şartlı yola da gidiyor. A şıkkı sen dalalette olursan da Allah işitendir, yakındır. Sen hidayet üzerine de olursan işiten ve yakındır. Farkı nedir? Nasıl tesir eder? Yani dalalette olana semiğ karib nasıl tecelli eder? Hidayette olana nasıl tecelli eder? Bakara 284’ü biz çok kullanıyoruz. Maalesef bu ayete nesih ayeti demişler. İnsanlığın en büyük trafik kazalarından biri. O kadar çok ıskalanmış ki. Eğer o nesih ayeti olarak şey yapmasaydı inanın çok fark ederdi. Maalesef. Amener Resulü’den hemen önceki ayet.

Ayette diyor ki: Lillâhi mâ fis semâvâti ve mâ fil ard. Hepsi Allah’ındır. Eğer siz nefsinizde olan şeyi açıklasanız da ve ya onu gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker. O dilediği kimseyi bağışlar ve dilediği kimseye azap eder. Her şeye kadirdir. Bunu son 3-4 yıl içerisinde o kadar çok tekrar ettik ki muhakkak zihinlerde yer etmiştir. Yani diyor ki Allahû Teâlâ. Bırakın sadece yaptığınızı, ben sizin nefsinizdeki benlikleri ile de muhasebe edeceğim ama eğer onu kefere edersem, üzerini örtersem yırttınız. Eğer bu oraya bir şekilde gelirse çok zor işiniz manasında bir ayet. Şimdi dalalette olan bir kimsenin bu ayetin tecelli etmesi için dışarıda bir şey yok zahirde değil mi biz zahiri ile değerlendiriyoruz insanları. Ama Allahû Teâlâ içi ile değerlendiriyor. İçi ile nasıl değerlendirecek? İç seslerin duyulur hale gelmesi ile bu olur.

İç sesler de değişik mekanizmalarla tezahür eder. Birisi mesela negatif mekanizmalarla tezahür eder ve bu şeytan vesvesesidir. Konuşur durur. Birincisi vesvese ikincisi nefsi dürtüler. Fakat bu kişinin içerisinde sanki sesmiş gibi tezahür ediyor. Aslında bunlar ses değil. Vahiy ses değildir ama Resulullah’ın ağzından ses gibi kelimelerle tecelli ediyor. Biz insana beyanı öğrettik diyor Rahman Suresinde. Bu beyan beyyine yani açık etmekten geliyor. Aslında vahiy bir nur, kalbe iniyor fakat oradan tezahürü insanın diline gelmesi kelime ile oluyor. Bu ses olarak tecelli ediyor. Bu batıni olan bir şeyin zahiriye tezahürü. Bir de zahiri olan bir şeyin batını tezahürü de işte bu iç sesler olarak tezahür ediyor. Ama kime? Kişiye. Bunu kişiden başkası duyuyor mu? Hayır. Duysa var ya kimse kimse ile konuşamaz. Kimse kimsenin yüzüne bakamaz. Çünkü ne şeytan vesveseleri böyle ifade edilmeye çıkarılacak kadar yüz kızartıcı olmayan şey. Ne de biz nefsimize tekâmül hale güzel hale getirdik içimizden maalesef neler geçiyor neler. Bunun zahir olduğunu düşünsenize, yakınımızda kimse kalmaz. Ama Allahû Teâlâ o kadar rahman ve rahim ki o kadar hilm sahibi ve vakur ki bütün bunları bildiği halde ve bunların bırakın kelimeler haline gelmiş halini. Derinlerin derinini bildiği halde hala bize ikram edip duruyor.

İşte burada semiğ derken de Allahû Teâlâ diyor ki eğer saparsanız kendi nefsinizle sapmış olursunuz diyor ya işte bu senin sapmana vesile olan nefsinden çıkan sözleri de, konuşmaları da ben duyuyorum demek. Ama nasıl duyuyor biliyor musunuz? Garib olarak duyuyor. Siz beni uzaklarda falan zannetmeyin. Ben size şah damarınızdan daha yakınım. Yakınım. Bakara 284’te geçen nefsinizdekileri. İşte biz o nefsimizden gelen sesleri ayırt etmek zorundayız. Öyle kişi zannediyor ki kafasına gelen içine gelen düşünceler kendi düşüncesi. Hayır, arkadaşlar en azından üç mekanizma var:

Biraz evvel söylediğim nefis mekanizması var. Nefsin sana dediği hadi hadi şunu yap böyle yap şöyle yap, şu nasıl adam dediği kendi içinden kaynaklanan ses var. Artı senin ayağına çelme takmak isteyen kendi gittiği için Allah tarafından zaman mühlet verişmiş olan şeytanın sana akıl oyunları ile söylediği sözler var. Biz buna vesvese diyoruz. Vesvese zannedildiği gibi kuruntular değildir. Bize kuruntu şeklinde bir şey söylenmiş. Kuruntu da onun içerisinde fakat zihin oyunlarıdır. İşte geçen hafta bahsettik ya. Ya sünnete ne gerek var adam diyor. Sünnet benim ile Allah arasında ağır ağır namaz kılmamı engelliyor sünneti bırakayım ki ben ağır ağır namaz kılayım diyor. Bu zihin hamlesi. Bu nefis hamlesi değil. Bu şeytanın akıl hamlesi. Kurnazcasına senin aklına felsefesine gönderdiği şeyler şeytan hamlesidir. Ama aynı çocuk gibi isterim isterim yapsana yapsana, ya canım namaz kılmak istemiyor ya da kelimelere vurmak istemediğim başkaları hakkında söylenen şeyler de kişinin kendi nefsindendir. Biz içimize gelen bu sesleri neden olduğunu ayırt edeceğiz arkadaşlar. Bir de pozitif olan hani diyor ya takvasını da bildirdik nefse. Allahi, rahmani olan duygular vardır. Vicdan olan şeyler. Bunları da ayırt edeceğiz ve koordinatör olarak aklımızla beraber irademizle birlikte de güzel şeyler düşünüp üreteceğiz. Üretmezsek ne oluyor Bakara 284’te ne olacağını söylüyor. Onunla sizi hesaba çekeceğim. Ama Allah’ın örttüğü ya da mağfiret ettiği şeyler müstesnadır diyor. İşte buradaki semiun garip olayını dalalette olanlar için tezahürü bu. Bu kötü. Allah korusun bundan. Kaçmak mümkün değil ama mümkün olduğunca Allah korusun. Kendi nefsimizin o dizginlerini tutarak biz de biraz dikkat edelim o bizi dizginlerine bağlamasın. Biz onun dizginlerini tutalım. İkinci kısmı olan hidayet üzerine olma durumu ne? Orda semiun garip nasıl tecelli eder? Allahû Teâlâ ben o güzellikleri de duyuyorum ve ben sana garip olarak yakınım. Bu Buruc suresi 13-14’te var. Oradan aktarayım. Buruc 13’te diyor ki:

İnnehû huve yubdiu ve yuîd(اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعٖيدُ) – Allah başlatır ve geri dönderir. Ayet devam ediyor:

Ve huvel ğafûrul vedûd(وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ) – O örtendir ve veduddur.

Vedud seven demektir. Allahû Teâlâ burada seven. Garip de yakın demek. Eğer siz hidayette olduğunuz sürece ben sizin o içinizden gelen ve ifade ettiğiniz güzel şeyleri de duyarım ve size garip olduğumda da size vedud olarak tecelli ederim. Yani sizi severim. Başka bi ayette de eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin. Bana tabi olun dediği ne işte buradaki benim rabbimin vahyi üzerineyim. Resulullah aracılığı ile vahyedilen kurana uyduğumda ve onun sünnet ve hadislerine uyduğumda, semiğ olan Allah garip olarak yakın olarak tecelli ediyor ve bunun görüntüsü de sevilmek arkadaşlar. Ve bir şeye yakın olmak ve sevilmek en üstün ikram derecesidir.

Firavuna soruyorlar o sihirbazlar eğer biz bunu kazanırsak ne var bize iyilik olarak diyor. Siz benim yakınlarım olacaksınız. Gözdelerim olacaksınız. Firavun en büyük ikram olarak-tabi yanlış mekanizma olarak- yakınlığını ortaya koyuyor, onlar da tav oluyor. Bir de alemlerin rabbi olan Allah’ın kullarına yakınlığını, onlara ikram ettiği mukarrebun(yakın olanlar) olunma ikramını. Ve bunun bu dünyadaki tecellisi işte Buruc 14’te olduğu üzere Vedud esmasının tecellisidir. Sevilen sevendir. Biz de o zaman sevilmiş oluyoruz. O yüzden Allahû Teâlâ kendi hak sistemini doğru anlayıp, nefislerine hâkim olan, onları terbiye eden ve Allah’ın indirdiği Kuran’la ve ona vahyedilmiş olan Resulullah’ın sünneti ile ve hadisleriyle amel edip Allah’ın yakınlığına mahzar olan kullarından eylesin. Eğer böyle olmazsak ahirette işimiz zor arkadaşlar. Orada da Allah bize es-seddar, el-gaffar’lığı ile mağfiret sahibi olması ile yardım etsin. Allah bizi en yakınlarından eylesin. Amin

Sadakallahülazim.

FATIR(16.SOHBET) 34-35.Ayetler

 :SOHBETİ DİNLE



SOHBETİ İNDİRMEK VEYA MP3 OLARAK DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK

https://yadi.sk/d/63sDY8Xtqt8gj


 

FATIR 35

وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ إِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ

Ve kâlûl hamdu lillâhillezî ezhebe annâl hazen(hazene), inne rabbenâ le gafûrun şekûr(şekûrun).

1. ve kâlû : ve dediler
2. el hamdu : hamd
3. li allâhi : Allah’a
4. ellezî : ki o
5. ezhebe : giderdi
6. an-nâ : bizden
7. el hazene : hüzün, gam
8. inne : muhakkak ki
9. rabbe-nâ : bizim Rabbimiz
10 le : mutlaka, gerçekten
11 gafûrun : gafûr, mağfiret eden
12 şekûrun : şekûr, artıran

“Ve bizden hüznü gideren Allah’a hamdolsun, muhakkak ki Rabbimiz, gerçekten Gafûr’dur (mağfiret eden), Şekûr’dur (şükredilen/artıran).” dediler (derler).


FATIR 35:

الَّذِي أَحَلَّنَا دَارَ الْمُقَامَةِ مِن فَضْلِهِ لَا يَمَسُّنَا فِيهَا نَصَبٌ وَلَا يَمَسُّنَا فِيهَا لُغُوبٌ

Ellezî ehallenâ dârel mukâmeti min fadlihî, lâ yemessunâ fîhâ nasabun ve lâ yemessunâ fîhâ lugûb(lugûbun).

1. ellezî : o ki, ki o
2. ehalle-nâ : bizi yerleştirdi
3. dâre : yurt, diyar
4. el mukâmeti : ikâmet edilen yer, kalınacak yer
5. min fadli-hi : onun (kendi) fazlından
6. lâ yemessu-nâ : bize dokunmaz
7. fî-hâ : orada
8. nasabun : yorgunluk
9. ve lâ yemessu-nâ : ve bize dokunmaz
10 fî-hâ : orada
11 lugûbun : bir bıkkınlık ve usanç

Ki O, bizi fazlından kalınacak (ikâmet edilecek) bir yurda yerleştirdi. Orada bize bir yorgunluk dokunmaz ve orada bize bir bıkkınlık ve usanç dokunmaz.”

 

 

FATIR (15.Sohbet) 32-33.AYETLER

SOHBETİ DİNLE:




SOHBETİ İNDİRMEK VEYA MP3 DİNLEMEK İÇİN ALTERNATİF LİNK:

https://yadi.sk/d/KCC-u9mnqhsdA


FATIR 32:

ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ وَمِنْهُم مُّقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ

Summe evresnâl kitâbellezînastafeynâ min ibâdinâ, fe minhum zâlimun li nefsihî, ve minhum muktesidun, ve minhum sâbikun bil hayrâti bi iznillâhi, zâlike huvel fadlul kebîr(kebîru).

1. summe : sonra
2. evresne : varis kıldık
3. el kitâbe : kitap
4. ellezîne : onlar
5. astafeynâ : biz seçtik
6. min ibâdi-nâ : (bizim) kullarımızdan
7. fe min-hum : böylece onlardan
8. zâlimun : zulmeden
9. li nefsi-hi : kendi nefsine
10 ve min-hum : ve onlardan
11 muktesidun : orta yol, orta hal
12 ve min-hum : ve onlardan
13 sâbikun : hayırlarda yarışanlar, öne geçenler
14 bi el hayrâti : hayırlarda
15 bi izni allâhi : Allah’ın izni ile
16 zâlike : işte bu
17 huve : o
18 el fadlu : fazl
19 el kebîru : büyük

Sonra kullarımızdan seçtiklerimizi kitaba varis kıldık. Böylece onlardan bir kısmı nefsine zulmedicidir, onlardan bir kısmı muktesittir. Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayırlarda yarışanlardır. İşte o ki o, büyük fazıldır.


FATIR 33:

جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ

Cennâtu adnin yedhulûnehâ yuhallevne fîhâ min esâvire min zehebin ve lu’luen, ve libâsuhum fîhâ harîr(harîrun).

1. cennâtu : cennetler
2. adnin : adn
3. yedhulûne-hâ : ona girerler
4. yuhallevne : süslenirler, takarlar
5. fî-hâ : orada
6. min esâvire : bileziklerden
7. min zehebin : altın’dan
8. ve lu’luen : ve inciler
9. ve li bâsu-hum : ve onların elbiseleri
10 fî-hâ : orada
11 harîrun : ipek

(Onlar), adn cennetlerine girerler. Orada altından bilezikler ve inciler takarlar. Ve orada onların elbiseleri ipektir.